27 Haziran 2019 Perşembe

KUR’AN VE SÜNNET IŞIĞINDA SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK

“Sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma. Çünkü, şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 28/77) (Çeviri: Muhammed Esed)
“Bakın, Biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık.” (Kamer 54/49) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Hiçbir şey yoktur ki onu meydana getiren hazinelerin anahtarları elimizde olmasın. Biz onu ancak belirli bir ölçüde indiririz." (Hicr 15/21) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
“Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.” (Rahman 55/5) (Çeviri: Diyanet Vakfı)
“Ve O, gökleri yükseltti ve her şey için bir ölçü koydu ki siz, ey insanlar, asla doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmayasınız. Öyleyse yaptıklarınızı adaletle tartın ve ölçüyü eksik tutmayın.!” (Rahman 55/7-9) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen aşırı gidenlerin emrine uymayın." (Şuara 26/151-152) (Çeviri: Diyanet Vakfı)
"Hatırlayın nasıl olmuştu hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzurunun kuşatmasını sağlamış ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, şeytanın kirli vesveselerinden kurtarsın; kalplerinizi güçlendirip adımlarınızı sağlamlaştırsın." (Enfâl 8/11) (Çeviri: Muhammed Esed)

Rüştü KAM
Sürdürülebilirlik, mevcut kaynakların etkin bir biçimde kullanılması demektir. Bunu yaparken de bir taraftan doğal kaynakların korunmasını sağlar, diğer taraftan bu kaynakların gelecek nesillere aktarılmasını hedefler. Sürdürülebilirlik, çevrenin ve gelecek nesillerin ihmal edilmemesine dikkat çekerek bir farkındalık yaratır. İnsanoğlunun nefes almak için temiz bir havaya, içmek için temiz bir suya, beslenmek için sağlıklı gıda maddelerine, soğuktan korunmak için ısınmaya, günlük işlerini yerine getirebilmek için aydınlanmaya ve enerjiye, ulaşımını sağlamak için taşıtlara ihtiyacı vardır. Peki, bu ihtiyaçların karşılanmasını ve korunmasını nasıl sağlayacağız? İşte bu noktada sürdürülebilirlik kavramı devreye girmektedir.
Bu buroşürde çevresel sürdürülebilirliliğe İslâm’ın nasıl baktığını Kur’an ve sünnet ışığında açıklamaya çalışacağız.

Çevre problemlerinin köklü bir şekilde çözümlenebilmesi için "çevresel ahlâk" diye bir kavramın göz önünde bulundurulması gerekiyor. İslâm’da çevre ahlâkı, tüm hayatı kapsar ve insanın yaratıcısı ile ilişkilerini temellendirir. Başka bir deyişle, İslâm çevre ahlâkı, insanın hem yaratıcısına hem sosyal çevresindeki bireylere hem de kendi benliğine karşı haklarını, bir inanç ve anlayış temelinde ortaya koyan bir kurallar bütünüdür. Dolayısıyla İslâm, çevre sorunlarını, toplumsal ve uluslararası problemleri göz önünde tutarak, inanç ve zihniyet bağlamında ele alır. Çünkü çevre kirliliği ancak, "çevresel ahlâk" şeklinde benimsenirse çözümlenebilir. İslâm, insanlığı olumsuz yönde etkileyen çevresel problemlerin önlenmesinde, Kur’an ve sünnetle mutlak tezini ortaya koyarak, ahlâki yapımızı şekillendirir. Ahlâken kötü olan davranış ve fiiller çevre ve kâinatın düzeni için de kötüdürler. İslâmiyet her safhada güzel ahlâkı emretmekle sağlam temellere dayalı bir ahlâkî çevre oluşturmuştur. Ahlâkî çevreyi oluşturanlar insanlardır. İyi ve güzel ahlâklı insanların yaşadığı bir mânevî çevreye elbette ki iyilik ve güzellik hâkimdir. Böyle bir çevrede zulüm, haset, kıskançlık, riya ve rüşvet yoktur. Burada hayâ, adalet, şefkat, yardımlaşma ve kardeşlik vardır.
İslâm, medeniyetlerin kurulmasında ve çevrenin korunmasında her zaman duyarlı olmuştur. İslâm tarihi boyunca, Müslümanlar hangi güzel işin altına imza atmışsa, bunda İslâmın etkisi büyüktür. Çünkü Müslümanın nihâi hedefi yaptıklarıyla Allah’ın rızasını kazanmaktır.
Kendi yaşadığımız ve miras olarak gelecek nesillere bırakacağımız dünyayı korumak için çevresel temizliğe önem verilmeli, daha az çöp üretilmeli ve bilinçli birer tüketici olunmalıdır. Atıkların geri dönüşümü ve tekrar kullanımı sağlanmalı ve denetlenmelidir. Aksi durumda küresel ısınma ve iklim değişiklikleri gezegenimizi yaşanmaz hâle getirir. Tarihte nice bozguncu, isyankâr ve hudut tanımaz kavimlerin dünyevi afetlerle helak olup yerle yeksan olduklarını Kur’an’daki kıssalardan öğreniyoruz. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen sanayileşmeyle birlikte, insanın ve ekosistemdeki diğer canlıların yaşadığı olumsuzluklar malumdur. Söz konusu olumsuzlukların giderilmemesi halinde üzerinde yaşıdığımız gezegen; “Gayri ben bu kadar gam ve kederi çekemem.” der ve sirenlerini çalmaya başlar.

İslâm çevre problemlerine ciddi ve kalıcı çözümler üreterek mensuplarını çaresiz bırakmaz. Bu doğrultuda Kur'an, insanı mutedil ve makul bir yaşam biçimine davet edici tavsiyelerde bulunur. Başta israf ve fesat olmak üzere, tüm aşırılıkları yasaklayarak ekosistemin korunmasını sağlayacak temel ilkeleri ortaya koyar.
İsraf ve fesat haramdır/yasaktır
Bugün, bütün çevre kirliliğinin ve tabiî dengenin bozulmasının ana sebeplerinden birisi hiç şüphesiz israftır. İsraf, bugünkü ev ekonomisinde var, üretim ve tüketimde var, sanayi ve teknolojide var. Âdeta insanlık israf için yarışıyor gibi. Fantezi ihtiyaçlar meydana getiriliyor ve tabiî kaynaklar tüketiliyor. Neticede tabiî denge bozuluyor, hava ve su kirletiliyor. İşte bu olumsuzları sebebi israftır. Sağlıklı bir çevre için, her türlü israftan kaçınmak gerekir. İnsanlığın, ihtiyaçlarıyla orantılı bir üretim ve tüketim içinde olması gerekir. Onun için Kur’an’da israfla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

"Ey Ademoğulları! Allah’a kulluk olsun diye yapıp ettiğiniz her işte kendinize çekidüzen verin; serbestçe yiyin için, fakat saçıp savurmayın, çünkü kuşku yok ki, O savurganları sevmez. (Araf 7/31) (Çeviri: Muhammed Esed)

"Sakın saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri olurlar. Ve şeytan, kendi Rabbine nankörlük etmiştir." (İsrâ 17/27) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
Görüldüğü gibi israfı yasaklayan, her şeyde ölçülü olmayı emreden, ihtiyaç fazlasını infak ettirerek bencilliği ortadan kaldıran, insanı maddî çıkarların kölesi değil kâinatın efendisi ve en şereflisi sayan, hayvanlara, bitkilere ve bütün kâinat düzenine saygıyı öğreten İslâmî öğreti, bugünkü çöküntüye karşı en güçlü alternatifi oluşturmaktadır.
Ayet, meşru olan her türlü yeme ve içmeyi serbest kılmakla birlikte, yeme ve içme fiiline bir limit getiriyor: İsraf denilen tüm aşırılıklar haramdır/yasaktır. İşte Kur'an israfı yasaklamakla, eko-sistemin temel unsurlarını oluşturan hava, kara ve denizde, sadece biyotik değil, abiyotik çevreyi de tam bir koruma altına almıştır.

"Ve onlar ki, başkaları için harcadıkları zaman, ne saçıp savururlar, ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında her zaman bir orta yol bulunduğunu bilirler." (Furkan 25/67) (Çeviri: Muhammed Esed)
Kur'an’ın bu mesajı ışığında denebilir ki, Allah'ın sunduğu bunca nimetlerden sağlıklı biçimde yararlanabilmek için, ekosistemin tezahürü olan ilahî dengenin gözetilmesi adına, her tür harcamada ifrat ve tefritten kaçınıp, orta bir yol tutmak gerekecektir.
Savurganlığın ve israfın kısmen önlenmesi demek, kirliliğin yanında ekolojik sorunların da azalması demektir. Hoyratça tüketilen gıda maddelerinden tutun da ‘bir defa kullan ve sonra at’ anlayışı ile oluşan yığın yığın atıklar, israfın en açık örneğini teşkil etmektedir. Kur'an, sosyal bünyede ağır tahribatlar meydana getiren müsrifleri “şeytanın kardeşleri” diye nitelendirir. (İsrâ 17/27)
Her zerresi Allah’ı tespih ve takdis eden varlıkları koruma ve kollama görevimiz vardır. Anasır-ı Erbaa (dört temel unsur) olarak sayılan su, hava, toprak ve ateş dünya gezegeninin vazgeçilmez ana maddeleridir. Temel unsurların ahenkli bir şekilde oranlarının korunması elzemdir. Suyun, havanın, toprağın ve enerjinin kalitesi, insan hayatının kalitesi demektir. Tüketim azaltılırsa katı, sıvı ve gaz atıklar da azalacaktır. Çevre kirliliğine sebep olan etkenler azaldıkça, sınırlı olan doğal kaynaklarımız daha az zarar görür ve sürdürülebilirliği kolaylaşır.

Müslüman birey gönüllü çevre koruyucusudur
İslâm dini sadece çevre korunmasını teşvik etmekle yetinmez, aynı zamanda Müslüman bireylerin çevrenin koruyucusu, kollayıcısı ve takipçisi olmalarını ister. Marufu (iyiliği) emretmekle ve münkeri (kötülüğü) yasaklamakla görevli olan Müslümanlar haddizatında etkili birer çevre korumacısıdırlar.
Kutsal kitabımız Kur'an, kirlenmenin maddi cihetini ele alırken, insanın manevi ve ruhi kısmına ait olan kirlenmelere de bigâne değildir. Allah fıtrata müdahale edilmesine, tabii dengenin bozulmasına ve fesat ortamlarının yeşermesine müsaade etmez. “Bugün, hayatın bütün güzel şeyleri size helâl kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine vahiy verilenlerin yiyecekleri de size helâldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir ...” (Maide 5/5) (Çeviri: Muhammed Esed)

Yüce Allah, kusursuz ve eksiksiz bir şekilde yarattığı kâinâtı, en güzel sûrette var ettiği insanın hizmetine sunmuştur. Öte yandan bu nimetleri bir ölçüye göre verdiğini, onların sonsuz olmadıklarını söyleyerek, Kendisinin öngördüğü şekilde dengeli olarak kullanılmaları gerektiğini bildirmiştir.
İnsanoğlu yeryüzüne getirildiği günden beri, ekolojik denge yara almaya başlamıştır. Çünkü Kur’an’da belirtildiği gibi insanoğlu kendisine sunulan nimetleri takdir etmez, nankördür. “Allah, Kendisinden istediğiniz her şeyden size bir parça verdi. Allah’ın nimetini saymaya kalksanız sayıp bitiremezsiniz. Doğrusu şu ki insan gerçekten çok zalim ve çok nankördür.” (İbrahim 14/34) Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) Bu nankörlük gitgide ivme kazanmış, nihayet günümüz teknoloji dünyasında ekosistem ciddi kıyım ve yıkımlara maruz kalmıştır. Bencil çıkarları ön planda tutan materyalist zihniyet, insanların problemlerine, dertlerine çareler bulmaktan çok bunlardan yararlanmayı tercih eder haldedir. Mesela, kazanç gayesiyle birçok zararlı alışkanlıklar teşvik edilmekte ve bu nankörlüğe çoğu kez devletler de katılmaktadır. Başka bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın buyruklarını umursamaz hale gelen şu insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı: Bu şekilde Allah, belki doğru yola geri dönerler diye yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını onlara tattıracaktır." (Rum 30/41) (Çeviri: Muhammed Esed)

Bu ayette nankörlüğün neticesinde sözü edilen bozulmayı Zemahşeri; kıtlık, yağmurun kesilmesi, tarım mahsullerinde rekolte düşüklüğü, ticaret kazancında azalma, insanlarda ve hayvanlarda toplu ölümlerin yaşanması, yangın ve su baskınlarının artması, (kara ve deniz canlılarının iyice azalması sonucu) avcıların ve dalgıçların avdan eli boş dönmeleri, her şeyden bereketin kalkması, zararların çoğalması olarak yorumlamıştır. (Bk. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224. Vurgu ve ilaveler bize aittir. B k. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224.) Elmalılı bu bozulmayı: "Fıtrî nizam bozuldu; gerek doğal gerek toplumsal düzende uygunsuzluk meydan aldı." şeklinde yorumlayarak (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3833.) yine günümüzdeki insan-çevre ilişkisinin olumsuz boyutunu çok güzel ifade etmiştir. Aynı ayet Tantavi; “Karada ve denizde düzenin bozulması bir başka açıdan değerlendirilmekte olup, buna göre teknolojinin kötüye kullanılmasının olumsuz sonuçlarından biri olarak ordular, savaş uçakları, savaş gemileri, torpidolar, denizaltılar vb. vasıtasıyla hasıl olan mikropların çevreye saçılması ve bunların hastalık, kuraklık ve kıtlığa yol açması, insanlığa reva görülen savaşlar, yağmalamalar, zulmün artması ve yasakların çiğnenmesi söz konusu olmaktadır ki, tüm bu olumsuzlukların müsebbibi ve sorumlusu yine insandır.” şeklinde yorumlamıştır. (Tantavi, Cevheri, el-Cevfihir, Mısır 1931, XV, 77; Meniği, Tefsiru'l-Merfiği, XXI, 55.)

Nankör insan tarafından çevre kirlenmesiyle sürdürülebilirlik sonlanırken, paralelinde ruhî kirlenmeyle insanlık dejenere edilmektedir. Ruhî kirlenmeyle, aileler dağılmakta, uyuşturucu alışkanlığı yaygınlaşmakta, müstehcen yayınlar çoğalmakta ve haksızlıklar katlanarak artmaktadır.
İnsanlığın ve çevrenin korunması yolunda atılacak ilk adım, insanın ihtiraslarından arındırılarak temizlenmesidir.

Kur’an'da ekoloji
Kur’an, insana kâinatın nasıl yaratıldığı, niçin yaratıldığı, ondaki çeşitli varlıkların yapısı hakkında çok çeşitli genel bilgiler verdiği gibi, insanın onunla nasıl bir münasebet içerisinde olması gerektiği hakkında da bilgi vermektedir. Kur'an’ın kâinatla ilgili olarak ısrarla üzerinde durduğu konulardan birisi de, ekolojik denge meselesidir. Kur’an, yaratılmış her şeyin bir ölçü, düzen, adalet ve denge içinde yaratıldığını insana sık sık hatırlatmaktadır:
“Bakın, Biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık.” (Kamer 54/49) (Çeviri: Muhammed Esed) "Hiçbir şey yoktur ki onu meydana getiren hazinelerin anahtarları elimizde olmasın. Biz onu ancak belirli bir ölçüde indiririz." (Hicr 15/21) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
“Ve O, gökleri yükseltti ve her şey için bir ölçü koydu ki siz, ey insanlar, asla doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmayasınız! Öyleyse yaptıklarınızı adaletle tartın ve ölçüyü eksik tutmayın!” (Rahman 55/7-9) (Çeviri: Muhammed Esed)
"İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dâir sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah'ı da şahit gösterir. Hâlbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez." (Bakara 2/204-205). (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
Âyette de açıkça belirtildiği gibi, fesatçı olan kimseler, sadece insan ve toplumlara zarar vermek ve kötülük etmekle kalmazlar, aynı zamanda tabiî çevreye de zarar verirler. İşte bunun için, Allah insanların fesatçı olmalarını yasaklıyor. Onların çevreye karşı olumsuz tesir edebileceklerine dikkatimizi çekiyor.

Kur’an, ekolojik dengeyi korumayı ibadetlerin ön şartı olarak koymuştur. Hac ibadeti ekolojik dengeyi korumaya en fazla önem veren ibadetlerden biridir. Çünkü hac ve umre için Mekke’ye çok sayıda insan gelmekte ve bu durum oradaki doğal hayatı tehdit etmekteydi. Bugün bu sayı milyonları aşmaktadır. Hac veya umre için ihrama giren kimselerin, Harem dâhilinde hayvan öldürmesi, ağaçları kesmesi, otları koparması yasaktır. Bu yasak fiillerin İslâm hukukundaki adı cinayettir. Bu cinayetleri işleyen insanlar, mutlaka günahlarının affı için Rablerine yalvarıp yakarmak zorundadırlar. Tevbe, bu günahın affedilmesi için asıl şart iken, bundan başka bir de insanın sadaka vermesi dinî bir hükme bağlanmıştır. “Ey iman sahipleri! İhramda olduğunuz zaman av öldürmeyin. Sizden kim kasten onu öldürürse cezası şudur: Öldürdüğü hayvana denk deve-sığır, davar cinsinden, Kâbe'ye varacak kurbanlık bir hediye ki, içinizden adalet sahibi iki kişi belirleyecektir. Yahut yoksullara yedirme şeklinde bir keffâret, yahut buna denk oruç. Taki yaptığının vebalini tatsın. Allah, geçmişi affetmiştir. Kim bir daha yaparsa, Allah ondan öc alacaktır. Allah çok güçlüdür, öc alıcıdır.” (Maide 5/95) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)

Sünnette ekoloji
Sünnet; Peygamber Efendimizin fiilî olarak yaptıkları, sözlü olarak anlattıkları ve takrirlerinin hepsidir. "Sünnette ekoloji" derken, Allah Resûlünün, insanın yakın ve uzak çevresiyle, bu çevrenin temiz ve sağlıklı tutulması ve korunmasıyla ilgili fiilen yaptığı ve sözle ifade ettiği şeyler kastedilmektedir. Peygamber Efendimizin kendi devrinde çevreciliği bir ahlâk ve âdet hâline getirdiğini ve bunun için de çevreyle ilgili bizzat faaliyetlerde bulunduğunu görüyoruz. “Allah Mekke’yi haram bölge ilan etmiş ve dokunulmaz kılmıştır. Benden önce kimseye helâl kılınmamış ve benden sonra kimseye de helâl kılınacak değildir. Bundan sonra artık buranın otları biçilmez, ağaçları koparılmaz, av hayvanları ürkütülmez.” (Buhârî, Cenaiz, 77, II, 95.)
Peygamberimiz, Medine yakınlarında boş bir araziyi ormanlaştırmış ve: "Kim buradan bir ağaç kesecek olursa, onun karşılığı bir ağaç diksin." diye emretmişlerdir. (el-Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Beyrut 1958, I,17)
Sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, belli ölçüde yeşillik olsa da, tam dengenin olmadığı Medine'ye hicret eder etmez, "Allah'ım! Hz. İbrahim, Mekke'yi haram bölge ilan etmişti. Ben de Medine'yi haram bölge ilân ediyorum." buyurmuştur. Haram bölgenin bugünkü karşılığı "sit alanı" veya "millî park"tır. Zîrâ Allah Resulü bunu izah ve şerh eden beyanlarında "Otları koparılmaz, ağaçları kesilmez, hayvanları öldürülmez." (Müslim, Hac 458) buyurmuşlardır.
Peygamberimizin önerdiği ve uyguladığı mesken tipi, tek katlı ve geniş odalardan oluşan ve odaları geniş bir avlu içinde veya etrafı bahçeli şekildedir. (Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, İstanbul, II,84 vd.)
Peygamberimiz “Kim bir ağaç dikerse, Allah Teala o kimseye ağaçtan hâsıl olacak ürün ve fayda miktarınca sevap verir.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, 5/415.) buyurmaktadır.
"Bir Müslüman ağaç diker de bunun meyvesinden insan, evcil veya vahşî hayvan veya kuş yiyecek olsa, yenen şey onun için bir sadaka hükmüne geçer." (Müslim, Müsâkât 7,8-9; Buharî, Edeb 7.) "Her kim boş, kuru ve çorak bir yeri sulamak, ağaçlandırmak ve ekim suretiyle ıslah ve ihyâ edecek olursa, bu amelinden dolayı Allah tarafından mükâfatlandırılır." (el-Münavî, Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurraûf, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, VI,39.)
"Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin." (Buhari, el-Edebü'l-Müfred, Kahire,1959, s.168.) buyurmuşlardır.
İbn Ömer: "Allah Resûlü, hayvanlara işkence yapanlara lânet etti." (Buhari, Zebâih 25.) demiştir. Peygamber Efendimiz fazla yükten dolayı kalkamayan bir deve görünce: "Allah bu dilsizler (hayvanlar) hakkında hayırlı olmanızı tavsiye etmektedir, onlara güçleri ölçüsünde yük vurun." (el-Askalânî, İbn Hacer, Metâlibü'l-Âliye, Kuveyt 1973, II,156.) buyurmuştur.
"Haksız olarak bir serçeyi öldürenden, Allah kıyamet gününde hesap soracaktır." (Dârimî, Sünen, Kahire 1966, II,84.) buyurmuşlardır.
Kuşların yuvalarının bozulmamasını, yumurta (Buhari, el-Edebü'l-Müfred, s.139.)
ve yavrularının alınmamasını (Ebû Dâvûd Edeb 176.) da emretmiştir.
Görüldüğü gibi bu hadisler ve benzerlerinden, Peygamberimizin hayvanlara eziyet edilmemesini, onların temizlik ve bakımlarının yapılmasını, yaratılışlarına uygun işlerde kullanılmalarını, kendilerine fazla yük yüklenmemesini emrettiğini ve av yasağı koyarak insanların eğlence için avlanmalarını yasakladığını açıkça görüyoruz.
Bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek için karantina uygulamasını başlatması, (Buhari, Tıb 30.) hasta hayvanların sağlam hayvanların arasına karıştırılmaması gerektiğini bildirmesi, halkın geçeceği yol üzerine veya gölgelenip istifade edeceği yerlere ve durgun sulara abdest bozmayı (tuvalet ihtiyacını görmeyi) kesin olarak yasaklaması, herkese evinin önünü temizlemesini emretmesi, (İbn-i Kayyim, Şemsü'd-din, et-Tıbbu'n-Nebevî, 216, Kahire 1957, s.216.) yollarda insanlara eziyet veren şeyleri kaldırmaya teşvik etmesi, (Müslim, Îman 58.) suların, toprağın, havanın korunmasına ehemmiyet vermesi Peygamber Efendimizin çevre konusuna verdiği önemi anlatır. Ayrıca ısrarla israftan menetmiş, hattâ nehir kenarında abdest alan kimsenin, ibadet için bile olsa suyu israf etmesini yasaklamıştır. (İbn Mâce, Beyrut 1975, II,147; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, I,197.)

Temizlik
İslâm, temizliğe büyük önem vermiş, onu bir kısım ibâdetlerin vazgeçilmez şartı, öncülü ve anahtarı yapmıştır. İslâm’da temizlik, insanın günahlardan, haramlardan uzak durması ve yaşadığı yeri, bedenini, elbisesini temiz tutması anlamına gelir. Peygamberimiz şöyle buyurur: "Namazın anahtarı tahâret, başlangıcı tekbir, tamamlayıcısı da selamdır." (İbn.Mace Taharet 3)
Temizlik bâzı ibâdetlerin ön şartıdır: ”Bugün, hayatın bütün temiz şeyleri size helâl kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine vahiy verilenlerin yiyecekleri de size helâldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir...” (Maide 5/5) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Hatırlayın nasıl olmuştu hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzurunun kuşatmasını sağlamış ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, şeytanın kirli vesveselerinden kurtarsın; kalplerinizi güçlendirip adımlarınızı sağlamlaştırsın." (Enfâl 8/11) (Çeviri: Muhammed Esed)
"Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak (ağız temizliği için kullanılan malzeme) kullanmayı emrederdim." (Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42);
"Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir." (Tirmizî, Et'ime, 29)

Elbise temizliği
“Temizle giysilerini.“ (Müddesir 74/4) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
“Ey ademoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. “ (Araf 7/31) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi müminlerin daima temiz ve bakımlı olmaları ve her konuda olduğu gibi en iyisini aramaları Allah'ın beğendiği bir tavırdır.

Yaşanan yerlerin temiz tutulması
Kendilerini ve giyimlerini temiz tutan Müslümanlar, aynı şekilde yaşadıkları ortamların düzenine de son derece titizlik göstermelidirler. Kur’an'da bu konuda verilen örneklerden birisi Hz. İbrahim ile ilgilidir. Allah Hz. İbrahim'e Kabe'yi, orada ibadet edecek olan müminler için temiz tutmasını emretmiştir: "Çünkü, İbrahim'e bu İbadet Evi'nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman ona demiştik ki: "Bana kimseyi ortak koşma. Ve Benim Mabedimi, onu tavaf edecek olanlar için, onun önünde Rablerini tazim ve tefekkür ederek dikilip duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapananlar için temiz tut."(Hac 22/26) (Çeviri: Muhammed Esed)
Ayetin ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Allah bu temizliğin öncelikle o mekânı kullanacak ve orada Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla ibadet edecek olan kimseler için yapılmasını bildirmiştir. Bu nedenle Hz. İbrahim'den sonra gelen tüm müminler de aynı onun uyguladığı gibi, yaşadıkları mekânları temiz, estetik ve göze en hoş gelecek şekilde muhafaza etmek zorundadırlar.

Yiyeceklerin Temiz Olması
Müminlerin, İslâm ahlâkının bir gereği olarak titizlik gösterdikleri bir başka konu da yiyeceklerin temiz olanlarını seçmeleridir. Bu, Allah'ın Kur’an'da müminler için bildirmiş olduğu bir emridir. Bu konuya dikkat çeken pek çok ayetten birkaçı şöyledir:
"Size rızık olarak verdiklerimizin en temizlerinden yiyin, dedik ... "(Bakara 2/57) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk)
"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır." (Bakara 2/168) (Çeviri: Diyanet Vakfı)

Mekan temizliği
Müslümanların bulundukları evleri ve işyerlerini temiz tutmaları emredilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyururlar: ”Allah güzeldir, güzeli sever. Temizdir, temizi se¬ver. İkramedicidir, ikram edilmesini sever. Cömerttir, cömertliği sever. Evlerinizi, işyerlerinizi ve çevrenizi temiz tutunuz.” (Et-Tıbbün Nebavi s.216)
Dinî ölçüler halk sağlığını tehdit eden lâğımla¬rı açıkta bırakmanın haramlığını da açıklamaktadır.
İnsanın kullandığı her türlü eşyası, evi, sokağı, bahçesi, işyeri, camisi, okulu, hastanesi, umuma ait yerleri tertemiz olmalıdır. Temiz tutmayanlar ikaz edilmelidir. Bilhassa hava, deniz ve toprak kirletilmemeli, kirletene de mani olunmalıdır. Kur’an’da “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (Bakara 2/195) (Çeviri: Yaşar Nuri Öztürk) ikazı çevreyi yaşanmaz hale sokanlar kadar buna mani olmayanlar için de geçerlidir. Dünyamızı kendi bencillikleri sebebiyle kirleterek yaşanmaz hale sokanlar, ilahi adalet günü hesap vereceklerdir.

SONUÇ
1. Kur’an her şeyin bir ölçü içerisinde yaratıldığını söyler ve bu ölçünün insanlar tarafından bozulmaması gerektiğini sık sık vurgular.
2. Kur’an israfı ve fesadı yasaklar, doğal kaynakların sorumsuzca tüketilmesi ve tahrip edilmesini israf ve fesad olarak değerlendirir.
3. Doğanın kirletilmemesini, canlıların öldürülmemesini, ekolojik dengenin bozulmamasını tembih eder.
4. Kişisel temizlikten işyeri, sokak ve çevre temizliğine varıncaya kadar her yerin ve her şeyin temiz tutulmasını emreder.
5. Kur’an her türlü temizliği ve canlılara zarar vermemeyi ibadet olarak görmüş ve bazı ibadetlere de ön şart olarak koymuştur.
6. Kur’an; güzel ahlâk kitabıdır, bireysel ve toplumsal ahlâkı geliştirmeyi hedefler, iyi insan yetiştirme projesidir. Çevre ahlâkı da Kur’an’ın güzel ahlâk sahibi, iyi insan projesinin içinde yer alır.
7. Peygamberimiz Kur’an’ın bu buyruklarını bizzat uygulayarak sahabesine örnek olmuştur.
Kaynakça
1. Bk. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224. Vurgu ve ilaveler bize aittir. B k. Zemahşeri, el-Keşşflf, III, 224.
2. Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3833.
3. Tantavi, Cevheri, el-Cevfihir, Mısır 1931, XV, 77; Meniği, Tefsiru'l-Merfiği, XXI, 55.
4. Buhârî, Cenaiz, 77, II, 95.
5. el-Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Beyrut 1958, I,17
6. Müslim, Hac 458
7. Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, İstanbul, II,84 vd.
8. Ahmet b. Hanbel, Müsned, 5/415.
9. Müslim, Müsâkât 7,8-9; Buharî, Edeb 7.
10. el-Münavî, Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurraûf, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, VI,39.
11. Buhari, el-Edebü'l-Müfred, Kahire,1959, s.168.
12. Buhari, Zebâih 25.
13. el-Askalânî, İbn Hacer, Metâlibü'l-Âliye, Kuveyt 1973, II,156.
14. Dârimî, Sünen, Kahire 1966, II,84.
15. Buhari, el-Edebü'l-Müfred, s.139.
16. Ebû Dâvûd Edeb 176.
17. Buhari, Tıb 30.
18. İbn-i Kayyim, Şemsü'd-din, et-Tıbbu'n-Nebevî, 216, Kahire 1957, s.216.
19. Müslim, Îman 58.
20. İbn Mâce, Beyrut 1975, II,147; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, I,197.
21. İbn.Mace Taharet 3
22. Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42
23. Tirmizî, Et'ime, 29
24. Et-Tıbbün Nebavi s.216

25 Haziran 2019 Salı

SON İFTAR SOFRALARINDAN MESAJLAR 2019

''Din ve inanç özgürlüğü bağlamında, Almanya’daki Müslüman kuruluşlar içinde en geniş temsile sahip DİTİB’le ilgili haksız itham ve iddiaların artık son bulmasını istiyor, bu süreçte karşılıklı olarak sarsılan güvenin yeniden inşası yönünde devam eden çabaları destekliyoruz.''
Türk Eğitim Derneği (TED) bu sene 4 Cuma iftar sofrası kurdu: Bu iftar sofralarına sofrayı anlamlı kılacak konuşmacılar da davet etti. Son iki sofranın misafir hatipleri; T.C Berlin Başkonsolosu Mustafa Çelik, T.C. Berlin Büyükelçiliği İletişim Müşaviri Refik Soğukoğlu, St. Christophorus Katolik Kilisesi Papazı Kalle Lenz ve Neukölln Yabancılar sorumlusu Jens Rokstadte, SPD Federal Milletvekili Fritz Felgentreu ve Neukölln Emniyet Müdürlüğü adına polis Mehmet Aydın, konuk oldular. Konuklar iftar öncesinde ve sonrasında birer selamlama konuşması yaptılar.
Polis Mehmet Aydın yaptığı selamlama konuşmasında, “Türk Eğitim derneğinin üyeleri içinde polis mesleğine ilgi duyan bay ve bayan gençlerimiz varsa onları gelip dernekte bilgilendirmeye hazırız” dedi.

Kiminle Ne Konuşacağız, Önce Aranızda Birliği Sağlayın Sonra Gelin ...

SPD Federal Milletvekili Fritz Felgentreu da Almanya'nın İslâm'ı din olarak tanıdığını ancak Müslümanların kendi aralarında bir birilik oluşturamadıklarından dolayı kendilerine bazı hakların verilemediğinden söz etti. “Neredeyse her cemaatin kendi din anlayışı var, kiminle neyi konuşacağız, önce aranızda bir birlik oluşturun sonra da bize gelin bakın o zaman istekleriniz nasıl da karşılanıyor...” dedi.
T.C. Berlin Büyükelçiliği İletişim Müşaviri Refik Soğukoğlu, İletişimin tarihini Hz. Adem'e kadar götürdü ve Türk toplumunun sıkıntısının iletişim konusundaki sıkıntılardan kaynaklandığını söyledi.
Katolik Papaz Lenz, Hristiyanlığın oruca bakışını anlattı ve Yeni Ahit'teki bir ayetin metnini okudu. İşte Kutsal Kitap’taki oruç:
Gerçek Oruç-Yeşaya 58
1-“Avaz avaz bağırın, çekinmeyin, Sesinizi boru sesi gibi yükseltin; Halkıma isyanlarını, Yakup soyuna günahlarını bildirin.
2-Bana her gün danışıyor, Yollarımı öğrenmekten zevk duyuyorlarmış! Doğru davranan, Tanrısı’nın buyruğundan ayrılmayan bir ulusmuş gibi...Benden adil yargılar diliyor, bana yaklaşmaktan zevk alıyorlarmış.
3-Diyorlar ki, ‘Oruç tuttuğumuzu neden görmüyor, İsteklerimizi denetlediğimizi neden fark etmiyorsun?’ “Bakın, oruç tuttuğunuz gün keyfinize bakıyor, İşçilerinizi eziyorsunuz.
4-Orucunuz kavgayla, çekişmeyle, Şiddetli yumruklaşmayla bitiyor. Bugünkü gibi oruç tutmakla Sesinizi yükseklere duyuramazsınız.
5-İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz? İnsanın isteklerini denetlemesi gereken gün böyle mi olmalı? Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı? Siz buna mı oruç, RABB'i hoşnut eden gün diyorsunuz?
6-Benim istediğim oruç, Haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları salıvermek, Ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak, Her türlü boyunduruğu kırmak değil mi?
7- Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? Barınaksız yoksulları evinize alır, Çıplak gördüğünüzü giydirir, Yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezseniz,
8-Işığınız tan gibi ağaracak, Çabucak şifa bulacaksınız. Doğruluğunuz önünüzden gidecek, RABB'in yüceliği artçınız olacak.
9-O zaman yardım çağrılarınızı RAB yanıtlayacak, Feryat ettiğinizde, ‘İşte buradayım’ diyecek. “Eğer boyunduruğa, başkalarını suçlamaya, Kötücül konuşmalara son verirseniz,
10-Açlar uğruna kendinizi feda eder, Yoksulların gereksinimini karşılarsanız, Işığınız karanlıkta parlayacak, Karanlığınız öğlen gibi ışıyacak.
11-RAB her zaman size yol gösterecek, Kurak topraklarda sizi doyurup güçlendirecek. İyi sulanmış bahçe gibi, Tükenmez su kaynağı gibi olacaksınız.
12-Halkınız eski yıkıntıları onaracak, Geçmiş kuşakların temelleri üzerine Yeni yapılar dikeceksiniz.
‘Duvardaki gedikleri onaran, Sokakları oturulacak hale getiren’ denecek sizlere.
13-“Kutsal günümde dilediğinizi yapmaz, Şabat Günü’nü çiğnemezseniz, Şabat Günü’ne ‘Zevkli’, RABB’in kutsal gününe ‘Onurlu’ derseniz, Kendi yolunuzdan gitmez, Keyfinize bakmayıp boş konulara dalmaz, O günü yüceltirseniz,
14-RAB’den zevk alırsınız. O zaman sizi yeryüzünün yüksek yerlerine çıkarır, Atanız Yakup’un mirasıyla doyururum.” Bunu söyleyen RAB’dir. (İncil-Yeni Çeviri 2009)
Neukölln Yabancılar sorumlusu Jens Rogstatte de; Türk Eğitim Derneği’yle bazı projelerde ortak çalıştıklarını ve her davetlerine katıldıklarını söyledi. Türk Eğitim Derneğine yapılan saldırıyı da nefretle kınadıklarını sözlerine ekledi.
T.C. Berlin Başkonsolosu Mustafa Çelik, Türk Eğitim Derneği’nin iftar yemeğinde mesajlarını fazlası ile verdi. Başkonsolos Mustafa Çelik; “Türk toplumunun birlik ve beraberlik içinde olmaya her zamankinden daha çok ihtiyaçları var” dedi. Berlin’e yapılacak olan kültür merkezi ile ilgili çalışmalarından da bahseden Çelik arsa arayışı içinde olduklarını söyledi. Bu arada Neukölln yabancılar sorumlusuna dönerek “Belediyenizin sınırları içinde kültür merkezi yapmaya uygun bir arsayı bizlere tahsis edebilir misiniz?” diye de sordu.
Samimi bir sohbet çerçevesinde devam eden son iftar sofrası bir türlü kalkmak bilmedi. Sohbet sokağa taşındı ve Mustafa Çelik ile vatandaşlar uzun süre baş başa kalma fırsatı buldular, Çelik de vatandaşın bu ilgisine bigane kalmadı ve sorulara cevap vermeye sokakta da devam etti. Türk Eğitim derneği üyeleri Başkonsoloslarını çok sevdiler. Birlikte, ayakta Çaykur/Rize çayı içmenin tadına vardılar.
Çok kazanmak, en büyük olmak
Mocca dergisi, işadamları derneği NETU’nun iftar sofrasına da katıldı. NETU’nun yeni resmi imaj filmi tanıtıldıktan sonra Genel Müdür Önder Coştan NETU’nun güncel projeleri hakkında misafirleri bilgilendirdi. Daha sonra kürsüye gelen NETU Genel Başkanı Veli Karakaya yaptığı konuşmasında NETU’nun göçmen işletmelerini Berlin şehrinin aktif iktisadi hayatına entegre etme konusundaki gayretlerinden ve hedeflerinden bahsetti: .
“Çok kazanmak, en büyük olmak, tek olmak gibi marjinal hedeflerle yetinmeyip, marka olmak, imrenilen olmak, takdire şayan işlerde bulunmak, toplumun her kesimine dokunarak gönül kahramanları oluşturmak istiyoruz.
Dünyadaki adaletsizlikten dert yanmak, haklının değil güçlünün egemen olmasını eleştirmek, insanlığın bir avuç zengin tabakanın iki dudağı arasına mahkum olduğunu dillendirmek gibi serzenişleri bırakıp yaralarımıza merhem olmak istiyoruz.
Bizler alternatifler üretmek zorundayız, Bugün birçok yerde karşımıza çıkan sıkıntılar bizleri yıldırmamalı,
  1. ki uçurtmayı uçuran rüzgar değil uçurtmanın rüzgara karşı duruşudur.
Biz, Avrupalı Türk İşletmeler Ağı NETU olarak üyemiz olsun veya olmasın bütün işverenlerimizin güçlerine güç katabilecekleri, başarılarını ve ticaretlerini artırabilecekleri platformlar sunmak için gayret sarfediyoruz..
Ayrıca üye işletmelerimizin özel şartlardan ve fırsatlardan istifade etmeleri için sayısız marka ve şirketler ile anlaşmalarımız var. Bunun yanı sıra NETU Akademisi olarak dijitalleşme, veri güvencesi, girişimcilik gibi bir çok farklı alanda sertifikasyon programları ve seminerler sunuyoruz.
Özellikle vizyon ve inovasyon sahibi gençlerimizin ticarete atılması için NETU startup genç işverenler platformunu kurduk. Farklı devlet kurumları ile koperasyonlar başlatarak 33 yaş altı genç girişimcilerimizi biraraya getirdik. Kendilerine her türlü finansman ve bilim desteği sunarak başarılı işletmeler kurmalarına yardımcı oluyoruz.
Bu minvalde gençlerimiz ile NETU İşletmeler ağının gelecekte Almanya ve Avrupa’da vazgeçilmez, güçlü bir lobby oluşturacağına inancımız tamdır.”
Son iftar sofrası
Son iftar sofrası Kançılarya’da kuruldu. Ev sahibi Berlin Sefiri Ali kemal Aydın. Mesaj yüklü bir konuşma yaptı: ''Son Avrupa Parlamentosu seçimleri Avrupa’da kimlik siyasetinin giderek baskın hale gelmekte olduğunu bir kez daha göstermiştir. (Alman) Basının, toplumun ve siyasetin kamuya açık alanlarda kipa takma özgürlüğü hassasiyetini, tramvaylarda saldırıya uğrayan başörtülü bayanlar için de göstermesini beklemek Müslümanların en doğal hakkıdır.
Ötekileştirilmiş bir Müslüman kimliği çabalarına verilecek en iyi karşılık özgür, adil ve insan onuruna yakışan evrensel değerlere dayalı bir toplum ideali çerçevesinde tüm kesimlerin bir araya gelmesi, iş birliği yapmasıdır.
Siyasi, dini, mezhebi ve yaşam tarzı farklılıkları çatışma kaynağı değil, sosyal ve kültürel zenginlik olmalıdır. Bu çoğulcu ve renkli karakterimiz özellikle yurt dışında hepimizi ilgilendiren ortak meselelerde uzlaşı, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmamızı daha da önemli kılmaktadır. Temel değerlerimiz etrafında çeşitlilik içinde birlik olmayı başarabilmeliyiz.
Artan ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığı, dışlayıcı akımlar ve politikalar karşısında içine kapanmadan, Alman Anayasasında yer alan temel değer ve ilkeler etrafında, bu ülkede huzur ve barıştan yana daha iyi bir gelecek için çalışan tüm kesimlerle yakın diyalog içinde olmak lazımdır.
İnsanlığın ortak değerlerini hedef alan ırkçı, yabancı düşmanı ve popülist akımların sadece Avrupa’da değil, dünyanın diğer bölgelerinde de gün geçtikçe daha fazla zemin kazanmakta ve rağbet görmekte olduğunu hep birlikte görüyoruz. Son dönemde Yeni Zelanda'da camileri, Sri Lanka'da kiliseleri, ABD'de sinagogları hedef alan saldırılar aslında tüm insanlığı ve ortak değerlerimizi hedef almıştır.
Müslüman karşıtlığı, Antisemitizm ve Hristiyan karşıtlığı dahil ırkçılığın ve şiddetin her türüne karşı hepimizin aynı duyarlılığı göstermemiz ve tavizsiz bir duruş sergilememiz gerekir.
"Basın, kipa hassasiyetini saldırıya uğrayan başörtülü kadınlar için de göstermeli"

Din ve inanç özgürlüğü konusunda bir hiyerarşi inşa edilmesi yanlıştır. Basının, toplumun ve siyasetin kamuya açık alanlarda kipa takma özgürlüğü hassasiyetini, tramvaylarda saldırıya uğrayan başörtülü bayanlar için de göstermesini beklemek Müslümanların en doğal hakkıdır.
Olağan Şüpheli Muamelesine Hayır

Bu alanda çifte standartlı bir yaklaşıma herkesin karşı durması gerekir. Son yıllarda camilere ve Müslümanlara yönelik artan saldırılar karşısında Alman kamuoyunun daha duyarlı olmasını bekliyor, İslam dinine yönelik ön yargılardan ve Müslümanlara olağan şüpheli muamelesi yapılmasından derin endişe duyuyoruz.
Din ve inanç özgürlüğü bağlamında, Almanya’daki Müslüman kuruluşlar içinde en geniş temsile sahip DİTİB’le ilgili haksız itham ve iddiaların artık son bulmasını istiyor, bu süreçte karşılıklı olarak sarsılan güvenin yeniden inşası yönünde devam eden çabaları destekliyoruz.''
Böylesine mesaj yüklü bir konuşmadan sonra, yapılan dua ve okunan Kur’an verilen mesajlara uygun olsaydı ne kadar da anlamlı olurdu.
Sayın Ataşem Ahmet Fuat Çandır: O iftar sofrasında, Ehl-i Kitap ile ilgili bazı ayetler okunabilirdi. Mesela:
-“Şüphesiz, Kitap Ehlinden, Allah'a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.( Al-i İmran Suresi, 199. Ayet)
-“İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46. Ayet)
-“De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız." (Al-i İmran Suresi, 64. Ayet)
-“Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, bir kantar emanet bıraksan onu sana geri verir; öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, sen, onun tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez. Bu onların "ümmiler (zayıf ve bilgisizler veya Ehl-i Kitap olmayanlar) konusunda üzerinizde bir yol (sorumluluk) yoktur" demiş olmalarındandır. Oysa kendileri (gerçeği) bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylemektedirler.” (Al-i İmran Suresi, 75. Ayet)
-“Kitap Ehlinin hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar.” (Al-i İmran Suresi, 113. Ayet)
Sayın Ataşem, İncilden de bir kaç ayet duanın içine konabilirdi.
Mesela:
-“Ülkenizde sizinle birlikte yaşayan bir yabancıya kötü davranmayın. Ona sizden biriymiş gibi davranacak ve onu kendiniz kadar seveceksiniz. Çünkü siz de Mısır’da yabancıydınız. Tanrınız RAB Benim.“(Leviler 19)
-“Başkasını yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız. Çünkü nasıl yargılarsanız öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız. Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği fark etmezsin? Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl, ‘İzin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin? Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün. İinsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Çünkü Kutsal Yasa’nın ve peygamberlerin söylediği budur.”(Matta 7)
Sayın Ataşem bu kadarını da yapabilecek birikiminizin olduğuna inanıyorum. Almanlar, DİTİB’in hocalarından, ataşelerinden, müşavirlerinden bu ve benzeri mesajları bekliyorlar. Kur’an Müslümanlarla Ehlikitap arasında kavga istemiyor. Allah’ın bu isteğine bağlı olarak aradaki buzların erimesi için, bu ve benzeri ayetler neden ön plana çıkarılmıyor. Sayın Ataşem, biz bürokratız deyip işin içinden çıkamazsınız. Sayın Ataşem alınmayın lütfen; siz yarın çekip gideceksiniz, ancak bizler burada yaşamaya devam edeceğiz. Bazı şeyleri yapmıyorsunuz veya yapamıyorsunuz, bari gölge etmeyin, başka ihsan istemeyiz sizlerden… Para atana değil de biraz da Yaratan’a hizmet etmek gerekmez mi?
Allah’ım rızana uygun olarak tutulan oruçlarımızı kabul eyle…
Rüştü Kam

12 Haziran 2019 Çarşamba

RAMAZAN ve ORUÇ BEYLER GELDİLER VE ÇEKİP GİTTİLER

Ramazan geldi ve çeşitli hanelere Oruç Bey’le birlikte bir ay boyunca misafir oldu. Ayın sonunda da, on iki ay sonra tekrar geleceğini söyleyerek çekip gitti. Bazı hane sahipleri bu 30 gün içinde, 20 saatlik zaman diliminde Ramazan’a ne yemek verdiler ne de içecek. Halsiz düştüğü zamanlar oldu Ramazan’ın, o zaman da klimalı odalarda oturan sorumsuz sorumlular Ramazan’a; yat uyu dediler. Ağır bir işte çalışıyorsan hastalık raporu al dediler veya o işi bırak, başka bir iş bul dediler. Ramazan’ı aç ve susuz kalmanın ibadet olduğuna inandırdılar. Ramazan’ı, oruçlu iken acı çekmesinin kendi kaderi olduğuna da inandırdılar. Bu durumda çok daha fazla sevap kazanacaktı.

Ramazan olup bitenlere zaman zaman başkaldırsa da, mahalle baskısına engel olamadı. Hatta Ramazan’ın gözüne soka soka, rakip sahada top koşturan diğer hane sahiplerinin dedikodusunu yapmaktan çekinmediler. Onlara küfürler yağdırdılar, katledilmelerine fetvalar verdiler. Fetva verenlerin çoğunluğu şizofren kafalı ev sahiplerinden oluşuyordu. Misafirlerini uzun süre aç-susuz bırakan bu kafalar; misafirliğin süresi ne kadar uzun olursa, misafirin Allah’a o oranda yakın olacağına inanan, mazrufa değil de zarfa bakan şizofren kafalardı. Öze inemeyip kabukta çürüyen kafalardı bunlar. Bunlar misafirlerinin açlığıyla susuzluğuyla değil, misafir olarak hanelerinde kaldığı süreyle ilgilendiler. Yok yere nice kalpler kırıldı, nice küfürler yapıldı. Dolayısıyla Ramazan’ın ne kafası kaldı kırılmadık ne de kolu kanadı.

Bu arada, Ramazan’ın üzerinden maddi menfaat devşirenler bile oldu. Bu sahtekarlığı farkeden Ramazan ve Oruç Beyler o evlere konuk olmaktan çok sıkıldılar ve geldiklerine pişman olarak yara bere içinde çekip gittiler.

Ramazan’a karşı nezaket gösteren hane sahipleri de yok değildi elbet. Onlar Ramazan’a saygılı davrandılar, hizmette kusur etmediler, bunun için özen gösterdiler. Her bir kurala titizlikle riayet ettiler. Mesela, misafirlerinin yanında seslerini yükseltmediler, rakip sahada top koşturanların dedikodusunu yapmadılar, insanların ayıplarını araştırmadılar. Dudaklarından tebessüm, yüzlerinden neşe hiç eksik olmadı. Misafirlerini uzun süre ne aç bıraktılar ne de susuz. Yemek saatlerine dikkat ettiler. Öğün atlamadılar. O kadar ki; misafirlerini dostlarıyla tanıştırabilmek için sofralarına devamlı yeni yeni konuklar davet ettiler. Misafirleriyle uzun süre birlikte olmaktan ziyade, birlikte oldukları süreyi anlamlı kılmaya çalıştılar. Ramazan ve Oruç Beyler de kendilerine yapılan saygısızlıktan dolayı çekip giderken onlara dediler ki; “Sizler olmasaydınız bizler buralarda aç-susuz perişan olurduk. Allah sizlerden razı olsun ve sizlerin sayılarını artırsın, iyi ki varsınız, seneye tekrar görüşmek üzere Allah’a emanet olunuz.”

Ramazan’ın hanelere misafir olarak geldiği bu süre içinde, onun ne kadar faziletli biri olduğundan bahsedilerek; Zekatlar, fitreler, sadakalar da toplandı. Değişik vaatlerle, halkın huzuruna çıkan yardım kuruluşları ve cami dernekleri pastanın dörtte üçüne sahip oldular. Afrika ülkeleri, Suriye, Irak, Yemen, Filistin halkına yapılan zulümler yine ön plana çıkarılarak toplandı bu paralar. Ramazan bu istismardan rahatsız oldu. İşlerin söylenildiği gibi olmadığını çok geçmeden o da anladı. Anladı anlamasına da, kimseye söz geçiremedi...Çünkü, bu yardım kuruluşları koca koca ünvanları olan akademisyenleri bile kullanarak bu işi yapıyorlardı. Allah ile aldatıyorlardı insanları... Akademisyenler de alet oluyorlardı bu işe. Uyarıldıkları halde, yine de alet oluyorlardı. Ve hemen savunmaya geçerek özürlerinden fazla kabahat işliyorlardı. Ramazan, göz yaşları içinde olanları sadece seyredebiliyordu. Daha fazlası onun boyunu aşıyordu.

Ramazan düşünüyordu; duygu sömürüsü yapılarak kendileri için para toplanan Ortadoğu ve Afrika halklarının devletleri vardı, vatanları vardı. Allah, o ülkelere zenginlik de vermişti. Kimileri petrol zenginiydi, kimilerinin değişik yeraltı zenginlikleri vardı, kimilerine de çeşit çeşit, değişik tatlarda meyveler ve sebzeler vermişti.

Vatanına, milletine, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine, kültürel zenginliklerine sahip çıkamayan, o insanların, Birleşmiş Milletler (BM) de temsilcileri de vardı. Ancak geleneklerinden, örf ve adetlerinden uzaklaştıkları, kendi değerlerine sahip çıkmadıkları için, kimliksizleştirilmişler ve sömürge durumuna düşmüşlerdi. Onların yaptığı yanlışlıkların faturasını, yardım kuruluşları ve dini cemaatler Berlinli Müslümanlara kesiyorlardı, bu doğru değildi.

Oysa bu paralar, Berlin’de yaşayan Müslümanların ihtiyaçları için toplansaydı, gelecek nesiller için milyonluk yatırımların altına imza atılırdı. Berlin’de yaşayan Müslümanların bu yatırımlara ihtiyaçları vardı. Genç nesil her geçen gün biraz daha kendi kimliğinden uzaklaşıyor veya uzaklaştırılıyordu. Şu anda devam ediyor gibi görünen faaliyetleri hâlâ birinci nesil yürütüyordu. İçlerinde pek azı ikinci ve üçüncü nesildendi. Bu gerçekti ve Ramazan’a çok acı veriyordu.
Berlin’de yaşayan Müslümanların; devletleri yoktu, problemlerine ciddi şekilde eğilen, kurum ve kuruluşları da yoktu, doğal zenginlikleri de yoktu. Var olan kurumların ve STK’lerin yöneticilerinin çoğu da, makam-mevki sahibi olan birileriyle fotoğraf çektirme yarışındaydı. Yakalarında birer aidiyat rozeti, toplantılarda sadece boy gösteriyorlardı. Havalarından yanlarına bile yaklaşılamıyordu. Çoğu liyakat sahibi bile değildi bunların.

Bazı yardım kuruluşları, akademisyenleri kullanarak Allah ile aldatma peşindeydi, bazıları da kendi cemaatlerinde bulunan din hizmetlilerini kullanarak Allah ile aldatma peşindeydi. Sonuçta her ikisi de duygu sömürüsü yaparak para topluyor ve topladıkları paraların büyük bir bölümünü Berlin’in dışına çıkarıyorlardı. 82 Milyon nüfuslu bir ülkeden gelerek 3 Milyon gurbetçiden para toplamak ne kadar büyük bir saygısızlıktı. “Sen zekatını bana ver, sadakanı-fitreni bana ver ben o parayla Suriye’de köy kuracağım, Afrika’nın bir ülkesinde su kuyusu kazdıracağım, Afrika halkına kumanya götürüp dağıtacağım” diyorlardı.

Bazı cemiyetler de, zekat toplamakta sıkıntı çekmeye başlamış olmalılar ki; “Sen zekâtını yanlış hesaplayabilirsin; bana gel zekâtını ben senin için hesaplayayım” diye sosyal medyada ilanlar veriyorlardı. Onlar da Allah ile aldatıyordu. Amaç daha fazla para toplamak. Bütün bunlar kahrediyordu Ramazan’ı.
Berlin’de yaşayan Müslümanlara, Türklere sizin ne derdiniz var diye soran yoktu. Kendi devletleri de sormuyordu bu soruyu, içinde yaşadıkları devlet de sormuyordu. Ancak, arada bir fark vardı. Kendi devletleri; "saldım çayıra Mevla’m kayıra" mantığıyla hareket ederek tutmuşta salıvermiş vatandaşlarını yaban ellere.

İçinde yaşadıkları devlet en azından onlara iş imkânı sağlıyor, açsa karnını doyuruyor, çocuğunun eğitimine yatırım yapıyor, can güvenliğini sağlıyor, hasta olduğu zaman tedavisinde yardımcı oluyordu...
Berlin’de yaşayan Türkiyeli Müslümanlardan toplanan sadakaların miktarı, her sene en az 5 milyon Euro civarındaydı. Ramazan bunu biliyordu. Bu miktar sadece Berlin’de toplanan miktardı. Almanya genelini düşünüyordu Ramazan. O zaman beti benzi atıyordu. Miktar milyon ile değil milyarlar ile ifade edilebilirdi. Vatandaşlar iyi yönlendirilse, yatırımları iyi organize edilse, istismar edilmese, onlar kendi geleceklerini kendileri inşa edebilecek ekonomik güce sahiptiler. Halktan sadaka olarak toplanan bu paraların yarısı Berlin’de kalsa neler yapılmazdı ki...

Mesela diyorlar Ramazan ve Oruç Beyler; üniversite öğrencileri için yurt yapılabilir, kültür merkezleri açılabilir, özel okullar açılabilir, araştırma merkezleri kurulabilir, ihtiyaç duyulan eserleri Almancaya tercüme etmek için tercüme büroları açılabilir, imam yetiştirmek için enstitüler kurulabilir, üniversite öğrencilerine burs verebilmek için vakıflar kurulabilir, Almanya genelinde dağıtımını yapmak için bir Kuran meali basılabilir, özel okullar kurulabilir, hastaneler kurulabilir, İslâm’ın tanıtımı için konferanslar, seminerler ve sempozyumlar düzenlenebilir bunlar için gerekli bütçe oluşturulabilirdi, v.b.

Ramazan’a göre, resmî kurumlar da bu konularda sessiz kalmayı tercih ediyorlardı. Bazıları, biz bürokratız, bir bürokrat olarak ne yapılacaksa biz ancak onu yaparız diye düşünüyor olabilirlerdi. Bazıları azıcık aşım ağrısız başım mantığıyla hareket ederek yurt dışında kalacağı sürenin sorunsuz geçmesini isteyebilirdi, bazıları da dua ederken bile aman ağzımdan bir kelime kaçmasın diye özen gösterdiğine göre rızkın Allah’tan başkası tarafından verildiğine iman etmiş olabilirdi. Bu kişi Din Hizmetleri Ataşesi de olabilirdi.

Ramazan ve Oruç Beyler kafa kafaya verdiler ve bir karar aldılar; madem hane sahipleri kendilerini aç-susuz bırakmaktan zevk alıyordu yapılacak tek şey çekip gitmekti.
Bütün bunlara rağmen gurbetçiler celladına aşık idamlık mahkûm gibi boynunu yine onların önüne uzatıyordu, bu nasıl bir işti. Bu insanlar niçin düşünmüyorlardı, niçin tribünlere oynayanların peşinden koşuyorlardı. Ramazan ve Oruç Beyler daha ne yapabilirdi ki. Sadece bizim dediğimiz doğrudur demek zordur amma, gerçekten de öyleyse onlar ne yapsın... Velhasıl, Berlinli gurbetçiler yalnızdı, hem de çok yalnız.

Evet, Ramazan geldi ve Oruç Beyle birlikte hane sahiplerinin misafirleri oldular. Hane sahiplerinin bu sorumsuz tavırlarına şahit oldular, onlara söz de geçiremeyeceklerini anlayınca Yunus Peygamber gibi çekip gittiler.

Sonuç:
30 gün Ramazan ve Oruç Beylerle beraber olmak kime ne kazandırdı?
Ramazan ve Oruç Beylerin gözüne soka soka, amacına uygun oruç tutmamak, oruç süresini 20 saat olarak tespit ederek insanları aç-susuz perişan etmek, hatta oruç tutmamalarına sebep olmak kime ne kazandırdı?
Oruç tutmak isteyip de sürenin uzunluğundan dolayı tutamayanları oruç tutmaktan uzaklaştırarak başınız göğe mi değdi?
Oruç süresini 14 saat olarak ilan edenlere küfredenler, ne kazandı?
Medine’deki oruç süresini esas alarak, meşakkat sahibi insanların oruç tutmalarına vesile olan, onların hayır dualarını alan insanları aşağılamak onları ölümle tehdit etmek kime ne kazandırdı?
Yazık, hem de ne yazık…

29 Mayıs 2019 Çarşamba

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI ŞEHİTLİK CAMİİ


26 Mayıs 2019
Ben aradığımda o Türk Eğitim Derneği’nin sokağında seyir halindeymiş, iki dakika içinde kapının önünde göründü. Halil Kaya’dan bahsediyorum. Türkiyem Restoran’ın sahibi. Halil, Türk Eğitim Derneği’nin kahrını çeken saygı değer iş adamlarımızdan birisidir. Başkonsolosluğun iftar sofrasına konuk olacağız. Acele ediyor, “Saat 8 de orada olmalıyız, park yeri bulmak oldukça zor olacaktır”diye. Dediği gibi de oldu, park yeri bulamadık, park yasağı olan bir yere park ettik ve cezayı da yedik.

Önder Coştan, hanımı ve annesi ile karşılaştık arabadan inince, camiye kadar birlikte yürüdük. Dış Kapıda ise Veli Karakaya ile karşılaştık, hâl hatır sorduk ve kucaklaştık. İçeriye girince Giritli Ali Aziz Efendi ve Hafız Şükrü Efendi beni bekliyorlarmış. Yara-bere içindeler. Zamana karşı fazla direnememişler, kar, yağmur, güneş canlarını çok yakmış. Çok feryat etmişler ama seslerini duyan olmamış. Arayan soranları da yokmuş, yalnızlaştırmışlar onları. Yardım istediler benden, “en azından şu yaralarımızı saracak birilerini bulsaydık, ıstırabımızı biraz dindirirdik” dediler. Kültür ve Turizm Ataşesinin orada olması gerektiğini ve onlara mutlaka yardım etmek için uğrayabileceğini söyledim. Söylemesine söyledim de inanmadılar bana, “Biz nice ataşe gördük- geçirdik, onların bizim varlığımızdan haberi bile yok.” dediler. Üzüldüm. Teselli etmeye çalıştım, “Bir gün Türkiye sevdalısı, geçmişine ve tarihine aşık bir Kültür Ataşesi mutlaka gelecek ve sizlerin yaralarınızı saracaktır, biraz daha sabredin, ben elimden geleni yapacağım.” dedim ve gözleri yaşlı ve boyunları bükük olarak onları orada öylece bırakarak oradan ayrıldım.

Ve salona geçtim. Güler yüzlü üç güzel hanımefendi karşıladı hemen salonun önünde, hoş geldiniz Rüştü bey, buyurun, sizin masanız 9 numara işte şurada. Müge, Nihan ve Selen hanımefendiler. Giritli Ali Aziz Efendi ve Hafız Şükrü’den ayrılmanın hüznü dağılıverdi birden. Kendilerine teşekkür ettim ve 9 numaralı masaya doğru ilerledim. Masamda Süleyman Selçuk ve tanımadığım başka masa arkadaşlarım var. Bayanlardan birisi, “Siz orucu erken açan hocasınız değil mi?” diye sordu. “Evet ama erken değil zamanında açan demeniz daha uygun olur.” dedim. Sorusuna kısaca cevap verdim. Diğer masa arkadaşlarım da beni ilgi ile dinlediler. Yargılamadılar, anlattıklarımı onayladılar. Uygun bir zamanda dernekte buluşmak üzere kendileriyle vedalaştık.

Halil acele ettirince ben iftardan öncesinde sohbet olacak diye düşündüm. Eski Başkonsolos Ahmet Başer Şen’den kalma alışkanlıktı benimki. Düşündüğüm olmadı.
Salon 250 kişilikmiş. Süleyman Küçük söyledi. Her türlü etkinlik için kiralanabiliyormuş. Güzel bir salon, biraz basık olmasına rağmen alımlı. Masaların üzerine beyaz örtüler serilmiş, iftarlıklar üzerine konmuş, servise hazır hale getirilmiş, ambiyans güzel, masaya kimlerin oturacağı da özenle yazılmış. Tabi kimin nereye oturacağı konusunda o kadar dikkatli davranılmamış. Mesela, duayen gazeteci Ahmet Külahçı protokol masasına alınsaymış daha isabetli olurmuş, ama, Külahçı belki katılacağını geç haber etmiş de olabilir.

Masalar arasında dolaşarak tanıdıklarımızla sohbetler ettik, hal hatır sorduk, adresler aldık, karşılıklı telefon numaralarımızı değiştik. Fena da olmadı. Herhalde sohbet yemekten sonra yapılacak diye düşündüm. Derken Başkonsolos Mustafa Çelik Beyefendi anons edildi. Çıktı kürsüye ve “Ramazanınız mübarek olsun, iftar soframıza hoş geldiniz, ben konuşma hazırlamadım çünkü; bizim âdetimize göre büyüklerin yanında küçüklerin konuşması yakışık almaz, dolayısıyla Büyükelçimiz varken benim burada konuşmam edebe aykırıdır, Büyükelçimiz de konuşmak istemediğine göre size iyi iftarlar, afiyet olsun” dedi ve kürsüden indi.

Yapılanın espri olduğunu düşündüm ama yadırgadım, şoke oldum. Bu iftar Büyükelçiliğin değil, Başkonsolosluğun iftarıydı. Ben, ev sahibi olarak, davet sahibi olarak Beyefendi’den mesaj yüklü bir konuşma bekliyordum. Türkiye’nin etrafı yangın yerine dönmüş iken, Suudi Arabistan bu mübarek Ramazan ayında Yemen’i defalarca vurmuş iken ve bu işi , Alman silahlarıyla yapmış iken, Amerika tarafından Körfez kaynayan kazan haline getirilmişken, Ortadoğu savaşın eşiğinde iken, S-400 füzelerinin satın alınmasıyla Türkiye hedefe konmuşken, Fırat’ın doğusunda terör tehdidi devam ederken, Almanya’da Müslümanlara potansiyel terörist olarak bakılırken, bu konuları içeren bir konuşma beklemenin hakkım olduğuna inanıyorum. Sayın başkonsolosum olmadı bu. Böyle olmamalıydı.

İftardan sonra davetliler arasında benim gibi düşünenlerin olduğunu da öğrenince haklılığım anlaşıldı. Gayem haklı çıkmak değil elbet.
Buruk bir şekilde okunan Kur’an’ı mealini ve ezanı dinledim ve arkasından da çaldım kaşığı çorba tasına. Yemekten sonra bir din görevlisi ilahi okumak için davet edildi kürsüye, çıplak sesle okundu ilahiyi, ilkönce, herhalde enstrüman çalan birini bulamamış olabilirler dedim. Sonradan, iftar verilen mekânın caminin altında bir salon olduğu aklıma düştü. Telli çalgılar haram(!) olduğuna göre ve burası da caminin salonu olduğuna göre bu hizmetliye ilahiyi enstrümansız okutuyorlar dedim. İnşallah aklıma düştüğü gibi değildir. Eğer düşündüğüm gibiyse din hizmetleri Ataşesi Ahmet Fuat Çandır yanlış yapmıştır. Değilse...

Din Hizmetleri Ataşesi Ahmet Fuat Çandır da çağrıldı, dua etmek için kürsüye. Sayın Çandır’dan mesaj yüklü bir dua beklentisine girdim. Madem Başkonsolos o mesajı vermedi, belki Diz Hizmetleri Ateşesiyle anlaşmışlardır diye düşündüm. Amin komutuyla, eller avuç içi gökyüzüne bakacak şekilde pozisyon alındı. Sayın Ataşe ’den de tık yok. Klasik bir yemek duası. Ne diyeyim ben şimdi. Bu iftar yemeği, akşam yemeği değil ki. Allah aşkına bu dua metninin içine iki cümle yerleştirilerek; Dünya Müslümanlarının durumu dile getirilmez mi? Bu Mübarek Ramazan ayında; emperyalistlerin, Suudi Arabistan gibi, Birleşik Arap Emirlikleri gibi taşeronların, satın alınmış İslâm ülkelerinin Müslümanlara yaptıkları zulümler kınanmaz mı? Sayın Ataşem bu nasıl bir aymazlıktır. Siz Allah’a nasıl hesap vereceksiniz sayın Ataşem. Bir süre Almanya’da kaldım, suya sabuna dokunmadan görevimi tamamladım ve geriye döndüm, zaten Türkiye’de de maaşım işliyordu, bir ev aldım bir de araba…Verdiğin bu nimetlere şükürler olsun Allahım, böyle mi diyeceksin Allah’a hesap gününde sayın Ataşem. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyruğunu siz okuyorsunuz kürsülerden, ilmimiz ile amel etmemiz gerektiğini de sizler söylüyorsunuz. Hakkı söylemeyenlerin, gizleyenlerin; Allah ile aldatanlar olduğunu da siz söylüyorsunuz kürsülerden Sayın Ataşem… Prof.Dr. Vehbi Başer’in şu sözü ne kadar da anlamlı: “İslâm’ın başına gelen en büyük felaket Müslümanlıktır.”
Bir hikâye anlatırlar Bekri Mustafa ile ilgili, hikâye şöyle:

Bekri Mustafa hafızdır, ama bir kıza vurulduğu için ve kızı da ona vermedikleri için kendini meyhanelere atmıştır. Bir gün yoksul bir mahalle olan “Küçük Ayasofya Camii”nin önünden geçmektedir... O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur.
Cemaatin, beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söylerler.
“Yok, ben hoca değilim” dese de, dinlemezler ve zorla öne geçirirler. Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve cenazenin kulağına bir şeyler fısıldar.
Cemaat, ölüye ne söylediğini merak ederler ve ısrarla cevap vermesini isterler. Bekri Mustafa onlara gülerek cevap verir. Ona dedim ki:

“Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Orada sana soracaklar ‘yukarıda ne var ne yok?’ diye. Onlara de ki; “Bekri Mustafa Ayasofya Camii’ne imam oldu.’ Onlar yukarıda işlerin nasıl olup bittiğini anlayacaklardır...”
Velhasıl ev sahibimiz Sayın Başkonsolosumuzla vedalaşarak salondan ayrıldık. Sayın Başkonsolosum Allah kabul etsin, geçmişlerinizin ruhuna değsin...

22 Mayıs 2019 Çarşamba

Berlin`de iftar sofraları I 2019

Almanya’da velilere çok büyük haklar verilmiştir. Veliler toplantıları önemli toplantılardır, o toplantılar ihmal edilmemelidir. Bunun için dil bilmeniz de gerekmez. Yeter ki siz o toplantılarda bulunun. Çocuğunuzun eğitimiyle ilgilendiğinizi göstermeniz dikkatlerden kaçmayacaktır.
Berlin`de iftar sofraları
Berlin Türk Eğitim Derneği ilk iftarını verdi. Türk Eğitim Derneği Ramazan ayı boyunca her Cuma iftar sofrası kuruyor. Vatandaşlarımızın ihtiyacı olan konularda uzmanları tarafından bilgilendirmelerin de yapıldığı bu sofraların ilki geçtiğimiz Cuma günü kuruldu. Bay ve bayanlardan müteşekkil olan konukların katıldığı bu sofrada, Eğitim Müşaviri Prof. Dr. Cemal Yıldız, Emniyet Müşaviri İbrahim Cihangir ve Adalet Müşaviri Ahmet Başaran da hazır bulundular. Halil Esmerin okuduğu ezandan sonra, servis Türk Eğitim Derneğine mensup bay ve bayan gençler tarafından yapıldı.

Yemekten sonra Dernek Başkanı Rüştü Kam, kısaca derneğin faaliyetlerini tanıttı: “Şu anda Almanya’nın ilk resmi Türk Kütüphanesinin salonunda iftar yapıyoruz. Ancak kütüphanemize istediğimiz kaynak eserleri temin edemediğimiz için açılışını henüz yapamadık. Allah’ın izniyle onu da başaracağız. Bu kütüphaneyi açarken ‘Türkler zaten okumuyorlar siz bu kütüphaneyi boşuna açıyorsunuz.’ demişlerdi, biz açtık ve açılışı yapılmadığı halde gelip buradan kitap götürüp evinde okuyan vatandaşlarımız az da olsa vardır. İnternet adresimiz www.tbv.berlin

Mocca Dergisini çıkarıyoruz 3 ayda bir ve iki dilde. Bu dergi Alman Kütüphanelerine gönderiliyor. Almanya geneline az da olsa dağıtılıyor. Ancak 2500 baskı yapabiliyoruz, imkanlarımız çok kısıtlı. Sponsor olan iş adamlarına huzurunuzda teşekkür ediyorum. Dergide çalışanlar ücret almıyorlar. Tercüme yapanlar da ücret almıyorlar ve bu dergi çıkabiliyor. Derginin desteklenmesi geleceğimize yapılan bir yatırımdır. Bu dergiyi okuyunuz ve okutunuz ve de abone olunuz.”

Akşam namazı molasından sonra Kam sözü Eğitim Müşaviri Cemal Yıldız’a verdi, Yıldız yaptığı konuşmasında şunları söyledi:

“Çocuklarımızı içinde bulunduğumuz toplumun imkanlarını ve şartlarını bilerek ve kullanarak en iyi şekilde yetiştirmemiz gerekir. Almanya’da velilere çok büyük haklar verilmiştir. Veli toplantıları önemli toplantılardır, o toplantılar ihmal edilmemelidir. Bunun için dil bilmeniz de gerekmez. Yeter ki siz o toplantılarda bulunun. Çocuğunuzun eğitimiyle ilgilendiğinizi göstermeniz dikkatlerden kaçmayacaktır. Ben Alman okul müdürleriyle görüşüyorum, bana diyorlar ki; “Türk veliler çocuklarını dünyaya getirip sokağa salıveriyorlar. Eğitime öğretime çok uzaklar.” Bu şekildeki eleştirilmek bizlere yakışmıyor.
Anadil çok önemlidir. Çocuklarımız anadillerini unuturlarsa dinlerini de unutacaklardır. Başkonsolosluğumuzun bünyesinde 45 öğretmenimiz var. Toplam 2800 öğrenciye Türkçe dersi veriyoruz. Bunun 1100 ‘ü Sivil Toplum Kuruluşları (STK)’ nin mekanlarında 1700’ ü de Alman okullarında ders görüyorlar.
Aslında en başarılı eğitim iki dilli eğitimdir, bu pahalı bir eğitimdir. Ancak veliler isterlerse, bu isteklerinde ısrarcı olurlarsa başarı elde edeceklerine inanıyorum.”
Bir selamlama konuşması yapan Adalet Müşaviri Ahmet Başaran’dan sonra, Emniyet Müşaviri söz aldı ve şunları söyledi: “Türkiye uzun yıllardan beri PKK terörü ile mücadele ediyor. Son yıllarda bu mücadelede büyük yollar kat ettik. 15 Temmuz’da PKK yetmiyormuş gibi bir de FETÖ Terör Örgütü ile tanıştık. Elbette bu örgütleri temizlememiz gerekiyor. Tek başımıza temizlememiz oldukça zorluyor bizi. FETÖ’ nün okullarında çocukların beyinleri yıkanıyor, o okullarda terörist yetiştiriliyor. Çünkü, terör örgütleri dışardan besleniyor. Onun için tek başımıza üstesinden gelemiyoruz. Terörist teröristtir. İster PKK olsun ister FETÖ olsun bunlar Türkiye Devletine düşman örgütlerdir. FETÖ ile birlikte olup da pişmanlık duyan çok insanımız var. Komşularımızı bize karşı kışkırtıyorlar, tırlar dolusu silahla donatıyorlar onları, Türkiye bunlarla mücadele için kolları sıvayınca da başlıyorlar bağırmaya. Eski Türkiye yok artık onların karşısında yeni Türkiye var. Yeni Türkiye’de de de bunlara gerekli cevaplar veriliyor ve verilmeye de devam edilecektir. “
İftar, katılımcıların sorularıyla, tatlı ve ÇAYKUR çayı sohbetiyle sona erdi. Haftaya Cuma yine aynı mekânda buluşmak temennisiyle iftar sofrası kaldırıldı.
Zülfikar Kam/Berlin

Ein Fasten, das dem Herrn gefällt/Alter Testament



1 “Ruf, so laut du kannst! Lass deine Stimme erklingen, mächtig wie eine Posaune! Halte meinem Volk seine Vergehen vor, zähl den Nachkommen von Jakob ihre Sünden auf!

2 Ach, für wie fromm sie sich doch halten! Sie rufen Tag für Tag nach mir und fragen nach meinem Willen. Sie kommen gern zum Tempel gelaufen, um meine Nähe zu suchen. Weil sie sich einbilden, nach meinen Geboten zu leben, darum fordern sie von mir auch ihre wohlverdienten Rechte.

3 ›Warum siehst du es nicht, wenn wir fasten?‹, werfen sie mir vor. ›Wir plagen uns, aber du scheinst es nicht einmal zu merken!‹ Darauf antworte ich: Wie verbringt ihr denn eure Fastentage? Ihr geht wie gewöhnlich euren Geschäften nach und treibt eure Arbeiter genauso an wie sonst auch.

4 Ihr fastet zwar, aber gleichzeitig zankt und streitet ihr und schlagt mit roher Faust zu. Wenn das ein Fasten sein soll, dann höre ich eure Gebete nicht!

5 Denkt ihr, mir einen Gefallen zu tun, wenn ihr bloß auf Essen und Trinken verzichtet, den Kopf hängen lasst und euch in Trauergewändern in die Asche setzt? Nennt ihr so etwas ›Fasten‹? Ist das ein Tag, an dem ich, der HERR, Freude habe?

6 Nein – ein Fasten, das mir gefällt, sieht anders aus: Löst die Fesseln der Menschen, die man zu Unrecht gefangen hält, befreit sie vom drückenden Joch der Sklaverei und gebt ihnen ihre Freiheit wieder! Schafft jede Art von Unterdrückung ab!

7 Teilt euer Brot mit den Hungrigen, nehmt Obdachlose bei euch auf, und wenn ihr einem begegnet, der in Lumpen herumläuft, gebt ihm Kleider! Helft, wo ihr könnt, und verschließt eure Augen nicht vor den Nöten eurer Mitmenschen!

8 Dann wird mein Licht eure Dunkelheit vertreiben wie die Morgensonne, und in kurzer Zeit sind eure Wunden geheilt. Eure barmherzigen Taten gehen vor euch her, und meine Herrlichkeit beschließt euren Zug.

9 Wenn ihr dann zu mir ruft, werde ich euch antworten. Wenn ihr um Hilfe schreit, werde ich sagen: ›Ja, hier bin ich.‹ Beseitigt jede Art von Unterdrückung! Hört auf, verächtlich mit dem Finger auf andere zu zeigen, macht Schluss mit aller Verleumdung!

10 Nehmt euch der Hungernden an und gebt ihnen zu essen, versorgt die Notleidenden mit allem Nötigen! Dann wird mein Licht eure Finsternis durchbrechen. Die Nacht um euch her wird zum hellen Tag.

11 Immer werde ich, der HERR, euch führen. Auch in der Wüste werde ich euch versorgen, ich gebe euch Gesundheit und Kraft. Ihr gleicht einem gut bewässerten Garten und einer Quelle, die nie versiegt.

12 Euer Volk wird wieder aufbauen, was seit langem in Trümmern liegt, und wird die alten Mauern neu errichten. Man nennt euch dann ›das Volk, das die Lücken in den Mauern schließt‹ und ›Volk, das die Straßen wieder bewohnbar macht‹.

13 Achtet den Sabbat als einen Tag, der mir geweiht ist und an dem ihr keine Geschäfte abschließt! Er soll ein Feiertag für euch sein, auf den ihr euch freut. Entweiht ihn nicht durch eure Arbeit, durch Geschäfte oder leeres Geschwätz! Achtet ihn vielmehr als einen Tag, der mir, dem HERRN, gehört.

14 Wenn ihr das tut, werde ich die Quelle eurer Freude sein. Ich werde euch reich beschenken und zu Herrschern des ganzen Landes machen, das ich eurem Stammvater Jakob zum Erbe gegeben habe. Mein Wort gilt!“

Hoffnung für Alle® (Hope for All)
© 1983,1996, 2002, 2009, 2015 by Biblica, Inc.®
Alle Rechte, insbesondere des Nachdrucks, der auszugsweisen Wiedergabe größerer Texte der Übersetzung, der Speicherung auf Datenträger bzw. der Einspeisung in öffentliche und nichtöffentliche Datennetze in jeglicher Form, der Funksendung, der Microverfilmung oder der Vervielfältigung auf anderen Wegen sind ausdrücklich vorbehalten.