26 Haziran 2014 Perşembe

GÜNEYDOĞU GEZİSİ (IX)

-Her tarihi eser gibi Ulu Cami de pislikten nasibini alan tarihi eserlerden biri-


Mardin Ulu Cami

Ulu cami, Mardin’in en eski Camisi. Minaresi Artuklu Hükümdarı Kutbettin İlgazi zamanında inşa edilmiş(1176). Caminin kapısında 1190 tarihinde yapıldığı yazılmakta. İlk yapıldığı sırada iki minaresi varmış. Günümüze bir minaresi gelmiş. Diğeri yıkılmış.

Mardin Ulu Camii’nde,  Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerinin mensupları için ayrı ayrı mihraplar yapılmış. Caminin mihrap tarafında duvara monte edilen bir muhafaza içinde sakalı şerif şişesi de mevcut. Ayrı ayrı kişilerin sakladığı 4 anahtarı varmış bu muhafazanın.
Caminin minaresinde kufi harfler ile kelime-i tevhid ve cennetle müjdelenen on sahabenin ismi yazılı. Ayrıca -ve men yetevekkel alellahi fehuve hasbuhu-,/Kim allah'a tevekkül ederse O ona yeter, ayeti yazılı.

Mardin Ulu Camii ile ilgili olarak anlatılan bir de hikâye var: İki minare varken minareler arasına yılan ve akrep sokmasına karşı bir tılsım asılıymış. Sonradan minarelerden birinin yıkılması ile tılsım işlevini yitirmiş. Fakat halk halen tılsımın etkisinin sürdüğüne inanırmış. Mardin'de yılan ve akrep sokmasının olmayışını bu tılısıma bağlarlarmış.

Müslümanlara miras kalan, her tarihi eser gibi, Ulu Cami de pislikten nasibini alan tarihi eserlerden biri. Maaşlı olarak çalışan iki tane görevlisi (İmam ve Müezzin) olduğu halde.

Mardin’i ziyarete gelenler, önce Manastırları sonra da mutlaka bu camileri geziyorlardır. Bizim gezdiğimiz gibi.  Manastırlardaki temizliği ve ilgiyi gören bu ziyaretçiler Camilerdeki pisliği ve ilgisizliği görünce ne düşünüyorlardır tahmin etmek güç değil. Mardin Turizm Müdürü’ne göre bu cami de Diyanet Vakfı’na aittir herhalde!

Şehidiye Camii ve Medresesi



Şehidiye Camii Sultan Melik Nasruddin Artuk Aslan tarafından 1201-1239 tarihlerinde yaptırılmış. Kendisi de burada medfundur. 1916 yılında camiye bu gün ayakta duran o muhteşem minaresi ilave edilmiş. Cami, eğitim odaları ve şadırvan hepsi bir avlu etrafında çevrelenmiş. 2004’te restore edilmiş. Minare 1916 yılında Ermeni mimar Lole tarafında inşa edilmiş.

Yatsı namazını kıldık burada. Namazdan sonra Cami hakkında bilgi almak istedik hoca efendiden. Hoca efendi çok yorulmuş (!) olmalı ki namaz kıldırmaktan, bu görevi müezzine devretti ve gitti. Müezzin bilgi vermeye çalıştı, fazla da bilgi sahibi olmadığını anladık. Caminin giriş kapısının üstünde bir pencere var. Müezzine sordum bu pencere ne işe yarıyor?’  İnanın ben bu pencereyi ilk defa görüyorum’ dedi. Sözünde de samimiydi. Camide müezzinlik yapıyor ve caminin tarihi hakkında bilgi sahibi değil. Şaşırdık sadece.

Dünya Müslümanlarının içinde bulunduğu durumu bu sorumsuz sorumluları görünce daha iyi anlıyorsunuz.

Telkâri

Mardin yöresine ait bir gümüş işleme sanatı. İnce gümüş tellerin birleştirilmesiyle yapılırmış. Bu işlem türü millattan önce 3000'lere dayanmaktaymış. Ortadoğu'ya ait bir sanatmış. Dönem dönem geniş uygulama alanları bulmuş. Ortaçağda Sicilya ve Venedik'te de kullanılmış. Telkâri, tamamen elde yapılan bir işlem. Bu amaçla teller kendilerinin etrafında oval, yuvarlak vb. şekiller oluşturularak sarılıyorlar. İmran’ın abisinin oğlu bizzat uygulamalı olarak anlattı bunları bize.

Mardin Eşekleri

Mardin Belediyesi bünyesinde istihdam edilen kadrolu 47 adet eşek varmış. Sokaklar çok dar olduğu için bu eşekler çöp taşıma işinde kullanılmaktaymış. 43'ü günü birlik çöp toplayan eşeklerden 4'ü yedek olarak tavlada bırakılıyormuş. Eşekler yaş itibari ile emekli bile yapılıyorlarmış.

Otelin terasındayız

Akşam, otelin terasından ovaya bakarak çay içmek özel bir keyif verdi bize. Siyaset konuştuk İmran’la biraz da. Açılım sürecinden bahsettik. PKK’dan ve BDP-HDP’den bahsettik. AK Parti’den konuştuk. Verilmeyen haklar, vatandaş olarak sahiplenilmemek, sistemin Kürt halkı üzerinde baskı kurması gibi konuları konuştuk. Sadece konuştuk. Konuşabilmek bile güzel bu konuları. Anlamak için konuşmak gerekiyor.
Kürt halkı ile Türk halkı ne kadar konuşabiliyorlar bilmiyorum. Bildiğim tek şey konuşulmadan sorunların çözülemeyeceği. Barış sürecinde halklar konuşmalı.
Türkiye halkları bu süreçte konuşmak için vesileler aramalı. Bizim yaptığımız gibi. Arkadaşlarımızın ortak kararı, bizler birbirlerimizi tanımıyoruz. Medya üzerinden konuşmaya çalışıyoruz. Medya da safları sıklaştırmıyor ayrıştırıyor.
Sırf bu yüzden çiçeği burnunda Mardin belediye Başkanı Ahmet Türk’ü makamında ziyaret etmek için girişimlerde bulunduk ama başarılı olamadık.

Midyat



Sabah Mezopotamya Ovası’na karşı otelimizin terasında kahvaltımızı yaptıktan sonra,  Midyat’a müteveccihen yola çıktık. Devlet Konuk Evi’nin terasındayız. Midyat’ı terastan seyrediyoruz. Midyat Ayna demekmiş.  Bu konakta çekilen Miran Ağa ve Sıla dizilerinin birer aktör ve aktristi gibi kendimize roller bile biçtik konakta.

Midyat Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin en gelişmiş ilçelerinden biri. Geçim kaynağı tarım ve hayvancılık. 2000'li yıllardan itibaren İlçede çekilen dizi film ve sinema yapımları sayesinde unutulmaktan kurtulmuş. Midyat'ta yaşayan tüm toplulukların ortak değeri olan Telkâri/Gümüş İşleme sanatı da bu vesileyle tekrar canlanmış.
Midyat; MS 6. yy da Abbasilerin hâkimiyetine geçmiş. 1535 yılında Osmanlı topraklarına katılmış. Birçok ulusun yaşam sürdüğü bütün dinlerin kardeşçe yaşadığı antik bir kent Midyat.

Mardin ve Midyat’ın büyüsüne kapıldık ve Mor Gabriel Manastırı’nı unuttuk. Emin’e işin başından beri Mor Gabriel’i defalarca hatırlattım ama, demek ki o da unutmuş olmalı. İmran niye unuttu onu bilmiyorum. Zaman sıkışıklığından olmalı diye yorumladık.

Hasankeyf



Batman'a bağlı olan, iki yakasını Dicle Nehri’nin ayırdığı tarihi bir ilçe Hasankeyf. Tarihi, M.Ö. 10.000 yıl öncesine kadar gitmekteymiş. 1981'de sit alanı ilan edilmiş. Zamanında önemli bir ticaret merkeziymiş.
Hasankeyf'i Artuklular'dan alan (1232) Eyyubiler, henüz bölgeye tam hâkim olamadan Moğol istilası musallat olmuş. Birçok yerleşim yeri gibi burası da altüst edilmiş.

Eyyubiler, Moğol şokunu atlattıktan sonra 14. yüzyıl başlarından itibaren Hasankeyf'i yeniden imar etmeye başlamışlar. Özellikle bugün Hasankeyf'te bulunan birçok eserde imzası bulunan Eyyubiler'in, Sultan Süleyman zamanında bu imar faaliyeti zirveye ulaşmış. Hasankeyf, bu yıllarda tarihinin en parlak dönemlerinden birini yaşamış. 1515 yılında Osmanlı hâkimiyetine geçmiş.

Doğunun muhteşem tarihini görmek istiyorsanız, Hasankeyf’i mutlaka görmelisiniz. Geç kalırsanız, göremeyebilirsiniz. Çünkü 2015 te  Ilısu Barajı, bu güzelliği timsah gibi yutacak.

Hasankeyf Kalesi



Hasanakeyf kalesi, Dicle nehri kıyısında ve nehirden 200 m. yükseklikte. M.S.363 yılında, Süryani piskoposluğunun merkezi olarak Bizanslılar tarafından yapılmış. Hristiyanlığın bu bölgede yaygılaşmasından sonra, Kadıköy Konsili tarafından M.S. 451 yılında alınan bir kararla Hasankeyf’teki Piskoposluğa Kardinal unvanı verilmiş. Bu kale, Bizanslılar’ın doğuda yaptıkları en sağlam kaleymiş.
1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra 1101-1231 yılları arasında Artukoğulları Beyliği’ne başkentlik yapmış.






Hasankeyf Kalesi’nin iki kapısı var. Doğudaki kapıya İmam Abdullah Kapısı, Batıdaki kapıya da Sır Kapısı denilmekteymiş. Kaleye 2.000 basamaklı merdivenlerle çıkılırmış. Kaleye su taşımak için Dicle Nehri’ne inen biri açık diğeri gizli iki yolu daha varmış. Bu merdivenler hâlâ ayakta. Kale ziyarete kapalı olduğu için biz içini gezemedik. İnsanlığın ilk olarak dünyada mağara yaşantısıyla, mağara hayatıyla şehirleşmeye başladığı antik bir kent. Hasankeyf‘e mağaralar, camiler, saraylar, kiliseler diyarı desek yanlış olmaz.

En görkemli dönemlerini yaşadığı Artukoğulları’na 130 yıl boyunca başkentlik yapmış, onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış ve binlerce yıl önce Yukarı Mezopotamya'nın göz bebeği olan bu antik kent 2015’ te maalesef sular altında kalacak. Tıpkı Halfeti’de olduğu gibi.

Halk 1969 yılına kadar mağara evlerde yaşamını sürdürmüş... Mağara evleri oldukça güzel evler. Herşeyi düşünülmüş içinde. Mağara evler gayet serin ve hatta konforlu denecek kadar büyük ve ferah bana kalırsa...

Er-Rızk Camii

Cami, Eyyubi Hükümdarı Sultan Süleyman tarafından 1409 yılında yaptırılmış. Güneydeki ibadet mekânı heyelan yüzünden nehre uçmuş. Günümüze harimin kuzey duvarı ile avlu giriş cephesi, taç kapı ve minaresi ile ulaşmış. Bugün caminin özgün yapısından sağlam olarak avlunun kuzey cephesindeki minare ve taç kapı ile harimin kuzey cephesi kalmış. Şerefesine iki merdivenle ulaşılan minare, gövdesindeki geometrik bezemeler ve kufi hatlı Arapça yazılar, küçük mozaikler halinde kesilmiş renkli taşlar ile hayranlık verecek kadar güzel.

Minarenin bir de hikâyesi var: Minare ustalarından birinin kabiliyetli bir çırağı varmış. Çırak ustalaşınca başka öğrenciler yetiştirmek için ustasından izin ister. Usta "Bunları başkasına öğretirsen benim bir önemim kalmaz" diyerek bu isteğe karşı çıkar. Konu halka açılır. Halk karar verir. Çırağın ayrılması yeni ustaların yetişmesine vesile olacaktır. Bu güzel birşeydir. Ancak çırak söylediği gibi gerçek bir usta mıdır? Bunun tespit edilmesi gerekir.  Yarışma açılır. Hangisnin daha iyi usta olduğunun tespiti yapılacaktır. Usta ve çırak birer minare yapacaktır.



Çırak kimseye sırrını söylemeden çift merdivenli bir minare yapar. Minareye çıkan ve minareden inen birbirlerini görmezler. Ustanın yaptığı minare bilinenlerden farklı değildir. Üstelik çırak minareyi ustasından önce tamamlar. Yarışmayı çırak kazanır. Usta bu durumu hazmedemez ve çırağını öldürmeye karar verir. Çırak yaptığı minarenin tepesinden Hasankeyf’in büyüleyici güzelliğini seyre daldığı bir sırada, usta gizlice minareye girer. Çırak ustanın elinde hançerle yanına yaklaştığını görünce ikinci merdivenden aşağı iner. Usta, bir de bakar ki çırak aşağıda. Başlar bağırmaya yukarıdan.  "Sen nasıl indin oraya?!!’.
Usta ikinci yolu unutmuştur. Çırak minareden atladığını söyler. Usta hatırlamıştır çırağının çift merdivenli minare yaptığını. Gururuna yediremez ve minareden aşağıya atlayarak, hayatını sonlandırır. Boynuz kulağı geçti lafı, işte buradan gelmekteymiş.

Osmanlılardan kalma bir de hamam var Hasankeyf’in girişinde. Şehre gelenler önce hamama uğramak zorundalarmış. Çeşitli hastalıkların şehirde yayılmaması için alınmış bu tedbir.

İmran, kalenin kireç ve kalkerden yapılma olduğu için zamanla, zaten eriyeceğini ve yok olacağını düşünüyor.

Hasankeyf gibi tarihi bir dokunun 2015 yılında sular altında kalacak olması bütün arkadaşlarımızı üzdü. Şüphesiz enerjiye ihtiyacı olan bir ülke Türkiye, ama bu işin rüzgârı var,  güneşi var. Türkiye de bu ikisi de fazlasıyla mevcut. Bunlardan yeteri kadar yararlanılıyor da, sıra Hasankeyf’e mi geldi?...

Zeynel Bey Türbesi

Türbe, 1462-1482 yılları arasında Hasankeyf’e hâkim olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın, Otlukbeli Savaşı'nda yaralanıp burada ölen oğlu Zeynel Bey için yaptırılmış. Mimarisinde, kuruluşu ve bezemesiyle Azerbaycan ve Türkistan yöresi anıt mezarlarının etkisi görülürmüş. Dıştan silindirik görünüşüne karşılık, içten sekizgen plandaymış. Gövde yüzeyinde firuze ve lacivert renkli sırlı tuğla kaplamalarla, mozaik çinilerden oluşan bitkisel ve geometrik dekorasyonun yanı sıra, "Allah, Muhammed, Ali, Ahmed" kelimelerinden müteşekkil kufi hatlı Arapça yazıya da yer verilmiş. Biz karşıdan gördük türbeyi. Yalnızlaşmış. Ölümünü bekler gibi hüzünlü. Bizi yanına çağırdı ama, Emin bu sese de kulak vermedi. Fereibotu kaçıracağız diye kaygılı.



Hasankeyf'ten ayrılmak çok zor geldi bana. Keşke burada birkaç gün daha kalabilseydim. Tarihe biraz daha yakından dokunmak hoşuma giderdi. Ama Emin çoktan başladı bile bağırmaya ‘Aruz turdan kimse kalmasınnnnnn...’

Hasankeyf'e,  Zeynel Bey Türbesi’ni, Er-Rızk camiinin minaresini, Hasankeyf Kalesi’ni ve Mağara evlerini, suyun altında kalmış halleriyle hayal ederek veda ettik.



“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”/ Şanı yüce olan Allah'a hamdolsun! Biz, O'ndan geldik ve yine o'na döneceğiz (Bakara 156)



Devam edecek

Rüştü Kam

24 Haziran 2014 Salı

GÜNEYDOĞU GEZİSİ (VIII)


"Gâvur isot tarlasına girdi!..", "Gâvur isot tarlasına girdi!.."


Emin’in, verilen saatten sonra gelenler için 5 € ceza uygulaması isabetli olmuş olacak ki, herkes 7’den önce otobüsteydi. Yola çıktık. İmran Mardin yolculuğuna Urfa’nın isot’unun hikâyesini anlatarak başladı. “İşgalci Fransızlar’ın Adana'dan sonra, Maraş, Antep, Urfa istikametine doğru ilerlemekte olduğu haberi alınır. Zamanın bölge komutanı halkı örgütlemek için müftüden yardım ister. O hafta cuma hutbesinde konu edilir düşman tehlikesi.:. 
"Ey cemaat!. Gâvur Maraş'a, Antep'e kadar gelmiş durumda yakında Urfa’ya dayanacaktır... Geçtiği her yerde halkı kurşuna diziyor..."
Cemaat hutbeyi dinler, ama tepki vermez. O hafta oldukça durgun geçer. Hafta içinde bölge komutanı müftüden bir kere daha aynı ricada bulunur ama bu sefer hutbeye biraz daha ajitasyon katmasını ister. İkinci Cuma müftü: 
"Ey cemaat!.. Gâvur, Urfa sınırlarına kadar dayanmış durumda. Yakında Urfa’ya girecektir…Geçtiği her yerde kadınlarımızın, kızlarımızın ırzına geçiyor, erkekleri genç ihtiyar demeden kurşuna diziyorlarmış, gün bugündür silahını alan herkes Allah için düşsün yola..." Tısss... Cemaatte yine bir hareket yok. 
Sonraki hafta, Fransızlar Urfa'ya iyice yaklaşmıştır, yol üzerindeki bütün köyleri yakıp-yıkmış ve yağmalamıştır. Halkta bir kıpırdama yine yoktur. Bölge komutanının da halktan pek ümidi kalmamıştır. Komutan, kendi yağıyla kavrulmanın yollarını ararken bir mucize olur. Üçüncü cuma hoca hutbedeyken nefes nefese birisi girer camiye ve ulu orta bağırır: ”Gâvur isot tarlasına girdi!..", "Gâvur isot tarlasına girdi!.."
Cemaatin ileri gelenleri ayaklanır hemen: Ey"Ümmet-i Muhammed..." daha ne duruyorsunuz, gün bugündür, gün namus günüdür…”

Mardin’e doğru yol alırken arkadaşlarda başka türlü bir heyacan vardı. Sanki geziye yeni çıkıyormuşuz gibi. Televizyon dizilerinin bu heyacana katkısı oldukça büyük olmalı.
Harran Ovası ayağımızın altından kayıp gidiyor. Topraklar oldukça verimli. Harran Ovası sulama kanallarıyla ve yağmurlama usulüyle sulanıyor.  Yol geniş ve düzgün, bölünmüş yol diyorlar bu yola.

İmran’dan müsaade isteyerek aldım mikrofonu ve  Urfa’da anlatılan Hz. İbrahim’in hikayesinin bilindik olmayan versiyonunu anlattım: 
Kur’an der ki, “Ey Ateş! Serin ol dedik, selam olsun İbrahim’e!” (Enbiya; 69) 
Bu ayet Hz. İbrahim’in ateşe atılıp tam yanacakken orada bir gül bahçesi oluşmasına değil; İbrahim’in hicret etmek suretiyle ateşte yakılma (idam) cezasından kurtulmasına, yaktıkları ateşin de sönüp gitmesine delalet eder. Nitekim İbrahim’in ateşten nasıl kurtulduğunu satır aralarında görürüz:  “İbrahim’in sözlerine kavminin cevabı sadece ‘öldürün yahut yakın” demek oldu.” Yani bunu ‘demekten’ başka bir şey yapamadılar. Çünkü Hz.İbrahim tıpkı Hz. Peygamber’in, yerine Ali’yi bırakıp, şehri terk etmesi gibi,  o da ateş yakıldığı sırada şehri terk etmiştir: “Onu ve Lut’u âlemler için kutlu kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık” (Enbiya; 71). 

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Hz.İbrahim’in ateşe atılması, O’nun Nemrut tarafından sürgün edilmesidir. Ateşin gül bahçesine dönmesi de ilerlemiş yaşına rağmen iki çocuk sahibi olması ve Kâbe’yi yapma göreviyle görevlendirilmiş olmasıdır. Anlatıldığı gibi İbrahim mancınığa bağlanarak, günlerce yakılan harlı ateşe atılmamıştır, odunlar balık olmamıştır, o mekân da göl olmamıştır. Balıklıgöl, hikâyenin Türkiye versiyonunda anlatılır.

Kızıltepe

Kızıltepe Mardin’in bir ilçesi. Mardin’in hemen yanıbaşında. Nüfusu yaklaşık 230 bin civarındaymış. Kızıltepe’nin, Mezopotamya'nın verimli toprakları üzerinde kurulmuş olması, ayrıca Asya ile Avrupa kıtaları arasında önemli bir ticaret yolu olan İpek Yolu'nun kavşağında yer alması nedeniyle, tarih boyunca önemli bir yerleşim merkezi olma özelliğini korumuş. Bu özelliği nedeniyle birçok savaşlara sahne olmuş ve çeşitli milletler tarafından birçok kez yağmalanmış. 
Son olarak, Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim'in İran üzerine düzenlemiş olduğu Doğu Seferi sırasında, Büyük Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirilmiş. Bundan sonra da Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlıların yönetiminde kalmış.

Kızıltepe’ye yaklaşınca İmran; Kızıltepe’de oturduğundan, babasının banka müdürü olduğundan bu vesile ile Anadolu’nun birçok şehrini dolaştığından bahsetti. Kızıltepe’de kiraların ve daire fiyatlarının çok yüksek olduğunu da söyledi. Böylece hâlâ evlenememesinin sebebini anlamış olduk. Burada kara para da aklanırmış. Kaçakçılıktan elde edilen paralar varmış. Pahalılığın asıl sebebi buymuş, halk çok zenginmiş. 

Mardin

“İşte Mardin karşınızda duruyor”, bütün arkadaşlar gözünü karşıya dikti. Konuşan İmran. Arkadakiler öne doğru koşuştular görmek için Mardin’i. Dalında tüneyen ürkek bir bülbül gibi, tepenin üzerine konuvermiş. Oldukça görkemli görünüyor. Yukarı Mezopotamya ayağının altından uzayıp gidiyor Suriye’ye doğru.

Sol taraftaki dağın yamacında “Ne mutlu Türk’üm Diyene” diye yazıyor. Oldukça büyük yazılmış. Hemen aklıma,  rahmetli Erbakan Hocamız’ın geçmişte yaptığı bir konuşma geldi. Arkadaşlarımla paylaştım: ”Siz dağın yamacına ne mutlu Türküm diye yazarsanız, onların da ne mutlu Kürdüm  diye yazma hakları doğar.” 


Mardin’e girişte sağda bloklar halinde yapılmış apartmanlar var. Askeri lojmanlarmış bunlar. Hemen Mardin’e tırmanacağınız yerde yapılmış. Komünist Almanya’da sıkça görünen bloklara benziyorlar. Mardin’in siluetine hiç yakışmıyor. Estetik diye bir şey yok. Hangi akla hizmet edilerek yapılmış olduğu belli değil. Bütün arkadaşlarımız aynı fikirde. Yazık olmuş Mardin’e... Bu sevimsiz bloklar çok güzel bir kadının yüzündeki patlamamış sivilce gibi duruyor, Mardin’in girişinde…

Tırmanışa geçtik, tepeye çıkınca sağda eski Mardin, solda yeni Mardin. Yeni Mardin cazip değil. Yeni Mardin’de, eski Mardin’deki yapılarda, yani Mardin Evleri’nde kullanılan taşlar kullanılmalıydı. Yanlış olmuş. Ünal’ı, çocuğunu ve eşini otele gitmeleri için orada bıraktık. Yanlış yaptığımızı düşündüm sonradan.’ Keşke hastaneye götürseydik’ dedim. Dedim ama, vaktimiz de oldukça kısıtlıydı. Gezilecek yer oldukça fazla, zaman ise daralıyordu.

Rehberimiz hemen başladı görevine: ‘Mardin; tarihsel gelişim içerisinde, onlarca uygarlığa ve onlarca değişik din, etnik grup ve mezheplere ev sahipliği yapmıştır. Müslüman, Süryani, Yakubi, Keldani, Nesturi, Yezidi, Yahudi, Kürt, Arap, Çeçen, Ermeni vs. gibi farklı din ve farklı etnik kökenden gelen topluluklar hep birlikte "barış ve kardeşlik içerisinde" yaşamıştır Mardin’de. 
Şehrin adı Süryanice kaleler kenti demek olan "Marde" den gelir. Romalıların Süryanilerden alarak ‘Maride’ dedikleri şehire, Araplar ‘Maridin’ demişler. Sonradan da Mardin’e dönüşmüş.
Mardin teolojik olarak çok zengin bir kent. Yeni bir inanç sistemini benimseyenler diğerlerini rahatsız etmemiş. Değişik dini cemaatler birbirleriyle evlilikler bile yapmışlar. Bu akrabalık bağları da tabiatıyla ortamı yumuşatmış. 
Verimli Mezopotamya Ovası’nın ortasında yükselen, kalker ve lavlarla örtülü bir dağın yamacındaki kent, neredeyse bütün kültürlerin uğrak yeri olmuş. Kentin doğum tarihi M.Ö. 4500 yılına kadar dayanıyor’ 

Maalesef restorasyondan dolayı Mardin Kalesi’ne de çıkamıyoruz. Mardin denince gözümüzde oluşan görüntülerin pek çoğu Mardin Evleri’ne ait. O güzelim taş evlerin üzerine biriketle katlar çıkılmış. Hani derler ya, altı kaval üstü şişhane. İşte tam da böyle. Avrupa’nın bütün şehirlerini gezdim-dolaştım. Türk milleti kadar tarihi eserleri katletme meraklısı bir başka ülke ve millet görmedim. Umarım Mardin’in yeni belediye başkanı Ahmet Türk bu çarpıklığa son verir.

Turizm bakanlığından bir müfettişle karşılaştım kuruyemişçide, hemşehrim çıktı. Gördüğüm çarpıklıkları anlattım ona. ‘Gel seni Mardin‘in Turizm müdürüyle tanıştırayım şikâyetini ona anlatırsın’ dedi. Bilhassa Kasımiyye Medresesi’ni ve oradaki tarih katliamının sebebini sordum müdüre; ‘Bakın öbür tarafta manastır var, şehri gezmeye ilk oradan başladık. Tertemiz bir mekan. Güleryüzlü insanlar var orada, ayrıca manastırın kendi rehberi de var, manastırı bize o rehber anlattı. Sonra kapıya kadar da geçirdi.  

Hemen sonra Kasımiye Medresesine geldik. Müslüman ilim adamlarının yüz akı olmuş bir ilim yuvası. Mardin dünyaca ünlü ilim adamlarının yetiştiği, hizmet verdiği, icadlar yaptığı böylesine önemli bir ilim yuvasına sahip. Ancak üvey evlat muamelesi görüyor. Her tarafı kırık dökük. Başı- gözü yaralı. Kolu-bacağı kırık. Üstü başı yara bere içinde. Neden bu haldedir’ dedim. Çok rahat bir şekilde, söylediklerimi hiç dikkate bile almadan‚ orası vakıflara aittir, bize ait değildir, ‘ demez mi? Şoke oldum. Sanki Vakıflar Genel Müdürlüğü başka bir devletin kurumu. 

Bekri Mustafa’nın hikâyesi geldi aklıma. Hikâye şöyle:

„ Ayyaşlığı ile meşhur olan Bekri Mustafa, “Küçük Ayasofya Camii”nin önünden geçmektedir. O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur.
Cemaatin, beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söylerler.
“Yok, ben hoca değilim” dese de, dinlemezler ve zorla öne geçirirler.
Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar.
Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder.
Bekri Mustafa gülerek cevaplar:
“Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Eğer orada, bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu dersin. Onlar durumu anlarlar...” dedim. Bu müdürün aymaz-lığını görünce Türkiye’nin ne halde olduğunu anlamış olmalısınız.

Deyrulzaferân Manastırı


Deyrulzefarân Manastırı Mardin'in 3 km doğusunda, 5. yüzyılda yapılmış. Süryanilerin önemli merkezlerinden biri. Mor Hananyo Kilisesi, Azizler Evi, Meryem Ana Kilisesi ve Güneş Tapınağı manastırın önemli yapılarını oluşturuyor. Manastırın içinde Süryanice bir İncil ve kutsal taş bulunmakta, ilk tıp fakültesinin burada kurulduğu söyleniyor. Kurulduğu dönemden kalma mozaikler bugün de aynen durmaktaymış. İçinde 52 Süryani patriğinin mezarları bulunmaktaymış. Burası, 1932’ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgah yeriymiş.
Bölgeye ilk matbaayı getiren kişi bu Manastır’da patriklik yapan ve 1895’te vefat eden 4. Petrusmuş. Manastır bugün de Süryani Kilisesi’nin önemli dini merkezlerinden biri. Mardin Metropoliti’nin ikametgahı olan Deyrulzaferân Manastırı, dünyanın dört bir yanına dağılmış Süryaniler tarafından dua ve bereket almak için ziyaret ediliyormuş. 
Manastırla ilgili ilginç bir de rivayet varmış: Deyrulzaferân'ın duvarlarında, ibadethanelerinde, koridorlarında adeta cirit atan akrepler varmış. Soktukları insanları zehirleri ile anında öldürüyorlarmış. Ancak rahiplere asla dokunmuyorlarmış. İnanmak güzel tabii ki. Rahipler inandığı sürece mesele yok. 

Kasımiye Medresesi
700 yıllık bir tarihe sahip mükemmel bir mimari yapısıyla, nakış nakış süslenmiş, her köşesi ilim ve irfan kokan Kasımiye Medresesi‘ndeyiz. Orada hem dini ilimler hem fenni ilimler icra edilmiş. Medrese duvarlarında astronomi ve tıp bilimine ait simgeler var. Kasımiye Medresesi‘nin yapımına, Artukoğulları zamanında başlanmış, Akkoyunlu hükümdarı Cihangir‘in oğlu Sultan Kasım tarafından tamamlanmış. 
Rivayetlere göre Kasım Paşa burada katledilmiş. Kasım Paşa’nın kız kardeşi, kanlı gömleğini ağıtlar eşliğinde medresenin duvarlarına sürmüş ve hala o duvarlara su döküldüğünde duvarda ki kan izleri belli olmaktaymış. İnanalar için sorun yok. Ancak Kasımiye Medresesi başka özellikleriyle gündeme gelse daha faydalı olurdu bence. 

Medresenin avlusunda duvardan aşağıya su düşüyor. Bu suyun hikayesi de şöyleymiş:  Çeşmeden dökülen su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk bölümü olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil edermiş. Daha sonra bu su, kanallarla toprağa aktarılır ve bu da toprağın can bulmasına sebep olurmuş. Hikaye güzel. İbret verici. Medresenin bahçesinde olması da ayrıca anlamlı. 

Medresede iki tane mescid var. Hanefilerin mescidi ve Şafiilerin mescidi. Hanefilerin kullandığı mescit binanın doğusunda, bu mescit Şafiilerin kullandığı mescidten biraz daha küçük. Binada toplam 23 medrese odası bulunuyor. Bunların on biri alt katta, on ikisi üst katta.
Dersliklerin kapı yüksekliği bir metreden biraz fazla. Bu yükseklik özellikle tercih edilmiş, öğrenci hocasının huzuruna girerken başını eğsin, hürmette kusur etmesin diye. 

Mardin Kasımiye Medresesi’nde Benî Musa kardeşlerin buluşlarından bir kısmı sergileniyor. Medrese çok bakımsız. Uluorta koymuşlar o tarihi eserleri. Güneş üstlerinden geçiyor, yağmur suları akmış üzerlerine. Güneşten ve yağmurdan sararmışlar, buruşmuşlar. Bakımsız bir müze. Suntadan yapılmış dolaplar da koymuşlar tarihi müzeye, bazı eşyalar müzeyle uyum sağlamayan o dolaplarda sergileniyor. Bakanı çekeni de yok. Mardin Kültür ve Turizm Müdürü‘ne göre burası Vakıflar’a ait!!!

Burada eserleri sergilenen âlimlerin isimleri, Ahmed, Hasan ve Muhammed’dir. Halîfe Me’mûn’un sarayında astronomi ilmiyle uğraşan Mûsâ bin Şâkir’in oğullarıdır. Bağdâd’da doğup yetişmişler. Mûsâ bin Şâkir genç yaşta vefât edince, Halîfe Me’mûn, oğullarının terbiye ve yetişmesini üzerine almış. Yahyâ bin Mansûr’un yanında ilim öğrenen gençler,  matematik, mekanik, geometri, tıp, fizik ve diğer ilimlerde yüksek dereceye erişmişler.


Alman araştırmacı Sigrid Hunke; Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi isimli eserinde, Muhammed bin Mûsâ hakkında; “Muhammed, astronomi ve matematik sahasında büyük bir âlim olduğu gibi, hikmet ve mantık alanına da girmiş ve bu sahalar da eserler vermiştir. Metalurjiye önem vermiş ve kardeşi Ahmed’in faaliyet sahası olan mekanik mevzuunda da çalışmıştır” demektedir.

Sigrid Hunke, Ahmed bin Mûsâ hakkında da şöyle demektedir: “Ahmed bin Mûsâ; mekanik ve geometri dalında otorite idi. Meselâ üzerine ateş yaklaştırıldığında fitili otomatik olarak ortaya çıkan kandiller yapmıştı. Kandilin fitili ortaya çıkınca, yağ da hemen fitilin üzerine yanacak mikdarda fışkırıyordu. Rüzgâr esse bile, kandil sönmüyordu. Ayrıca, geliştirdiği zirâat ve sulama âleti, tarlada sulama yaparken, tâyin edilen sulama miktarını aşınca hemen sinyal veriyordu...
Benî Mûsâ kardeşler, gerçek anlamda ilmî bir atmosfer içinde yaşamışlar ve bu atmosferi güçlendirmişlerdir. Otomatik saatler, mekanik âletler, otomatik oyuncaklar, ev âlet ve edavâtı onların başta gelen buluşlarındandır.“

Alman araştırmacının övgüyle bahsettiği, Beni Musa kardeşler’den, Mardin Turizm Müdürü’nün haberi var mıdır, bilmiyorum!  

Devam edecek

Rüştü Kam