“Taş
düşebülü, ayı çıkabülü…” trafik uyarı işareti. Biz bu uyarı yazısını espri
olarak aramızda söylüyor ve gülüyoruz. Tabii aşağılamak için değil. Her yörenin
ayrı bir şivesi var. Bu espri ile girdik Kastamonu’ya. Sabahattin Al’nin
hüzünlü atmosferinden böylece çıkmış olduk. “Taş düşebülü, ayı çıkabülü…”
Kaastamonu
Rehberimiz daha otobüsteyken başladı Kastamonu’yu tanıtmaya: “Kastamonu, Karadeniz Bölgesi’nde yer alan bir
ilimizdir. Şehrin denizden yüksekliği 774 metredir. Kastamonu şehri, ismini Hitit döneminde aynı bölge için kullanılan
Kastama isminden almıştır. Kastama ismi zamanla Kastamonu'ya dönüşmüştür. Nüfusu 372 bin civarındadır (2017).
Kastamonu, Anadolu’daki en eski şehirlerden
biridir, antik çağ ve Türk-İslâm dönemine ait birçok tarihi esere ev sahipliği
yapar. Evliyalar şehri olarak da bilinir. Kastamonu Kalesi, Atabey Camii, Şeyh
Şaban Veli Türbesi, Yanık Sultan Türbesi, Nasrullah Camii, Saat Kulesi ve buna
benzer birçok tarihi eser mevcuttur Kastamonu’da. Türkiye'de ilk "Kent
Tarihi Müzesi" Kastamonu’da açılmıştır. Kastamonu Saat Kulesi, Sultan II.
Abdulhamid zamanında, Abdurrahman Nureddin Paşa tarafından yaptırılmıştır (1884).
Kulenin saati Avrupa'dan getirtilmiştir.
M.Ö. 333 yılına gelindiğinde Büyük İskender bölgededir. M.Ö. 298 yılında
Pontus Devleti kurulmuştur. Bölge M.S. 1211 yılında Türk-İslam egemenliği
altına girmiştir. Candaroğulları Beyliği döneminde bir ilim ve sanat merkezi
haline gelmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han’ın kardeşi Cem Sultan yaklaşık 4 yıl
kadar Kastamonu’da valilik yapmıştır. “
Konaklayacağımız otel
Bu arada konaklayacağımız otele gelmişiz. Bavullar indirildi. Giriş
işlemleri bitinceye kadar biraz soluklandık, çayımızı içtik ve sonra da odalarımıza
yerleştik. Yarım saat sonra herkes aşağıda olacak dedi rehberimiz Mehmet Doğan Öz.
Geç kalırsak hava kararabilirdi. Kavilleşilen saatte kavilleşilen yerde idik.
Otelin karşısında meydanda Şerife Bacı anıtı var. Otel ile anıtın bulunduğu
meydanı Gökırmak ikiye ayırıyor. Aralarındaki bağlantı iki gözlü güzel bir taş köprü
ile kurulmuş. Grup tamam olunca rehberimiz Şerife Bacı’nın anıtının önünde
topladı grubu.
Milli Mücadele Yıllarında Kastamonu
“Kastamonu, Türk İstiklâl Savaşı sırasında en
çok şehit veren illerden biridir. Çanakkale Savaşları ile birlikte Millî
Mücadele’de de çok önemli rol oynamıştır. Kastamonu Şerife Bacı’yla Millî
Mücadeleye damgasını vurmuştur. İstiklâl Savaşı’nda Şerife Bacı gibi
gönüllülerle ordunun lojistik ihtiyaçlarını karşılayarak çok önemli bir görev
üstlenmiştir. Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası ve Vesikası ile onurlandırılan
tek şehirdir Kastamonu.
Şehit Şerife Bacı
Milli Müdale’de Şehit Şerife Bacı
bayraklaşmıştır Kastamonu’da. Şerife Bacı bağımsızlık yolunda canını veren bir
neferdir, annedir. İstanbul’dan deniz yoluyla İnebolu’ya gelen cephaneler
buradan kağnılar vasıtasıyla Ankara’ya ulaştırılır. İnebolu Kastamonu arası 137
km.’ dir. Ancak, yol çetin, yol zorlu, yol soğuktur…
Erkekleri cephede olan kadınlar bu görevde
gönüllü sayarlar kendilerini. Görevleri kağnılarla İnebolu’ya gitmek, oradan
aldıkları cephaneyi Kastamonu’daki kışlaya teslim etmektir. Şerife Bacı da bu
gönüllülerden biridir. Köyünden iki öküzünü koştuğu kağnısıyla ve kucağında
Elif bebeğiyle yollara düşer ve İnebolu’ya gelir. Buradan mühimmâtı alır ve
kafile ile birlikte geriye döner. Yolculuk başta iyi başlamıştır, ancak Küre
Dağları’na varıldığında işin seyri değişir. Karlı tepeleri aşmakta zorlanır
kağnılar. Bu esnada Şerife Bacı’nın cılız öküzlerinden birisi de bu zorluğa
dayanamayarak yolda kalır. Şerife Bacı öküzün yerine kendini koşar kağnıya, bu
arada arkadaşlarından geride kalmıştır. Var gücüyle çeker kağnıyı, yetişemez
arkadaşlarına. Bu arada kar şiddetini iyice artırmıştır. Elif bebek açlığın ve
soğuğun verdiği acıyla başlar ağlamaya ağlar, ağlar… Ağlamaktan ve yorgunluktan
sesi kısılır ama yine de ağlar…
Yağan kar mermileri iyiden iyiye ıslatmaya başlamıştır. Şerife Bacı, mermiler
ve Elif bebek ıslanmasın ve hatta donmasın diye, ıslak battaniyeyle onların
üzerlerini örter, kendini ve kağnısındakileri Allah’a ve koşuktaki tek öküzüne
emanet ederek yoluna devam eder. Gece geç saatlerde Kastamonu’ya gelmiştir…
Kastamonu kışlasının önünde tek öküzlü bir kağnı durur ertesi günün sabahında.
Askerler merak ederler kağnıyı, nasıl gelmiştir tek öküzlü bu kağnı buraya. Battaniyeyi
kaldırırlar ve altındaki Şerife Bacı’nın cansız bedeniyle karşılaşırlar. Telaşlanırlar.
Ne yapalım edelim derken, bir ses duyarlar, bebek sesi. Ağlayan, Elif’tir.
Şaşırırlar, alırlar bebeği bağırlarına basarlar. Ağlayan bebek değildir; askerlerdir,
Mehmetçiktir, Anadolu’dur…
Şerife Bacı, o emsalsiz kadın, kendini mermilere ve Elif Bebeğe siper
etmiş ve onları korumak için kendisi soğuktan donarak can vermiştir. Şerife
Bacı, Anadolu coğrafyasındaki her kadın gibi vatan sevgisiyle çıktığı bu yolda
şehid olmuştur. Ruhu şâd olsun… Vatan
sağ olsun…”
Bu anıt zaten bizleri titretmiş, kendimize
getirmişti. Hikayesini de dinledikten sonra fevkalade duygulandık, gözlerimiz
hâkim olamadı akan yaşlarına. Türkiye’nin kıymetini bilmeyen Türkiye düşmanlarına
öfkelendik, diş gıcırdattık onlara. Gelin Kastamonu’ya da Şerife Bacı’nın
yaptıklarına şahit olun diye söylendik kendi kendimize. “Beyler, bu topraklar öyle durduk yerde vatan olmadı. Nice Şerife
bacılar, ana kuzuları bu topraklar için toprağa düştü. Biz onlara ‘Kınalı Kuzular’
deriz. Anadolu’nun vatanlaşmasında en büyük pay onlarındır” dedik ve kahırlandık.
Millî
Mücadele’de yaptıkları canhıraş mücadelelerle bayraklaşan; Şerife Bacı, Nene
Hatun, Kara Fatma, Tayyar Rahime, Emir Ayşe, Gördesli Makbule, Halime Çavuş, Halide
Edip Adıvar, Nezahet Onbaşı ve daha binlerce bacımızın ruhları şad olsun.
10 dakika fotoğraf molası. Sonrasında Kastamonu kalesine doğru tırmanacağız. Taksi ile de gidilebiliyor. Ama biz yaya olarak yürümeyi tercih ettik.
Kastamonu Kalesi
“Kastamonu Kalesi,
şehre hâkim bir noktadadır. Kastamonu'nun en yüksek noktasında tüm heybetiyle
halen ayakta duran kale, M.S. 12. yüzyılda Türklerin bölgeye yaptıkları akınlar
neticesinde Komnenoslar tarafından yaptırılmıştır. Kalenin orijinal yapısından
günümüze sadece iç kale kısmı gelebilmiş. Doğanın ve insan elinin
tahribatlarına maruz kalan kale, çeşitli zamanlarda onarımdan geçmiş. Bu
onarımlardan sonra, Orta Çağ Bizans kalesinden daha ziyade Osmanlı- Türk
mimarisini yansıtmaya başlamış. Kale içerisinde sarnıçlar, zindan, kaçış
tünelleri vardır. Bir de 'Bayraklı Sultan' olarak anılan türbe yer almaktadır.
Kastamonu Kalesi kent merkezinden yaklaşık 120 metre yüksektedir.”
Kalenin yamacında,
şehre nazır bir yerde bir türkübar var. Hava biraz serin. Oraya girip içimizi
ısıtalım istedik. Atmosfer güzel olunca akşam yemeğini de orada yemeye karar
verdik. Sonrasında çay-kahve içme iştahımız kabarınca, zamana dikkat etmemişiz,
hayli ilerlemiş. İlerlemiş ilerlemesine de, sahneye çıkan yerel sanatçılar da
bizleri bırakmıyor. Birbirinden güzel türküler söylemeye başladılar. Kalmayı
tercih ettik. Hatta zaman zaman onlara eşlik bile ettik. Güzel bir anı oldu. Bu
saatten sonra yol kısa olmasına rağmen geriye taksi ile dönmeyi tercih ettik.
Sabah kahvaltısından sonra ilk önce Nasrullah Kadı Camii...
Nasrullah
Kadı Camii
“Nasrullah
Kadı Camii, Kastamonu’nun sembolü haline gelmiş olan Nasrullah Kadı tarafından
yaptırılmıştır. Nasrullah Kadı, 15.-16. yüzyıllarda yaşamış önemli
âlimlerdendir.
Kastamonu’da
ve İstanbul’da müderrislik, İstanbul, Manisa, Diyarbakır ve Belgrad
şehirlerinde de kadılık yapmıştır.
Yaptırdığı
altı kubbeli Nasrullah Kadı Camii (1506)’nin avlusunda, caminin hemen yanındaki
çifte şadırvanın yanında metfundur.
Kent merkezinde yer alan cami, meydanı,
şadırvanı, köprüsü ve bir de daha sonra eklenen medresesi ile bir külliye
görünümündedir.
II. Beyazıd döneminde (1506) yaptırılan cami,
Kastamonu’nun en büyük camisidir. 1746 yılında genişletilmesine kadar 6 kubbeye
sahip olan cami, bu çalışmayla 9 kubbeli hale getirilmiştir. Cami içindeki
hatlar ve süslemeler ise, yine Kastamonulu ünlü hattat Ahmet Şevket Efendi
tarafından yazılmıştır.
Millî Mücadele yıllarında, Anadolu’yu
dolaşarak Kurtuluş Savaşı’na destek toplayan Milli Şair’imiz Mehmet Akif Ersoy,
Nasrullah Camii’nde vaaz vermiş ve halkı Millî Mücadele için
cesaretlendirmiştir.
Halk arasında yaşayan bir söylentiye göre, bu
şadırvandan bir kez su içen kişi ömründe ya yedi kez Kastamonu’yu ziyaret
etmekte ya da Kastamonu’ya yerleşmekteymiş.
Münire Medresesi El Sanatları Çarşısı
Nasrullah Camii’nin arkasında yer alan
medrese 1746 yılında Reis-ül Küttab Hacı Mustafa Efendi tarafından
yaptırılmıştır. Bugün medrese olarak hizmet vermiyor, el zanaatları çarşısı
olarak hizmet veriyor. 21 adet dükkânı var. Kastamonu’ya ait her türlü
geleneksel el zenaatı burada bulunabilir. Ayrıca yöreye ait şifalı bitkiler ve
ürünler de vardır. “
Hazır fırsat varken Kastamonu’ya
ait hediyelik eşyalarımızı da aldık buradan. Bu arada esnafla sohbet etme
imkânı da bulduk. Esnafın burnu yukarıda değil. Hoşsohbet insanlar. Gülümsemek
sanki Kastamonu’nun sembolü gibi. Mağazada, sokaklarda, müzelerde, lokantalarda
insanlar gülümsüyorlar. Önce derdiniz ne ise onu anlamaya çalışıyorlar, sizi
anlamak istiyorlar. Yüz ifadenizden, jest ve mimiklerinizden duygularınızı
tahmin etmeye çalışıyorlar. Anlatılanlara göre, Kastamonu insanının samimiyeti, insanlığı, Kastamonu’da yaşayan
Şeyh Şaban Veli‘den miras kalmış. “Güler
yüzle gel. Güler yüzle git. Ne yaparsan yap güler yüzle yap” bu sözler Şaban
Veli’nin sözleriymiş…
Şeyh Şaban Veli Türbesi
“Şeyh Şaban Veli, 1481 yılında Kastamonu’nun
Hanönü ilçesinde doğmuştur. Taşköprü ve Kastamonu’daki eğitim kurumlarında,
hafızlığını ve öğrenimini tamamlayan Şeyh Şaban, İstanbul’daki medreselerde
akademik eğitim alarak, Dersiam (Profesör) olmuş ve bir müddet, İstanbul’daki
medreselerde eğitimci olarak çalışmıştır. Sonrasında Bolu’da Tokadî Dergâhı’nda
12 yıl tasavvuf eğitimi almıştır.
Şeyh Şaban, bu eğitimini tamamladıktan sonra dergâhını
memleketi Kastamonu’da kurmuştur. Dergâhın etrafı duvar ile çevrilidir. Dergâhın
avlusunda türbe var, dergâh var, mezarlık var, bir de çeşme vardır. Çeşmeden
akan suyun zemzem suyu olduğuna inanılır. İçen içebildiği kadar içiyor ve
kaplara doldurarak evlere de götürüyor.
Dergâha ait evler biraz yukarıda, merdivenlerle
çıkılıyor. Özenle düzenlenmiş bu evler, müze olarak kullanılıyor… Dergâhın duvarlarında
hat sanatının eşsiz eserleriyle tanışıyorsunuz. Hat eserleri özenle asılmışlar.
Kastamonu yöresine ait ahşap konakların bütün güzelliğine sahip olan bu evlerde
Şeyh Şaban Efendi’ye ve müritlerine ait özel eşyalar sergilenmektedir. Şeyh Şaban 4 Mayıs 1569 tarihinde
vefat etmiştir.”
Anadolu topraklarını vatan yapan
bu gönül adamlarıdır. Halk tarafından sevilen insanlardır. Kars’ta Hasan
Harakanî ne ise, Ankara’da Hacı Bayram Veli ne ise, Kırşehir’de Hacı Bektaş
Veli, Nallıhan’da Taptuk Emre, Konya’da Mevlana, Balkanlarda Sarı Saltuk ne
ise, Kastamonu’da Şey Şaban Veli de odur.
Tirit
“Tirit
bir yemek çeşididir. Kastamonu tirit aşıyla da meşhurdur. Aslında Urfa ile yan yana
anılan tirit, sanki sadece Kastamonu’ya özelmiş gibi algılanmaktadır. Hikayesi
şöyledir: Hz. İbrahim oğlunu kurban edeceği sırada kendisine vahiy gelir ve
oğlu yerine bir koç kurban eder. Koçun etini pişirir suyundan da yemek yapar ve
insanları Halil İbrahim sofrasına davet eder. O günden bugüne Halil İbrahim
sofrası devam eder. Tirit günümüzde Kastamonu’da düğünlerde, taziyelerde, adak yemeklerinde,
cuma gününde ve mübarek günlerde özellikle de sabahları pişirilip hayır
niyetine ücretsiz olarak dağıtılır. Zengin fakir ayırımı yapılmaz. Kastamonu’da
tiritin türküsü de yakılmıştır.
Sabahınan erken çifte giderken
Öküzüm torbadan düşmüş gördün mü
Tiridine tiridine tiridine bandım
Bedava mı sandın para vidim aldım
Manda yuva yapmış söğüt dalına
Yavrusunu sinek kapmış gördün mü
Tiridine tiridine tiridine bandım
Bedava mı sandın para vidim aldım
Taşköprü sarmısağı
Tarım açısından gelişmiş
olan Kastamonu, yüzyıllar önce “sarımsak kokulu insanlar” anlamına gelen
“paflagonya” kelimesi ile adlandırılmıştır. Bugün, yetiştirilen sarımsak,
bölgenin sakinleri için gurur kaynağıdır, Festival, fuar, anıtlar onuruna
kullanılan, hatta Kastamonu’da hediye olarak verilen bir sembol özelliği vardır.
Bölgede, yaz mevsimi sıcak ve kuru, kış mevsimi de karlı ve soğuk geçmektedir. Bu
nedenle Kastamonu’da gıdalar genellikle kurutma ve terbiye etme yoluyla
korunmaktadır. Böylece pastırma (sarımsak ve baharatla sarılmış sığır eti) ve
tarhana (kurutulmuş soğan, biber, un ve yoğurt karışımı) gibi ürünler ortaya
çıkmıştır. Aynı zamanda buranın kazanda kuzu gövdesinin bütünüyle pişirildiği
kazan kebabı ve etli ekmeği de çok meşhurdur.
Sarımsak, Taşköprü ile yayana gelen bir
baharattır. Toprağının özellikleri sayesinde, Taşköprü Sarımsağı’nın diğer
sarımsak türlerine göre tadı ve kokusu daha keskindir. Taşköprü Sarımsağı’nın
raf ömrü oldukça uzundur. Saplarıyla beraber kuru ve serin bir yerde saklandığı
sürece soğuk hava deposuna ihtiyaç duyulmaksızın 6-8 ay arasında saklanabilir.
Anavatanı Hindistan olan mutfağımızdan eksik etmediğimiz sarımsağın tarihi,
insanlık kadar eskidir. Tarihin ilk çağlarında Sümerler ’in sarımsağı
bildikleri ve ilaç olarak kullandıkları elde edilen arkeolojik kayıtlardan
anlaşılıyor. Eski Mısırlıların da sarımsağı yediklerini ve ilaç olarak
kullandıklarını biliyoruz.
Sarımsağın
veya yağının, mikroorganizmalar üzerine antibiyotik etkiye sahip olduğu,
antiseptik işlevi, grip, nezle, ses kısıklığı, astım rahatsızlıklarına,
bademcik, romatizma ve eklem enfeksiyonlarına, öksürük ve bronşite iyi geldiği
söylenir.
Sarımsağın,
vücudun bağışıklık sistemini güçlendirici, tansiyonu ve kan şekerini de dengelediği
söylenir.”
Sarımsak bu kadar övülür de alınmaz mı,
elbette alınır. Biz de aldık. Ancak Emin otobüsün içine almamıza müsaade
etmedi. Satıcıya özel olarak paketlemesini tembih etti. Sonra sarımsağı bagaja
koydu. O kadar faydaları olan sarımsağı maalesef ortalık yerde bırakamıyoruz. Tüketirken
de dikkatli olmamız gerekiyor. Bilhassa kalabalık mekanlara girilmesi tavsiye
edilmiyor.
Ve Kastamonu’dan ayrılıyoruz. Hedefimizde
Amasra var. Önce yemek yenilecek. Öğle yemekleri şirketten olmadığı için
arkadaşlar kendi aralarında gruplaşarak birbirlerine ziyafet çekiyorlar.
Kastamonu’nun kazanda kuzu gövdesi tavsiye edildi. Yanında Kastamonu pilavı ile
birlikte harika bir lezzet. Pilav alışık olmadığımız bir görünüme sahip, içinde
neler var neler: Kabuğu soyulmuş badem,
kuru üzüm, zeytin yağıyla sotelenmiş soğan ve sarımsak, siyez bulguru,
haşlanmış nohut, haşlanmış kuru fasulye, ceviz içi, tuz ve çeşitli baharatlar. Turşu
ve ince kıyılmış maydanozla servis ediliyor.
Açık havada, gürül gürül akan Araç Deresi
kenarında Çevrik Köprü Restoranı’nda yedik yemeği. Yemeğin lezzeti kadar
mekânın atmosferi de yemeğe ayrı bir anlam kattı. Her yörenin kendine has
lezzetleri var…
Karabük
Dizdar camii
Restorandan
hemen ilerde bir cami var. Kubbesi sarı bir cami. Sivri de kubbesi. Safran
soğanı böyle olurmuş. Dizdar Camii. Şefik Dizdar yaptırmış camiyi.
Safranbolu'nun simgesi safran soğanını, cami kubbesi şeklinde yaptırmış. Karabük'ün tarihi konaklarıyla ünlü Safranbolu ilçesinde,
safran bitkisinin soğanının tasvir edildiği bu cami, mimarisiyle de ilgi
görüyor. Ağırlığının 100 bin
katı kadar sıvıyı sarıya boyayabilen, kozmetik, gıda ve ilaç endüstrisi gibi
çok geniş sektörlerde kullanılan safran bitkisinin soğanının kubbe şeklinde
tasarlandığı cami sıra dışı bir görünüme sahip.
400 kişinin aynı anda ibadet edebildiği caminin kubbesi kadar
iç süslemeleri de özel yapılmış.
Safranbolu mimarisinin örneklerini orada görmek mümkün.
Yörük
Köyü
Karabük sınırları içinde seyrediyoruz. Hedefimizde Safranbolu
var. Rehberimiz “Safranbolu’dan önce Yörük Köyü’ne uğrayacağız” dedi. Otobüsü köyün
girişinde park ettik. Yaya olarak yürüyoruz köyün içine doğru. Birdenbire
önümüze Köçek çıktı, şaşırdık. Keyifle seyrettik onları. Bolca fotoğraf çektik. Köçeklerin dans gösterisinden sonra,
köçek kültürüyle ilgili kısa bir bilgilendirme yaptı rehberimiz:
“Kadın elbisesi giyerek
müzik eşliğinde dans eden erkeklere köçek/zenne, erkek elbisesi giyerek dans
eden kızlara çengi denir.
Köçeklerin,
çengilerin dans ederken kullandıkları çergâne ve çarpare aletleri (ritim
aletleri) dansın tamamlayıcı unsurlarındandır. Köçeklerin başı açıktır. Evliya
Çelebi köçekler için “yetmiş tastan, feleğin çemberinden geçmiş” deyimini
kullanır.
Köçek
ve çengi kültürü 11. Yüzyıla kadar uzanır. Özellikle Yunan ve Pers
kültürlerinde büyük bir yeri olan köçekler, Güney Amerika ve Afrika’da kabileler
arasında her zaman yer bulmuştur. Köçekler ve çengiler eşcinsellik
tartışmalarına çağlar boyu malzeme olmuşlardır. Köçekler, sanatlarını yaşatmak ve
gelecek kuşaklara aktarmak için çok mücadele etmişlerdir.
Osmanlı döneminde bu
kültüre önem verilmiştir. Köçekler I. İbrahim döneminde Osmanlı saray
eğlencelerindeki en parlak dönemlerini yaşamışlardır.
Köçeklik eğitimi 7 yaşlarında
başlar 14 yaşına kadar sürerdi. 14 yaşından itibaren de köçekler ve çengiler profesyonel
dansçı olarak mesleklerini sürdürürlerdi. Köçeklik 1856 yılında Sultan Abdulmecid
tarafından eşcinselliği çağrıştırıyor gerekçesiyle yasaklanmıştır. Bu tarihten
sonra köçekler Anadolu'ya ve çeşitli Arap ülkelerine dağıldılar. Anadolu'nun
bazı bölgelerinde hâlâ varlığını sürdüren köçeklik geleneği günümüzde (2018) Kastamonu
yöresinin kültürü olarak yaşamaktadır. Kastamonu düğün ve şenlikleri köçeksiz
yapılmaz. Kastamonu'daki köçeklere, dansçılara, davul, zurna ve keman ustaları
eşlik ederler.
Eşcinsellik
her ne kadar köçekliği köşeye sıkıştıran bir itham olmaya devam etse de
köçeklik, Kastamonu'da erkek karakteri korunarak yeniden harmanlanmıştır. Kadınsılıktan
olabildiğince uzaklaşılmıştır. Etek giyen erkekler, sempatik figürlerle
izleyicinin ilgisini çekmeyi başarmıştır. Kadını taklit etmekten çıkıp, erkek
dansçılığına yeni bir yorum getiren bu değişim günümüzde köçekliğin yer
altından çıkmasını sağlayan en önemli faktördür.
Neşet
Ertaş gibi hem Türkiye'nin, hem de dünyanın en önemli kültür sembollerinden
olan büyük bir şahsiyetin de geçmişinde köçeklik vardır. "Zalım kader
devranını dönderdi, tuttu bizi İbikli'ye gönderdi/ Babam saz çalarken bana zil
verdi, oynadım meydanda köçek dediler/ Anam Döne İbikli'de ölünce, tam beş tane
öksüz yetim kalınca/ Beşimiz de per perişan olunca, babamgil buradan göçek
dediler" dizeleriyle bu kültürden asla utanmadığını dile getirir. İlave eder
büyük usta Neşet Ertaş; bir zamanlar beni köçek diye dışlayanlar yıllar sonra
sazımı öpmüşlerdir.”
Anadolu 11. yüzyılda Türkleşti. Batı Karadeniz'e Türkmen boyları
geldi. Konar göçer olan Türkmenler zamanlar yerleşik düzene geçtiler. Yörük
Köyü’de bu
Türkmen köylerinden biridir. Köyün kurucularının Horasan’dan gelen Karakeçili aşiretinden Yörükler
olduğu bilinmektedir.
Bugün zamana meydan okuyan bu köy Safranbolu ve çevresinin en
önemli cazibe merkezlerinden biridir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul’da fırıncılık,
börekçilik gibi işlerde çalışan Yörükler burada biriktirdiği paralarla İstanbul
Boğazı'nda gördükleri yalılara benzer yapıları köylerine yaptırmışlardır. Bu
evler birbirlerinin önünü kapatmayacak şekilde iki ya da üç katlı olarak inşa
edilmiştir. O günden bugüne kadar da ayakta kalmayı başarmışlardır. Leyla
Gencer, Cemil İpekçi ve Gülgün Feyman bu köyün evladıymış. Köylü onları
unutmamış.
Kasım Sipahioğlu Konağı
Konağın tanıtımını Filiz Teyze yaptı,
Esprili bir kadın Filiz Teyze. Konak, yaklaşık 300 yaşındaymış. Köydeki diğer
konaklar gibi Bektaşilerin üçler, beşler, yediler ve on iki imam inancı konağın
ahşap ve tavan işlemelerine nakşedilmiş. Ayrıca konaklar haremlik ve selamlık
denen iki bölümden oluşurmuş. Konağın yatak odasında banyo var. Filiz Teyze banyonun
nasıl yapıldığını anlattı. Konu mankeni olarak Ramazan Gezer’i kullandı.
Sipahioğlu
Konağı Yörük
Köyü’ndeki anıtsal nitelikli evlerden biriymiş. Bu köyde evler, taş zemin
üzerine, 2 katlı olarak yapılmış. Evin odalarında kalem işi süslemeler var, bu
süslemelerde çiçek motifleri kullanılmış. Kalem işi süslemelerin içinde evlerin
yapılış tarihi varmış. Dikkatli bakılınca görülürmüş. (H.1294-M.1877)
Tanıtımdan sonra. Konağın bahçesinde
safran çayı içtik ve sohbet ettik. Gözleme yiyenler olduğu gibi hediyelik
eşyalara meraklı olanlar da vardı.
Filiz Teyze bize köyün çamaşırhanesini
de tanıttı. Çamaşırhane bugün sanat galerisi olarak kullanılıyormuş. Tarihi çamaşırhane
‘de yine Bektaşi geleneklerine ait detaylar gözlerden kaçmıyor. Orta yerde çamaşır
yıkama taşı var. Hamamlardaki göbek taşı gibi. Çamaşırhane köyün ortak malı. Bu yapıda da Bektaşi kültürü
detayları kendini gösteriyor. Ortadaki çamaşır yıkama yeri on iki imama ithafen
on iki dilimli. Çamaşırhanede kullanılan su daha sonra toprağa gitsin diye özel
eğimler verilmiş.
Farklı boylardaki kadınlar düşünülerek
farklı yüksekliklerde tasarlanmış göbek taşı. Çamaşırhane tanıtımından sonra, Filiz
Teyze, bir evin önünde durdu ve bize kapı tomağı hakkında bilgiler verdi. “Yörede demircilik önemli bir iş kolu olduğundan kapı tokmakları özenle
işlenmiştir. Her evin kapısının tokmağı ayrı biçim ve özelliktedir.
Kapıdaki tokmaklara
bağlanan tek düğüm ev sahibinin ''kısa sürede döneceği'', iki düğüm ''eve
dönmelerinin zaman alacağı'', üç düğüm ise ''gün boyu gelmeyeceği'' anlamını
taşıyormuş”. Küçücük bir köyden gelenekle ilgili önemli
tarihi bilgiler aldık. Estetiğe verilen önem oldukça dikkat çekici.
Yörük
Köyü, gerçek bir Türkmen köyü olması sebebiyle 1997 yılında Kültür
ve Turizm Bakanlığı tarafından koruma altına alınmış. Fotoğraflama süresi 30
dakika olarak verildi. Toplanma yeri otobüsün bulunduğu park yeri.
Devam edecek