31 Aralık 2012 Pazartesi

SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ'


   
Almanya'nın Hessen eyaletinde 2013-2014 yılından itibaren okullarda İslâm din dersi düzenli ders olarak ouktulacaktır. Bu dersi, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve Ahmediyye Cemaati derneği verecektir. Ders Almanca olarak verilecektir. Müslüman öğrencilere verilecektir. Müfredatı okul denetleme kurulu takip edecek.

 
Türkçe yayımlanan gazetelere baktığınızda bu dersleri sadece DİTİB'in vereceğini okuyoruz. Ahmedilerden/Kadiyânilerden hiç söz edilmiyor.

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği(DİTİB) teşkilatını herkes tanır. ''Ahmediyye Cemaati''ni kimse tanımaz. Ahmediler, diğer ismiyle Kadiyânîler kimdir, din anlayışları nasıldır, bu cemaatı kim kurmuştur, ne zaman kurmuştur, Nerede kurmuştur fazla bilinmez.

Bu soruların cevabını bilmek lazım. Çünkü çocuklarımızı onların eline teslim edeceğiz. Dinlerini onlardan öğrenecekler.

Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı* bunları çok güzel tanıtıyor. Okuyalım ve sonunda da düşünelim, Kadiyâniler müslümanların temsilcileri olabilirler mi? Karar verelim:

''Öyle ki; mevzu da, mevzunun kahramanları da, insanları saptırmak için kullandıkları yol ve yöntemler de, hep aynı ve bütün sahtelikleri ile asrın serencamında işin içyüzünü bilenlere bütün açıklığı ile sırıtmaya devam etmektedir.

Bu zevatın mehdiyetlerini ilan etmekle kalmayıp, yer yer bulunduklarını iddia ettikleri makam adına; dinin hükümlerini gevşeterek uydurdukları hezeyanlarla, cahil insanımızı bozdukları da görülmektedir.

İşte halkı aldatarak, kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm bu şarlatanları, tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed Kadiyani'nin şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine, Gulam Ahmed, sadece bir örnek.

Kadıyanilik

Kadiyanîlik, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb eyaletine bağlı Kadiyan'da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına başlayan Gulam Ahmed, 18 yaşlarına kadar Kur'an-ı Kerim, Farsça, Arapça mantık ve felsefe dersleri aldı. Babasından da hekimlik mesleğine ait bazı bilgiler öğrendi.

Gulam Ahmed, 1864′den 1868′e kadar Sialkot'ta, Bölge Mahkemesinde bir memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla tartışmalara girişti. İskoç papazı olan Butler ile samimî bir dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.

Bundan sonra, işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu yanına çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle ''bir kenara itilen ve kendi haline terkedilen'' bir durumda kaldı.

Kendisi bunu şöyle ifade eder: ''Babam bana olan ümitlerinin üstüne bir çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir şeyler yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü.''

Gulam Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur'an, tefsir, hadis sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi topladı.

Bu inziva hayatı, Gulam'ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar ve garip davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu. Bu arada onun aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze çarpıyordu. Ayrıca pek çok hastalık sahibiydi. Kendisi bu hastalıklarını şöyle ifade eder: ''Ben, müzmin hasta bir insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı hep şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok idrara çıkarım.''

1876 yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve ifadesine göre ''dünya adamı olmadığı için'' ailenin geçim ve idaresini nasıl çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan duyduğunu söylediği bir ses kendisine, ''eleysAllahu bi-kafin 'abdehu'' (Allah kuluna yetmez mi?) diye seslendi.

Bundan sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma alışkanlığını kazanmak için bazı denemelerde bulundu. 1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara ve Hıristiyanlara karşı makaleler yazdı. Hindu ve Hıristiyanların, Müslümanları yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun İslamiyet'i savunmak için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini çekti ve onun kişiliğini ön plana çıkardı.

Hindistan, 19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne olmuştu. Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri, Hindistan'ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi dinlerine çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek için oldukça gayret gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç ve bağlılık dikkate değer bir şekilde zayıflamıştı. Halk bir kurtarıcı bekliyordu.

Gulam, halkın bu beklentisini iyi değerlendirdi. Bir yazısında Hindû ve Hıristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ama bastırabilmek için Müslümanların abone olup peşin para vermeleri gerektiğini bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra Gulam Ahmed, 1880′de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca takdirle karşılandı.

Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam'ı diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu arada kendisine ilham geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi şahsiyetini ön plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan 'İşa'atu's-Sünne' isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım 1884) bu kitabın lehinde yazılar yazdı.

1884 yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de yayınlandı. Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini, kesilmemesi gerektiğini, Peygamberimize (a.s.m.) tam uyan birinin, peygambere verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını, bu gibi kimselerin sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığı gibi, hezeyanlarda bulunuyordu.

Ayrıca bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği üzerinde duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür içerisinde büyüyen Hind Müslümanlarınca fazla yadırganmadı ise de, içlerinden ileri görüşlü olan bazı alimler, bu vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed'in yakında daha ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe aldılar.

Müceddidliğini ilan ediyor

Gulam Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi karşılanmış, hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan cesaret alan Gulam Ahmed, 1885′de kendisini açıkça 14. Hicrî yüzyılın müceddidi olarak ilan etti. Buna göre, kendisi 14. Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini yenilemek üzere gönderilmiştir.

Bundan sonra o, diğer dinlere karşı Barâhin'de başlattığı tartışmayı seyahatleriyle sürdürmeye başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve bu tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i Arya (Arya'nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.

1885-1888 yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed bundan sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888′de, seyahat için bulunduğu Ludhiana'da bir bildiri yayınlayarak, Allah'ın kendisine, taraftarlarından bi'at alarak, ayrı bir cemaat oluşturmasını buyurduğunu bildirdi.

Hak ile kandırıyor...

Bi'at şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam Ahmed'e bi'at eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak, namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün insanlara iyilikle davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalıp kendini O'na adayacak, Kur'an'ın yolundan yürüyecek, dine, İslam'a bağlılığı; kendi hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve kıymetli bildiği her şeyden çok değer verecek, dini dünyanın üstünde tutacak ve son olarak da kendini Gulam Ahmed'e kopmayacak derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat edecek.
Gulam Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin 346; Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu:

''Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni bu yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmam için müceddid olarak gönderdi.''
Mesih ve Mehdiliğini ilan ediyor

1857′de Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi Ayaklanması ismiyle tarihe geçen bir girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamışlardı. Bu sebeple, İngilizlerin gözü devamlı olarak Müslümanların üzerindeydi.

Bunu, iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye'nin ilk cildinin neşrinden itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını, bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili ifadelerinden bazıları şöyleydi: ''Kalemimle hükümete hizmet ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine sadakat ve muhabbeti yazıyorum... Biz kalemimizle bu devletin emrindeyiz; iyiliği için duacıyız, hizmetkarıyız.

Gerçek İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh ve güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı herhangi bir kötü düşüncem yoktur.''

Böylece İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan kendi adına bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891′de, hayatının üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz. İsa'nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların beklediği 'Mesîh' ve 'Mehdî' olduğu bildirilmişti.

O, bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı Feth-i İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3 Eylül 1891) isimli eserlerinde açıkladı. Onun bu konudaki görüşleri özetle şöyle idi:

''Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O, öldü zannedilerek mezara indirildikten sonra, kendine gelmiş, yaralarını Merhem-i İsa denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra, İncil'i yaymak ve özellikle kayıp ''On İsrail Koyununu'' aramak üzere Keşmir'e seyahat etmiştir. Orada iken 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar'da gömülmüştür. Bu bakımdan ahirzamanda gelmesi beklenen Mesîh, Hz. İsa değil, yaradılış bakımından ona benzeyen ama Muhammed ümmetinden biri olacaktır. Ayrıca Müslümanların beklediği Mehdi ve Mesîh aynı şahıslardır. O da Mirza Gulam Ahmed'dir. O hem Hz. Muhammed (s.a.v.), hem de Hz. İsa'nın (a.s.) ruhunu taşıdığı için barışçıdır.''

''Cihadını kılıçla değil, propaganda ile yapıp İslam'ı yayacaktır. Davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiy ve mucizeleri sebebiyle, ona inanmak zorunludur.''

Gulam Ahmed, İtmamu'l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve Mesîhliği ile ilgili ''vahiy'' için şöyle diyordu:

''Rabbim bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi ki: 'Onların bekledikleri Mesîhu'l-Mev'ud ve el-Mehdiy-yu'l-Ma'hud sensin.' Ve yine dedi ki: 'Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'''

Peygamber olduğunu iddia ediyor

1900 yılı Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı oldu. Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı namazında bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah'ın vahyine dayalı olarak Arap dilinde, irticalen yapılmış ve bir benzerinin yapılması mümkün olmayan bir hutbedir.

Bu hutbeden sonra, 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza için 'nebî ve resul' sıfatlarını kullandı. Bu durum alimlerden Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla karşılandı. Bunun üzerine Ahmed Kadiyani, Abdülkerim Mirza'dan, yanılıyorsa kendisini düzeltmesini istedi. Abdülkerim Mirza da kendisiyle aynı görüşte olduğunu söyledi.

Bunun üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar. Gulam Ahmed: ''Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin'' (Hucurat: 2) âyetini okuyarak evine çekildi.

1902 yılının Ekim ayında Amritsar'da toplanan konferansta, bu iş için kaleme aldığı Tuhfetu'n Nedve isimli tebliğinde kendisinin Allah'ın zıllı (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri sürdü. Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz. Muhammed'in (sav) manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde etti.
Gulam Ahmed'e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi olması, Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olmasına zıt değildir. O, ''Hatemünnebiyyîn'' yani ''peygamberlerin sonuncusu olma'' tâbirini şöyle yorumlar:

'Hatem' kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun şeriatını ikame etmesiyle mümkündür. O, Hakikatü'l Vahy isimli kitabının 27. sayfasında bununla ilgili olarak şöyle der:

Hakkı tasdik ederek batılı hak gibi gösteriyor

''O, yani Hz. Peygamber (sav), peygamberlerin hatemidir. Şu manayla ki, o, tek başına mührün sahibidir. Başka birisine vahiy nimeti, ancak onun mührü sayesinde nasip olur. Ayrıca, rabbani hitap ve konuşma kapısı, onun ümmetine kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır. Bugün dahi mührün sahibi yalnızca odur. Onun mührü, yalnızca Muhammed ümmetine nasip olan peygamberliği tek başına sağlayacak güçtedir.''

Gulam Ahmed; et-Ta'lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda şunları söyler: ''Allah'ın, inanç bakımından sizlerden istediği, Onun tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed'in peygamberlerin hatemi ve en şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine, ancak zılliyet yani tabi olmak suretiyle Muhammedi abanın giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters düşmez. Dal da kökünden ayrılmaz.''

Et-Tecelliyâtü'l İlâhiyye isimli kitabının 24. sayfasında da bununla ilgili olarak şöyle denilir: ''Eğer ben, Muhammed'in ümmetinden olmayıp, onun yolundan gitmiş olmasaydım, ilâhî hitaba mazhar olamazdım. Amellerimin ağırlığı dünyanın dağlarına denk gelse, yine de durum değişmezdi. Çünkü, Hz. Muhammed'in peygamberliği dışında, tüm peygamberlikler sona ermiştir. Hz. Muhammet'ten sonra şeriat koyacak bir peygamber gelmeyecektir. Ancak şeriat getirmeyen bir peygamberin varlığı mümkündür. Ama bu peygamberin öncelikle Muhammed'in (sav) ümmetinden olması gerekmektedir.''

Gulam Ahmed hayatının sonuna kadar nebi olduğunda ısrar etti mi?

O, ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908′de Bedr gazetesinde onun ''Günlüğünde'' şu ifâdelerine yer verildi:

''İddiam şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında, kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar yalnızca Allah'tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve Mûsa dininin gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür nebevî haberlerdir ki, onların nebî adıyla isimlendirilmelerini netice vermiştir. Aynı durum benim görevim için de söz konusudur. Eğer nebî olarak çağrılmayacaksam, beni ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak başka özel bir kelime var mıdır?''

Gulam 'Ek Galte ke İzâle' (Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:

''Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün yazılarımda, bunu yeni bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım anlamında yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah tarafından gelecek olayların bilgisi ile donatıldığım için, yeni bir şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten bir resul ve nebî idim. Şeriat getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu anlamda Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr etmiyorum.''

Ahbâr-ı Am gazetesinde Gulam Ahmed'in nebîliğini inkâr ettiği şeklinde bir açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün önce bu gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908′de neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle demektedir:

''23 Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm'ın birinci kolon ikinci kısmında, benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi açıkladığım bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu husus bilinmelidir ki, o yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka bütün yazılarımda açıkça bildirmiş bulunuyorum ve hattâ şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm'la bütün bağlarımı koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında bulunduğumu, yani başka bir deyişle kendim için Kur'ân-ı Kerim'i takibe gerek bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini reddeden tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri sürülen suçlama, baştan sona asılsızdır.''

''Nebîliğimi ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah'la konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana söyler, sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin sırlarını bana açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan dolayı, O beni bir nebî olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.

Bu yüzdendir ki, ben Allah'ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah olacaktır. Beni nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu nasıl inkâr edebilirim?'' (1)

Gulam Ahmed'in vahiy iddiası

Vahiy, Allah'ın peygamberlerine genelde Cebrail (aleyhisselam) aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını bildirmesidir. Gulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti. Onun vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur'ân âyeti idi. Bir kısmı da yâ âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da âyetler parçalanarak ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü ise tamamen kendi hayal mahsûlü idi.

Geldiğini söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli lisanlarda gelmiş olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler içerisinde Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır.
O, kendisine vahiy geldiği ile ilgili olarak şöyle der:

''Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve kadınlar, benim helakim için secdeye kapanmaktan burunlarından kan gelinceye ve elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile, Allah onları işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar benim işimi durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese bile, O bana yardım için melekler gönderecektir.'' (2)
''Rabbim bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya kadar bana yardım edeceğini vaad etti.'' (3)

Şimdi onun vahiy dediği şeylere birkaç misâl verelim: ''Rabbim dedi ki: Senin kötülüğünü isteyeni alçaltıcı, sana yardım etmek isteyene de yardımcıyım.'' (4)

''Şüphe yok ki, Muhammed ümmetinde binlerce evliya ve asfiyâ doğmuştur; ama onların hiçbiri benim gibi olmamıştır.'' (5)

''Dünyaya bir uyarıcı geldi; fakat dünya onu kabul etmedi. Bununla birlikte Allah onu kabul edecek ve onun dâvasının gerçeğini çok dehşetli hücumlar ve âfetlerle aşikar kılacaktır.'' (6)

''Ey insanlar! Ben iddiamda haklıyım ve doğruyum. Siz ise sözlerimi kabul etmezseniz, iki yüzlü olursunuz...Öyle ise 'Gelin, oğullarımızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.' (Âl-i İmran Sûresi, 61)'' (7)

''Ey câhiller ve sefihler, düşmanlar ve şakiler topluluğu! Hazret-i Kibriya'nın nurunu siz mi söndüreceksiniz?'' (8)

''Sen Benden bir uyarıcısın. Şüphe yok ki seni, kötü yolda olanlar doğrulardan ayrılsın diye gönderdim.'' (9)

''De ki: Ben emrolundum ve ben inananların ilkiyim.'' (10) ''Sen açık bir delil üzerinesin.'' (11) ''Onlara Rabbinden sana vahyedileni oku.'' (12) ''Sen benim için şerefli birisin. Seni Kendim için seçtim.'' (13) ''Ey Ahmed, sen ve eşin Cennette oturun.'' (14) ''Sana bereket vereceğim ve bunun nurlarını, melikler ve sultanlar senin elbiselerini öpüp eteklerine sarılıncaya kadar parlatacağım.'' (15)

''Seni Mesîh İbni Meryem kılan Allah'a hamdolsun.'' (16)

Gulam Ahmed'in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden üstün olduğunu da iddia etti. (!)

''Allah'ın, 'Muhammed Allah'ın elçisidir' (17) sözünden kasıt benim. Çünkü Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak isimlendirdi'' dedi. (18)
Harekete 'Ahmediyye' ismi veriliyor
Fırka önceleri kurucusunun ismine nispetle Kadiyanîlik olarak anılmışsa da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile 'Ahmediyye' adını almıştır. Bu isim değişikliği ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır:

''Nüfus sayımı sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan ayrılık gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî kayıtlara gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı için biz de bu harekete en uygun olan 'Ahmediyye Mezhebi' Müslümanları ismini almayı uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz. Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun Muhammed ve Ahmed olmak üzere iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini yansıtır. Bu da Hz. Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde eder.''

Bu açıklama sebebiyle mezhebin adı 1901 Bombay nüfus sayımı belgelerinde 'Ahmediyye' olarak kaydedilmiş ve o tarihten itibaren de, gerek kendileri, gerekse Avrupalılar, bu yeni mezhep için 'Ahmediyye' ismini kullanmışlardır.
Buna karşılık bâzı Müslüman yazarlar, Kadiyânîlerin Müslümanları aldatmak gayesini güttüklerini, hareketin 'Ahmediyye' ismi almasının Peygamberimizin adından değil, Gulam Ahmed'in kendi ismi sebebiyle olduğunu söylerler.

Burada mezhep hakkında yazılmış eserlerde mezhep yerine ''Ahmediyye Hareketi'' isminin kullanıldığını da ifâde edelim.''

*Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı Kimdir?

Ethem Ruhi Fığlalı, 8 Aralık 1937'de Mehmet ve Emine Fığlalı'nın ilk çocukları olarak Burdur'da doğdu. 1982 yılında profesör oldu ve aynı yıl Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına atandı. Bu görevini 1991 yılına kadar sürdürdü. Bu dönem içerisinde rektör yardımcılığı görevi de üstlendi. 1992 yılında kurucu rektör olarak Muğla Üniversitesi'nde görevlendirildi.

Fığlalı, öğretmenlik ve akademik hayatı sürecinde birçok kitap yazdığı gibi çeviriler ve makalelerde yapmıştır. Aynı zamanda birçok ansiklopedinin de İslâm diniyle iligili maddelerini de yazmıştır.

Muğla Üniversitesi'nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünü kurmuş olması da ayrı bir önemdedir. Bu bölüm Türkiyede açılan alanının ilk bölümüdür.
  
Rüştü Kam


Eserleri :

Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri (1980)
Kadıyanilik (Ahmediye Mezhebi) (1986)
Kadıyanilik (1994)
Babilik ve Bahailik (1994)
İslam'a Karşı Cereyanlar: Babilik ve Bahailik (1981)
Din ve Devlet İlişkileri (1997)
İmam Ali (1997)
İmamiye Şiası (1984)
Türkiye'de Alevilik Bektaşilik (1990)
Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevilik - Bektaşilik (1994)
Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli (Mahmut Aydın ile birlikte)
Türkistan'ın Piri Hoca Ahmed Yesevi ve Külliyesi ( Kemal Eraslan, Selçuk Mülayim, Yaşar Çoruhlu ile birlikte)
Atatürk ve Din (1988)
Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (1999, T. Müftüoğlu, İ. Karakuş ile birlikte)
Din ve Laiklik Üstüne Düşünceler (2001)
İbâdiye&58217;nin Doğuşu ve Görüşleri (1983) (Doktora Tezi)

Dipnotlar:

1. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânlik, s.41-60, 148-150.
2. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânîlik, s.61-65.
3. Ğulam Ahmed, Luccetu'n-Nur, s.67.
4. Ğulam Ahmed, el-Mektûb, s.17, Risâletu Tuhfe-i Bağdat, s.16;
Hakîkatu'l-Vahy, s.72.
5. Ğulam Ahmed, Tezkiretu'ş-Şehâdeteyn, s.29.
6. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
7. Ğulam Ahmed, el-Mektub, s.53.
8. Gulam Ahmed, Hüccetullah, s.19.
9. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
10.Ğulam Ahmed, Hakikatü'l-Vahy, s.70.
11.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
12.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
13.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.75.
14.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.77.
15.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.Ut.
16.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.20.
17.Fetih Sûresi, 29.
18.Kasım el-Kâdiyânî, Tebliğ-i Risâlet, 10. 14.


 
 







  Yorumlar (3)

 1 Zarfa değil Mazrufa bakmak gerekir
Yazan Rüştü Kam, 30-12-2012 21:03
Abdulkadir,
Şamdaki en büyük cami Ümeyye Camiidir. Muaviye fikriyatını devam ettiren Velid bin Abdülmelik yaptırmıştır. Fazla Namaz kılmaktan dolayı alnı nasırlı olan Hariciler Sıffin'de Ali'ye ihanet etmişlerdir. Sonrasında da Ali'yi kafir ilan etmişlerdir. Amr ib. As'ın kandırdığı Ebû Musa el-Eşari'de Kufelilerin itibar ettikleri, secdeden alnını kaldırmayan büyük bir alimdi. Aptallığından dolayı Amr'ın oyununa gelen ve Ali'yi Halifelikten azleden kişi. Bu yapılanlar hep Allah için(!) yapılmıştır. Kimin ne yaptığına bakmaktan ziyade, o yapılanı kim yaptırıyor o na bakmak lazım. Bu yapılan/yaptrılan, cami de olsa. Derler ki, Cehennem'e giden yol iyi niyet taşları ile döşenirmiş.
Rüştü Kam
 2 Endişelenmekte haklı olmakla birlikte...
Yazan abdulKADİR, 30-12-2012 20:00
Selamlar hocam,

Acizane kanaatim odur ki; bu tür bilgilendirme yazıları üçüncü ağza dayandırılarak yazılınca objektiflikten uzak oluyorlar. Bir kişi veya kurumun aleyhinde sapkınlık dahilinde iddialar varsa, bu iddiaların kaynağını bizzat o kişi veya kurumun ağzından duymak elzemdir. Aksi halde kuşanmakla yükümlü olduğumuz adalet zırhımız zedelenir. Ahmedî müslümanların, geleneksel islam anlayışına aykırı birtakım inanç ve eylem sahibi oldukları doğrudur. Ama bu konuda hangimiz damga yemekten kurtulabiliyoruz ki? Ölçü Kur'an'sa Ahmedîlerin sapkınlığı su götürür. Onları tanımanın en iyi yolu koparılan onca kavga gürültüye rağmen yapmayı başardıkları Pankow'daki merkezlerine gidip ziyaret etmek ve konuşmaktır. Ya da kendi web sayfalarından araştırıp öğrenmektir.
 
 3 İNŞALLAH - MAŞALLAH
Yazan Gonca Çelik, 27-12-2012 21:02
Sayın Hocam,

inanamıyorum!?! Nasıl olur bu, nasıl kabul edilir?!? Cemaatler uyuyorlar mı? Herhangi bir protesto olmadı mı? Kimsenin inancına karışmam, sahte peygamberler olsun, ateşe, suya, havaya tapsınlar, herkes kendisi bilir, hele hele buralarda, fakat kabul edemeyeceğim önce Almanya nın bu yaptıkları, kendi aklı sıra İslam dinini Almanya da böyle güye sulandıracaklar, sonra ise Müminlerin halkarını korumak için var olduklarını öne sürenlerin bu gelişmelere seyirci kalmaları.

Bir zamanlar İslamische Föderation yıllarca idari mahkemelerde savaştıktan sonra ders verme izni almıştı ve bu son mahkeme kararından birkaç ay sonra, müfredat ve öğretmenleri olmadığı halde AAKM Alevi derneğine ders verme yetkisi tanınmıştı. Sırası gelmişken, bu dersler ne oldu? AAKM devam ediyormu ders vermeye, İslamische Föderation devam ediyormu? Berlin Eyalet Parlamentosunda bir milletvekil bunu sorsa?

İnşallah, Maşallah başlığımdan da hemen anlamışsınızdır, Harun Yahya takma adı ile yola çıkmış Adnan Oktar dan bahsetmeden geçemem, Almanya da yaşayan bizlere fazla dokunmayan bir konu olsa da.

Kurgu olduğunu senaryo yazarının üstüne basa basa söylemiş olduğu halde, nasıl bir yol buluruz da Muhteşem Yüzyılı yasaklarız, cezalandırırız diye uğraşanlar, halen Adnan Oktar ın A9 tv kanalında hergün dinimizle alay ettiğine göz yumabiliyorlar? Danimarka da, İsveç te biri çıksa ve böyle alay etse, dinimizle oynasa, kıyamet kopardı. Adam resmen kendini Mehdi ilan ediyor. Mehdi misiniz diye sorulduğunda, ağzında geveleyip, Mehdiyim diyemem ama Mehdinin tüm sıfatlarını taşıdığımı inkar edemem diyor, güya kendini hukuken sağlama alıyor. Biz Türkiye de böyle şarlatanlara karşı gelemezken, tabiiki Almanya da böyle küçük oyunlarla İslam-Light yerleştirmeye çalışır, İslamische Föderation yanına AAKM koyar, DİTİB yanına da Ahmediya. Yanlış anlaşılmasın: Aleviler de çocuklarına ders vermek istiyorlarsa versinler, isterlerse okullarda da. Fakat böyle hazıra konarak, alet olarak değil. Bir müfredat yokken değil. İslam dini eğitimlerinde tüm dört Sünni mezhebin ve cemaatlerinin, Şiilerin, Caferilerin kabul edebileceği bir temel vardır, bir yere kadar Müslümanların yüzde 99 unun kabul edebileceği bir müfredat vardır. Burada bulaşabilirler, sonrası zaten aile geleneğinden veya daha da ileride her birinin kendi ekolları, okulları vardır. Fakat Alevilikte tüm Alevi velilerin kabul edebileceği temei bir müfredat varmıdır? Yoksa geliştirilmesi mi gerekmektedir? Tabiiki bundan sonraki yorumları da merak etmiyor değilim.

Evet Hocam, yeri geldiğinde biz Müslümanların yüzde bilmem kaçını temsil ediyoruz diyenler ya cemaatlerinin finansmanları ile uğraşıyorlar, onu çözünce cami almakü yapmakla meşguller. Bunları yaparlarken de atı alan Üsküdar a, Spandau ya geçmiş oluyor.

Bu konuya girdiğiniz için elinize sağlık.

Saygılarımla

Gonca Çelik

İsi:

27 Aralık 2012 Perşembe

SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ' 2012 BERLIN

27 Aralık 2012 Perşembe, 13:38 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Almanya'nın Hessen eyaletinde 2013-2014 yılından itibaren okullarda İslâm din dersi düzenli ders olarak ouktulacaktır. Bu dersi, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve Ahmediyye Cemaati derneği verecektir. Ders Almanca olarak verilecektir. Müslüman öğrencilere verilecektir. Müfredatı okul denetleme kurulu takip edecek.

Türkçe yayımlanan gazetelere baktığınızda bu dersleri sadece DİTİB'in vereceğini okuyoruz. Ahmedilerden/Kadiyânilerden hiç söz edilmiyor.

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği(DİTİB) teşkilatını herkes tanır. ''Ahmediyye Cemaati''ni  çok az insan tanır. Ahmediler, diğer ismiyle Kadiyânîler kimdir, din anlayışları nasıldır, bu cemaatı kim kurmuştur, ne zaman kurmuştur, Nerede kurmuştur fazla bilinmez.

Bu soruların cevabını bilmek lazım. Çünkü çocuklarımızı onların eline teslim edeceğiz. Dinlerini onlardan öğrenecekler.

Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı* bunları çok güzel tanıtıyor. Okuyalım ve sonunda da düşünelim, Kadiyâniler müslümanların temsilcileri olabilirler mi? Karar verelim:

''Öyle ki; mevzu da, mevzunun kahramanları da, insanları saptırmak için kullandıkları yol ve yöntemler de, hep aynı ve bütün sahtelikleri ile asrın serencamında işin içyüzünü bilenlere bütün açıklığı ile sırıtmaya devam etmektedir.

Bu zevatın mehdiyetlerini ilan etmekle kalmayıp, yer yer bulunduklarını iddia ettikleri makam adına; dinin hükümlerini gevşeterek uydurdukları hezeyanlarla, cahil insanımızı bozdukları da görülmektedir.

İşte halkı aldatarak, kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm bu şarlatanları, tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed Kadiyani'nin şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine, Gulam Ahmed, sadece bir örnek.

Kadıyanilik

Kadiyanîlik, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb eyaletine bağlı Kadiyan'da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına başlayan Gulam Ahmed, 18 yaşlarına kadar Kur'an-ı Kerim, Farsça, Arapça mantık ve felsefe dersleri aldı. Babasından da hekimlik mesleğine ait bazı bilgiler öğrendi.

Gulam Ahmed, 1864′den 1868′e kadar Sialkot'ta, Bölge Mahkemesinde bir memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla tartışmalara girişti. İskoç papazı olan Butler ile samimî bir dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.

Bundan sonra, işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu yanına çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle ''bir kenara itilen ve kendi haline terkedilen'' bir durumda kaldı.

Kendisi bunu şöyle ifade eder: ''Babam bana olan ümitlerinin üstüne bir çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir şeyler yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü.''

Gulam Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur'an, tefsir, hadis sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi topladı.

Bu inziva hayatı, Gulam'ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar ve garip davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu. Bu arada onun aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze çarpıyordu. Ayrıca pek çok hastalık sahibiydi. Kendisi bu hastalıklarını şöyle ifade eder: ''Ben, müzmin hasta bir insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı hep şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok idrara çıkarım.''

1876 yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve ifadesine göre ''dünya adamı olmadığı için'' ailenin geçim ve idaresini nasıl çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan duyduğunu söylediği bir ses kendisine, ''eleysAllahu bi-kafin 'abdehu'' (Allah kuluna yetmez mi?) diye seslendi.

Bundan sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma alışkanlığını kazanmak için bazı denemelerde bulundu. 1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara ve Hıristiyanlara karşı makaleler yazdı. Hindu ve Hıristiyanların, Müslümanları yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun İslamiyet'i savunmak için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini çekti ve onun kişiliğini ön plana çıkardı.

Hindistan, 19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne olmuştu. Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri, Hindistan'ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi dinlerine çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek için oldukça gayret gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç ve bağlılık dikkate değer bir şekilde zayıflamıştı. Halk bir kurtarıcı bekliyordu.

Gulam, halkın bu beklentisini iyi değerlendirdi. Bir yazısında Hindû ve Hıristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ama bastırabilmek için Müslümanların abone olup peşin para vermeleri gerektiğini bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra Gulam Ahmed, 1880′de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca takdirle karşılandı.

Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam'ı diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu arada kendisine ilham geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi şahsiyetini ön plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan 'İşa'atu's-Sünne' isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım 1884) bu kitabın lehinde yazılar yazdı.

1884 yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de yayınlandı. Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini, kesilmemesi gerektiğini, Peygamberimize (a.s.m.) tam uyan birinin, peygambere verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını, bu gibi kimselerin sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığı gibi, hezeyanlarda bulunuyordu.

Ayrıca bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği üzerinde duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür içerisinde büyüyen Hind Müslümanlarınca fazla yadırganmadı ise de, içlerinden ileri görüşlü olan bazı alimler, bu vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed'in yakında daha ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe aldılar.

Müceddidliğini ilan ediyor

Gulam Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi karşılanmış, hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan cesaret alan Gulam Ahmed, 1885′de kendisini açıkça 14. Hicrî yüzyılın müceddidi olarak ilan etti. Buna göre, kendisi 14. Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini yenilemek üzere gönderilmiştir.

Bundan sonra o, diğer dinlere karşı Barâhin'de başlattığı tartışmayı seyahatleriyle sürdürmeye başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve bu tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i Arya (Arya'nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.

1885-1888 yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed bundan sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888′de, seyahat için bulunduğu Ludhiana'da bir bildiri yayınlayarak, Allah'ın kendisine, taraftarlarından bi'at alarak, ayrı bir cemaat oluşturmasını buyurduğunu bildirdi.

Hak ile kandırıyor...

Bi'at şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam Ahmed'e bi'at eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak, namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün insanlara iyilikle davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalıp kendini O'na adayacak, Kur'an'ın yolundan yürüyecek, dine, İslam'a bağlılığı; kendi hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve kıymetli bildiği her şeyden çok değer verecek, dini dünyanın üstünde tutacak ve son olarak da kendini Gulam Ahmed'e kopmayacak derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat edecek.
Gulam Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin 346; Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu:

''Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni bu yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmam için müceddid olarak gönderdi.''

Mesih ve Mehdiliğini ilan ediyor

1857′de Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi Ayaklanması ismiyle tarihe geçen bir girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamışlardı. Bu sebeple, İngilizlerin gözü devamlı olarak Müslümanların üzerindeydi.

Bunu, iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye'nin ilk cildinin neşrinden itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını, bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili ifadelerinden bazıları şöyleydi: ''Kalemimle hükümete hizmet ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine sadakat ve muhabbeti yazıyorum... Biz kalemimizle bu devletin emrindeyiz; iyiliği için duacıyız, hizmetkarıyız.

Gerçek İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh ve güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı herhangi bir kötü düşüncem yoktur.''

Böylece İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan kendi adına bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891′de, hayatının üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz. İsa'nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların beklediği 'Mesîh' ve 'Mehdî' olduğu bildirilmişti.

O, bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı Feth-i İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3 Eylül 1891) isimli eserlerinde açıkladı. Onun bu konudaki görüşleri özetle şöyle idi:

''Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O, öldü zannedilerek mezara indirildikten sonra, kendine gelmiş, yaralarını Merhem-i İsa denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra, İncil'i yaymak ve özellikle kayıp ''On İsrail Koyununu'' aramak üzere Keşmir'e seyahat etmiştir. Orada iken 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar'da gömülmüştür. Bu bakımdan ahirzamanda gelmesi beklenen Mesîh, Hz. İsa değil, yaradılış bakımından ona benzeyen ama Muhammed ümmetinden biri olacaktır. Ayrıca Müslümanların beklediği Mehdi ve Mesîh aynı şahıslardır. O da Mirza Gulam Ahmed'dir. O hem Hz. Muhammed (s.a.v.), hem de Hz. İsa'nın (a.s.) ruhunu taşıdığı için barışçıdır.''

''Cihadını kılıçla değil, propaganda ile yapıp İslam'ı yayacaktır. Davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiy ve mucizeleri sebebiyle, ona inanmak zorunludur.''

Gulam Ahmed, İtmamu'l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve Mesîhliği ile ilgili ''vahiy'' için şöyle diyordu:

''Rabbim bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi ki: 'Onların bekledikleri Mesîhu'l-Mev'ud ve el-Mehdiy-yu'l-Ma'hud sensin.' Ve yine dedi ki: 'Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'''

Peygamber olduğunu iddia ediyor

1900 yılı Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı oldu. Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı namazında bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah'ın vahyine dayalı olarak Arap dilinde, irticalen yapılmış ve bir benzerinin yapılması mümkün olmayan bir hutbedir.

Bu hutbeden sonra, 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza için 'nebî ve resul' sıfatlarını kullandı. Bu durum alimlerden Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla karşılandı. Bunun üzerine Ahmed Kadiyani, Abdülkerim Mirza'dan, yanılıyorsa kendisini düzeltmesini istedi. Abdülkerim Mirza da kendisiyle aynı görüşte olduğunu söyledi.

Bunun üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar. Gulam Ahmed: ''Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin'' (Hucurat: 2) âyetini okuyarak evine çekildi.

1902 yılının Ekim ayında Amritsar'da toplanan konferansta, bu iş için kaleme aldığı Tuhfetu'n Nedve isimli tebliğinde kendisinin Allah'ın zıllı (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri sürdü. Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz. Muhammed'in (sav) manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde etti.
Gulam Ahmed'e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi olması, Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olmasına zıt değildir. O, ''Hatemünnebiyyîn'' yani ''peygamberlerin sonuncusu olma'' tâbirini şöyle yorumlar:

'Hatem' kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun şeriatını ikame etmesiyle mümkündür. O, Hakikatü'l Vahy isimli kitabının 27. sayfasında bununla ilgili olarak şöyle der:

Hakkı tasdik ederek batılı hak gibi gösteriyor

''O, yani Hz. Peygamber (sav), peygamberlerin hatemidir. Şu manayla ki, o, tek başına mührün sahibidir. Başka birisine vahiy nimeti, ancak onun mührü sayesinde nasip olur. Ayrıca, rabbani hitap ve konuşma kapısı, onun ümmetine kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır. Bugün dahi mührün sahibi yalnızca odur. Onun mührü, yalnızca Muhammed ümmetine nasip olan peygamberliği tek başına sağlayacak güçtedir.''

Gulam Ahmed; et-Ta'lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda şunları söyler: ''Allah'ın, inanç bakımından sizlerden istediği, Onun tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed'in peygamberlerin hatemi ve en şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine, ancak zılliyet yani tabi olmak suretiyle Muhammedi abanın giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters düşmez. Dal da kökünden ayrılmaz.''

Et-Tecelliyâtü'l İlâhiyye isimli kitabının 24. sayfasında da bununla ilgili olarak şöyle denilir: ''Eğer ben, Muhammed'in ümmetinden olmayıp, onun yolundan gitmiş olmasaydım, ilâhî hitaba mazhar olamazdım. Amellerimin ağırlığı dünyanın dağlarına denk gelse, yine de durum değişmezdi. Çünkü, Hz. Muhammed'in peygamberliği dışında, tüm peygamberlikler sona ermiştir. Hz. Muhammet'ten sonra şeriat koyacak bir peygamber gelmeyecektir. Ancak şeriat getirmeyen bir peygamberin varlığı mümkündür. Ama bu peygamberin öncelikle Muhammed'in (sav) ümmetinden olması gerekmektedir.''

Gulam Ahmed hayatının sonuna kadar nebi olduğunda ısrar etti mi?

O, ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908′de Bedr gazetesinde onun ''Günlüğünde'' şu ifâdelerine yer verildi:

''İddiam şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında, kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar yalnızca Allah'tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve Mûsa dininin gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür nebevî haberlerdir ki, onların nebî adıyla isimlendirilmelerini netice vermiştir. Aynı durum benim görevim için de söz konusudur. Eğer nebî olarak çağrılmayacaksam, beni ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak başka özel bir kelime var mıdır?''

Gulam 'Ek Galte ke İzâle' (Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:

''Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün yazılarımda, bunu yeni bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım anlamında yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah tarafından gelecek olayların bilgisi ile donatıldığım için, yeni bir şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten bir resul ve nebî idim.
Şeriat getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu anlamda Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr etmiyorum.''
Ahbâr-ı Am gazetesinde Gulam Ahmed'in nebîliğini inkâr ettiği şeklinde bir açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün önce bu gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908′de neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle demektedir:

''23 Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm'ın birinci kolon ikinci kısmında, benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi açıkladığım bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu husus bilinmelidir ki, o yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka bütün yazılarımda açıkça bildirmiş bulunuyorum ve hattâ şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm'la bütün bağlarımı koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında bulunduğumu, yani başka bir deyişle kendim için Kur'ân-ı Kerim'i takibe gerek bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini reddeden tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri sürülen suçlama, baştan sona asılsızdır.''

''Nebîliğimi ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah'la konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana söyler, sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin sırlarını bana açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan dolayı, O beni bir nebî olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.

Bu yüzdendir ki, ben Allah'ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah olacaktır. Beni nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu nasıl inkâr edebilirim?'' (1)

Gulam Ahmed'in vahiy iddiası

Vahiy, Allah'ın peygamberlerine genelde Cebrail (aleyhisselam) aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını bildirmesidir. Gulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti. Onun vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur'ân âyeti idi. Bir kısmı da yâ âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da âyetler parçalanarak ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü ise tamamen kendi hayal mahsûlü idi.

Geldiğini söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli lisanlarda gelmiş olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler içerisinde Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır. O, kendisine vahiy geldiği ile ilgili olarak şöyle der:

''Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve kadınlar, benim helakim için secdeye kapanmaktan burunlarından kan gelinceye ve elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile, Allah onları işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar benim işimi durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese bile, O bana yardım için melekler gönderecektir.'' (2)
''Rabbim bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya kadar bana yardım edeceğini vaad etti.'' (3)

Şimdi onun vahiy dediği şeylere birkaç misâl verelim: ''Rabbim dedi ki: Senin kötülüğünü isteyeni alçaltıcı, sana yardım etmek isteyene de yardımcıyım.'' (4)

''Şüphe yok ki, Muhammed ümmetinde binlerce evliya ve asfiyâ doğmuştur; ama onların hiçbiri benim gibi olmamıştır.'' (5)

''Dünyaya bir uyarıcı geldi; fakat dünya onu kabul etmedi. Bununla birlikte Allah onu kabul edecek ve onun dâvasının gerçeğini çok dehşetli hücumlar ve âfetlerle aşikar kılacaktır.'' (6)

''Ey insanlar! Ben iddiamda haklıyım ve doğruyum. Siz ise sözlerimi kabul etmezseniz, iki yüzlü olursunuz...Öyle ise 'Gelin, oğullarımızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.' (Âl-i İmran Sûresi, 61)'' (7)

''Ey câhiller ve sefihler, düşmanlar ve şakiler topluluğu! Hazret-i Kibriya'nın nurunu siz mi söndüreceksiniz?'' (8)

''Sen Benden bir uyarıcısın. Şüphe yok ki seni, kötü yolda olanlar doğrulardan ayrılsın diye gönderdim.'' (9)

''De ki: Ben emrolundum ve ben inananların ilkiyim.'' (10) ''Sen açık bir delil üzerinesin.'' (11) ''Onlara Rabbinden sana vahyedileni oku.'' (12) ''Sen benim için şerefli birisin. Seni Kendim için seçtim.'' (13) ''Ey Ahmed, sen ve eşin Cennette oturun.'' (14) ''Sana bereket vereceğim ve bunun nurlarını, melikler ve sultanlar senin elbiselerini öpüp eteklerine sarılıncaya kadar parlatacağım.'' (15)

''Seni Mesîh İbni Meryem kılan Allah'a hamdolsun.'' (16)

Gulam Ahmed'in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden üstün olduğunu da iddia etti. (!)

''Allah'ın, 'Muhammed Allah'ın elçisidir' (17) sözünden kasıt benim. Çünkü Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak isimlendirdi'' dedi. (18)

Harekete 'Ahmediyye' ismi veriliyor

Fırka önceleri kurucusunun ismine nispetle Kadiyanîlik olarak anılmışsa da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile 'Ahmediyye' adını almıştır. Bu isim değişikliği ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır:

''Nüfus sayımı sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan ayrılık gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî kayıtlara gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı için biz de bu harekete en uygun olan 'Ahmediyye Mezhebi' Müslümanları ismini almayı uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz. Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun Muhammed ve Ahmed olmak üzere iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini yansıtır. Bu da Hz. Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde eder.''

Bu açıklama sebebiyle mezhebin adı 1901 Bombay nüfus sayımı belgelerinde 'Ahmediyye' olarak kaydedilmiş ve o tarihten itibaren de, gerek kendileri, gerekse Avrupalılar, bu yeni mezhep için 'Ahmediyye' ismini kullanmışlardır.
Buna karşılık bâzı Müslüman yazarlar, Kadiyânîlerin Müslümanları aldatmak gayesini güttüklerini, hareketin 'Ahmediyye' ismi almasının Peygamberimizin adından değil, Gulam Ahmed'in kendi ismi sebebiyle olduğunu söylerler.

Burada mezhep hakkında yazılmış eserlerde mezhep yerine ''Ahmediyye Hareketi'' isminin kullanıldığını da ifâde edelim.''

*Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı Kimdir?

Ethem Ruhi Fığlalı, 8 Aralık 1937'de Mehmet ve Emine Fığlalı'nın ilk çocukları olarak Burdur'da doğdu. 1982 yılında profesör oldu ve aynı yıl Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına atandı. Bu görevini 1991 yılına kadar sürdürdü. Bu dönem içerisinde rektör yardımcılığı görevi de üstlendi. 1992 yılında kurucu rektör olarak Muğla Üniversitesi'nde görevlendirildi.

Fığlalı, öğretmenlik ve akademik hayatı sürecinde birçok kitap yazdığı gibi çeviriler ve makalelerde yapmıştır. Aynı zamanda birçok ansiklopedinin de İslâm diniyle iligili maddelerini de yazmıştır.

Muğla Üniversitesi'nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünü kurmuş olması da ayrı bir önemdedir. Bu bölüm Türkiyede açılan alanının ilk bölümüdür.

Rüştü Kam

Eserleri :


Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri (1980)
Kadıyanilik (Ahmediye Mezhebi) (1986)
Kadıyanilik (1994)
Babilik ve Bahailik (1994)
İslam'a Karşı Cereyanlar: Babilik ve Bahailik (1981)
Din ve Devlet İlişkileri (1997)
İmam Ali (1997)
İmamiye Şiası (1984)
Türkiye'de Alevilik Bektaşilik (1990)
Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevilik - Bektaşilik (1994)
Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli (Mahmut Aydın ile birlikte)
Türkistan'ın Piri Hoca Ahmed Yesevi ve Külliyesi ( Kemal Eraslan, Selçuk Mülayim, Yaşar Çoruhlu ile birlikte)
Atatürk ve Din (1988)
Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (1999, T. Müftüoğlu, İ. Karakuş ile birlikte)
Din ve Laiklik Üstüne Düşünceler (2001)
İbâdiye&58217;nin Doğuşu ve Görüşleri (1983) (Doktora Tezi)




Dipnotlar:

1. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânlik, s.41-60, 148-150.
2. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânîlik, s.61-65.
3. Ğulam Ahmed, Luccetu'n-Nur, s.67.
4. Ğulam Ahmed, el-Mektûb, s.17, Risâletu Tuhfe-i Bağdat, s.16; Hakîkatu'l-Vahy, s.72.
5. Ğulam Ahmed, Tezkiretu'ş-Şehâdeteyn, s.29.
6. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
7. Ğulam Ahmed, el-Mektub, s.53.
8. Gulam Ahmed, Hüccetullah, s.19.
9. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.
10.Ğulam Ahmed, Hakikatü'l-Vahy, s.70.
11.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
12.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.
13.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.75.
14.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.77.
15.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.Ut.
16.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.20.
17.Fetih Sûresi, 29.
18.Kasım el-Kâdiyânî, Tebliğ-i Risâlet, 10. 14.


Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

22 Aralık 2012 Cumartesi

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

21 Aralık 2012 Cuma, 14:17 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Berlin Türk Eğitim Derneği'nde İsmet Özel*** bir sohbet yaptı (04.12.2012)
Konu: Türkiye ve Arap Baharı.

Kapıdan adımını içeri atar atmaz, "Siz beni istemeseniz de ben yine geldim. Ben burada en az 50 konuşma yaptım. Rüştü Kam bu konuşmalarımın özetini yaptı her seferinde. Ama hep yanlış yazdı."

Böyle bir açıklamayla giriş yapan İsmet Özel'e, bu kadar insanın içinde ne denir; herhalde susulur. Ben de öyle yaptım. 50 kişi dinledi o gün İsmet özel'i dernekte. Dinleyicilerin çoğu İsmet Özel'i tanıyan insanlardı. Kimisi kitaplarından, kimisi de sohbetlerinden.
İsmet Özel, insanların kendisini anlamasını İstemeyen bir "Şair". Eğer O'nu anladığınızı söylerseniz, hemen ben öyle demedim diye cevap verecektir size. Anlaşılmak istemez O. Anlaşılırsa siz O'nu anlamış olursunuz, oysa anlamamanız gerekir. Mütefekkirler anlaşılmak için konuştuğu halde, İsmet Özel anlaşılmamak için konuşuyormuş, bu sefer en azından bunu anladık.

Ben o gün anladıklarımı yazdım yine. O'nu anladım demiyorum, O'nun kanuşmasından anladıklarımı yazdım. Her seferinde kendisine tuttuğum notları okuduğum halde, bu sefer yaptığım özeti kendisine okumayı uygun görmedim. Nasıl olsa yanlış yazıyorum, yanlış yazmaya devam edeyim dedim.

Anlattıklarından anladığım kadarıyla yazdığım tespitleri sizlerle paylaşıyorum. Bu tespitlerin ne kadarına katılırsınız, ne kadarına katılmazsınız, karar siz kıymetli okurlarımındır. Okuyalım:

"İnsan olmak demek bir mirası devralmak demektir.. İnsanlar manaya ulaştıkları kadar mana ifade ederler. Kendileri manaya ulaşamamış olanlar zaten manasızdırlar. Türkiye'ye adını gayri müslimler vermişlerdir. Mesela(Friedrich Barbarossa)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1960' ta lağvedildi. Türkiye diye bir devlet yok aslında, biz uzatmaları oynuyoruz. Kapadokya hristiyanlığın merkezidir. Japonlar neden Kapadokya'ya gidiyorlar? Japonların üst düzey yöneticileri Katoliktir. Nagazaki'de hristiyan nüfus budistlerden çoktur. Amerika'nın attığı atom bombasından sonra "Batı kendi çocuklarını yiyor" diye yazdı gazeteler.

Anadolu topraklarını İslâmlaştıranlar Türkiye'ye "Rum diyarı" derlerdi. Türkiye adının resmileşmesi Cumhuriyet'ten sonradır.

Prag Baharı'nı anlamadan Arap Baharı'nı anlamak mümkün değildir. Nisan 1968 de Sovyet tankları Prag'a girdi ve Prag Baharı yok oldu. 1989 da da Kapitalizmi tehdit eden Komünizm ortadan kalkınca, Kapitalizm düşman olarak İslâm'ı seçti.

Arap Baharı ile de İslâm tehlikesi yok oldu. Arap Baharı müslümanların esaretine hizmet eden birşeydir.
Türkiye'de yaşayanların çoğu Türkiye tarihten silinince kâr edecek olanlardır. Türkiye'de vatan hainlerinin sayısı vatan için mücadele edenlerin, savaşanların sayısından daha fazladır.

Demokrasi neymiş, insan hakları neymiş, serbest pazar ekonomisi neymiş söylesinler de anlayalım, neymiş bunlar?

1953'e kadar Stalin Sovyetlerin başında kaldı. Sovyetler özel mülkiyeti yok edeceklerdi. Daha sonra barış içinde yaşayacaklardı, olmadı. Sonra da kapitelistlerle bir arada yaşayabiliriz dediler. Kuruşçev "Biz Kapitalizmi tereyağı gibi yok edeceğiz." diyordu oysa. Nisan 1968 de Sovyet tankları Prag'a girdi ve Prag Baharı yok oldu.
 
1977 yılında Amerika'da bir Siyonist toplantısıyapıldı ve bu toplantıda alınan karara göre, Ortadağu'da ve Kuzey Afrika'da küçük küçük devletçikler kurulacaktı. Şu anda BOP çerçevesinde yapılmak istenen alınan bu kararın uygulanmasıdır.
 
14. Asırdan beri işleyen bir sistem yürürlüktedir, sermayenin iş yaptırdığı bir mekanizmadır bu. Avrupa'nın hayat kaynaklarının Avrupalıların etkisinden uzaklaştırıldığı bir zamanda doğdu.

Kapitalizmin merkezi İtalya'daydı, 17.y.y. da Hollanda'ya taşındı, daha sonra merkezi Londra'ya taşındı, daha sonra da Amerika'ya. Şimdi merkez Wall Street'tir. 1944 yılında ticaretin dolar üzerinden yapılması esas alındı. ... Altın değil. Bretton Woods sistemi çerçevesinde.

1945 ‘ten sonra para karın doyurma ölçüsü oldu. Sermaye galip geldi ve 1989 da, komünizm bitti. Kızıl tehlike ortadan kalktı. Kapitalizm yeni bir düşman arayışına girdi, Çünkü: Finas siteminin sonunun gelmemesi gerekiyordu. Ve düşmanını da buldu. O düşman İslâm'dı. Kızıl'ın yerine yeşil geldi. Kapitalizmi tehdit edebilecek tek güç vardı, O'da İslâm.

Bu korkuyu manipule etmek gerekiyordu. 1979 yılında İran Devrimi bu amaçla yapıldı. Müslümanların nelere sahip olduklarını anlamamalarıydı esas olan. Eğer kendilerinde var olanların farkına varırlarsa, onu anlarlarsa Kapitalizm'in sonu gelebilirdi. Dolayısıyla, İslâm tehlikesi İran Devrimiyle birlikte yok edildi, Arap Baharı ile de tamamen ortadan kaldırıldı. Türkiye'de Arap Baharı'nın çığırtkanlığını yapan bir iktidar var bugün.

Taşmayan sabır, sabır değildir, tahammüldür. Dünya'da Türkiye'den daha önemli bir ülke yoktur. Dünyada halkı müslüman olduğu için, onlara vatan olan başka bir ülke de yoktur. Türkiye gayri müslimlerin imkanlarını daraltarak vatan olmuştur. Ne yazık ki bugün, Türkiye'de akıl almaz bir şekilde hızla ilerleyen hristiyanlaştırma çalışması var. Toplu taşıma araçlarında gördüğünüz boynunda Haç'la dolaşan gençlerin kim olduğunu hemen anlarsınız. Ben bunu size ne diye söylüyorum ki, siz zaten onların içinde yaşıyorsunuz. Sizin için bu önem arzetmez. Siz vatan tehlikede deyince de o kadar duyarlı hale gelmezsiniz. Yani size ne bütün bunlar...
Trabzon'da aktif olarak çalışan üç tane kilise var. Trabzon'lular halen kendi şiveleriyle konuşuyorlar ve bu şiveden de kurtulmak niyetleri hiç yok. Trabzon'da Rum-Pontus'un alt yapısı oluşturuluyor. Bu konu da sizin için önemli değildir...

Hristiyan alemi 1918 den sonra İslâm'ı güç ve siyasi organizasyon olarak ortadan kaldıracağına inanıyordu. İstedikleri olmadı. Bir İstiklal savaşı verdik ve ordumuz da oldu, siyasi organizasyonumuz da. Devletimiz de oldu. (Refik Halit Karay)

Maraş direnişi, Sakarya'nın provasıdır. Maraş'ta bizimle savaşanlar Fransız Üniforması giymiş Ermenilerdir. Sonra sıra Urfa'ya geldi, Antep'e geldi ve sonunda 1920 de Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu Cumhuriyet ilk İslâm cumhuriyetidir. Anayasasının ikinci maddesinde Devletin dini „dini İslamdır" yazıyordu o zaman.

Biz en büyük darbeyi Tanzimat'la birlikte yedik. Osmanlı İslâm'a düşman olanlarla savaşan bir devletti. Osmanlı klasik düzenine Tanzimat'la son verildi. Türkiye'ye laiklik bir komplo olarak girdi. Çünkü o zaman Türkiye'de müslüman yoktu. Müslüman olsaydı direnirlerdi, kabul etmezlerdi. Direnilmedi, karşı çıkılmadı, bir matahmış gibi alındı ve kabul edildi.

Milletin başında üç tane bela var, bu belalardan kurtulursak nefes alabiliriz:
1.Anayasa
2.Dokunulmazlık
3.Başkanlık sistemi

Bu belalar şu anda tartışılıyor, nasıl şekillenecek bekliyoruz.

İnsanlar hayatlarını devam ettirmek için araçlara ihtiyaç duymazlar. İnsan helal ve haram ayırımını yapabilen bir varlıktır. Haram ve helal ayırımını yapamayan bir insan, insan değildir. Ancak Darwin'e göre insandır."

 Evet, İsmet Özel bunları söyledi ve gitti. Zaman zaman sinirlense de, eskisi kadar hırpalamadı dinleyenlerini. Bu konuşmasında Türklük ve Müslümanlık konusunun da üzerine fazla gitmedi. Sorular oldukça fazlaydı, buna rağmen cevaplanmayan soru kalmadı.
 
En ilginç soru Mustafa Kemal Özdemir'den geldi: "Geçtiğimiz günlerde Ulusalcılar buradaydı, ben de oradaydım. Sizin de kendilerinden olduğunuzu söylediler, ben şaşırdım. Buradaki söylemlerinizde de paralellikler var. Onlara ne diyeceksiniz, gerçekten onlardan mısınız?"

"Ne yapalım yani..., benden istifade ediyorlarsa...Yani..."

Ama bu cevabı sorunun sahibini tatmin etmediği gibi, dinleyenlerini de tatmin etmedi.

...................................
*** İsmet Özel 1944'de, Sökeli bir polis memurunun altıncı çocuğu olarak Kayseri'de dünyaya gelir. İlk ve orta öğrenimini Kastamonu, Çankırı ve Ankara'da tamamlar. Öncelikle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde okuduysa da mezun olacağı okul Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı olacaktır. On sekiz yıl Devlet Konservatuarı'nda Fransızca okutmanlığı yapar, ilk şiiri 1963'de Yelken Dergisi'nde yayınlanır. Bu tarihle birlikte; edebiyat, düşünce ve sanat dünyasındaki serüvenine başlamıştır.

 İlk kitabı Geceleyin Bir Koşu'yu 1966 yılında, büyük yankılar uyandıran ikinci kitabı Evet, İsyan'ı ise 1969 yılında yayımlar. 1970'de yakın arkadaşı Ataol Behramoğlu ile birlikte Halkın Dostları dergisini çıkarır. 1974 yılına gelindiğinde ise, o zamana dek içerisinde bulunduğu ve savunduğu sosyalist düşünce çizgisini geride bırakarak fikri ve ruhi bir değişim yaşayacaktır. Bu tarihten sonra yazı ve sanat hayatına, İslami düşünce çerçevesinde devam eder. Bu düşünce yapısı aynı zamanda ona yeni sorumluluklar da yüklemiştir. Bu sorumluluk bilinci ile 1977'de Yeni Devir gazetesinde günlük fıkralar yazar, yine aynı gazetede Abdullah Çıdamlı müstear ismi ile çeviriler yapar, Pazar günlerine özel kültür sayfaları hazırlar.

 1985 yılında Milli Gazete'de Cuma Mektupları'na, 1997 yılında Yeni Şafak Gazetesi'ndeki günlük fıkralarına başlar. Yazdığı deneme kitabı Taşları Yemek Yasak ile Türkiye Yazarlar Birliği Deneme ve 2005'de üstün hizmet ödülünü kazanır. 1995'de Şilili Ozan Gabriela Mistral nişanı alır. Siyasi yazıları 2003 yılına dek kısmi aralıklarla çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmıştır. Halen İstiklal Marşı Derneği'nin genel başkanlık görevini yerine getirmektedir.
Evli ve dört çocuk babası, iki çocuk dedesi İsmet Özel, Çengelköy'deki evinde düşünce ve sanat hayatına devam etmektedir.

Rüştü Kam


ESERLERİ

Şiir:

Geceleyin Bir Koşu (1966),
Evet İsyan (1969),
Cinayetler Kitabı (1975),
Şiirler (1980),
Şiir Kitabı (1982),
Cellâdıma Gülümserken (1984),
Erbain (1987),
Bir Yusuf Masalı (2000).
Of Not Being A Jew (2005)


Deneme, Söyleşi, Mektup:

Üç Mesele (1978),
Şiir Okuma Kılavuzu (1980),
Zor Zamanda Konuşmak(1984),
Taşları Yemek Yasak (1985),
Bakanlar ve Görenler (1985),
Faydasız Yazılar (1986),
İrtica Elden Gidiyor (1986),

Surat Asmak Hakkımız (1987),
Tehdit Değil Teklif (1987),
Waldo Sen Neden Burada Değilsin? (1988),
Sorulunca Söylenen
Cuma Mektupları (1-10)(1995-2004),
Tahrir Vazifeleri
Neyi Kaybettiğini Hatırla(1994)
Ve'l-Asr,
Bilinç Bile İlginç,
Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar (1995),
Tavşanın Randevusu(1996)
Kırk Hadis(2004)
Henry Sen Neden Buradasın? (2004)
Kalın Türk (2006)
Çenebazlık (2006)


Çeviri:


Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri - William Ebenstein
Gariplerin Kitabı - Ian Dallas
Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek - Norman Itzkowitz
Bilim Kutsal Bir İnektir - Anthony Standen
Cihad- Bir Temel Tasarım - Abdülkadir Es-Sufi


TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

17 Aralık 2012 Pazartesi

YENİDZE'DEN BUGÜNE TÜRK ALMAN İLİŞKİLERİ 2012 BERLİN

17 Aralık 2012 Pazartesi, 22:10 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Osmanlı Alman ilişkisi 1830´da başlar. Prusya 1879´da tarihinin en büyük silah siparişini Osmanlı Devleti'nden almıştır. İlişkiler sadece askeri alanla sınırlı kalmadı, siyasi, gümrük, kadastro, liman, ulaştırma ve diğer alanlarda da devam etti.

Kayzer ile Sultan arasında gelişen samimiyet iki ülkenin toplumlarını da etkiledi. Gerçek bir dostluk rüzgârı hem Berlin hem de Boğaziçi´nde mevcut idi.

İki ülke arasında gelişen ilişkiler turizm sahasında bile kendini gösterdi. Din adamlarından oluşan ilk Alman kafilesi Anadolu´da Efes, Milet ve Tarsus´u ziyaret ettikten sonra Kudüs´e geldi. Burada kutsal yerleri gezdikten sonra Beyrut´tan deniz yolu ile ayrılıp ülkelerine döndüler.

İlk Türk işçisi Dresden Yenidze* sigara fabrikasına, İlk Türk öğrencisi ise Stuttgart Mercedes´e geldi...

Bu yüzyılın başında Mercedes ve AEG´de binlerce Osmanlı gencinin meslek eğitimi almak için Stuttgart, Münih, Köln ve Berlin´e geldiğini biliyoruz. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı'ndaki silah arkadaşlığımız var. Günümüz Almanyası'ndaki Türk varlığını 1961'le başlatmak doğru değildir. Almanya´daki Türk geçmişini son 40-50 yıl ile sınırlamak iki milletin ve kültürün geçmişindeki son derece ilginç ve önemlir dostluğu yok saymak demektir.


1899 yılında Alman imparatorunun Osmanlı ülkesinden resmen sigara uzmanları istemesi ile İstanbul hükümeti, tütün idaresinden 7 uzmanını Almanya´ya gönderdi. Dresden´e gelen bu 7 kişi devlet tarafından Prusya'lıları eğitmek için gönderilen ilk uzmanlardı. Tütün Osmanlı´da yetişiyor ama sigarayı Almanya yapacaktı. Yenidze (Yenice) fabrikasında başlayan ilk Türk işçi göçü giderek artmaya başladı.

 1900 yılında İstanbul´a bir takım görüşmeler için gelen Almanya`daki Osmanlı silah kabul komisyonu heyetinden Erzurumlu Ziya Paşa, Alman otomobil sanayinin gelişmişliğini bizzat ilk ağızdan saraya anlattı. Yeniliğe açık ve batı tekniğini mutlaka elde etmek isteyen Sultan ll. Abdulhamid Istanbul´daki Alman teknik heyetini 5 Nisan 1903´de Yıldız Sarayı'na davet etti. Osmanlı ordusunda görev yapan Alman uzmanlar Osmanlı´nın teklifini ilginç karşıladılar. İstanbul´da görev yapan Alman sefiri Wangenheim Osmanlılar`ın eğitim için Almanya´ya öğrenci göndermek istediklerini Berlin´e iletti.
 
İlk Türk-Alman öğrenci anlaşması 15 Mayıs 1903´de imzalandı. İki müttefik arasında başlayan askeri münasebetlerin eğitim alanına kayması Türk tarafı için hayati önem taşıyordu. 24 Temmuz´da ilk öğrenci kafilesi yola çıktı. Balkanlardaki Sırp ve Bulgar komitacıların saldırıları ile evlerini terkeden ya da öksüz kalan Filibe, Kızanlık ve Şumnu'lu 125 çocuk iki hafta sonra tren ile Münih´e getirildi.
 
1907 yılına gelindiğinde Almanya`daki Türk işçi ve öğrenci sayısı 12 binden fazla idi. Daha sonra mühendislik, gümrük, yol yapımcılığı, inşaat, ormancılık ve demiryolu alanlarında öğrenci gönderilmeye başlandı.

 Günümüzde Türklerin çok sevdiği Mercedes marka otomobillerde, tam bir asır önce Osmanlı öğrencilerinin de Untertürkheim daki atölyelerde ter dökerek eğitim aldığını bilmek ne güzel. Türklerin mercedes sevgisi nerden geliyor demeyin. Çünkü bizim insanımızın ilk tanıştığı silah mavzer, ilk tanıştığı otomobil ise Mercedes'tir. Türk insanı vefalıdır, biz ilkleri unutmayız...

Osmanlı Padisahı ll. Abdulhamit ve Alman İmparatoru Kayzer ll. Wilhelm arasında çok yakın arkadaşlık bağları ve samimiyet vardı. Sanayi devrimini kaçıran ve önemini yeni anlayan Türklere Almanya´nın mesleki eğitim alanında vereceği çok şey vardı. Sultan Abdulhamit´in özel ricasi üzerine Mehmet Akif Ersoy´da yine bu yıllarda Berlin´e gelerek veterinerlik eğitimi almıştı.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na girmedi. Uzun süren savaşlarla yıpranmış olmasına rağmen istenilseydi Türkiye'nin sanayileşmesi mümkün olabilirdi. 1879'dan 1961 yılına kadar aradan geçen 82 yıl var. 1923 yılından sonrasını esas alsak bile aradan geçen 38 yıl var. İkinci Dünya Savaşı'nda yerle bir olan Almanya 1961 yılında bizleri işçi olarak davet edebiliyorsa, Türkiye kendi ülkesinin kalkınması için bu adımı haydi haydi atabilirdi. Neden atamadı diye soracak olursak bazı adımların yanlış atıldığını görmek mümkün.
Türkiye bu 38 yılda ülkenin kalkınmasından ziyade, ülke insanını geçmişinden koparmak için çalıştı. Harf devrimi yaparak ülke insanını 1000 yıllık tarihinden, kültüründen koparmak için çalıştı, uğraştı, ülke insanını dininden uzaklaştırmakla uğraştı, bunun için ezanı Türkçe okuttu, Kur'an öğrenimini ve eğitimini yasakladı, enerjisini bu yasağa muhalefet edenler için harcadı, ülke insanının kılık kıyafetiyle uğraştı, insanlara zorla şapka giydirmeye çalıştı. Eğitim birliği diyerek okullardan din eğitimini kaldırdı, yanlış tarih kitapları yazdırarak yeni nesli tarihinden kopardı, bugün bunu kendi kurumları açıklıyor. Halifelik makamının kalkması akıl almaz bir aymazlık gibi duruyor bugün önümüzde. Sembolik de olsa o makam dursaydı, bugün dinin temsilcileri değişik adlarla kendini ifade eden ve halkın sırtından geçinen cemaatlar olmayacaktı.

Sonuçta kendi insanını Almanya'ya işçi olarak göndermeyi övünülecek bir matahmış gibi Türkiye'nin gündemine taşıdı. Kara Tren düdüğünü acı acı çalarken, ayrılık ateşiyle yanan ciğerleri, akan gözyaşları bile söndüremedi.
Ülke insanının üzerinde kendisinin yapamadığı tahribatı belki Avrupa yapabilirdi. O kadar insanın dini ihtiyaçlarını karşılayacak bir imam bile gönderilmemişti peşlerinden. Dini ihtiyaçlarının karşılanması için antlaşmalara bir tek madde bile konulmamıştı. Hristiyan olmasına rağmen Ortodoks Yunanistan ve Yugoslavya bile bu şartı koymuştu antlaşma metnine.
 
Türk işçi göçününün 50 yıllık Almanya serüvenine bir bakarsak Almanya'ya gelenlerin sayısı, geri dönmüş olanlarla birlikte 6 milyonu geçmiş. Almanya sevdası yüzünden nice aileler parçalanmış, nice çocuklar yetim ve öksüz kalmış. "Almanya acı vatan" diye türküler bile yakılmış.
İster acı, ister tatlı vatan olsun, Almanya milyonlarca Türk'e yeni bir vatan olmuş. Bazen sevinerek, bazen üzülerek, bazen de savrularak; düşe kalka gelmişiz bugünlere.

50 yıl sonra bile, Türkiye'deki Türklere göre adımız hâlâ gurbetçi. Alman tarafına göre ise hâlâ, "yabancıyız". Bugüne kadar Almanya'daki Türklere gerçek anlamda ne Almanya, ne de Türkiye sahip çıktı. Para makinası olarak gördü Türkiye hep bizleri. Seçme ve seçilme hakkı bile vermedi bizlere yıllardan beri. Çocuklarımızın eğitimiyle ilgilenmedi Türkiye bizim. Onları yok saydı.
Mavi kart bilmecesini bile çözemedi Türkiye. Mavi ve Pembe Kart'ı Türkiye'deki bir çok kurum hâlâ tanımıyor. Bu kartı taşıyanlar pek çok işlemi yaptıramıyorlar.

Almanya da, yerel seçim hakkı gibi, çifte vatandaşlık hakkı gibi hakları vermedi bizlere. Akraba ziyaretleri için vize uygulmasını bile kaldırmadı. Aile birleşimini kolaylaştırmadı, zorlaştırdı.

Özetle söyleyecek olursak, 50 yıldır burada yaşayan Türk toplumu, anayasal güvence altındaki toplum haklarının çoğunu kullanamadı. Örneğin din özgürlüğü, dinini pratiğe dökme, inanç grubu-dini cemaat olarak tanınma ve okullarda çocuklarına öğretebilme hakları. Bütün bu konularda neredeyse hiç bir ilerleme sağlanamadı.

Almanya'daki Türk toplumunu sadece Almanya değil, Türkiye de 50 yıldır ihmal ediyor.
Çocuklarımızın hali içler acısı. İki kültür arasında sıkışmış kalmışlar. Üzerinden 50 yıl değil 150 yıl bile geçse temel insan hakları açısından geleceğimiz pek aydınlık değil gibi...

Çocuklarımızın geleceği için, kimliğimizi kaybetmeden dimdik ayakta durabilmemiz için, kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız...Yarından tezi yok, herkes kolları sıvamalı, en azından bir sivil toplum örgütünün kapısını çalarak, üye olmalı. Yapılacak işlerin ucundan tutmalı. Yarın çok geç olacaktır. Önümüzdeki 50 yılın bizi zaman değirmeninin taşlarında un ufak etmemesi için çalınmalı sivil toplum örgütlerinin kapısı.

14 Aralık 2012. Türkiye Cunhuriyeti'nin Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, Türkevi'nde Türk sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle bir araya geldi. Tanıştı bizlerle, çatık kaşlı bir devlet temsilcisi yerine, sevecen, gülen, "Nasılsınız, sizi tanıyabilir miyim, neler yapyorsunuz derneğinizde, birlikte neler yapabiriz ...?" diye bizlerle samimi bir havada sohbet eden bir başkonsolosla karşılaştık. Sevindik, mutlu olduk. Hoşgeldiniz sayın Başkonsolosum.

Kısa bir konuşma yaptı. "Birlikte neler yapılabiliriz" in altını çizdi. Bundan önceki Başkonsolusların yaptığı konuşmalardan farklı bir konuşma değildi yapılan. Ancak son cümle yüreklerimize su serpmedi değil. "Dört sene ben sizlerle beraber olacağım, şimdi yapacaklarımızı konuşuyoruz, dört ene sonra neler yaptıklarımızı konuşacağız." İnşallah...

Başkonsolosumuzun tespitleri:

"Dernekler arasında işbirliğini artırmak gerekiyor. Bölünerek çoğalıyoruz, büyük dalgaları meydana getirmek yerine, çiseleyerek yağan yağmuru tercih ediyoruz. 300.000 civarında insanımız var Berlin'de. Bu az bir rakam değildir. Öncelikle yapmamız gereken çocuklarımıza sahip çıkmaktır. Bu konuda neler yapılmalı, oturup konuşmamız gerekiyor. Çocuklarımız Alman eğitim sistemi içinde başarılı olmalıdır, dilini unutmadan, kültürünü unutmadan dinini unutmadan başarılı olmalıdır, kendi kimliğiyle başarılı olmalıdır.
Konsolosluğumuzda hizmet veren toplam öğretmen sayımız 55' tir. Bu sayı ile Türkçe'nin popüler olmasını sağlamamız mümkün değildir.
Berlin'de iş yapan şirketlerimizin sosyal sorumluluk sahibi olmaları gerekiyor. Onların kendi toplumlarına sahip çıkmaları gerekiyor, sıkıntılı kurumlara daha fazla sahip çıkmaları gerekiyor.
Engelliler, yaşlılar, emeklilerle ilgilenmek gerekiyor.
Türklerin töre cinayetleriyle gündeme gelmesi beni üzüyor, zorla evliliklerin olmaması için neler yapmamız gerekiyor bunu düşünmemiz lazım.
Ailelerinden zorla alınan çocuklar için bizlerin de birşeyler yapması lazım.
Gençlerimizi spora yönlendirmemiz lazım.
Siyaset çok önemli, bizler bu ülkede kalıcıyız, bunu sağır sultan bile biliyor artık. Ekonomiyi, eğitimi, kültürü siyaset yönlendirir. Siyasetle ilgilenenler desteklenmelidir, siyaset çatı kuruluşudur.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığında mücadelede uyanık olmamız lazım. Bu konunun hepimizi doğrudan ilgilendirmesi lazım
Devletimiz gerekeni yapıyor, büyükelçilik binamızla, konsolosluk binamızla temsil gücünü en üst seviyeye çıkarmıştır. Almanya'yı ve Almancayı çok iyi bilen bir büyükelçimiz var. Bundan sonrası ortak problemlerimize karşı projeler üretmek birlikte çalışmalar yapmak zamanıdır.
Dört sene ben sizlerle beraber olacağım, şimdi yapacaklarımızı konuşuyoruz, dört ene sonra neler yaptıklarımızı konuşacağız."

Tespitler bunlar. Bundan sonrasını birlikte yaşayarak göreceğiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum sayın Başkonsolosum. Ben ve arkadaşlarım üzerimize düşeni yapacağız. Allah yardımcınız olsun.

Rüştü Kam

*Daha fazla bilgi için DR.Latif Çelik'in Almanya'daki Türk izleri kitabına müracaat edilebilir.

 Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

12 Aralık 2012 Çarşamba

MUTLU NOELLER 2012 BERLİN

10 Aralık 2012 Pazartesi, 22:11 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi

Küçüklüğümde bir jandarma görünce hemen eve kaçardım, polis görünce de kaçardım eve, hem de ağlayarak kaçardım. Trafik polisini bile gördüğüm zaman elim ayağıma dolaşırdı. Dedem ve babam bu konuda bizleri uyarırlardı, ''Sakın ha çocuklar, onların yanında bir şey konuşmayın'' diye.
 
Kimbilir ne işkenceler gördüler, ne sıkıntılar çektiler de bizleri koruma altına alıyorlar veya bizlerin yapabileceği hatanın önünü keserek kendilerini korumaya çalışıyorlardı onlar. Babam namaz kılıyor, dedem namaz kılıyor, Kur'an okuyor demememiz gerektiği özellikle tembihleniyordu bize. Kur'an okumak ve okutmak yasaktı açıktan. Dedem gizli gizli okuturdu çocukları evde. Dışarda o çocuklardan biri mutlaka nöbetçi olurdu. Koskoca Osmanlı'nın torunlarına yapılan muameleye bakın siz...

Ben devletin sıcak yüzünü görmedim hiç, ciddi ciddi insanlar, gülmeyen somurtan yüzler, azarlar gibi soru soran, bugün git yarın gel deme meraklısı görevliler... ve işte devlet buydu benim gözümde...
 
Daireden içeriye girince şapkanı çıkaracaksın, önünü ilikleyeceksin, memurun önünde hazır ol vaziyetinde duracaksın, söz vermeyince konuşmayacaksın...
 
Türkiye şimdilerde nasıldır? Memurlarda güler yüz tatlı dil var mıdır, hoş geldiniz size nasıl yardımcı olabiliriz? Buyurun şöyle oturun gibi nezaket içeren cümleler sarf ediliyor mudur? Bilmiyorum.
 
Doktora gittiğinizde geçmiş olsun neyiniz var? Şeklinde mi hitap ediliyor, yoksa asık bir suratla dövecek gibi, neyin var? Şeklindeki bir hitapla, oturduğu yerden kalkmaya bile tenezzül etmeyen bir kabadayı ile mi karşılaşıyorsunuz, bilemiyorum.

 Sakallı, köylü ve başörtülü insanların horlandığı, küçük görüldüğü bir ülkeydi benim memleketim. Başörtüsüyle kamusal alana giremezsiniz. Başörtülü bir devlet memuru yoktur orada, resmi dairelerde Allah'tan peygamberden yüksek sesle bahsedemezsiniz. Laiklik engeline takılabilirsiniz.
 
Bir devlet dairesinde Peygamberimizin doğum gününü kutlayamazsınız. Mesela; müftü, imam veya vaiz çağırarak, bir emniyet müdürü peygamberimizin doğum gününü kutlayamaz. İrtica hortlar, laiklik elden gider. Gazeteler sürmanşet atarlar ertesi gün: ''Laik bir devlet nasıl olur da böyle bir kutlama yapabilir?'' Laik bir ülkede emniyet müdürü nasıl olur da peygamberinin doğum gününü kutlar. Mürteci Emniyet müdürü!
 
Bu ülke benim ülkem, halkının yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülke burası. 600 sene üç kıtada adaleti ayakta tutan bir İmparatorluğun devamı olan bir ülke. Şimdilerde orada demokrasi var (!) İdarenin adı cumhuriyet(!) Laik bir ülke(!)
 
Demokrasi de laiklik de Batı'dan ithal edilmiş. Avrupa'dan yani. Ama nedense Batıdaki gibi uygulanmıyor bu ülkede...
 
Berlin sokakları ışıl ışıl, gece Ku-Damm, Friedrichstr., Unter den Linden görülmeye değer. Ne güzel de ışıklandırmışlar caddeleri. Hristiyan âlemi Sevgililerine kavuşacak. İsa'nın geleceğini ve kendilerini affedeceğini bekliyorlar. Noel, beklemek demek. Bütün resmi daireler, kurum ve kuruluşlar, iş âlemi, okullar özel programlar hazırlıyorlar Adventler sebebiyle. Noel'den önceki dört pazar, bekleme durakları. Hz. İsa 24 Aralık'ta dünyaya geldi. Bir anlamda peygamber İsa'nın doğum günü kutlanıyor. Herkes kendi imkânıyla kendi mekânlarında bu kutlamayı yapıyor. Özel salonlar tutularak biletli girişler yapılarak para karşılığında kutlama yapılmıyor. Avrupalılar, Sevgili'lerini karşılarken, simsarlara geçit vermiyorlar.
 
04.12.2012 tarihinde AGİM'in (Uyum ve Göç Çalışma Grubu) davetlisi olarak Hüseyin Bozkurt, Ahmet Yumuşak ve ben Hz. İsa'nın doğum gününü karşılama törenine gittik. Polis müdürü bizi çok sıcak bir şekilde kapıda karşıladı, öyle soğuk nevale gibi değil. Kucaklaştık ''hoş geldiniz, nasılsınız iyi misiniz?'' dedi. ''Uzun zamandır görüşemedik, en kısa zamanda Türk çayınızı içmeye geleceğiz. '' v.s.
Diğer tanıdık polislerle de sohbetler ettik, masamıza geldiler, kısa süreliğine de olsa oturdular. Yüzler güldü ve şakalar yapıldı. Orada sakallı Müslümanlar da vardı, başörtülü Müslüman bayanlar da. Rahmetli Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek'in dizelerinde tarif ettiği devlet görevlisi yoktu o gün orada:
''Müdür bey dert dinler, bugün ''maruzat''!
Çatık kaş... Hükümet dedikleri zat...''
Programa geçildi. Bay Röchert AGİM(Uyum ve Göç Çalışma Grubu) Yöneticisi, Bay Horn AGİM Müdür Yardımcısı, Bay Kafka S.Polis Şube Müdürü, Kardinal Woelki Berlin Başpiskoposu, Bay Schulz (Müslümanları temsilen konuştu), Bay Voigt Polis Müdürlüğü'nde görevli papaz. Sırasıyla kürsüye geldiler ve Hz. İsa'yı ve O'nun doğum gününü anlattılar. Bu adventlerin anlamı nedir, niçin bugün burada toplandık, onu anlattılar.
 
Konuşmacıların söylediklerini tek tek aktarma yerine, konuşmaların ortak noktasını aktarmayı daha uygun buluyorum:
 
''Noel Hristiyanlar için önemli bir bayramdır. Bayram kutlamalarının güzel ve özenli bir şekilde hazırlanması ve yapılması gerekir. Advent (Noel'den önceki dört pazar) dört hafta hazırlık demektir. Beklenti manasına gelir. Günahlarımızın affedilmesi için dışarıdan birinin geleceğine inanırız. Yani İsa'nın geleceği ve bizi kurtaracağı beklentisidir bu. Noel ruhen insan olma manasına gelir...
Dar zamanlarımızda Allah'ın bir yol, bir ışık gönderdiğini biliyoruz, bu Bethlehem yıldızı veya İsa olabilir hiç önemli değildir. İsa'nın kişiliğini de tartışmak gerekmez. Allah'ın oğlu mu, peygamber mi, insan mı hiç önemli değil, önemli olan O'nun verdiği mesajdır, sabırla Allah'ın gösterdiği yolda mücadele etmektir.''
 
Bu polisler babamın ve dedemin korktuğu ve beni de korkuttuğu polislere, jandarmalara hiç benzemiyor. Bunlar da babam gibi dedem gibi Allah'a inanıyor ve O'nun gönderdiği Peygamberi seviyorlar ve O peygamberin doğum gününü kutluyorlar. İrtica da hortlamıyor. Ertesi gün gazeteler laiklik elden gidiyor diye manşet atmıyorlar. Eeee, hani biz laikliği Avrupa'dan almıştık?
 
Böyle bir kutlama benim güzelim ülkemde yapıldığında o polis müdürünün başına gelebilecekleri düşünmek bile istemiyorum. Yer yerinden oynayacak ve kıyamet kopacaktır.
 
Gorbaçov Türkiye'ye bir konferans için gelmişti de Türkiye Komünistleri O'nu yuhalamışlardı. O'da '' Ben komünizmi yıktığımı sanıyordum, Türkiye'de hâlâ yaşıyormuş'' demişti. Ne kadar da doğru söylemiş.
 
Allah'ım inananlar, inançlarını istedikleri gibi yaşama özgürlüğüne ne zaman kavuşacaklar, benim cennet vatanımın güzel insanları ne zaman hür iradeleriyle, korkmadan Allah'a kul olduklarını haykırabilecekler, yaşadıkları tüm ortamlarda...

Rüştü Kam



Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

7 Aralık 2012 Cuma

MUAVİYE, YEZİD VE KERBELA 2012


Tam adı Muaviye bin Ebi Süfyan'dır. 602 yılında Mekke'de doğan Muaviye Hz. Muhammed'in Mekke'yi fethinden sonra müslüman oldu.
İkinci Halife Ömer döneminde Şam'a Vali olarak tayin edildi. Muaviye'nin gücü, akrabası olan Hz.Osman zamanında iyice arttı. Üçüncü halife olmuştu. Hz.Osman'ın halifeliğiyle Muaviye Şam'ın yanısıra Suriye'nin diğer vilayetlerini de idaresi altına aldı. Böylece Muaviye, bütün Suriye ve çevresinin valisi olup, servet ve iktidarını günden güne arttırmaktaydı.

Muaviye, Üçüncü halife Hz.Osman öldürüldüğünde hem siyasi, hem de ekonomik açıdan oldukça güçlü bir konuma gelmiş bulunuyordu. Bu gücü nedeni iledir ki, müslümanların ittifak ile halifeliğe getirdiği Hz. Ali'nin meşru halifeliğini tanımamış, Hz.Osman'ın kanını talep iddiasını öne sürerek Hz. Ali ile savaşa girmiştir.
Yine Muaviye, Hz.Osman'ın intikamcısı rolüne sarılmakla kalmıyor; halife Hz.Osman'ın katillerini teslime rıza gösterdiği taktirde Hz. Ali'ye biat etmeğe razı olduğunu ilan ediyordu ki, bu apaçık siyasi bir manevraydı. Muaviye bu manevradan Sıffin Savaşı öncesindeki müzakerelerde oldukça yararlanmıştı.
Emevi sülalesi İslâm'ın doğuşu ile kaybettikleri nüfuz ve iktidarı yeniden ele geçirebilmek için akıl almaz yollara başvurmuşlardır. Özellikle Muaviye'nin ve Yezid'in davranışlarının iyi niyetle izahı mümkün değildir.
Muaviye, servetini siyasal başarısı için seferber etmiş durumdaydı. Karşıtlarından kiminin öldürülmesi yolu benimsenirken, kiminin de para ile satın alınması yoluna gidilebiliyordu. Tahsis ettiği maaşların ve cömertce ihsanların altın zinciri ile en inatçı aleyhtarlarının dizginlerini elinde tutmayı başarmış idi.
Muaviye'nin suçlanmasına yol açan davranışlarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Muaviye, Şam dışındaki bütün İslâm eyaletlerinin meşru halifesi olan Hz. Ali'ye savaş açmış ve esasta iktidarı elde etme amacını Hz.Osman'ın kanını talep iddiasıyla hasıraltı etmeyi amaçlamış, dolayısıyla o zamana kadarki İslâmi teamüllere karşı çıkarak hilafeti gaspetmiştir.
2. Muaviye, siyasi amaçları uğruna, vali ve hakimlere ferman göndermek suretiyle Hz. Ali'ye, Ebu Turap lakabıyla birlikte küfür ettirir, lanet okutturur, sövdürürdü. Ebu Turap, toprağın babası anlamında olup, Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali'ye verilmiş bir ad idi ve Hz. Ali de bu lakabı çok severdi. Muaviye ile başlayan bu adet diğer Emevi hükümdarları zamanında da sürdü. Mescidi Nebevi'de, Peygamberin manevi huzurunda, onun minberinde en çok sevdiği zata karşı yakışık almayan küfürleri savurmak adet bile oldu.
3. Muaviye, diyet uygulamasında sünnete aykırı davrandığı gibi, ganimet mallarının dağıtılmasında da Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün sünnetinin açık hükümlerine aykırı davranmıştır. Emevi soyunun idarecileri, Hz.Ömer b. Abdülaziz istisna edilecek olursa, Kur'an ve Sünnet'i dünyevi hırs ve menfaatler uğruna feda edebilmiş ve tarihte ''İslâm'' değil ''Arap'' devleti adıyla şöhret kazanmışlardır.
4. Muaviye, valilerini o zamanki yasalardan üstün sayıyordu. Valilerinden Ziyad b. Ebih ve Bişr İbni Ertat'ın yaptıkları katliamlar ve zulümler tarihçilerce oldukça yer verilen konulardandır. Muaviye ise bu zulümlere sessiz kalıyordu. Muaviye'nin Basra valiliğine getirdiği Ziyad b. Ebih, Irak'ta haksız yere binlerce insanı öldürttü. Muaviye'nin komutanlarından Büsr İbni Ertat, Mekke, Medine ve Yemen'de zalimce icraatleriyle ortalığa dehşet saçtı.
5. Muaviye, amaçlarına engel olarak gördüğü kişilerden kurtulmak için hiçbir hareketten çekinmezdi ve kanlı emelleri uğruna pek çok değerli şahsın ölmesi onun idaresi dönemine rastlar. Mesela Ammar b. Yasir, Eşter b. Malik, Muhammed İbn-i Ebu Bekir ve Hucr b. Adî bunlardandır. Bu şahısların tümünün de ortak yanı, Hz. Ali'nin tarafında yer almış oluşlarıydı.
6. Muaviye, Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmayı hiçe sayarak, ölmeden önce oğlu Yezid'e biat edilmesini istedi. Böyle bir durum, o zamana kadar Arapların ve Müslümanların anlayışına uymadığı gibi, Yezid de serbest hareketlerinden dolayı fasık sayılıyordu ve böyle bir kimsenin halifeliğe adaylığını kabul etmek mümkün değildi. Böylece, Muaviye, tarihe içki içen ilk halife olarak geçen oğlu Yezid'i, kendisine halef tayin etmiş oluyorduki bu durum hilafetin saltanata dönüştüğünün açık bir göstergesiydi.
Müsteşrik, G. Levi Della Vida'nın da dile getirdiği gibi, Muaviye'nin halifeliği, İslâm'ın devlet teşkilatı tarihinde yepyeni bir dönem açıyordu. Artık halife, sünneti uygulayan veya devam ettiren kimse olmaktan çıkıyor, Arap aleminin belli başlı siması, askeri kuvveti, aile ilişki ve etkileri, kendi şahsi itibarı sayesinde, kabile reisleri arasında en başta geleni oluyordu. Artık halife, resmi ünvanı bakımından olmasa bile, fiilen bir ''melik'', daha doğrusu Yunanlıların ''tiran'' dediği türden bir hükümdardı.
Muaviye'nin iktidarı ile birlikte; saray adabına ve merasimlere aşırı derecede önem verilmeye başlandı.
Muaviye'nin işlediği en önemli dört kötülüğü şu şekilde sıralamak mümkündür:
-Muaviye her yönden dört halife devrinin sadelik, dürüstlük, eşitlik, adalet, kanaat kapılarını kapamış, Suriye'ye sinen Bizans ve İran saray politikası ile ihtişamının esiri olmuştur.
-Serkeş birisini kendisine halef tayin etmiştir ve,
-Milleti, Yezid'e biat ettirmek suretiyle Halifeliği saltanata dönüştürmüştür.
-Cami minberlerinden Hz. Ali'ye lanet okutturmuştur.
-Yezid kimdir?
Esasen Halife, eşitler arasından istişare ile seçiliyordu. Muaviye bu kuralı elinin tersiyle iterek, daha henüz sağken, çevresindekileri etki altına aldı ve kendisinden sonra oğlu Yezid'e biat etmelerini sağladı. Böylece o zamana kadar Araplara yabancı olan saltanat uygulaması fiilen başlamış oldu. Bu şekilde, Halife'nin seçimi ve liyakati gibi unsurlar geri plana itilerek halifelik makamı bir tür saltanat kurumu haline dönüştürüldü.
Hz. Ali'nin vefatından sonra( 24 Ocak 661), Hz. Ali'nin halifeliğini tanımış -Şam ve Mısır dışında- bütün eyaletler Hz. Hasan'a biat ettiler.
Muaviye bu durumu haber alınca 60 bin kişilik bir ordu ile Irak'a yürüdü. Hz. Hasan da 40 bin kişilik bir ordu ile yola çıktı. Ancak Hz. Hasan karşı tarafın askeri gücünden ve yandaşları arasındaki ayrılıklardan çekinerek, savaşı göze alamadı ve yapılan bir anlaşma sonucunda halifelikten çekildi. Anlaşmaya göre;
-Hz. Ali yandaşlarına eziyet edilmeyecek,
-Hutbelerde Hz. Ali'ye lânet okunmayacak,
-Halifelik Muaviye'den sonra Hz. Hasan'a devredilecek,
-Hz. Ali soyundan gelenlere maddi katkıda bulunulacaktı.
Ancak zaman niçerisinde askeri ve siyasi gücünü iyice sağlamlaştıran Muaviye ''Hasan'la olan ahdim ayağımın altındadır.'' demek suretiyle, anlaşma hükümlerini bir bir çiğnedi.
Ve Hz. Hasan'ın ortadan kaldırılmasi gerekiyordu ve Muaviye'de öyle yaptı. Mervan b. Hakem'i Medine'ye bu iş için yolladı. Mervan çeşitli hilelerle Hz. Hasan'ın eşi Ca'de binti Eş'as'ın, Hz. Hasan'ı zehirlemesini sağladı ve böylece Yezide Halifelik yolu açılmış oldu.
Yezid'in veliahtlığının bir hayli tepki görmesine karşın, Muaviye çeşitli girişimlerle Yezid'e biat sağlıyordu. Hatta Muaviye'nin kendisi bu amaçla kalkıp Mekke'ye ve Medine'ye geldi ve buraların halklarına, Yezid'in veliahtlığını öteki bütün eyalet ve şehirlerin kabul ettiğini söyleyerek ve tehdit ederek onların da biatını aldı. Sadece Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer biat etmediler.
Muaviye 18 Nisan 680'de Şam'da ölünce Yezid daha önce kendisine veliaht olarak biat edildiğinden babasının yerine saltanat tahtına geçti. Onun için önemli bir sorun olarak Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer'in biatleri meselesi vardı.Yezid, Medine Valisi olan amcası oğlu Velid'e bu üç kişinin biatlerinin bir an önce sağlanmasını isteyen bir mektup yazdı. Mektubunda özellikle Hz. Hüseyin'in biatının sağlanmasını istiyor, ''Biate yanaşmazsa başını al ve bana gönder'' diyordu.
Bütün Hicaz, zor karşısında sinmişti ama bu makamın (halifeliğin) ilim, ahlak ve fazilet bakımından gerçek sahibinin Hz. Hüseyin olduğunu çok iyi biliyordu. Birçokları da Hz. Hüseyin'i, müslümanları bu makamın layıkı olmayan bu adamdan kendilerini kurtarmaya çağırıyordu. Hz. Hüseyin de İslâm aleminin yaşadığı bu ızdıraplı dönemi yakından izlemekteydi. Hz. Hüseyin kendinde, babası Hz. Ali, dedesi Hz. Muhammed'in bütün vasıflarını toplamış gibiydi. Fakat karşısında para, servet, şöhret ve hileye dayanmış Emeviler gibi bir düşman vardı.
-Hz. Hüseyin'in katili Yezid
Kendisine saltanatı devreden babası Muaviye ölürken bile başucunda bulunma gereği duymayan, avlanmakla gönül eğleyen Yezid, gününü gecesini çalgı dinlemekle, köçek çengi oynatmakla, içip kendinden geçmekle sürdürmeyi adet etmiş bir kişiydi. Özellikle maymunlara ve köpeklere çok düşkündü. Ebu Kubays adını verdiği bir maymunu vardı ki, ona alaca bulaca renkli ipek elbise giydirir, başına ipekten örülmüş bir külah koyar, dişi bir merkebe bindirir ve atlarla yarışa sokardı.''
Sıbt İbn'il-Cevzi'ye göre Yezid üç şeyi çok severdi: Kadın, şiir ve müzik. İşte böyle bir kişi, müslümanların başına geçmiş, İslâm'ın temsilcisi sözde halifesi olmuş ve Müminlerin Emiri diye anılmaya başlanmıştı. Bu duruma oldukça üzülen Hz. Hüseyin, Medine'de kendisine Yezid'e biat etmesini öğütleyen Mervan'a şu yanıtı veriyordu: ''Başımız sağolsun; çünkü ümmet, Yezid gibi birinin hükmü altına girmekle büyük bir belaya uğradı.''
-Hz. Hüseyin ve Kerbela olayı
Hz. Hüseyin Peygamberin torunu ve Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın ikinci çocuğu idi. O zamana kadar Araplar arasında pek rastlanmayan bu adı ona Hz. Muhammed vermiş idi. Peygamber Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i çok severdi. ''Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sevenleri sev.'' derdi.
İmam Hüseyin'in çocukluğu Peygamberin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu durum kısa sürdü. Daha 5 yaşındayken dedesini yani Hz. Muhammed'i ve kısa bir süre sonra da annesi Hz. Fatıma'yı kaybetti. Bu durumun onu oldukça etkilediği muhakkaktır.
Üçüncü halife Hz.Osman'a karşı gerçekleşen isyanda Hz. Ali onu ve abisi Hz. Hasan'ı halifenin evine göndererek eve kimseyi sokmamalarını emretti (656). İsyancılar buradan içeri giremediler, ancak başka bir evden geçerek Hz.Osman'ı öldürmeyi başardılar. Bunun üzerine Hz. Ali oğullarını sert bir şekilde azarladı. Hz. Hüseyin babasının halife olmasıyla birlikte Kûfe'ye gitti ve onunla bütün seferlere katıldı. Hz. Ali'nin şehadeti sonrasında abisi Hz. Hasan'a itaat etmeyi yeğledi. Çünkü babası ölürken ona abisine uymasını vasiyet etmişti. Ancak abisinin Muaviye'nin hileleriyle zehirletilerek şehid edilmesinden sonra yaşanan gelişmeler onun o zaman kadarki durumunu değiştirdi. Yezid'e biat etmemekteki kararlılığı onun bu yolda sonuna kadar gideceğini gösteriyordu.
Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Muaviye ölmeden önce çeşitli hile ve tehditlerle halkı oğlu Yezid'e biat ettirmiş; Hz. Hüseyin ve bazı ileri gelenler biat etmemişlerdi. Yezid ilk iş olarak babasının yarım bıraktığı bu işi tamamlamak üzere, Velid'e yolladığı mektupta ''her ne suretle olursa olsun Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer'in biatlerinin sağlanmasını, eğer bu mümkün olmazsa, boyunlarının vurulup, başlarının kendisine gönderilmesini'' istiyordu. İktidar hırsının iştahlarını kabarttığı Emeviler'in yapamayacakları iş yoktu. Babası Muaviye'nin izinden giden Yezid, gerekirse Peygamberin sevgili torununun dahi başını kesmeye, Ehli Beyt'e zulüm etmeye kararlıydı.
Doğal olarak Hz. Hüseyin, Yezid'e biat etmedi ve Velid'in çabaları sonuç vermedi. 4 Mayıs 680 gecesi kardeşi Muhammed Hanefi'nin de tavsiyesiyle bütün aile fertleriyle birlikte Mekke'ye gitti. Ayrıca bu sırada Hz. Hüseyin'in Mekke'ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin'e elçiler göndererek Kûfe'ye davet ederek kendisini halife olarak tanımaya hazır olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin de amca oğlu Müslim b. Akıyl'i oradaki durumu yerinde görmek ve uygun bir zemin sağlamak üzere Kûfe'ye gönderdi. Önceleri Müslim Kûfe'deki çalışmalarında başarılı oldu ve Hz. Hüseyin de bunun üzerine Mekke'den Kûfe'ye doğru yola çıktı.. Hz. Hüseyin kendisini Kûfe'ye gitmekten alıkoymaya yönelik girişimlere ''Rüyasında dedesi Hz. Muhammed'i gördüğünü ve başladığı iş ister lehine ister aleyhine olsun, dönmeyeceğini'' söylüyordu.
Bu arada Müslim'in faaliyetleri Yezid tarafından haber alınınca, Kûfe Valiliğine zalim Ubeydullah getirildi ve Müslim yakalanarak idam edildi. Ubeydullah'ın Kûfe valiliğine atanması şüphesiz anlamlıydı. Çünkü o Muaviye'nin Irak Valisi Ziyad b. Ebih'in oğluydu. Zalimlikte babasından aşağı değildi. Ubeydullah'ın Kûfe Valiliğine atanmasıyla Hz. Hüseyin'i davet eden onbinler korku ve tehditle sindirildi.
Hz. Hüseyin, Mekke'den Kûfe'ye doğru yola çıktığında amca oğlu Müslim Yezid'in adamlarınca öldürülmüştü. Hz. Hüseyin kafilesiyle ilerlerken yolda, ünlü Arap Şair Ferezdak ile karşılaşıldı. Hz. Hüseyin ondan Kûfe'deki durumu sorunca, Ferezdak, ''Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Beni Ümeyye(Emeviler) iledir; kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini işler.'' dedi. Hz. Hüseyin de ''Doğru söyledin , Allahın dediği olur.'' dedi ve yola devam edildi. Hz. Hüseyin Müslim'in Yezid'in adamlarınca acımasızca öldürüldüğünü yolda öğrendiğinde oldukça üzüldü.
Kûfelilerin kalleşliği ve dönekliği ortada olduğu, Müslim'e oynanan oyun herşeyi gösterdiği halde, hatta kendisi için başkoyduklarını söyleyenler dağılıp kaçtığı halde o, Mekke'den yola çıkan ailesi ve fedakar dostlarıyla , yola devam etmekten çekinmedi. Hatta ordunun geldiğini haber alınca yanındakilere zaman varken kendisinden gece ayrılabileceklerini ifade ettiyse de, yanında bulunanlar ''hayatlarını kurtarmak için onu terketmek alçaklığını yapmayacaklarını ifade ettiler. Hz. Hüseyin ya başarıya ulaşacak, müslümanları eşitlik, kardeşlik ve adalet ülküleri içinde yaşatacak, Yezid'in saltanatına son verecek yada bu yolda boyun eğmeden şehid olacaktı. İşte Hz. Hüseyin, bu asil duyguların esiri olarak adım adım Kerbela'ya, her neye malolursa olsun gidecekti.
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela'ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. İnsanlık değerlerinden yoksun Kûfe Valisi zalim Ubeydullah, Hz. Hüseyin'in geri dönmek, Yezid'le görüşmek veya İslâm sınırlarından herhangi birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid'in emrini yerine getirmek yani Hz. Hüseyin'i şehid etmekti. Çünkü biliyordu ki, Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid'e rahat yoktu.
Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid'in ordusuna yaklaşarak onlara hitab etmek istedi. Ancak bu çok veciz konuşma gözleri dönmüş azgınlardan oluşan bu orduyu pek etkilemedi. Hz. Hüseyin atını sürerek iki ordu arasında bir yerde durdu ve Yezid'in ordusuna hitaben:
''Ey Kûfe halkı benim kim olduğumu ve sonra da vicdanınızın sesini dinleyiniz. Ben Peygamberin torunu değil miyim? Benim katlim size helal olur mu? Peygamberin hadisini ne çabuk unuttunuz. O, bizler için -Siz Ehlibeyt'in seyyitlerisiniz- diye buyurmuştu. Bunu bilmiyor musunuz? Ben o büyük Peygamberin kızının oğlu, vasisi ve amcazadesi olan zatın oğlu değil miyim?Şayet bu hadisi unuttu iseniz, içinizde bunu size hatırlatacak kimseler vardır. Benden ne istiyorsunuz? Medine'de Resulullahın ravzai mübarekesinin yanında kendi halimde yaşarken beni orada bırakmadınız. Mekke'de itikafa çekilmeme müsade etmediniz. Davetnameler göndererek, ricalar ederek, yalvararak beni buraya kadar çağırdınız. Ben sizin bu davetiniz üzerine buralara kadar geldim. Şimdi beni öldürmek istiyorsunuz. Bu akıbete müstehak olabilmek için ben sizlere ne yaptım? İçinizden birisini mi öldürdüm? Yoksa birinizin malını mı gasbettim? Eğer beni istemiyorsanız bırakınız gideyim. Bu ne gaddarlık ve bu ne hilekarlıktır....''
Konuşmadan sonra Ömer b. Sa'd gelip: Ey Hüseyin! Dedi, bu hikayelerden bir sonuç çıkmaz. Ya Yezid'e biat edersin yahut da ölümü göze alırsın.!...
Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin'in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan askerleri öğle üzeri olduğunda iyice azalmış durumdaydı. Hz. Hüseyin de bu az sayıda susuz ve bitkin insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr'in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehid edildi. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin'in vücudunda otuzüç ok, otuz dört kılıç ve kargı yarası vardı (10 Muharrem 61-10 Ekim 680
Sonra çadırlar ve kadınlar yağma edildi, hasta ve yatakta olan İmam Zeynel Abidin Ali de öldürülmek istendi. Bu kanlı savaşın bitiminde İmam Zeynel Abidin yatak ve yorganlara sarılarak saklanmıştı. Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi sonrasında çadıra koşan Şimr ''Hüseyin'in bir oğlu daha olacak o nerede?'' diye aramaya başladı. Çadırın her tarafını arayıp çocuğu buldu. Fakat bu esnada çadırda bulunan kadınlar Şimr'e hücum ederek Zeynel Abidin'i bu caninin elinden kurtardılar.
Bu çirkin şavaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin'in oğlu Ali Asgar'dı. Hz. Hüseyin'in yanındakilerden şehid olanlar yetmiş iki kişi idi. Yezid ordusunun komutanı, bu şehitlerin başlarını Vali Ubeydullah'a gönderdi. Hz. Hüseyin'in kızları, kızkardeşleri ve çocuklar da Kûfe'ye Ubeydullah'ın huzuruna getirildiler. Ubeydullah'ın Peygamberin soyuna karşı davranışı çok çirkin ve kaba idi; kendilerine hakaretler ve tehditler savurdu, hatta İmam Zeynel Abidin'i öldürmek dahi istedi. Ubeydullah bundan sonra İmam Zeynel Abidin'in ellerini bağlatıp, Kerbela'da öldürülenlerin kesilmiş başlarını, çoluk çocuğu Şam'a Halife Yezid'in yanına yolladı. Şam'a vardıklarında onları götüren Züheyr, Halife Yezid'in yanına girip başarıyı(!) müjdelemiş ve Kerbela savaşının ayrıntılarını anlatmıştı.
Hz. Hüseyin'in ailesini getiren kafile Yezid'in sarayına getirilmişti. Kısa süre sonra Ehlibeyt kadınlarını Yezid'in huzuruna çıkardılar. Kadınlar İmam Hüseyin'in kesik başını Yezid'in önünde görünce feryad ve figan etmeye başladılar. Kadınlarla birlikte zincirli bir şekilde İmam Zeynel Abidin de Yezid'in huzuruna getirilmişti. Manzaranın dehşetinden Yezid'in yanında bulunanlar bile dehşete kapılmışlar ve bunu açıkça belirtmişlerdi.
Yezid Hz. Hüseyin'i ortadan kaldırdıktan sonra artık rahatlamış sayılırdı. Şimdi Ehli Beyt'e yalandan da olsa saygılı davranabilirdi. Derhal Zeynel Abidin'in zincirlerini çözdürdü. Yezid'in kadınları da Ehli Beyt kadınlarını teselli etmeye çalışıyorlardı. Artık Yezid yaptığı kötülükleri ve cinayetleri unutturabilmek için Ehli Beyt'e iyi davranıyor, sarayda onlarla konuşuyor, her isteklerinin yerine getirileceğini belirtiyordu. Daha sonra Numan bin Beşir komutasındaki bir muhafız kıtası eşliğinde onları Medine'ye kadar götürdü.
-Kutsal şehirleri yıkan Yezid
Medine halkı fasık ve günahkar olarak gördüğü Yezid ve iktidarına karşı ayaklanarak, valiyi şehir dışına atmış yerine Abdullah'ı valiliğe getirmişlerdi. Yezid bu durumu haber alınca Akabe oğlu Müslim adlı zalimi onikibin askerle hemen Medine'ye gönderdi ve şu talimatı verdi: ''Şehir halkına üç gün süre ver. İsyandan vazgeçmezlerse, onlarla savaş. Zafer kazanıldıktan sonra da bütün şehri yağma et.'' İslâm'ın bu kutsal şehrinde sözde halife Yezid'in arzuları doğrultusunda İmam Zuhri'nin bildirdiğine göre on binden fazla insan öldürüldü.
Evlere saldıran askerler, ellerine geçirdikleri malları almakla yetinmediler, masum bini aşkın kadına da tecavüz etmekten de kaçınmadılar. Tarihçi H. M. Balyuzi bunu şu şekilde anlatıyor: ''...Medine düştüğü zaman Hz. Muhammed'in geride kalan dostlarından seksen kişi ve yediyüz hafız öldü. Peygamberin şehri yağmacılara teslim edildi; yapılan barbarlık ve tecavüz inanılır gibi değildi. Peygamberin mescidi dahi kurtarılamadı. Etrafı ahır alanı oldu. Medine sınırları içinde daha pek çok insan kılıçtan geçirildi, kalanı da şehri terketti. Ölümden yakasını kurtaranlar Yezide yalnız halife olduğu için değil aynı zamanda onların efendisi ve amiri olarak itaat etmek zorunda bırakıldılar. Karşı çıkanlar ise kızgın demirle dağlanırlardı. 26 Ağustos 683'te gerçekleşen bu Medine'ye Yezid'in saldırması olayı, Harre Savaşı(vak'atül Harra) olarak bilinir.
Medine'yi kanlı bir şekilde susturan Yezid Ordusu daha sonra Mekke'ye yöneldi. Tepeler üzerine yerleştirilen mancınıklarla şehir taş yağmuruna tutuldu. Kuşatma iki ay kadar sürdü ve Kâbe'ye de mancınıkla taş atıldığı gibi, şehirde yer yer yangınlar çıktı. Bu kuşatma Yezid''n öldüğü haberinin Mekke'ye ulaşmasına kadar sürdü. Böylece Yezid, Kâbe'ye saldırma şerefini (!) de elde etmiş oldu. Yezid 11 Kasım 683'te kötü bir nam bırakarak öldü.
-Sonuç
Yezid'in, Hz. Hüseyin'e, Hz. Ali soyuna ve yandaşlarına yaptıkları, Mekke ve Medine'ye saldırması İslâm tarihinin en kara sayfalarını oluşturur. Yezid, hilafetin haksız varisi, Hz. Hüseyin'in katledilmesinin ve mukaddes şehirlerin kirletilmesinin baş sorumlusu olarak müslümanların hafızasında kötü bir isim bırakmıştır. Emevi zalimleri Hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamber'in Ehli Beytine olmadık şeyler yapmışlardır. Bütün bunlar sonrasında Emevi saltanatı kökünden sarsıldı ve yıkıldı. İslâm alemi yüzyıllardır Peygamber torunlarına yapılan bu zulmü unutmadı. Nihayet bir gün Muhtar isimli bir kahraman arkadaşları ile birlikte ayaklandı. Kûfe şehrindeki Ömer bin Sa'd ile Kerbela Olayı'na katılanlardan 210 kişi kılıçtan geçirildi. Bu karışıklıklar sırasında kaçmaya çalışan Hz. Hüseyin'in katili Şimr de yakalandı ve katledildi.
750 yılında Emevi Hanedanı'nı deviren Abbasiler, onlardan öyle bir öç aldılar ki, ölülerinin kemiklerini bile mezarlarından çıkarıp yaktılar.
İslâm tarihinde Muharrem ayı içerisinde gerçekleşen bu facia her yıl canlandırılır. Ehli Beyt için ağıtlar, mersiyeler söylenir, matem tutulur. Kerbela'da Hz. Hüseyin ve Abbas adına birer cami yapılmıştır. Hz. Ali'nin türbesi ise Necef'tedir. İmam Hüseyin Camisinde, Ali Ekber, Ali Asgar ile birlikte Kerbela'da şehid düşen 72 kişinin mezarı vardır. Hz. Ali'nin türbesinin bulunduğu yere Meşhed-i Ali denir. Meşhed bir şehidin şehid olduğu yer demektir. Minareleri ve kubbe şeklindeki tavanları altın yaldızlı bakırla kaplıdır. Meşhed-i Ali'nin çok görkemli ve göz kamaştırıcı bir görünümü vardır. Meşhed-i Hüseyin ise ormanlarla çevrilmiş, minareler ve kubbe altın yaldızlı bakırla kaplı büyük ve güzel bir abidedir.
-Kerbela
Kerbela Şehri, Bağdat'tan 80 km. Ve Fırat'ın 25 km. Batısında bulunmaktadır. Hem Şah İsmail hem Kanuni, Necef'le birlikte Kerbela'yı ziyaret etmişler ve İmam Hüseyin'in türbesine karşı saygı ve bağlılık göstermişlerdi.
-Matem ve muharrem orucu
Aleviler yüzyıllardır, Hz. İmam Hüseyin'in Kerbela'da şehid edilmesinin anısına, Muharrem ayının 1-12 günleri arasında matem orucu tutarlar. Matem (yas) orucuna Kurban Bayramı'ndan 20 gün sonra niyet edilir.
  
Rüştü Kam

1-Aczi, Remzi : Yeni Gülzar-ı Haseneyn Vaka-i Kerbela, İstanbul, 1955.
2-Ahmet Cevdet Paşa : Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, c. 1.
3-Arnold, T. W. : ''Halife'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. V/I, s.150.
4-Ateş, Ahmed : ''Hüseyin'' md., İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. V/I, s. 636.
5-Balyuzi, H. M. : Hz. Muhammed ve İslam Devri, İstanbul, 1996.
6-Brockelmann, Carl : İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, Ankara, 1992.
7-Buhl, Fr. : ''Sıffin'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. X, s. 553.
8-Çağatay, Neşet : ''Ziyad b. Ebih'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ c. XIII, s. 617.
9-Fığlalı, Ethem Ruhi : Türkiyede Alevilik Bektaşilik, İstanbul, 1990.
10-Fuzuli : Saadete Ermişlerin Bahçesi, İstanbul Maarif Kitaphanesi.
11-Gölpınarlı, Abdülbaki : İslam Tarihi, İstanbul, 1975.
12-Gölpınarlı, Abdülbaki: Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul, 1979.
13-Gölpınarlı, Abdülbaki: Oniki İmam, İstanbul, 1979.
14-Huart, Cl. : ''Ali'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. I, s. 307.
15-Huart, Cl. : ''Eşter'' md., İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
16-Karahan, Abdülkadir : Fuzuli (Muhiti, Hayatı ve Şahsiyeti), İstanbul, 1996.
17-Karahan, Abdülkadir : Anadolu Türk Edebiyatında Maktel-i Hüseyinler, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi mezuniyet Travayı, 1939.
18-Katip Çelebi : Mizanü'l-Hak Fi İhtiyari'l-Ahak, Ankara, MEB Yayınları,
19-Kennedy, H. : The Prophet and the Age of Caliphates, London, 1986.
20-Lammens, H. : ''Muaviye'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ c. VIII, s. 438.
21-Lammens, H. : ''Büsr'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. II, s. 841.
22-Mevdudi : Hilafet ve Saltanat, İstanbul, 1972.
23-Noyan, Bedri : Bektaşilik-Alevilik Nedir?, Ankara, 1985.
24-Özgürel, Nihad : İslamın Belası Yezid, İzmir, Moripek matbaası, 1958.