16 Ocak 2017 Pazartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (X-10)

 -Malezya’da kadınlar Cuma namazı kılıyorlar. Bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılamaz başlığının altında; özürlüler, hastalar ve ''kadınlar'' diye yazar.- 
 
BİR GARİP YOLCULUK (1994) 
 
Gurbet deyince Almanya, gurbetçi deyince yine Almanya geliyor aklımıza. Oysa çok uzaklarda da gurbet ve gurbetçiler var. Onların her sene izin yapmak için Türkiye'ye gelme imkânları da yok. Bana göre gerçek gurbetçiler onlar. Almanya'daki gurbetçilerden Avustralya'daki gurbetçiye selam olsun. Bundan tam yirmi iki sene önce teşkilat çalışması için Yavuz Çelik Karahan(Osman Yobaş) ile birlikte Avustralya’ya gitmiştik. Avustralya dönüşü yazmıştım bu hikâyeyi... Bu yazı dizisinin içinde de bulunsun istedim: Yolculuk mu garipti, yoksa yolculukta mı bir gariplik vardı bilemiyorum. Frankfurt Havalimanı’na vardığımızda uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. Yol arkadaşım Yavuz Çelik Karahan (Osman Yobaş) ile birlikte merdivenleri ikişer üçer iniyor-çıkıyorduk. Uçuş işlemlerinden sonra uçakta yerimizi aldık, derken ‘Kemerlerinizi bağlayın’ anonsu yapıldı. Bu anons 20 saat havada devam edecek olan yolculuğun ilk anonsuydu. Yol arkadaşlarımızın simaları alışık olduğumuz simaların dışındaydı. Gözler çekik, boylar küçük, bedenler oldukça zayıf, sıfır beden. Hostesler millî giysileriyle hizmet ediyorlar. Avrupa'ya özenmiyordu demek ki Uzakdoğulular. Hosteslerin giyiminden anlaşılan bu. Kendi kimliklerini ve kültürlerini koruma konusunda aşırı derecede hassas davranıyor olmalılar. Hoş, güzel, alkışlanacak bir davranış. Demek ki Malezyalılar, kültür emperyalizminin ağına takılmamışlar. "Hadi canım sende, biz uzak doğuluyuz, Malezyalıyız" der gibiydiler lisanı halleriyle. Sanki meydan okuyorlardı emperyalistlere ve onların sadık kullarına. Avustralya yolculuğunu Malaysia Hava Yolları’yla yapıyoruz ve ikinci anons, “Malaysia Havalimanı'na iniş için kemerlerinizi bağlayın.” On bir saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ilk durak Malezya. Oldukça sıkıcı bir yolculuktu. On bir saat havadasınız, biraz hareket etmek isteseniz edemiyorsunuz, hele bir de iki tarafınızda oturan yolcular bire uzun ikiye kısa iseler, varın siz tahmin edin yolculuğun rahatlığını(!). 
 
Malezya 
 
Çıkış için gişelere doğru ilerlerken, hayretler içinde kaldım. Gişe memurelerinin başları örtülü, tesettürlü. Bir anda yorgunluğumun kaybolduğunu hissettim. ‘İşte hürriyet ve işte insan hakları!’ diye haykırasım geldi. Hemen kendi ülkemi düşündüm. Başörtüsüyle üniversiteye giremeyen bacılarımızı düşündüm. Halkının %99'u Müslüman olan bir ülkede inancından ötürü Müslüman hanımlar başlarını örtemiyorlardı. Oysa Malezya halkının % 51'i Müslüman ve buna rağmen halkı inandığı gibi yaşama özgürlüğüne sahip. Türk pasaportunu görünce hemen ayağa kalktı başörtülü memure, tebessüm ederek ‘Buyurun hoş geldiniz’ dedi. Ben görevim dolayısıyla Avrupa ülkelerinin hepsini hemen hemen dolaştım. İlk defa Türk pasaportuna selam duran bir memureyle karşılaştım. Şaşırdım. ‘Sen şöyle geç ve bavullarını da aç!’ denilmedi bana. Herhalde Osmanlı döneminde de böyleydi, açılıyordu bütün kapılar Osmanlı vatandaşlarına. ‘Buyurun, hoş geldiniz…’. Ne güzel kelam. İtibar görmek ne kadar onur verici. Koltuklarınız kabarıyor, etrafınıza bakıyorsunuz gururla, ‘Evet ben Türk’üm ve Müslümanım’ Tabi bu övünç yol arkadaşım için geçerli değildi. O da Türk'tü ama Türk pasaportu taşımıyordu. Bir saat kadar tuttular onu içeride. Belirli sorular sormuşlar kendisine, cevaplarını vermiş ve sonra da çıktı geldi. Malezya'da bir gün kalarak yolculuğumuza devam edeceğiz. ''Air Hotel'' de kalmamız gerekiyor. Üçüncü sınıf bir Hotel. Oldukça da rutubetli. Biraz kestirmek için yatağa şöyle bir uzandım ve tavanda bir işaret gördüm, yattığım yerden kalktım, kısa bir incelemeden sonra anladım ki, o işaret kıbleyi gösteriyor. Çekmecede seccade ve Kur’an da var. Bunlar küçük ayrıntılar belki ama insanı mutlu den ayrıntılar. 
 
Uluslararası İslam Üniversitesi 
 
Bu bir gün içinde, Malezya'yı tanımalı, Malezya 'da okuyan Türk öğrencileriyle ve öğretim görevlileriyle tanışmalıydık. Otele yerleşir yerleşmez hemen telefona sarıldı Yavuz. Malezya’ya geleceğimizi önceden bilen Kemal Civelek’i aradı. Uluslararası İslam Üniversitesi'nde okuyan bir Türk öğrenci Civelek. Bir saat sonra oteldeydi. Aldı bizi arabasına ve doğru Üniversiteye. Egzotik bitki örtülerinin süslediği yollardan geçerek ve soldan akan trafiği de yadırgayarak ''Uluslararası İslâm Üniversitesine ulaştık. 30 tane Türkiyeli öğrencimiz okuyormuş bu üniversitede. 10 tane de öğretim görevlimiz varmış. Bunlardan biri de Ahmet Davutoğlu(Daha sonra T.C. Başbakanı oldu). Oturduk sohbet ettik kendileriyle, Türkiye'den her açıdan uzak oldukları için hemen Türkiye'yi ve ara seçimleri sordular(O zaman Türkiye'de ara seçimler vardı). Türkiye ekonomisini sordular, üniversitelerdeki başörtüsü olaylarının son durumlarını sordular, uzun uzun anlattık. Onlar da bize, Malezya'dan ve Malezya'daki Müslümanlardan onların yaşantılarından bahsettiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra, Doç. Hulusi Bey ve Kemal Civelek bizi otele bıraktılar. 
 
Kadınlar Cuma namazı kılıyor 
 
Sabah Malezya'yı tanımaya Kuala Lumpur’dan başladık. Modern binaların yanında gece kondular ve fazla temiz olmayan caddelerle tipik bir Uzakdoğu başkenti Kuala Lumpur. Afrika mimarisinin örnekleri olan minareler özgürce yükseliyor Kuala Lumpur'da. Minarelere paralel olarak, insanlar inançlarını özgürce yaşayabiliyorlarmış burada. Kemal Civelek anlatıyor: 'Mesela nikâh, imamlar tarafından kayıt altına alınıyor. Cuma namazlarını memurlar da kılabiliyor. Cuma saatinde her taraf kapalıdır. Memur olan, fabrika vs. gibi yerlerde çalışan kadınlar başörtüsüyle rahatlıkla çalışabiliyorlar.’ Ayrıca Hac fonu diye bir fon kurulmuş, doğumdan itibaren bu fonda para birikiyormuş, çocuk ergenlik çağına gelince de bu fondan yararlanarak Hacca gidebiliyormuş. Malezyalı gençler bu fondan istifade ederek, evliliklerini Hac zamanında Mekke'de yapıyorlarmış. Hem Hac, hem de yanı sıra Evlilik. Çifte saadet, ne güzel. Namaz vakitlerinden yarım saat önce minarelerden Kur'an okunmaya başlıyor. Sorduk ‘Her zaman böyle midir?’ diye. ‘Evet böyledir.’ dediler. ‘Ezan sesinden rahatsız oluyoruz, ezanlar ses cihazlarıyla okunmasın!’ diye valiliklere müracaat eden Türkiyeli laikler geldi aklıma...Vakit namazlarına hanımlar da geliyor, çoluk- çocuk bütün aile camide vakit namazı kılıyor. Namazdan sonra tekrar işlerine dağılıyorlar. Oysa bizde kadınların camiye gitmeleri neredeyse yasak. Hele hele vakit namazlarında ve cuma namazında kadınlar rutin olarak camiye gelemezler, eğer gelirlerse... Sonucu düşünmek bile istemiyorum. Acaba diyorum, biz mi dini bilmiyoruz, yoksa Malezyalılar mı? Yoksa bu insanlar başka bir dine mi inanıyorlar? Yine de sorduk? “Sizler Müslüman mısınız”? -‘Evet Müslümanız.’ dediler ve dinlerinin İslâm olduğunu, Peygamberlerinin Hz. Muhammed (s) olduğunu, kitaplarının da Kur'an olduğunu söylediler. Kadınların cuma namazı kılması bizim için gerçekten büyük bir olay. Çünkü bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılamaz başlığının altında, özürlüler, hastalar sayıldıktan sonra ''kadınlar'' diye yazar. Türkiyeli Müslümanlar mı hata ediyor, yoksa Malezyalı Müslümanlar mı? Bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; Allah'ın dininde çifte standart yoktur. Yorumu siz okuyucularıma bırakıyorum… 
 
Sunshine Camii 
 
Malezya krallıkla idare edilen bir ülke. Kralların kralı var, birde eyaletlerin kralları var. Kralların krallarını eyaletlerin kralları seçiyor. Krallar kendi adlarına cami ve kültür merkezleri yaptırıyorlarmış. Osmanlı Padişahlarında olduğu gibi. ''Sunshine '' kralı da bir cami yaptırmış kendi adına. Bu caminin farklılığı, birkaç mimari özelliği bir arada taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Minareler Osmanlı mimarisine uygun şekilde yapılmış, dış avlu Selçuklu mimari tarzında. Kubbe Mescid-i Nebi’nin mimari özelliğini yansıtıyor. İçerisinde Afrika mimari tarzı kullanılmış, duvar motifleri de öyle. Çiniler Kütahya'dan getirilmiş. Fevkalade güzel bir cami. 
 
Biri Filistinli diğeri Bosnalı 
 
Malezyalılar, soba nedir, kalorifer nedir, palto nedir, nasıldır? bilmiyorlar, sıcaklık devamlı 30 derecenin üzerinde. Günümüz o kadar hızlı geçti ki, anlayamadık bile. 21:45’te Kuala Lumpur Havaalanı’nda olmamız gerekiyordu. Bu kez erken geldik Hava alanına. Kahvelerimizi yudumlarken, Filistinli bir erkek ve Bosnalı bir kız öğrenciyle tanıştırdı bizi Kemal Civelek. Ülkelerinden emperyalistler tarafından sürülmüş iki genç... Birinin taşlarla kolu kırılmış, öbürünün ırzına geçilmiş Filistin'de, Bosna'da. İkisi de kader kurbanı. Malezya’da bir araya gelmişler ve evlenmişler. Kader işte... "Bosnalı bacım, keşke fırınlara atılsaydın da, orada yakılsaydın da, dumanın göğe yükselseydi; belki o zaman dünya Müslümanları senin farkına varırlardı da, alnına o kara leke sürülmezdi." Hüzünlendik, üzüldük, Filistin üzerine birkaç söz söyledik, sohbet ettik, bilgiler aldık. Bosna üzerine de birkaç söz söyledik, Aliya İzzet Begoviç’ten konuştuk. Sonra da, buruk bir şekilde ayrıldık o talihsiz ve mutlu çiftten. 
 
Allah Müslümanlara niçin yardım etmiyor 
 
 Enfal Suresi'nin 65. Ayeti şöyledir; ''Gerçekten inanan ve sabırlı olan 20 kişi iseniz, ben size 200 kişiyi mağlup edecek güç veririm, 100 kişiyseniz 1000 kişiyi mağlup edecek güç veririm''. Dünya nüfusu altı milyar. Bu altı milyar içinde Müslüman nüfus iki milyar. Yani üç kişiden biri Müslüman. Normal şartlarda bile Müslümanların onurlarını koruyabilmeleri söz konusu iken bir de Allah'ın 20 kişilik güce vereceği, 200 kişilik güç düşünülecek olursa, Müslümanların bugün emperyalistler tarafından kanlarının akıtılmaması, gözyaşlarının akıtılmaması gerekmez miydi? ''Allah Müslümanlara neden yardım etmiyordu?'' Bir başka ayet hemen hafızamda canlanıveriyor, ‘Siz kendinizi değiştirmedikçe Ben sizi değiştirmem’... Hoşgörüde değişim, insan haklarını algılamada değişim, yardımlaşmada değişim, kardeşlikte değişim, başkalarının günahlarıyla uğraşmama konusunda değişim, dünya menfaatlarına bağlılıkta değişim, adil yargılama ve adil paylaşımda değişim, hurafelerden ayrılmada değişim, bidatlerden uzaklaşmada değişim, Allah'ın dinini Allah'a teslim etmede değişim, herhalde değişimden kastedilen bu ve benzeri değişimler olsa gerektir diye düşündüm. Dış görünümdeki değişim değildi istenen. Sakal bırakmak, şalvar giymek, sarık giymek, çarşaf giymek değildi herhalde değişime sebep olacak değişim. Çünkü Allah Müslümanları değiştirmiyordu, dönüştürmüyordu... 
 
Melbourne’deyiz
 
 Uçaktayız, Avustralya’ya gidiyoruz. Filistin’i, Bosna’yı ve dünyanın başka yerlerinde yaşam mücadelesi veren Müslüman halkları hayalimden geçiriyorum, görür gibiyim onları. Hostesin anonsuyla daldığım hayal âleminden uyanıyorum. ‘Kemerlerinizi bağlayın''. Dokuz saatlik yorucu bir yolculuktan sonra bu sefer Avustralya'ya iniyoruz. Oldukça görkemli bir Havaalanı. Yol arkadaşım Malezya'daki gibi yine takıldı Pasaport memuruna, ama bu kez nedense erken kurtuldu memurun elinden. Kazım Ateş ve Tahir Solak karşıladı bizi Havaalanında. Melbourne’deki Milli Görüş Merkezine götürdüler bizi. 80 dönüm, içerisinde kapalı spor salonu bile mevcut olan mükemmel bir okul binası burası, satın almışlar. Aynı zamanda bu okulu bölge merkezi olarak da kullanıyorlarmış. Bizi bir odaya bıraktılar ve dinlememiz için gittiler. Yatak çarşaflarına başımızı koyamadık kokudan, çarşaflar değiştirilmemiş. Orada yatmamız mümkün değil, bir otel bulmalarını istedik ev sahiplerinden ve oraya taşındık. Yöneticiler bizlere çok mesafeliydiler, gelişimizden memnun olmamışlardı sanki. Sonradan öğrendiğimize göre, mülkiyet alımından dolayı aralarında problem varmış, bizim o problemden haberdar olmamızı istemedikleri için sıkıntılıymışlar. Melbourne yemyeşil, yüksek bina fazla yok. Evler genelde müstakil, bahçeli evler, düzayak giriliyor. Avustralya'nın 4 büyük şehrinden biri, 35.000 Türkiyeli yaşıyormuş burada. Avustralya'da yaşayan tüm Türkiyelilerin sayısı ise 150.000 civarındaymış(1994). Resmi rakamlarda ise Türk nüfus 42.000 olarak tespit edilmiş. Avustralya'ya Türkiye'den gelenleri, Türkiyeli olarak sayıyormuş Avustralya hükümeti. Sadece Avustralya'da doğan çocukları Avustralyalı olarak gösteriyormuş resmi kayıtlarında. Aradaki fark bu anlayıştan kaynaklanıyormuş. Avustralya'da yaşayan Müslüman sayısı 500.000 civarında imiş. Ne yazık ki; orada da Müslümanlar arasında bir kaynaşmadan söz etmek mümkün değil. Onlar da Almanya’daki Müslümanlar gibi Allah'a kul yetiştirme yerine, kendilerine üye yetiştirmekle meşguller. 
 
Arap ülkelerinden gelenler daha aktif 
 
Avustralya'nın ekonomik rahatlığı da birlikte olma ihtiyacından uzaklaştırmış Müslümanları. Avrupa'nın aksine, Arap ülkelerinden gelenler, Türkiyeli Müslümanlardan biraz daha şuurlu. Dört tane İslâm Koleji açmışlar Melbourne' de. Eğitime büyük ölçüde ağırlık vermişler. Avustralya hükümeti bu konuda oldukça rahat. İki senelik bir deneme müddeti koymuş özel okullar için, bu zaman zarfında aldığı artı puanlardan sonra okulu Avustralya hükümeti finanse ediyormuş. Türkiye'den gelen Müslümanlar, Avrupa'da olduğu gibi, Avusturalya'da da böyle bir imkânı değerlendirememişler. Azem Atlıhan, Ali Galip Oruç, bölgenin bizlere mihmandar olarak verdikleri iki genç arkadaş. Azem Denizlili, İmam Hatip Lisesi'nden sınıf arkadaşım. 15 yıl sonra Melbourne’de karşılaştım ve kucaklaştık. Ali Galip Oruç da Yavuz’un hemşerisi. Kayserili. O da İmam Hatip Lisesi mezunu, onlar da 15 yıl sonra Melbourne’de karşılaşıyorlar. 
 
14 senede bir izin 
 
Çok kıymetli dostlarımız oldu Avustralya'da. Avustralya'da yaşayan Türkiyeliler oldukça hüzünlü, on yıldan aşağı izine gidenlere fazla rastlayamıyorsunuz. Kimisinin anası, kimisinin babası vefat etmiş, buna rağmen onlar gidememişler izine, görememişler ölümden sonra kardeşlerini akrabalarını. Havaalanında rastladığımız bir teyzeye sordum: 'Ne zamandan beri buradasınız' ? ‘25 yıldan beri’ dedi. Peki, bu kaçıncı izin? "İkinci izin, birinci izine 14 yıl evvel gitmiştim." Yanında 17 yaşlarında bir kız var, besbelli ki kızı evlendirmeye götürüyor. Yeni bir kurban daha getirecek Avustralya'ya. Unutulan nesiller Türkiye'den bir misafir gelmiş diye duyan koşup geliyor yanımıza, kucaklaşıyoruz. Dikkat ettik, bu koşup gelenler hep birinci kuşaktan insanlar. İkinci kuşağın, hele üçüncü kuşağın Türkiye diye, Türkiyeli diye bir derdi yok. O artık Avustralyalı olmuş. Adları; Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin. Dinleri, ''İslam''. Ancak dilleri İngilizce, müzikleri İngilizce. Zeybek oynama yerine, horon tepme yerine, çiftetelli oynama yerine dans etmeyi tercih ediyorlar. Gençler arasındaki kültür erozyonunu fark eden bir kısım fedakâr insan, radyo kurmuşlar. Günde bir saat yayın yapıyorlar ama onlar daha fazlasını istiyorlar, bu kadar yetmez diyorlar, gerekli başvuruları çoktan yapmışlar. Türkiye'den 20.000 km. uzaktaki bu insanlara sahip çıkılması gerekiyor. Dini cemaatlerin yaptıkları hizmetler de olmasa, hepten kaybolup gidecek bu insanlar. Biraz daha fedakârlık gerekiyor, didişmelerden uzak durmak gerekiyor, halkın verdiği maddi desteği sorumluluk şuuruyla kullanmak gerekiyor, bidat ve hurafelerden arınmış bir dinin buyruklarıyla beslemek gerekiyor Müslümanları. 
 
Radyo kurmuşlar 
 
Radyo dinleyicilerinin isteklerine de cevap veriyor. Bir istek telefonu alındı biz oradayken. Bir bayan sesi 'Alo'... Bir istekte bulunacağım, bugün çalmanız mümkün müdür ? Ali Galip çok nazik bir genç, radyodan o sorumlu. ''Tabi hanım efendi buyurun, kimin için hangi türküyü istiyorsunuz?'' Cevap insanın içini acıtıyor: ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.'' Avustralya'ya gelin gelmiş bu bacımız, geldiği seneden beri de köyüne gidememiş, özlemiş anasını- babasını. Gurbet içerisinde gurbeti yaşayan birisi olarak biz de hüzünlendik ve gözlerimizden süzülüverdi yaşlar... Başladı radyo türküyü çalmaya, “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler / Annesinin bir tanesini hor görmesinler / Uçanda kuşlara malum olsun / Ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı / Ben köyümü özledim / Babamım bir atı olsa binse de gelse / Annemin yelkeni olsa açsa da gelse / Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse / Uçanda kuşlara malum olsun / Ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı/ Ben köyümü özledim.”* 
 
Nereleri imar etmedik ki 
 
 Benim ülkemde yedi iklim yaşanıyor. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de oldukça fazla. İnsanı çalışkan. Dünyanın her tarafını imar etmiş o çalışkan insanlar. Ancak kendi ülkelerini bir türlü imar edememişler. Sanki modern köleler olarak yayılmışlar dünyanın dört bir yanına. Üç kıtada at oynatmış bir milletin torunları, şimdi rızık peşinde koşuyorlar oralarda. ''Ya Rabbi bu ne zillet böyle''. Güzel Peygamberimizin buyruğu geldi aklıma, ''Cihadı terk eder de öküzün kuyruğuna yapışırsanız, Allah sizi zelil eder, tâ ki tekrar cihada dönünceye kadar.'' 
 
Kültür elçileri 
 
Bir hafta kaldık Melbourne’de. Sonra program gereği Sydney'e gittik. Giderken Canberra’ya da uğradık, yolumuzun üzerindeydi. Canberra Avustralya'nın başşehri. Sonradan özel olarak kurulmuş bir şehir. Oldukça geniş caddeleri var. Parlamento binası şehre hâkim bir tepeye kurulmuş, görkemli bir yapı. Canberra’da 40 hane kadar Türkiyelinin olduğunu söyledi yemek yediğimiz lokantanın sahibi. Lokantanın içerisi müze gibi, Osmanlı eserleriyle süslenmiş her taraf. Başta Hat Sanatı... Bir kültür elçisi ancak bu kadar Türkiye'yi ve Türk insanını tanıtabilir yurt dışında. Tebrik ettik kendisini. Yemek esnasında Hafız Burhan okuyordu inceden inceye: "Her yer karanlık pür nur o mevki / Mağrip mi yoksa makber mi yâ Rab/ Ya hab gâh-ı dilber mi ya rab/ Rüya değil bu ayniyle vaki/ Kabri çiçekten bir türbe olmuş/ Dönmüş o türbe bir haclegâhe/ Bir haclegâhe dönmüşse türben/ Aç koynunu aç mâşukânım ben." 
 
Türkiye'deki lüks lokantalarda, batı müziği çalınır, nereye giderseniz gidin bu böyledir. Ülkemize kadar gelen turistlere bile kendi müziğimizi dinletmek istemeyiz nedense. Kimliğimizle onların karşısına çıkmaktan mı utanırız ne, ne kadar garip değil mi? Canberra’dan ayrıldık ve düştük yine yollara. Yollar çok güzel, ama yolda seyreden araba neredeyse yok denecek kadar az, tek-tük. Daha çok tırlar var o kıvrıla kıvrıla uzayıp giden otoyollarda. Kornasını, elinizle çektiğiniz bir iple çaldığınız o süslü-püslü, burnu kocaman tırlar seyrediyorlar daha çok. Bazen de önünüze kanguru atlıyor. Koyuna, kediye, köpeğe, sığıra, tavşana alışkın olunca insan, birden bire kanguru görünce heyecanlanıyor. Çok şirin hayvanlar, ön ayakları kısa, arka ayakları uzun. Allah’ın işine karışmamak daha doğru olacak galiba… 
 
Sydney'deyiz 
 
Şehrin merkezinde süngü gibi, göğü yararak zirveye ulaşmaya çalışan iki minare var. Camiden önce minare yapılmış. Cami henüz inşaat halinde. Avustralya’da da Müslümanlar yaşıyor ve bu Müslümanlar oralarda İslâm’ı temsil ediyorlar. İşçi olarak buralara gelen o insanlar mühürlerini çoktan vurmuşlar Sydney’e. Orada yaşayan Türkiyeliler camileriyle övünüyorlar. Bila ücret herkes imece usulü çalışıyormuş caminin yapımında, herhalde azınlık psikolojisinin verdiği bir ezikliğin gereğidir diye düşünüyorum. Programlar bittikten sonra arkadaşlar ‘Sydney'de gezdirelim sizi’ dediler, teklifi kabul ettik. Önce Sydney Opera House, dünyanın en göz alıcı yapılarından birisi. Eserin yapımına 1957 yılında başlanmış ve aradan geçen 16 yılın ardından, Sydney ile özdeşleşen bu nefes kesici yapı 1973 yılında tamamlanmış. Daha sonra Kral Caddesi'ne. Oradaki Türkiyeli çocukların halini gördükten sonra, içinizin cız etmemesi mümkün değil. O çılgın gece âleminin içinde o benim kızımın, oğlumun ne işi var? Ne işi var benim delikanlımın o âlemde. Dolar aşkına feda edilen nesillerimiz bunlar... Arif'in bir arkadaşı ''önceden bizi buraya sokmuyorlardı, şimdi ise buraların kralı biziz, artık buralar bizden sorulur” diyor. Arif Denizlili bir genç. Türkçe'yi çok zor konuşuyor. ‘Hocam eskiden bende bunlar gibiydim, ben hidayete erdim elhamdülillah, vesile olanlardan Allah razı olsun” diyor, utanarak. Türk çocukları İngilizce konuşuyorlar, Çinliler Çince. Bizim nesiller çok geçmeden kaybolup gidecek buralardan ama, Çinliler orada kimlikleriyle yaşamaya devam edecekler. 
 
Aborijinler 
 
Aborijin Avustralya kıtası yerlilerine verilen ad. Aborijinler Avustralya'ya Güneydoğu Asya'dan gelmişler. Göçebe hayatı yaşamışlar. Avlanırken mızrak ve bumerang, balık avında ise kanolar kullanmışlar, meyve ve sebze toplamışlar. Yazılı bir dilleri olmamasına rağmen şarkılar yoluyla ağızdan ağıza birçok bilgi aktarmışlar. İngilizler 18. yüzyılda Avustralya'ya yerleştiklerinde 300.000'den fazla Aborijin yaşamaktaymış. Ancak birçoğu İngilizler tarafından katledilmişler ya da topraklarından sürülmüşler. Bugün 250.000'in civarında nüfusları varmış. Sokaklarda, sarhoş vaziyette pejmurda kıyafetleriyle dolaşıyorlar. Bugün, az sayıda Aborijin ülkenin iç kısımlarında, atalarının yaşadığı gibi yaşamaktaymış. Büyük bir çoğunluğu kasaba ya da şehirlere göç etmişler. Avrupalı sömürge güçleri Avustralya yerlilerini farklı zamanlarda soykırım uygulamalarına tabi tutmuşlar. Ancak soykırımlarla ilgili bilgi hükümetin tuttuğu kayıtlardan edinildiği için sayılarının belirtilenden çok daha fazla olabileceği düşünülebilirmiş. Tazmanya Soykırımı en iyi bilinen örnekmiş. 
 
 Vollongong'dayız 
 
Vollongong Sydney'e 80 km. uzaklıkta bir liman kenti. Dünyanın ikinci büyük demir çelik fabrikasının burada olduğunu söylediler. 5.000 civarında Türkiyeli çalışıyormuş burada. Genellikle ''Döner Kebap'' işinde çalışıyorlarmış bunlar. Avustralya'da yüksek tahsil mezunu çok sayıda insanımız var. Hikmetini sorduk. “Milli damat” olarak geldik dediler. İlahiyat mezunları, kimya mühendisleri, inşaat mühendisleri, iktisat mezunları bir hayli fazla. Doktora yapanların yanı sıra, taksiciliğe ve kebapçılığa heveslenenlerin sayısı da az değil. Çok sıcak bir ilgi ile karşıladılar bizleri, bağırlarına bastılar, birkaç gün daha kalarak, salon programları yapmamızı arzu ettiler. “Ne olur gitmeyin de diğer arkadaşlarımız da bu programlardan istifade etsinler!” diye yalvardılar. Süremiz kısa, yapılacak program fazla, boynu bükük olarak bıraktık Volongongluları orada: Çünkü Taçura'daki programa ulaşmamız gerekiyordu. 
 
Taçura 
 
Taçura'da köy hayatı yaşıyor Türkiyeliler, her biri bir çiftlikte çalışıyor. Tam çilek mevsiminde gelmişiz Taçura’ya. Çileklerin her biri elma büyüklüğünde, belli ki hormonlu, tadı-tuzu yok. Taçuralılar arkadaşlarını telefonla çağırmışlar akşamki toplantıya. Cemiyet başkanının evinde toplanmışlar. Başkan Amasyalı. 25 yıl önce gelmiş o köye. Küçük küçük çiftlik sahibi olanlar da var aralarında. Denizlili bir kardeşimizin sekiz yüz dönüm çiftliğinin olduğunu söylediler. Damadı da oradaki cemiyetin sekreteri. İşçilikten çiftlik ağalığına, hoşumuza gitti, biz de tavsiyede bulunduk: "İşçiliğe son verin artık. Mademki buradasınız çocuklarınız burada, her sene izine de gidemiyorsunuz, zaman çok geç olmadan imkânlarınız ölçüsünde kendi çiftliklerinizi kurun". Geç vakte kadar sohbeti sürdürdük. Kimse ayrılmadı, dini sohbetlere susadıklarını birçok kez ifade ettiler. Anladık ki, Avustralya'ya 15 günlüğüne değil, 3 aylığına gidilecek ve insanlarla doyasıya sohbet edilecek, sorularına cevap verilecek, birlikte yemekler yenilip gönülleri alınacak. 
 
Kickbox maçı 
 
 Tahir Solak, kardeşi Tarık'ın organize ettiği Kickbox Dünya Şampiyonası’na davet etti bizi. Salonu hınca hınç doldurmuşlar. Günün maçı bir Türk genciyle Filipinler'den bir genç arasında yapılacakmış. Aman Allah'ım o ne heyecan, neredeyse salon yıkılacak! Türk genci ringe çıkar çıkmaz, Türk bayrakları açıldı, sanki yer yerinden oynuyordu. Islıklar, tekbir sesleri ve alkışlar birbirine karışıyordu. Kıran kırana bir maç oldu. Üstün döğüştü Türk genci. Maç bittiğinde herkes ayaktaydı. Evet Türk'ün Melbourne zaferi ve Dünya şampiyonluğu... Az bir şey değil. Hele azınlık durumunda olan insanlar için tamamen onur meselesi. Velhasıl Avustralya bir başka güzellikler Ülkesi. Avustralyalılar da bir başka güzellikler yumağı, sevinci de başka Avustralyalının, hüznü de... Selam sana Avustralya, selam sana Avustralyalı kardeşim. ……………………………………………………………………………………….. 
*Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar… Bu öykü Malkara köylerinden alınmıştır. Öyküsü çevrede herkes tarafından bilinir. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. On altısına bastığı sırada Zeynep'i bir düğünde aşrı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür, çok beğenir ve köyüne döndüğünde hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp köyüne götürür. Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gecelik mesafededir. Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Evinin bahçesine çıkar ve kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve böylece sıla özlemini gidermeye çalışır. 
 
Kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez, eski sevgisi de kalmadığından eziyet etmeye başlar. Ve Zeynep yataklara düşer. Gün geçtikçe hastalığı artar. Zeynep'in düzelmesi için, köylüler anasının babasının çağrılmasını tavsiye ederler. Haber salınır ve Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep yataktadır, perişan bir halde hâlâ türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söyler. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp gözyaşı dökerler. Annesi kızını o halde görünce pişman olur ve fenalıklar geçirir. Zeynep hasretini giderir, giderir gidermesine de, artık çok geç kalınmıştır. Zeynep annesine ve babasına kavuşmanın mutluluğu içinde ruhunu teslim eder. Herkes Zeynep için gözyaşı döker. 
 
İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. Avustralyalılar da aynı hasretle söylerler ve dinlerlermiş bu türküyü, "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler …” 
Devam edecek…

9 Ocak 2017 Pazartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (IX-9)



-Ruhsatlar/kolaylıklar İslâm’ın vazgeçilemeyecek emirleridir. Ruhsatı terk edenlere niçin terk ettiğinin hesabı sorulacaktır.-

Dosyalar ve seminerler

İlk dosya  “RECM”

Çalışmalarımı hızlandırdım, ihtiyacım olan kitapları odama taşıdığım için gece geç saatlere kadar çalışarak ilk dosyamı hazırladım. Dosyanın adı “Recm dosyası.” İslâm’da taş atarak insanları öldürmenin olamayacağını anlatan bir dosya. Zina eden kadın ve erkeğe verilen ceza belli iken, ayeti yok sayarak uydurma hadisler üzerinden hareketle zina eden kadın ve erkeğe ölüm cezası vermenin İslâm ile alakası olmadığını anlattım bu dosyada.
Dosyayı icra kurulu üyelerinin posta kutularına attım. Ertesi gün, O.Yumakoğulları ve Abdullah Yüksel ile dosya üzerinde çalışma yapıyorduk. Elinde malum dosya ile Sefer Ahmetoğlu (Malak) (Allah amelince muamele eylesin) çalışma yaptığımız odaya girdi ve Yumakoğulları’na yönelerek, ‘Bu dosya ikinci ‘cem’alettin Kaplan hareketinin başlangıcıdır, derhâl Rüştü Hoca’nın Genel Merkez’den gönderilmesi gerekir.’ dedi. 
Oturması istendi, oturmadı, dosyayı masaya atarak odayı terk etti. Gelecek ilk icra kurulu toplantısında dosya konusu gündeme alındı ve tartışıldı, daha sonra fetva heyetiyle yapılan ilk toplantının da konusu “Recm Dosyası” idi. Fetva Heyeti salonun bir ucuna, icra kurulu üyeleri öbür ucuna oturdular, ben de kapıdan girişte hemen soldaki masaya. Oturuş şekli benim sanık masasında olduğum algısını veriyordu ama olsun benim amacım inandığım konuları verilen bu fırsatla fetva heyetine anlatmaktı.

Ben söze, Recm konusunun televizyonlarda, gazetelerde bazı İslâm Ülkelerinde yapılan uygulamalarla sıklıkla gündeme getirildiğini, dolayısıyla Avrupa’da yaşayan Müslümanlara da sırf bu tür uygulamalardan dolayı vahşi, cani ve kadın düşmanı olarak bakıldığını anlatarak başladım ve bu algının yıkılması için Recm konusunun İslâm ile alakası olmadığının, camilerde anlatılması gerektiğini söyleyerek başladım: “Recm (Taşlayarak öldürme) Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e fatura edilen en büyük yalandır. Bu yalanla Kuran’ın ayeti iptal edilmeye çalışılmış ve dine taşlayarak öldürme gibi bir ilave yapılmıştır. Fakat asıl dehşetli olan şudur ki; İslâm’a dost olmayanlar Recmi; yani zina edeni taşlayarak öldürmeyi Kur’an’a fatura edebilmek için,  Kuran’ın eksik olduğunu, aslında Recm ayetinin var olup, bu ayetin keçi tarafından yenilip yok edildiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.
Oysa zina yapmanın cezasının ne olacağı Kuran-ı Kerim’de açık bir şekilde belirtilmiştir. Kuran’da açıkça belirtilen bir konuda Kuran’ın bu hükmü ile çelişen bir hüküm ortaya atmak Kur’an’a rağmen yapılan bir açıklamadır.

Ayet şöyledir: “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin ciltlerine yüz vuruş vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini konusunda bunlara acıma duygusu sizi yakalamasın. Müminlerden bir grup da bunların cezalarına tanık olsun.” (24-Nur Suresi 2)

Bu ayette zinanın cezasının yüz celde olduğu bildirilmiştir. Arapça‘da “celde” kelimesi deriyi bile incitmeyecek bir vuruş manasındadır. Bu ceza için Arapça ’da “asa, minsee” (sopa, değnek) kelimelerinin geçmemesi, ayette bir grubun bu cezaya şahitlik etmesinin istenmesi, suçlunun canını acıtmaktan çok toplum önünde teşhir edilerek cezalandırılmasının hedeflendiğini gösterir.”

Uzunca bir tartışmadan sonra Fetva heyeti, keçinin yediği ayete ve uydurma hadislere itibar etti, Nur Suresi’nin ikinci ayetine ise itibar etmedi. “Bizler ayetleri anlayamayız” diyerek konuyu kapatmayı yeğlediler. “Nerede olduğunuzu bilmezseniz nereye gideceğinizi tayin edemezsiniz” der ünlü düşünür Muhammed İkbal.

İcra kurulu üyelerinden Hasan Özdoğan ve Mehmet Erbakan, Alman basınında Milli Görüş ile ilgili çıkan yazıları, Milli Gazete ’den yapılan alıntıları ve değerlendirmeleri zaman zaman kurula getirirlerdi ve hocaların, yaptıkları konuşmalara dikkat etmeleri gerektiğinin altı çizilirdi.  Milli Gazete’nin de yayınladığı yazılara dikkat etmesi gerektiği aynı endişelerle söylenirdi. Ancak sadece söylenirdi. İrşat başkanları ve cemiyet başkanları dikkat çekilen bu konularda hassas davranmazlardı.

Fetva heyetinde ve bazı başkanlıklarda görev yapan kifayetsiz muhterisler, yaptıkları yanlışlıklarla Milli Görüş Teşkilatları’nın, Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın listesine eklenmesine vesile olmuşlardır demek yanlış olmaz. Köpeksiz köy bulduğunu sanarak değneksiz dolaşmanın sonucu böyle bir şey olsa gerektir.
Velhasıl Fetva Heyeti ile yapılan ilk toplantıydı bu, oldukça hararetli tartışmaların olduğu bir toplantıydı oldu. Ben mutluydum. Çünkü düşüncelerimin icra kurulunun önünde, fetva heyetiyle tartışılması çok önemliydi. Bu toplantılarda elde edilecek olan olumlu sonuçlar bütün Avrupa ülkelerinde uygulama alanı bulacaktı. Avrupa’daki Müslümanların yaşamlarını kolaylaştıracak olan ilk adımlardı bunlar. Kur’an kaynaklı ilmihal bilgilerini Avrupa’daki Müslümanlara ulaştırabilmenin ilk adımları. İkinci toplantıda buluşmak üzere toplantıyı sonlandırdık.

İlk seminer “Namazların ‘cem’ edilerek kılınması ve Ayaklara mesh”

Bölge başkanları ve bölge kadın kolları toplantısındayız. Bu toplantı Köln yakınlarında bir otelin salonunda yapıldı. Hotel Zum Forellenwirt Overath. Önce teşkilat çalışmaları yapıldı, sonra sıra benim vereceğim seminere geldi. İlk seminerimi veriyorum, aslında heyecanlıyım da. Milli Görüş’ün “A” takımının huzurundayım.
İcra kurulu tarafından böylesine önemli bir konuyu anlatmak için bana imkân verilmesinden dolayı duyduğum mutluluğu söyledim ve icra kurulu üyelerine teşekkür ettim. Sonra da cem konusunun seminer konusu olarak seçilmesindeki gerekçeleri anlattım: “Sayısı zaman zaman 10.000 ne hatta 30.000 ne ulaşan toplantılar, genel kurullar yapıyoruz. Toplantılarımız akşama kadar devam ediyor. Toplantı süresince en az üç vakit namaz kılmamız gerekiyor, bunun için de üç kez abdest almak gerekiyor. Toplantı bittikten sonra lavaboların olduğu taraflar pislikten geçilmiyor, kâğıtlar yerlere atılıyor, abdest almak için ayaklar yıkanırken sular dışarıya sıçrıyor, bu sular kâğıtlarla birleşince ve üzerine de basılınca oralar çamur deryasına dönüşüyor. Tuvaletlerde de aynı sıkıntı oluyor. Müslüman olarak iyi bir intiba bırakmıyoruz arkamızda. Salon sahipleri sırf bu yüzden salonlarını ikinci kez bizlere vermek istemiyorlar.
Öte yandan karayoluyla izine gidiyoruz, yollar tekin olmuyor, namaz kılmak ve abdest almak sıkıntılı olabiliyor, bilhassa bayanların abdest alması sıkıntılı olabiliyor. Eğer namazları cem ederek kılarsak o salonda bir kez namaz kılmış ve bir kez de abdest almış olacağız. Abdesti alırken ayağımızı da mesh edersek, sıkıntılar önemli ölçüde azalacaktır. Bu açıklamalardan sonra gelelim cem konusuna...

Sunumuma daha başlamadan itirazlar başladı. İlk itiraz Malik Akbaş(Allah rahmet eylesin)’tan geldi. Akbaş Milli Gazete’nin ve Kanal 7’nin Avrupa Müdürü idi. Onu destekleyenler de oldu. Derken salondaki sessizlik yerini, bir anda ne söylendiği belli olmayan gürültüye bıraktı. Osman Yumakoğulları duruma el koydu ve salonu yatıştırdı. Önce benim ne söyleyeceğimin dinlenmesi ve yapılacaksa itirazların ondan sonra yapılması gerektiğini söyledi. Salon yatıştı ama bundan sonraki anlatacaklarımın dinleneceğinden ben emin değildim. Yumakoğulları bana dönerek ‘Buyur Rüştü Hocam, konuşmanı tamamla’ dedi.  Salonda gözlerimi şöyle bir gezdirdim ve başladım anlatmaya:

Namazlarda ‘cem’

Öğle namazı ile ikindi namazını/ akşam namazı ile de yatsı namazını, birbirlerinin vakitleri içerisinde birleştirerek kılmaya “‘cem’” denir. Taktim ve te’hir mümkündür, şöyle ki: Öğle ile ikindi namazı, namaz kılanın zaruretine göre öğle namazının vaktinde birlikte kılınabileceği gibi, öğle te’hir edilerek ikindi namazının vakti içerisinde de birlikte kılınabilir.

İkindi öne alınarak öğle ile birlikte kılındığı zaman ‘cem’’i takdim, öğlenin te’hir edilerek ikindi ile birlikte kılınmasına ‘cem’’i tehir denir. Akşam ile yatsı namazı da, namaz kılanın zaruretine göre aynı usulle takdim ve tehir yapılabilir. Peygamberimiz; yolculukta da normal zamanlarda da ‘cem’ uygulamasını yapmıştır. ‘cem’ yapılmasına sebep olan şey (illet), meşakkattir denilmiştir. Meşakkatin ‘cem’ sebebi olduğunu Şafii, Malikî ve Hambelî Mezhepleri kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebi de meşakkatin ‘cem’ sebebi olduğunu kabul etmiştir. Ancak; sadece Arafat ve Müzdelife’de geçerlidir demiştir.

Oysa peygamberimiz; meşakkati olduğu zaman da, görünürde hiçbir mazereti olmadığı zaman da ‘‘cem’ ederek namazlarını kılmıştır. Burada karar sahibi olan, Müslüman bireyin bizzat kendisidir. Durumuna göre ister ‘cem’ yaparak namazını kılar, isterse ‘cem’ yapmadan. Müslüman birey ibadetinde ve meşakkatinin tespitinde hür bırakılmıştır. İbadetin keyfiyetinin hesabı sorulacaksa; o hesap sorucu, cemaat liderleri/başkanları ve hocaları değil Sahibimiz olacaktır.  

‘cem’ uygulaması ve içtihad

‘cem’ uygulamasının içtihatla ilgisi olmaması gerekir: Çünkü, peygamber uygulaması yoruma gerek duyulmayacak kadar açık ve nettir.  Biz biliyoruz ki; içtihadın, Kur’ân’da ve sahih sünnette olmayan konular üzerinde olması şartı vardır. Muaz İbn-i Cebel’e Peygamberimizin tavsiyesi bu doğrultudadır. Hac zamanında, Arafat ve Müzdelife’de ‘cem’ zorunludur diğer hallerde ise ruhsattır. Günümüz şartlarında ise ‘cem’;  hem ruhsat hem de zorunluluk özelliği taşımaktadır. Şöyle ki; zamanımızda vardiya usulü çalışan fabrikalar var, büyük iş merkezleri var. Buralarda çalışan Müslümanlar var. Namaz kılmaları gerekiyor. Bu Müslümanların; başlarındaki şeflerine, amirlerine; „namaz kılacağım, müsaade eder misiniz?„ demesi, Müslüman için aşağılanma sebebi olabilir, böyle bir istek Müslümanın onurunun zedelenmesine sebep olabilir. Müslüman Allah’ın huzurunda kıyama durmadan önce makam ve servet sahiplerinin huzurunda kıyama durmamalıdır. Yüce yaratıcı; kulunun, kulları tarafından aşağılandığı bu halleriyle kendisine ibadet yapmasını sanırım istemez. Allah kulunun bu haliyle, kendisine ibadet yapmasından memnuniyet duyacak değildir.

Çağımızda; teknik gelişmelerin getirdiği zorunluluklar (vardiya usulü çalışmak, yer altında maden işinde çalışmak, makineye bağımlı olarak çalışmak,  zaman bakımından koltuğa bağımlı olarak çalışmak, öğrenciler için okul v.s.), toplumsal ilişkilerin çok süratli ve yoğun olması, büyük şehirlerde ulaşım zorluğu, namazların ‘cem’ edilerek kılınmasını, sanki zorunlu kılmaktadır.

Çağımız Müslümanları; çalıştığı zaman diliminde, kendisine verilen istirahat saatleri içerisinde “kimseden izin almadan” namazlarını ‘cem’ ederek kılabilir. Veya evinden daha çıkmadan söz konusu olan namazlardan birinin vakti girmişse, ‘cem’ ederek namazlarını kılar ve işine gönül rahatlığıyla gidebilir. Böyle bir uygulamayla Müslüman, Müslümanlık onurunu büyük ölçüde kurtarmış olacaktır.

Öte yandan; sık sık yapılan seferler,  kalabalık salonlarda yapılan konferanslar, şölenler/ uzun mesafelerden gelerek sınırlı zamanlar içerisinde yapılan toplantılar da, ‘cem’i zorunlu kılan sebeplerdendir. Katılımcılar ve bilhassa bayanlar için; böyle durumlarda namaz kılacak yer bulmak, abdest almak, sanki bir tür işkencedir. Çamuru, yağmuru, soğuğu ‘cem’ sebebi sayanlar izdihamı, kalabalığı, dışlanmayı, aşağılanmayı niçin ‘cem’ sebebi olarak saymazlar akıl almaz bir durumdur. Kalabalık toplantılardan sonra salon sahipleri ve orada çalışanlar Müslümanlara olmadık lafları söylemektedirler. Müslümanlar abdest alırken ayaklarını yıkayacağız diye tuvaletleri leş gibi bırakmaktadırlar. Temizliği emreden bir İslâm var ve uygulamalarıyla İslâm’a önyargıyla bakılmasına sebep olan bir de Müslüman...

Öyleyse ne yapalım:

1. İsteyen, arzu eden, ruhsat olarak namazlarını ‘cem’ ederek kılabilir, isteyen de kılmayabilir. Ama ‘cem’ uygulamasını yapanın yanlış yaptığını telâffuz etmek yanlış olur.
           
2. Peygamberimize kulak verelim: „Resülullah hiçbir zaruret yokken öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı ‘cem’ ederek kıldı.„ İb. Abbas tarafından Muâz ibn. Cebel’e niçin böyle yapıldığı sorulduğunda, Muaz İbn. Cebel: „Ümmetini meşakkate sokmak istemedi“(S.Müslim) demiştir. 
           
3. Aynı konudaki diğer Peygamber  buyruklarına da bakalım:  
·       Nese’î,  Mevâkit 47. c. 1 s. 358-359. 
·       Zad’ül Meâd, 477-481. 
·       Sahih’i Müslim/ c. 4 s. 2028-2032.
·       Sahih’i Buharî  d. i. b. yay. s. 486-491. 
·       İbn. Arabî, Fütühat 1/ 471-473.
·       İslâm. Fıkh. Ans. Vehbe. Zuhaylî, c. 2 s. 440

İslâm kolaylıklar tavsiye eder, zorluk tavsiye etmez. Önemli olan, Müslümanın günlük yaşamında Rabb’iyle bağlantı içerisinde olmasını sağlamaktır. Bu açıdan bakıldığında ‘cem’ ederek namaz kılabileceklerini ve ayakkabı üzerine veya çorap üzerine mesh yapabileceklerini Müslümanlara anlatmak elzemdir. Dini cemaatler, mensuplarının dini yaşamlarını kolaylaştırmak için organize olmalıdırlar. Mensuplarının sadece maddi ve manevi gücünden nemalanmak için değil.

Özellikle şu kimseler namazları ‘cem’ ederek kılmaları elzemdir

Bir Müslümanın, işyerinde namaz kılması, siciline işlenecekse veya başka mahzurları olacaksa- bu durumu müslüman birey kendisi tayin edecektir- namazlarını ‘cem’ etmesi caizdir. Birkaç örnek daha verelim:
1.    Sağlık personelinin, namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
2.    Doktorların namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
3.    Öğrencilerin namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
4.    Hasta veya yaşlılar namazı ‘cem’ edebilirler.
5.    Herhangi bir yerde abdest ve teyemmüm için zorluk varsa yer sıkıntısı varsa veya namaz kılmak için yer bulma sıkıntısı varsa, namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
6.    Güvenlik görevlisinin namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
7.    Dağda, gurbette, karda- kışta namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
8.    Hava limanlarında, toplantılarda namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
9.    Şehirlerarası yolculuklarda, Ülkeler arası yolculuklarda namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
10.  Trafik problemi olan yerlerde, şehir içinde özel arabasıyla giderken trafik sıkışıp namaz kılınamayacaksa ‘cem’ etmek caiz olur.
11.  Namaz kılarken birilerinin zarar verme ihtimali varsa, namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
12.  Sabah erkenden işe gidecek olan müslümanın akşam ile yatsıyı ‘cem’ ederek kılması caiz olur. Günün diğer saatleri için de aynı durum geçerlidir.

Farzın terki haramdır

Farzın terki haram, haramın terki farzdır. Dolayısıyla namazları kazaya bırakmak haram olduğu için, ‘cem’ yapılarak namaz ibadetinin sürekliliği sağlanmalıdır.
Hiç kimsenin, Allah ve Resul’ünün tanımış olduğu kolaylıklara karşı çıkma hakkı yoktur. Özellikle de içinde bulunduğumuz bu asırda kolaylıkların ne kadar elzem olduğu daha belirgin olarak önümüze çıkmaktadır. Çünkü biliyoruz ki, birçok Müslüman ve dindar insan sırf bu zorlamalar yüzünden Allah'ın buyruklarını yerine getiremiyor veya ihmal etmek zorunda kalıyor. Birçok insan iş/memur ve benzeri görevlerde bulunduklarından dolayı namaz kılma imkânına sahip olamıyor; bundan dolayı da namazı kökten terk ediyor. Oysa bizler, Allah ve Resul’ünün tanımış olduğu kolaylıkları Müslümanlardan  esirgemeseydik, belki de bugün namaz kılanların oranı daha fazla olacaktı.

Abdestte kolaylıklar

Namaz kılmak isteyen Müslüman çoğu kez abdest alma konusunda sıkıntıya düşebilir. Bu sıkıntıya bağlı olarak namazın terkini bile düşünebilir. Oysa Yüce Yaratıcı ibadet etmek isteyen Müslümanın kolaylıklarla devamlı önünü açmıştır. Bu açıdan, ruhsatlar/kolaylıklar İslâm’ın vazgeçilemeyecek emirleridir. Emirleridir diyorum; çünkü ruhsat da bir emirdir. Ruhsatı terk edenlere niçin terk ettiğinin hesabı sorulacaktır. Abdestin nasıl alınacağını Yüce Yaratıcı şöyle açıklar: “Siz ey inananlar! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı meshedin.”(Maide /6)

Bu ayete göre Allah’ın buyruğu ayakların meshedilmesidir, yıkanması değildir. Ayakların yıkanmasına delil olacak başka bir hüküm de Kur’an’da yoktur. Belki o günkü Arap’ın ayağını yıkaması mescitlerin toz toprak içinde kalmaması açısından tavsiye edilmiş olabilir. Fiili durum yıkamayı zorunlu kılmış olabilir, bu mümkündür. Ancak her zaman bu kuralın geçerli olduğunu söylemek ayeti anlamamak demektir.

Mesh

Çıplak ayak, çorap,  sargı,  mest(bilhassa kışın ihtiyarların giydikleri ince deriden yapılmış bir ayakkabıdır) ve benzeri şeylerin üzerine, ellerin ıslatılarak veya toprağa dokundurularak sürülmesiyle olur. İki örnek verelim:

Fahrettin-i Razi konuyu şöyle açıklar:

“Ayette geçen "Ercülikum" kelimesini; Kıraat imamlarından İbn-i Kesir, Hamza, Ebu Amr ve Ebu Bekr’in rivayetine göre- Asım, lafzı esreyle, yani "Ercülikum" okumuşlar.
Nafi', İbn-i Amr ve- Hafs’ın rivayetine göre- Asım üstün (nasb) ile, yani "Ercülekum" okumuşlardır.
Ercül kelimesi esreyle, yani "Ercülikum" okunursa, o zaman Ruus'a atfedilir. Yani başın mesh edilmesinin farz olduğu gibi ayakların da mesh edilmesi farz olur.
Eğer bir kimse: "Ercül kelimesinin esreli oluşu Ruus kelimesine matuf olduğundan değil, "cerr-i civar"dan dolayıdır diyorsa,  cevabında deriz ki: " Bu doğru değildir: "Cerr-i civar" gerekçesiyle kelimeyi esreli okumak dilbilgisi açısından kural dışı bir uygulamadır ve ancak şiirlerde zaruret dolayısıyla bu tür garip yollara başvurulabilir. Kur'an-ı Mecid'i böyle kural dışı garip tabirlerden tenzih etmek gerekir.“

Süleyman Ateş de tefsirinde şöyle der:

Yüce Allah, abdestte vücudun iki temel uzvunun yıkanmasını emretmiştir ki, bunlar yüz ve kollardır. İki uç uzvun da methedilmesini emretmiştir ki bunlar da baş ve ayaklardır. Âyette; “yıkayınız” fiilinden sonra iki tümleç getirmiştir. Bunlar, yüz ve ellerdir. Demek ki yüz ve eller (dirseklerle birlikte) yıkanacaktır. “meshediniz” fiilinden sonra da iki tümleç getirmiştir. Bunlar da baş ile ayaklardır. Demek ki bunlar da mesh edilecek uzuvlardır. Ayette bu manayı son derece güçlendiren ince bir nokta vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de her kelime birbiriyle son derece uyumlu ve mütenâsiptir. Şimdi “yıkayınız” fiilinden sonra gelen iki tümleçten ilki nasıl bir tek uzvu, ikincisi ise iki uzvu (yani iki eli-kolu) gösteriyorsa, “meshediniz..” fiilinden sonra gelen iki tümleçten de birincisi bir tek uzvu (yani başı), ikincisi ise iki uzvu (yani ayakları) göstermektedir. Eğer, “ercül” (ayaklarınız) tümleci “vücûh” (yüzleriniz)’a atfedilmiş (bağlanmış) olsa, bu ahenk ve tenâsüp (uygunluk) bozulur ki bu, Kur’ân’ın bilinen mucizevî ahenk ve üslubuna aykırı olur… Yani abdestte yıkanması gereken uzuvların teyemmümde mesh edilmesi emredilmiş fakat abdestte mesh edilecek uzuvlar, meshten düşürülmüştür. Bu da ayakların, yıkama uzvu değil, mesh organı olduğunu kanıtlar.” (Süleyman Ateş Tefsiri, 5/6 açıklaması.)

Yusuf el-Kardavî de şöyle der:

Kalabalık toplantı salonlarında,  yolculuklarda, acele işimizin olduğu zamanlarda, soğukta, yağmurda; çıplak ayak, ayakkabı, bot, çorap ve benzeri şeyler üzerine   meshetmek ruhsattır/ kolaylıktır. Kur‘an’ın açık beyanı (Maide 6) ve peygamber uygulaması böyledir (Çağdaş meselelere fetvalar, Y. el- Kardavi, c. 1, s. 285,  Tahir y.  Ist. 1994) .

V.Zuhayli’den

Kadınlar başörtülerinin üzerine de mesh edebilirler. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, V. Zuhayli, c. 1, s. 243, Risale yay.İst.1992.)

Yarım saatte sunumu tamamladım. Osman Yumakoığulları ve Ali Yüksel sunumdan sonra bana teşekkür ettiler. Beni onore ettiler demek daha doğru olacaktır. Bu sunumdan sonra önemli gelişmeler oldu. Ali Yüksel öncülük yaptı ve Genel Merkez’de uygulama hemen başladı. Bölgelere de bölge başkanları ve kadın kolları temsilcileri tarafından bu seminer ulaştırılmış olmalı. Bugün gelinen noktadan baktığımda o gün temeli atılan çalışmalarla küçümsenemeyecek kadar yol alındığını görüyor ve mutlu oluyorum. Vesile olanlara da teşekkür ediyorum. İnsanların ihtiyacı olan konularda onların elinden tutmaktan, onlara rehber olmaktan daha mutluluk verici ne olabilir.

Can sıkıcı bir durum

Hiç unutmadığım bir olay var. Avusturya’da cemiyet yönetim kurulu üyelerinin bir toplantısına Yavuz Çelik Karahan (Osman Yobaş) ile birlikte katılmıştık. Toplantı biraz uzayınca akşam namazı için toplantıyı terekedenler olmaya başladı. Yavuz; “bir yarım sat sonra toplantıyı bitireceğiz, sabırlı olun, bizler de namaz kılacağız. Üstelik akşam namazı ile yatsı namazını ‘cem’-i te’hir ile de kılabiliriz.” deyince ismini hatırlamayacağım bir iki hoca itirazda bulundular ve akşam namazını kılmak için salonu terk ettiler. Onları takip edenler de oldu. Hoş olmayan bir manzara. Bir günlük teşkilat çalışmasının sonunda gelinen nokta işte burası. Can sıkıcı bir durum, ne tadımız kaldı ne de tuzumuz. Oradan Viyana’ya geçecektik ve bazı çalışmalar yaparak geriye dönecektik. Vazgeçtik o çalışmalardan ve oradan Genel Merkez’e döndük. Olanlar, bizden önce Genel Merkez’e çoktan gelmiş. Olayın faili benmişim, konu ile ilgili açıklamayı güya ben yapmışım.

İcra kurulu toplantısında benden açıklama yapmam istendi. ‘Orada açıklamayı ben yapmadım Yavuz yaptı’ dememe rağmen Yavuz ağzını açıp tek kelime söylemedi, eğdi başını önüne öylece kaldı. O olay da benim üzerime kalıverdi. Benim asıl zoruma giden konunun anlatılması değil, ben zaten onun mücadelesini veriyorum, birlikte yola çıktığınız arkadaşım tarafından hançerlenmemdir.
Yavuz’un bunun gibi birkaç olayı daha vardır. Birisi, Duisburg’da gençlerin hazırladığı bir gece vardı,  konuşmacı olarak beni davet etmişlerdi. Tam yola çıkacağım, Yavuz bana o gençlerin programlarına katılmamam gerektiğini söyledi: Çünkü onlar teşkilat kurallarına uymamışlar, söyleneni yapmamışlardı. Bu durumda o programa gitmek onlara prim vermek olurdu, daha birçok şey anlattı, ben de o programa gitmedim. Gençler bana gönül koydular ve bir daha programlarına beni davet etmediler. Haklıydılar, ben o toplantıya gitmemekle büyük bir hata etmiştim. Gençler bir program yapıyor, hatip olarak davet ediliyorum ve onları yalnız bırakarak halka karşı mahcup olmalarına vesile oluyorum… Affedilir gibi değil…

Aslında Yavuzla birlikte Genel Merkez’de verimli çalışmalar yaptık. Teşkilatlanma ve Eğitim başkanlığı koordineli olarak çalışıyordu. Bölgelerdeki teşkilat çalışmalarını birlikte yapıyorduk. Çoğu zaman arabada uyuyorduk. Genel Merkez’in yeniden yapılanması için gençlik evine çekildik ve orada günlerce çalıştık. Ortaya bir proje koyduk. Bir kısmı uygulama alanı bulamadı ama en azından bazı birimler aktif hale getirildi. Yavuzla birlikte Avustralya’ya gittik. Yolda Malezya’ya uğradık. Orada Ahmet Davutoğlu’nun kahvesini de içtik. Bizim yaptığımız bu çalışmalar bazılarının gözüne batmış olmalı ki, belirli bir süre sonra sıkıntılar doğmaya başladı. Avustralya dönüşü İsviçre bölgesine gittik yavuz ile. Yanımızda Mehmet Toprak da vardı. Dönüşümüzde Mehmet Toprak Yavuz’a Rüştü Hoca ile birlikte çalışmak zorunda mısın? Onun anlattıklarını bizler de anlatırız diye Yavuz’a telkinde bulunuyordu. Benim uyuduğumu sanıyorlardı. Müslümanların birbirlerinin ayağına basmaları başlarına gelenlere sebep olan davranışlardır. Müslümana, Müslüman’dan başka kim zarar verebilir.

Hani demiş ya Muhammed İkbal: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” diye. Durduk yerde dememiştir herhalde bu sözü o büyük düşünür. Kim bilir neler çekti Müslümanların elinden ve dilinden ve sonunda patladı…“Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa.”

Devam edecek