28 Kasım 2019 Perşembe

Haus of One; Bir Ev



-Bu bir çağrıdır, Almanya’da hizmet veren dini cemaatler, “Haus of One” projesinin içinde mutlaka biz de varız diye başvuru yapmalıdırlar-

Rüştü Kam
Ha-ber.com
                              
Berlin’de aynı çatı altında Cami, Kilise ve Sinagog inşa edilecek. Üç Semavi Din ’in mensupları bir arada dua edeceklermiş. Amaç sadece dua etmekmiş. Yapının Temelinin, 14 Nisan 2020'de atılması bekleniyor. Haus of One (Bir Ev) projesinden bahsediyorum. Bu proje için Almanya 19.5 Milyon Euro destek verdiğini açıkladı. Toplam maliyeti 47 milyon Euro civarında olacakmış. Bu projeyle Hrıstiyan, Yahudi ve Müslümanların aynı çatı altında dua etmek için bir araya gelmeleri ümit ediliyormuş.

‘Bir Ev’ projesi, Berlin'in tarihî Petri Meydanı'nda hayata geçirilecekmiş. Bu meydanda, 13'üncü yüzyılda inşa edilen, İkinci Dünya Savaşı'nda zarar gören ve 1964'te yıkılan ‘Petri Kilisesi’ bulunuyormuş. Sembolik bir anlamı var. Papaz Gregor Hohberg; "Bu yerin Berlin'in geçmişinde önemli bir yeri vardır. Üç Semavi Din’in mensuplarının burada birlikte dua etmeleri, bu yeri gelecekte de önemli kılacaktır. Bu düşünceyle Bir Ev projesini burada hayata geçirmek için karar verdik” diyor. Bu meydanı önemli kılan işte bu Petri Kilisesidir. İnşası üç yıl sürecek.

Bu Projenin fikir babası Protestan Marien Kilisesi Papazı Gregor Hohberg. Papaz Hohberg, 2007 yılına kadar otopark olarak kullanılan bu meydana yeni bir dinî yapı inşa ederek geleceğe yatırım yapmak istediklerini ifade ediyor. Hohberg, günümüzde Petri Kilisesi’ni ayağa kaldırmanın fazla anlamlı olmadığını söyledikten sonra ilave ediyor; “Berlin’in demografik yapısında Müslümanların sayısının gün geçtikçe daha da arttığını gözlemliyoruz. Museviler de var. Bu durumda üç dinin mensuplarının bir çatı altında ibadet edebilmelerine imkân sağlayan bir ibadethane inşa etmek daha da mantıklı olacaktır.”   

Papaz Hohberg haklıdır. Teklifi de mantıklıdır. Almanya’da Müslümanların sayısı altı milyona ulaşmıştır. Bu sayı hızla da artmaktadır. Ancak Hohberg Bir Ev projesini tamamen yepyeni bir projeymiş gibi takdim ediyor. Bilerek veya bilmeyerek. Oysa İslâm Tarihinde bu projenin benzeri Müslümanların yönetimi altındaki coğrafyalarda bizzat uygulanmıştır.  İlk uygulama Habeşli Hristiyanların Medine’ye yaptıkları ziyaret sırasında Peygamberimizin onlara ibadet etmeleri için mescidi açmasıyla başlamıştır.

Sonrasında Kudüs’te aynı uygulama devam ettirilmiştir. Kudüs’te Kilise, Cami ve Süleyman Tapınağı sanki sırt sırta birbirlerine yaslanmış gibidir. Mensupları bu yüzyılın başına kadar ibadetlerini kendi mekânlarında hiç sorunsuz bir şekilde devam ettirmişlerdir.

Yüzyıllardır değişik kültürlere ev sahipliği yapmış olan İstanbul; Ezan, Çan ve Hazzan’ın oluşturduğu bir harmoniye, Hilal'in, Haç'ın ve Davud Yıldızı'nın süslediği bir siluete sahiptir. Kimse kimsenin tavuğuna kış dememiştir. Osmanlı yönetimi, yönetimi altında yaşamlarını sürdüren Kilise ve Havraya özel statü bile sağlamıştır. Fatih, 1463'te Bosna'yı fethettikten hemen sonra bir ferman yayınlıyor. O ferman Mehmetçik tarafından 536 yıl sonra ortaya çıkartılıyor. Fermanına ‘‘yeri-göğü yaratan Allah'ın ve kuşandığım kılıcın hakkı için’’ sözleriyle başlıyor Fatih. Bosnalı Hristiyanları dinlerinde ve inançlarında serbest bıraktığını ilan ediyor ve beş asır öncesinden bugünün dünyasına insanlık dersi veriyor.

İşte, Fatih'in Bosna fermanı

‘‘...Ben ki Sultan Mehmed Han'ım, halkımın tamamına ve devletimde üst düzeyde bulunanlara malum olsun ki, işbu fermanımla Bosna rahiplerine lütfumu arttırıp yeri ve göğü yaratan Allah'ın hakkı için, ulu Peygamber hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç hakkı için şöyle buyurdum:
Bu kişilerin yaşadıkları yerlere ve kiliselerine kimse mâni olmayacak, sıkıntı vermeyecek ve herkes yerinde kalacaktır. En başta yüce hazretim bulunmak üzere vezirlerimden ve kullarımdan ve halkımdan hiç kimse bu kişilere, canlarına, mallarına ve kiliselerine taarruz etmeyecek, onları incitmeyecek; yabancıların buraya yerleşmek üzere gelmelerine karşı çıkılmayacaktır.
Yukarıda bahsi geçen kişiler için himmet buyurup lütfettiğim bu fermanımda yazılı olanlara muhalefet etmeyenler bana iyi bir şekilde hizmette bulunmuş ve emirlerime uymuş olacaklardır. Milodraz'da, 1463'ün 28 Mayıs'ında yazıldı.’’(Hürriyet Gazetesi, Murat bardakçı, 25 Temmuz 1999 )
Antalya’da 2004 yılında Dinler Bahçesi yapılmıştır. Bu bahçede Cami, Sinagog ve Kilise yan yana bulunmaktadırlar. Bu bahçe yapılırken Semavi din mensuplarının birbirlerine karşı hoşgörülü ve saygılı olmaları gerektiğinin mesajı verilmek istenmiştir.

İstanbul/ Kuzguncuk’ta, Kilise, cami ve Sinagog aynı bahçeyi paylaşmaktadırlar.

Batum’un 15 kilometre güneyinde, Çoruh Nehri ağzında bulunan Apsaros Kalesinde, Osmanlı yönetimine geçtikten sonra bu üç Semavi din için ibadet mekanları kurulmuştur. (1547)

Antakya’da üç semavi din mensupları hâlâ birlikte toplantılar yapabilmekte, dini bayramlarında bir araya gelerek ortak kutlamalar yapabilmektedirler.

Papaz Hohberg’in yeni bir şey yapıyorlarmış gibi ‘Bir Ev’i takdim etmesi bundan dolayı yanlıştır. Ancak önemli bir iş için kolları sıvamaları doğru bir şeydir, taktire şayandır. Almanya’da Müslümanların tarihte yaptıklarına benzer bir uygulama için adım atılmıştır. Birbirlerine yakın mekanlarda değil de aynı çatı altında üç dinin mensupları için dua mekanları oluşturulmak istenmektedir. Hoşgörüye en çok ihtiyaç duyulan zamanımızda böyle bir adımın atılması taktire şayandır. İnanıyorum ki, bu yapı hoşgörünün sembolü olacaktır.

Arsa sahibi Berlinli girişimci Catherine Dussman’ın, projede Müslümanlar adına sadece Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’nün yer almasından rahatsızlık duyduğu haberleri gelmektedir kulağımıza: Dussman diyor ki; “Dinler arası diyalog ve anlayışı teşvik etmek yerine, yeni çatışma yaratan bir projeyi destekleyemem." Dussman’ın önünde şapka çıkarmak gerekir.

Dussman’dan önce bu konudan, Almanya’da yaşayan 6 milyon Müslüman rahatsız olmalıydı. Almanya'da FETÖ’ye yakınlığıyla bilinen "Forum Dialog" adlı kuruluşun Müslümanları temsil etmediği Müslüman yazarlar tarafından yazılıp çizilmeliydi. Dini Cemaatler bu konuda konferanslar düzenlemeliydi. Konu ile ilgili imza kampanyaları düzenleyip başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere yetkili mercilere gönderilmeliydi. ‘Bir Ev’ projesinde biz de yer almak istiyoruz diye müracaatlarda bulunulmalıydı. Müslümanlar ‘sinekli seccade’ ile ilgili konularla uğraşmaktan bu tür konulara zaman ayıramamaktadırlar.

Anlaşılan o ki; Almanya Müslümanların dağınıklığından rahatsız olduğu için kendisine muhatap arıyor. DİTİB ve Millî Görüş gibi büyük kitlelere hitap eden dini cemaatler bir araya gelmeli, Arapların ve Şiilerin de içinde bulunacağı bir heyet oluşturmalıdırlar. Bu heyet, ‘Bir Ev’ projesinde biz de yar almak istiyoruz diye müracaatta bulunmalıdırlar. Aksi taktirde Türkiye’de 15 Temmuz darbesini gerçekleştiren FETÖ gibi kuruluşlar yürüttükleri etkin politikalarla iletişim stratejisi sonucunda İslam’ı, demokrasiyi ve evrensel değerleri acımasızca suistimal etmeye devam edeceklerdir. ‘Bir Ev’ gibi projelerle büyümeye ve güçlenmeye devam edeceklerdir.

Şu iyi bilinmelidir ki; Almanya’nın anlamak istemediği veya şimdilik kendi ulusal çıkarları için araçsallaştırmayı tercih ettiği bu örgüt, orta ve uzun vadede faaliyetlerine hız verecektir.  Örgüt, Türkiye karşıtlığı ve düşmanlığı üzerinden kendisine siyasi alan açmaktadır. Bu örgüt ilerleyen günlerde Türkiye ve Türk toplumuna olan kinini büyüten bir yapıya dönüşecektir. Her ne kadar Almanya’da yaşayan Müslümanlar arasında sayı olarak bir önem ifade etmeseler de kurulan iş birlikleri ve yaptıkları faaliyetlerinde çarpan işlevi görülmektedir.

Geç kalınmış değil, 14 Nisan 2020 ‘ye daha zaman var. Temeli atılmadan önce Almanya’da yaşayan Müslümanlar adına, “Haus of One” projesinin içinde mutlaka biz de varız, olacağız diye başvuru yapılmalıdır. Bu başvuruyu dini cemaatler tek tek kendileri yapabilecekleri gibi, oluşturacakları heyet aracılığıyla da yapabilirler. Son pişmanlık fayda vermez. Müslümanlar/ dini cemaatler tarafından gereken yapılmazsa, gerekeni yapanlar, yapılacakları yapacaklardır. Gerekeni yapmayanlar bugün olduğu gibi yarın da dedikodu yapmaya edeceklerdir.





14 Kasım 2019 Perşembe

EKREM İMAMOĞLU, BELEDİYE BAŞKANI DEĞİL DE CHP GENEL BAŞKANI GİBİ KONUŞTU

23:40 - 11/11/2019
 
Sevgili Kenan Kolat ile dostluğumuz 1989 yılına kadar gider. Ben o zaman Almanya Türk Televizyonu (TFD) ’nun Genel Yayın Yönetmenliği’ni yapıyorum.
Kenan da o zaman öğrenci derneği başkanı idi (BTBTM) 1980 Darbesi’nin üzerinden kısa denecek kadar süre geçmişti. Dünya görüşleri farklı olan gruplar arasındaki buzlar daha erimemişti. TFD Televizyonu bu grupları kendi stüdyosunda bir araya getirerek, seçilen ortak konu üzerinde, karşılıklı olarak tartışmalarını başaran ilk televizyondur. Türkiye’de henüz ulusal televizyonların olmadığı dönemdir o dönem. Kenan Kolat sonraki dönemlerde, Türkiye halkına hizmet etmeye devam etti. Şimdi de CHP Berlin Birliği Başkanlığını yürütüyor.

“Ekrem İmamoğlu ile halkımızı kahvaltıda buluşturacağız, seni de aramızda görmekten mutluluk duyarız” dedi bir toplantıda Kenan Kolat bana. Ben de Kenan’ın davetine icabet ettim. Lüks bir otelin salonunda buluştuk. Masalar numaralanmış. İsimler de masalara yazılı olarak konulmuş. Kimin kaç numaralı masada oturacağı belli. Kapıdaki görevliye isminizi söylüyorsunuz ve o size masanızı gösteriyor. Organizasyonun titizlikle hazırlandığını farkediyorsunuz. İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu salona henüz gelmeden, kendisiyle birebir fotoğraf çekilmeyeceği, ama kahvaltıdan sonra gruplar halinde fotoğraf çekileceği ilan edildi.

Ekrem İmamoğlu salona alkışlar eşliğinde eşiyle birlikte girdi. Davetliler ayakta karşıladılar İmamoğlu’nu. Ve kahvaltı masasına oturdular. Biraz önce kürsüden fotoğraf konusunda yapılan anonsa kimse aldırmadı, deklanşörlere basılmaya devam edildi. Bu konuda defalarca hatırlatma yapılmasına rağmen sonuç alınamadı. İmamoğlu aşkı böyle bir şey olsa gerek. Aynı karede onunla beraber olmanın ayrıcalığı var demek ki.

Kahvaltıdan sonra Kolat, davetliler arasında müttefikleri Saadet Partisi’nin temsilcilerinin, İyi Parti’nin temsilcilerinin ve Cem Evi temsilcilerinin salonda olduklarından diğer misafirleri haberdar etti. Duyurulardan sonra Kenan Kolat kısa bir konuşma yaptı. Konuşmasında; Türkiye ile Almanya’nın arasının açılmasının buradaki yaşayan Türkiyelilere zarar verdiğinin altını çizdi.
Sonrasında da İmamoğlu’nu kürsüye davet etti. Hemen sonra eşi Dilek Hanım da kürsüye davet edildi. Önce anlayamadık bu davetin nedenini. Öğrendik ki, çocukları Semih’in o gün doğum günüymüş. Çocuk yoktu kürsüde ama, olsun, anne ve babası onun için pastasını kestiler, mumlara üflediler.

Ekrem İmamoğlu konuşmasının içinde İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanı olarak yaptığı çalışmalardan bir cümle bile sarf etmedi.  Konuşmasının merkezine demokrasiyi ve cumhuriyeti koydu. İstanbul halkının da kendisini seçerek demokrat olduklarının ispatını yaptıklarını söyledi. Berlin duvarı yıkıldığında 18 yaşında olduğundan bahisle: “Üniversitede okuyordum ve insanların buluşmasını, kucaklaşmasını, özlemle birbirine sarılmasını, özgürleşmesini derinden hissetmiştim. Nerede olursa olsun, özgürlük, buluşma, kucaklaşma bence dünyadaki herkesin yüzünü güldürür. Şu anda verdiğimiz mücadele de tamamıyla budur. Ortak bir harekettir. Berlin’deki duvarın yıkılışı, demokrasiyle, özgürlükle, cumhuriyetle, bağımsızlıkla birleşen duyguların, dünyaya ne kadar derin ve güzel mutluluklar yaşattığının bir göstergesidir. Duvarın yıkılışının günümüze de çok derin mesajları vardır. O günden bugüne 30 yıl geçti. Şunu unutmayalım ki bu ortak mücadele devam ediyor. İnsanların mutluluğu için, özgürlüğü için devam ediyor. İyi ki Berlin’deki duvar yıkılmış. Tahmin ediyorum ki, dünyada bu anlamda yıkılacak daha çok duvar var.” Dedi.

İntibam odur ki; İmamoğlu Berlin’e belediye başkanı olarak gelmedi veya getirilmedi. Parlatılmak için davet edilmiş olmalı. İmamoğlu şu anda parlatılıyor. Zamanı gelince daha yüksek makamlara aday  göstermek için parlatılıyor. Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Olaf Scholz ile ve Dışişleri Bakanı Heiko Maas’la bir araya gelmeleri ve her iki görüşmenin de basına kapalı olarak gerçekleşmesi benim tezimi kuvvetlendirmektedir.
Bekleyip göreceğiz…

22 Ekim 2019 Salı

BİR SEMPOZYUMUN ARDINDAN: TÜRK’E TÜRK PROPAGANDASI

11:45 - 22/10/2019
 
-Panelist olarak Berlin’e Gelen Katolik Kilisesi Papazları, Türklere ne Kadar Misafirperver Olduklarını Anlattılar-

Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir. Bilhassa son bir asırdan beri tahtaya bir çivi çakmışlığımız yoktur. Çalışıyoruz, gayretimiz var, buna rağmen netice elde edemiyorsak kusuru kendimizde aramalıyız. Bu kusurların ilk sırasına liyakat sorunu yazabiliriz. İkinci sırasına sorumluluk anlayışımızdaki sorumsuzluk yazabiliriz. Üçüncü sıraya da hainlik yazabiliriz. Üçüncü sırayı dışarda bırakacak olursak ilk iki sıraya yazılanlar Türk insanından çok uzakta değildir. Akraba kayırmacılığı, yandaş edinme konusundaki hevesimiz bizim vusulsüzlüğümüze sebep olan zaaflarımızdır. Bir makama getirilen kişi kifayetsiz bir muhteris ise büyük sıkıntılara sebep oluyor. Her şeyi bilen cinsinden bir yetkili oluveriyor birdenbire. İstişare etmek, tecrübe sahiplerini dinlemek gibi pozitif yaklaşımları olmuyor bu makam sahiplerinin. Bu kifayetsiz muhterisler etraflarına birkaç da şakşakçı bulunca her yaptıkları fazilet oluyor.

Geçtiğimiz hafta bir panele davet edildim. Sevgili Sinan Kaplan davet etti beni. ‘Çok kültürlülüğün önemi: Ülkeler için zenginlik ve demokrasi sınavı’ konulu bir panel. Sinan Kaplan’a” Çok anlamlı bir panel olduğu için katılacağım.” diye cevap verdim. Zamanından önce davet edilen adresteydim. Benim gibi önceden gelen davetliler de vardı, onlarla ayaküstü sohbet ettik. Konu, Türkiye’nin, sınırlarını korumak amacıyla, uluslararası hukuktan kaynaklanan hakkını kullanarak Suriye topraklarına girmesi, ‘Barış Pınarı’ harekâtı…

Sonra, salona geçtik. Salonda sadece Türkler vardı. Almanlar yoktu. Tepegöz ile duvara yansıtılan bilgilerde ‘Ev sahibinin Bülent Bilgin’, ‘Moderatörün Serdar Sezen’ olduğunu öğreniyoruz. Avrupa Türk Demokratlar Birliği (UID) başkanı ve yardımcısı. Salona girerken aldığımız kitapçıkta da yazıyordu bu isimler. Özenle hazırlanmış bir kitapçık. Panelistlerden ikisi Türkiye Katolikleri Kilisesi adına panele katılıyorlar; Dr. Rinaldo Marmara ve François Yakan. Birisi de Türkiye Süryani Kilisesi adına panele katılıyor; Saliba Özmen. Panelistin birisi de Muhammed Akar; AK Parti Diyarbakır eski milletvekili, Kürt politikacı diye takdim ediliyor. Kürt politikacı diye sıfatlandırılmasını garipsedim.
Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Ali Kemal Aydın da gelince program başladı. Sinan Kaplan spikerlik yaptı. Kürsüye ilk olarak Bülent Bilgin davet edildi. Ev sahibi olarak 20 dakika konuştu. Daha sonra moderatör kürsüye davet edildi o da, bir o kadar konuştu, sanki moderatör değil de panelist gibi bilgiler verdi. Büyükelçi Ali Kemal Aydın da selamlama konuşması için kürsüyü teşrif etti. Panelistler bu konuşmalardan sonra yerlerini aldılar. Süryani papaz gelmemişti.

Format olarak panele benzemiyordu, sempozyum ve açık oturuma da benzemiyordu. Herhalde Türk usulü bir panel formatı geliştirilmiş olmalı diye düşündük.

Bülent bilgin, Almanca konuştu. Gerekçe olarak da gittikleri ülkelerde o ülke lisanıyla konuşmayı tercih ediyorlarmış. Serdar Sezen de. Davetlilerin hepsinin Türk olmasına rağmen Almanca konuşmak kompleksten kaynaklanan bir uygulama olsa gerek. Güven zaafı. Almanlara yaranmak amacına yönelik gereksiz bir kuruntu. Kimliksizliktir de diyebiliriz.
Bir taraftan Türkçe kursları açılması için gayret sarf ediliyor, öbür taraftan sadece Türklerin davetli olarak katıldığı panellerde bile Almanca konuşuluyor. Anlayan varsa beri gelsin. Ayağımıza kurşun sıkıyoruz.

Neden Almanlar buraya davet edilmedi şeklindeki soruya Serdar Sezen “davet ettik ama gelmediler” diye cevap verdi. Her seferinde aynı mazeret, davet ediyoruz gelmiyorlar deniliyor, o zaman onları bu tür toplantılara getirmek için neler gerekiyorsa önce o yapılmalıdır. Mesela; Almanya’da programlar düzenleyecek ve Almanları da o programlara getirebilecek profesyonel bir ekip kurulmalıdır. Liyakat sahibi bir ekip.  Bu çalışmaları onlar yapmalıdır. Program sorumlusu olan kişiler de gidip panellerini yapmalıdırlar.

Panelistler Türkiye’de yaşıyorlar. Konuşmalarında da Türklerin, Müslümanların misafirperverliklerinden bahsettiler. Hasan Harakani’den ve Mevlana’dan alıntılarla konuşmalarını güçlendirdiler. Türklere Türkleri anlattılar yani. Türk’e Türk propagandası.  “Siz çok iyi insanlarsınız, kapınıza gelenleri boş çevirmezsiniz, hoşgörü sahibisiniz, merhametlisiniz” … Evet biz öyleyiz, bunları da zaten biliyoruz. Bu anlatılanlar Almanlara anlatılması gereken malumatlar. Maalesef hep kendimiz çalıyor kendimiz oynuyoruz.

Panelistler, “siz bu anlattıklarınızı kendi cemaatinize de anlatıyor musunuz?” şeklindeki soruya cevap vermemeyi tercih ettiler. “Kendilerine güzel sıfatları atfettiğiniz gönül adamları Müslüman olan kişilerdir. Kilisenin gönül adamlarından aktarma yapmanız daha doğru olmaz mıydı?” şeklindeki soru da cevapsız kaldı. Onların veremediği cevabı Muhammed Akar onlar adına vermeye çalıştı. Zevahiri kurtarabilmek için boşuna yapılan bir çaba.

Bu toplantılar için yüklü bir bütçe ayrılmış olmalı. 6 kişilik bir ekip. Uçak, konaklama, yeme- içme, salon ve reklam masrafları. Panelistlere de para veriliyordur diye düşünüyorum.
Ankara, “Gidin Almanya’ya, İngiltere’ye, Avusturya’ya, Fransa’ya…; oradaki Türklere misafirperver olduklarını hatırlatın bunu da Hristiyan din adamlarına yaptırın dediyse yapılan gaz almaktan ibaret bir çalışmadır, ki; Ankara ayıp etmiştir.

Gidin oralardaki yerli halkı Türkiye’de yaşayan Hristiyan din adamları tarafından bilgilendirin, Türklerin, Müslümanların, Avrupa’da anlatılanlar gibi olmadıklarını anlatın Avrupalı Hristiyanlara. Avrupa’da camiler kundaklanıyor, bakınız bizim yaşadığımız Türkiye’de Kiliseler kundaklanmıyor, insanlar diri diri yakılmıyor, gidin bunları anlatın onlara denildiyse doğru yapılmıştır. Ben ekibin ikincisini anlatmak üzere görevlendirildiğini sanıyorum.

Ankara’ya konu ile ilgili raporlar yazılacaktır, konferansa katılanlar Almanlar mı olacak yoksa Türkler mi olacak merak ediyorum. Yazıktır, günahtır.

Allah bilir bunlar gelecek seçimlerde daha önce örneğini gördüğümüz üzere vekil olarak Ankara’ya da giderler.

17 Ekim 2019 Perşembe

SURİYE ÜZERİNE; ALLAH VAR GAM YOK





 RÜŞTÜ KAM

2019  Berlin
Suriye’nin Dera şehrinde iki bayan doktor telefonla konuşurken; “Hüsnü Mübarek düşmüş, darısı bizim başımıza...” şeklinde niyetlerini dile getirirler. Telefonları istihbarat tarafından dinlenen bu iki kadın doktor, tutuklanır ve ceza olarak saçları sıfıra vurulur. Bunun üzerine, kadınların ve akrabalarının çocukları, duvarlara “Halk, düzenin yıkılmasını istiyor” sloganını yazarlar. Bu slogan Arap Baharı’nın sloganıdır.

‘Arap Baharı’, 17 Aralık 2010’da Tunus’ta 26 yaşındaki Muhammed Buazizi’nin valilik binasının önünde kendini yakmasıyla başlar. Buazizi üniversite mezunudur ama işsizdir. Seyyar satıcılık yaparak ekmek parasını kazanmaktadır. 17 Aralık günü zabıtalar izinsiz satış yapamayacağını Buazizi’ye sert bir dille söylerler. Tartışma başlar aralarında. Zabıtalar Buazizi’nin tezgahını devirirler ve Buazizi’yi de iyice pataklarlar. Buazizi’nin ağırına gider sokak ortasında dövülmek, gençliğine yediremez olayı. Bir bidon benzin alarak doğru valiliğin önüne gider ve bu firavun rejimini protesto için kendini yakar. Halk yaşanan bu olayla birlikte adeta çılgına döner ve sokaklara dökülür. 18 Aralık’ta Tunus’ta büyük bir protesto başlar.
Buazizi’nin giriştiği bu eylemle beraber Arap dünyası bir anda değişir ve taşlar yerinden oynamaya başlar. Arap Baharı’nın fitili ateşlenmiştir. Birçok Arap ülkesi, Tunus’tan etkilenip özgürlük için savaşmaya başlamıştır. Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Ürdün, Yemen gibi ülkeler Arap baharından etkilenen ülkelerdir. Sloganı da “Halk, düzenin yıkılmasını istiyor.”

14 Ocak 2011 tarihinde Zeynel Abidin’in ülkesinden kaçmasına sebep olan Arap Baharı 1981’den beri Mısır’da devlet başkanlığı koltuğunu işgal eden Mısır Firavunu’nu da 11 Şubat 2011’de koltuğundan eder. Hüsnü Mübarek’in istifasını duyan Aynı dertten muzdarip Suriyeli doktorlar da Esad için bir temennide bulunurlar. Rejim kafalarını usturayla tıraş ederek cezalandırır. Annelerinin saçlarının kesilmesine kızan çocuklar da o gün moda olan o sloganı duvara yazarlar. “Halk, düzenin yıkılmasını istiyor.”

Okulun müdürü bu çocukları hemen istihbarata şikâyet eder. Çocuklar içeri alınır ve çok ağır işkencelere maruz bırakılırlar. Çocuklar içeri alınınca, Dera bölgesindeki aşiretlerin reisleri, Dera’nın istihbarat sorumlusuna gider ve bu çocukların bırakılmasını isterler. Ancak rejimin askerleri kendilerine hakaretlerle cevap verirler. Ve halk sokağa dökülür. “Halk, düzenin yıkılmasını istiyor.” Sloganları bu sefer Suriye sokaklarında uçuşmaya başlar. Dera’da yer yerinden oynar.
Güvenlik güçleri göstericilerin üzerine rastgele ateş açar ve 4 gösterici öldürülür. Kısa sürede bu olay sosyal medya üzerinden bütün Suriye‘ye yayılınca. Halk, Beşar ‘in tahttan inmesini sokaklara çıkarak yüksek sesle bağırmaya başlar. Beşar Esad halkı sükunete davet etme yerine üzerlerine ateş açar. Yakaladıklarını hapse atar, işkence makineleri çalışmaya başlamıştır.

Esed çıldırmıştır, elinde bulunan kimyasal silahlarını, misket bombalarını, varil bombalarını halkının üzerine boşaltmaya başlar. Hastane, pazaryeri, toplu iskân mahalleri ateşe verilir. Bu acımasızca yapılan toplu imha hareketi Birleşmiş Milletler’in devreye girmesini sağlar. Ancak dağ fare doğurur!

Türkiye olup bitenler konusunda Beşar Esed ile görüşür, olacaklar bir bir Esed’e anlatılır. Bu görüşmelerden sonuç alınamaz. Derken "ip puştun eline geçer" , mal bulmuş mağribi gibi hemen olayın üzerine atlar. Atlayan Amerika Birleşik Devletleri’dir. Esed karşıtlarının yanında yer alır. Muhalifleri silahlandırır. Esed’ın hemen tahttan çekilmesini ister. Bir taraftan da Türkiye ile iş birliği içine girer ve Amerika’ya güvenen Stratejik Derinlik kitabının yazarı Başbakan Ahmet Davutoğlu Amerikalılara güvenerek birkaç hafta içinde Emevi Camii’nde Cuma namazı kılacağını bütün dünyaya ilan eder.

Bu arada, birdenbire nereden çıktığı belli olmayan terör örgütleri peydahlanmaya başlar. Kendisini IŞİD diye adlandıranlar vardır, PYD diye adlandıranlar vardır, YPG diyen adlandıranlar vardır, rejimin askerleri diye adlandıranlar vardır. Hepsi Suriye topraklarında pıtrak gibi boy gösterirler. Aba ile ürküt değnek ile say. Sonradan ortaya çıkar ki; bu örgütlerin hepsinin arkasında Amerika vardır, Avrupa ülkeleri vardır. Tavşana kaç, tazıya tut anlayışı.

Türkiye bu olayı fark edinceye kadar "su köprüyü bölmüştür." Geç de olsa yaptığı yanlışlıktan geri adım atarak inisiyatif alır. Özgür Suriye Ordusu ile birlikte çalışmaya karar verir. Bu arada Suriye’deki Türkmenler soykırıma tabi tutulmak istenir. Türkiye bu konuda duyarsız kalmayı yapılan katliamlara seyirci kalmak olarak düşünür ve gerekeni yapar. Ancak içerideki hainlerin MİT tırları kumpasıyla açığa çıkar.
Bu sisli havadan istifade etmek isteyen Rusya, “Rejim beni davet etti.” diyerek Esad’ın yanında yer alır ve koltuktan düşmek üzere olan Esad’ı son anda yakalar. Esed de, "mal bulmuş mağribi gibi" sarılır Putin’e. Belki de denize düşmüştür. Putin Suriye hakkında yüksek perdeden konuşmaya başlar, “Ben de dünyanın jandarmasıyım.” der gibidir. Bir taraftan konuşurken öbür taraftan Suriye hava sahasını da işgal eder, burası benim sorumluluğumdadır kimse gelemez havasındadır. Köpeksiz köy bulmuş da değneksiz dolaşır. Bu arada sebebi belli olmayan bir şekilde Türkiye hava sahasına da girilir. Türkiye o kadar da uzun değil diyerek, kendi hava sahasını ihlal ettiğini söyler ve Rus uçağını düşürür. Hemen sonrasında da Rusya’nın Ankara Büyükelçisi, Ankara’nın göbeğinde polisin koruması altındayken o polis tarafından öldürülür. Moskova, Türkiye ilişkilerini askıya alır. İşler Arap saçına dönmüştür. Ayıklayabilene aşkolsun.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Amerika’dan ümidini kesen Türkiye, Rusya ile flört etmek için zemin araştırma çabasına girer. O da denize düşmüştür. Türkiye’nin çabaları Putin tarafından karşılıksız kalmaz. Sonrasında Putin ve Erdoğan kanka olurlar. Rusya’dan S 400 füzeleri için anlaşma bile yaparlar. Amerika Türkiye’den bu kadarını beklemediği için şok olur. Bir şeyler yapmak için harekete geçer, içerideki işbirlikçileriyle birlikte kolları sıvar ve ilk iş olarak Gezi parkındaki (İstanbul) bir ağacın kesilmesini bahane ederek Türkiye’yi hizaya getirmek ister. 27 Mayıs 2013.

Bu atak geri teper, hızını alamayan Amerika 17-25 Aralık kumpası ile ekonomiyi çökertmek ister, bu da olmayınca Fetö terör örgütü ile 15 Temmuz kalkışmasını devreye sokar. 15 Temmuz 2016. Türkiye umulmadık bir şekilde bu tezgâhı da bozar. Halk sokaktadır. Türkiye’yi kolay lokma sananlar bu sefer de başlarını taşa çalmışlardır. Bu arada Türkiye’ye Suriye’den 5 milyona yakın mülteci gelmiştir. Ancak diplomatik çalışmalar da devam etmektedir. Hükümette de sıkıntılar vardır. Atılan taşlar hedefine varmamaktadır. Erdoğan bu olayı "metal yorgunluğu" olarak açıklar. İşe başbakandan başlar. Fetöcülerle ve Almanya ile dirsek temasında olan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bileti kesilmiştir. Beklenmedik bir aparkat ile nakavt edilir.

Bir taraftan dışardakiler bir taraftan da içerdeki yandaşları Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışırlarken Türkiye bir hamle daha yapar. Fırat Kalkanı, Pençe ve Zeytin Dalı harekatlarıyla terör örgütünün topuğuna sıkar. Bu beklenmedik bir hamledir.
Türkiye’yi eskisi gibi kolay lokma sanan Avrupa ve Amerika Türkiye’nin bu çıkışları karşısında boş durmazlar. Tırlar dolusu envaiçeşit silahı Suriye’ye yığmaya başlarlar. Adres YPG/PYD/PKK/DEAŞ. Avrupa’nın destek verdiği Amerika geriye çekilirken bu silahlar terör örgütlerinin elinde kalacak ve onlar Türkiye’ye son vuruşlarını yapacaklardır. Kazanırlarsa ne âlâ, kazanmazlarsa Avrupa ve Amerika silahlarını satarak zaten kazanmıştır. Amaç silah satmak değil midir…
Bütün bu olanları konulu film gibi seyreden Türkiye halkı anlayacağını anlar. Herkes eteklerindeki taşları döker ve devletiyle bütünleşir. Siyasi partiler de işin vahametini anlamış ve kerhen de olsa tek yürek olmuşlardır.
Suriye’de iç savaş kızışınca bir taraftan İran, Öbür taraftan Rusya da oyuna dahil olur. Türkiye’nin Suriye tarafından bir uçağı düşürülür. Türkiye bu konuda araştırmalar yapsa da neticede sessiz kalmayı tercih eder. Konjonktür gereği diyelim.
Esed’in zulmü dayanılmaz hale gelince ve kimyasal silahlar da kullanılarak halk katledilmeye başlanınca ABD, Suriye'nin Guta kasabasındaki kimyasal saldırıdan Esed rejimini sorumlu tuttuğunu söyler ve askeri saldırı kararı verdiğini açıklar. Bu açıklamanın hemen ardından ABD, İngiliz ve Fransız savaş uçakları Suriye hedeflerini vurmaya başlar. Onlara da bir kemik düşecektir elbet.

Bu duruma seyirci kalmak istemeyen Rusya'nın ilk tepkisi sert olur, yoksa Deli Petro’ya ayıp olacaktır. Sıcak denizlere inmeye ramak kalmıştır. “ABD uluslararası normları çiğnedi” der. Putin'in, operasyonu kınama açıklamasının hemen ardından, ABD ye Almanya'dan destek açıklaması gelir. Merkel "Operasyonu sonuna kadar destekliyoruz" der. Fransa Savunma Bakanlığı ise Suriye’ye yönelik düzenlenen hava operasyonunda füzelerin ilk fırlatma anını gösteren görüntüleri paylaşır. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ise "İran Suriye'nin arkasındadır" ifadesini kullanır. Kargalar leşe üşüşmeye başlamışlardır.
Sonuç, sonuçta 20 milyonluk Suriye’nin 8 milyonu mülteci durumuna düşer ve 1 milyona yakın insan ölür. Şehirler harabeye döner. Var olan tarihi eserler Suriye’den kaçırılır. 8 seneden beri güvenli bölge güvenli bölge diye bağıran ve dilinde tüy biten Erdoğan Suriye’deki tepişmelerden sonuç alamayacağını anlayınca “bir gece ansızın gelebiliriz” der ve besmeleyi çeker, dediğini de yapar, “Ya Allah bismillah”.

Türkiye’nin kararlılığını gören Avrupalılar, koro halinde, Türkiye’ye silah satmayacağız, ekonomik yaptırımlarla Erdoğan’a haddini bildireceğiz, Türkiye Kürt halkını öldürüyor diyerek gece gündüz vakitli vakitsiz ciyak ciyak bağırmaya başlarlar. 1 milyon Suriyeli öldürülürken, 8 milyon Suriyeli mülteci durumuna düşerken, ölüm korkusundan güvenli bir yer bulmak amacıyla çoluk çocuğuyla birlikte aç susuz denizlerde o insanlar boğulurken ses çıkarmayan Avrupalılar, Amerikalılar, sahtekâr Arap ülkeleri; nedense Türkiye kendi sınırını korumak amacıyla uluslararası hukuktan doğan meşru hakkını kullanmaya kalkınca, "kıçı tutuşmuş tazı gibi" oradan oraya saldırmaya başlarlar. Bunlar demokrasi havarileridir(!). İnsan hakları savunucularıdır(!). Teröre ve teröriste mesafeli insanlardır(!). Ulaşmak için yönlendirildiğimiz muasır medeniyetin(!) mensuplarıdır… ”Medeniyet denilen canavar” cümlesinin cuk diye oturduğu muasır medeniyetin mensuplarıdır… Türkiye bunları Çanakkale’den, Balkanlar’dan, Trablus’tan, Yemen’den, Kars’tan, Batum’dan, Kût’ül-Amâre’den çok iyi tanır. Bunlar onların 21. Asırdaki versiyonudur…Bunların onlardan farkı, onlar öldürmeye geliyorlardı ve öldüreceklerini de söylüyorlardı. Bunlar yılışıklar, sırıtarak yanınıza kadar geliyor ve hançerini saplıyorlar…Kalleşler…Ulaşmamız gereken Muasır medeniyeti temsil ediyorlar…

Haydi o tazıların kıçları tutuştu da saldırmaya başladılar Türkiye’ye diyelim, ya bizimkilere ne demeli. “Türkiye’nin ne işi var orada”, “bu iş diplomasi ile çözülmeliydi”, “bütün kapıları yüzümüze kapattırdık”, “şimdi ne yapacağız”, “Erdoğan diplomasi ne demektir bilmiyor”, “ … ile masaya oturmak lazımdır…” Aman Allah’ım hepsi ağız birliği etmiş ve ekmeğini yediği, suyunu içtiği, havasını teneffüs ettiği o güzelim ülkeyi, yabancılara peşkeş çekmek için çemkiriyorlar. Allah’ım ne olur yardım et bu aziz millete…

Ve sonunda Allah’ın yardımı ulaşıyor. Daha fazla kan dökülmeden ABD ile masaya oturuluyor ve ABD teröristlerin geriye çekileceğine dair söz veriyor. 13 maddelik bir anlaşma yapılıyor. Bu anlaşma güzel bir anlaşmadır, anlamlıdır, Allah’ın tavsiyesine de uygundur. “…Eğer barış isterlerse barış yolunu seçin…”
Evet, Arap Baharının sebepleri arasında; siyasi yozlaşma, ifade kısıtlaması, gıda enflasyonu, usulsüzlükler, gelir dağılımındaki adaletsizlik, diktatörlük ve kötü yaşam koşulları vardır. Birçok kişinin hayatını kaybettiği bu özgürlük savaşını kimin kazandığı hala belli değildir.

Şimdi ne yapacak o çemkirenler, hani Türkiye orayı işgal etmek için gidiyordu, hani Türkiye kana susamış vampirdi, hani Türkiye sivilleri öldürüyordu…

Galip olan ancak Allah’tır. Allah var gam yok…Onlar istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır…
“Allah’ım içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak eder misin?”

Sloganı tekrar hatırlayalım; “Halk, bozuk düzenin yıkılmasını istiyor...”