15 Ağustos 2017 Salı

SİYERİ FARKLI OKUMAK VI/6 TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ 8. EĞİTİM KAMPI / PROF. DR. MEHMET AZİMLİ



-Hz.Osman; “Ben halife değil miyim, mal bizim malımız değil mi? Amcama istediği parayı vereceksin.” deyince Abdullah bin Erkam Mescidin önünde, hazinenin anahtarını Halife Osman’ın önüne atmış ve  “Ey Osman al anahtarları, ben kendimi ümmetin malının Beytülmâl görevlisi zannediyordum, oysa ben sizin ailenizin Beytülmâlinin görevlisiymişim…”- demiştir.


Hz. Ömer’in ölümü

Hz. Ömer İran’ın fethi dolayısıyla Şiiler tarafından sevilmez, düşman olarak anılır. Hz. Ömer ufku çok geniş bir insandı, üretkendi, adil idi. Ancak bazı olaylar vardır ki mutlaka yapılması gerekir, mesela savaşlar gibi. Hz. Ömer zorunlu olmadan savaşlara bile cevaz vermemiştir. Yapılması zorunlu hale gelmişse savaşa izin vermiştir. Savaşların sonucunda elbette acılar çekilir, gözyaşları vardır. İran fethedilmiştir, ganimetler vardır, kadınlar ve çocuklar esir alınmışlar. Hz. Ömer onları görünce; “Bunların ağıtlarıyla büyüyen çocuklar yarın bize düşman olacaklar” diyerek gözyaşı dökmüştür. Nitekim Hz. Ömer’i bir İranlı öldürmüştür. Muğîre b. Şu'be’nin kölesi Ebu Lu’lu, Hz. Ömer’e bir sabah namazında camide saldırarak, ağır şekilde yaralamış ve bu yara onun ölmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer vasiyetini ölüm döşeğinde yapmıştır. Yerine oğlunu bırakmasını söyleyenlere: “Benim ailem bu işten çok zarar gördü. Bir aileden bir kurban yeter. Onun için oğlumu yerime bırakmayacağım.” demiştir.
“Peki, yerine kimi bırakacaksın?” şeklindeki sorulara cevaben, “Kendimden sonra yerime birini bırakmayacağım, Peygamber de yerine birisini bırakmamıştır. Ancak ben Peygamber’in yaptığı gibi yapmayacağım. Kendimden sonrası için birini bırakacağım ama Ebubekir’in yaptığı gibi de yapmayacağım. Peygamber kendi döneminde doğru olanı yapmıştır, Ebubekir de kendi tecrübelerinden yola çıkarak doğru olanı yapmıştır. Ben de kendi tecrübelerime dayanarak ve bulunduğum şartları göz önünde bulundurarak farklı bir uygulama ile halifenin seçilmesini sağlayacağım. Benden öncekilerin hiç biri benim için örnek değildir, onlar bana örnek olamaz.”

Şuranın halife seçimi

Hz. Ömer yerine; Ali bin Ebi Talip, Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin el-Avvam, Sad bin Ebi Vakkas ve Abdurrahman bin Avf’tan oluşan 6 kişilik bir şura heyeti bırakmıştır ve bu şuranın 3 gün içinde aralarından birini halife seçmeleri şartını getirmiştir. Üç günün sonunda eşitlik bozulmaz ise, Abdurrahman’ın oyuyla eşitliğin bozulmasını istemiştir. Heyet başkanı Ebu Talha’dır. Hz. Ömer’in vefatından sonra toplanan bu heyet, halife seçiminde eşitliği bozamamıştır. Hz. Ali ve Hz. Osman eşit oylar almışlardır.
Kureyş statüsünde iki kabile vardı. Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları. Kureyş’i hep bu kabileler yönetiyorlardı. Aslında Müslümanlar Ebubekir ve Ömer’i seçerek çok önemli bir şeyi başarmışlardı. Kabilecilik anlayışına son vererek liyakat anlayışını getirmişlerdi. Hz. Ebubekir’in de Hz. Ömer’in de kabileleri güçlü değildi, çok zayıftı. Sahabe o gün zayıf kabilelerden iki tane kaliteli, güçlü insanı halife seçtiler, ama üçüncü halinin seçimine gelince tökezlediler. Güçlü kabilecilik geleneği yeniden gündeme geldi.  Liyakat yerini kabileciliğe bıraktı.

Halife olarak, ya Hz. Osman ya da Hz. Ali seçilecekti. Bu adayların her ikisinin de lobisi çok kuvvetliydi. Hz. Osman’ın arkasında Emeviler; Ebu Süfyan ve sülalesi vardı. Hz. Ali’nin arkasında sadece Haşimiler vardı. Peygamber sülalesiydi Haşimiler ama üçüncü halifeyi seçecek güçleri kalmamıştı. Bunlar eskiden beri kavgalı kabilelerdir. Nitekim bu iki sülalenin birinden Emeviler ve Endülüs Emevileri, diğerinden Abbasiler ve Fatımiler diye dört tane imparatorluk çıkmıştır.
Abdurrahman bin Avf, Hz. Ömer’in tayin ettiği hakemdir. Eşitliği bozacak olan kişidir. Ancak o da kendi başına karar vermekten çekindi. Kararı kendisi verebilirdi ama vermedi, o halka sorma yolunu seçti. Çocuk, kadın, erkek, yaşlı ayırımı yapmadan herkese sordu. “Hz. Ali mi yoksa Hz. Osman mı, tercihin hangisidir?”
Böyle bir kamuoyu yoklamasından sonra kararını verdi Abdurrahman bin Avf: “Halife Hz. Osman’dır” dedi ve Hz. Osman seçimi kazanmış oldu. Bu kamuoyu yoklamasında, Hz. Ömer gibi sert mizaçlı birisinden sonra, daha mülayim, çok zengin, cömert ve daha yaşlı birisi olan Hz. Osman’ın tercih edilmiş olması muhtemeldir. Hz. Ali o zaman 33 yaşındadır. Hz. Ali’nin biraz daha sert mizaçlı olduğu birisi olduğu da biliniyordu.

İnsanlar sivil hayatta çok farklı, yöneticilik alanında çok farklı olabiliyorlar. Bazen insanların yönetici olduktan sonra o işi yapamayacağı anlaşılıyor ama çok geç kalınmış oluyor. Hz. Osman normal hayatında hiç kimseyle sorun yaşamayan, zengin ve cömert bir insandır. İnsanlar Hz. Osman için herkesle güzel geçinir, idare eder, diye düşünmüş olabilirler.

Dört halifenin seçimi de farklı farklı olmuştur. Hiçbirinin seçim şekli için İslâm’ın seçim şekli budur diyemeyiz. O tarih diliminin 4 ayrı seçim örneğidir bunlar. Bugünün Müslümanları da, selefi, literal, lafzi okumalarla bunları örnek almamalıdır. Nitekim Hz. Ömer kendisinden önceki iki halifenin seçimini kendisine model almamıştır. Geçmişteki içtihat örnekleri bizim için uygulanması gereken vecibeler değildir. Örneğin, günümüzde geçen bir olayla ilgili ‘İbn Abidin’de bu olay şöyle ele alınıyor.’ diye açıklama yapıyorlar. İbn Abidin 500 sene önceki döneme göre -Allah razı olsun- bir şeyler yapmıştır ama onun içtihadı bugün bizim için bağlayıcı olamaz. Bizim yeni içtihatlar yapmamız ve ortaya yeni şeyler koymamız gerekmektedir. Nitekim Hz. Ömer de böyle yapmıştır. Hatta Kuran’daki bazı ayetler için bile ‘o ayeti’, ille de o şekilde uygulamak zorunda değiliz.” diyebilmiştir.

Hz. Osman dönemi yapılan atamalar

Hz. Ömer döneminde devlet görevi verilecek olan birinde liyakat aranırdı ve değişik kabilelere mensup insanlar göreve getirilirdi. Denetim mekanizması da çalıştığı için görevi kimse kötüye kullanamazdı. Hz. Osman’la birlikte Hz. Ömer’in kurduğu bu sistem çöktüğü için problemler başlamıştır.
Hz. Osman 60 yaşında halife olmuştur ve halifeliği 12 yıl sürmüştür. Akrabalarına düşkünlüğünden dolayı, görev süresince onların (Emevilerin) elinde oyuncak olmuştur. Nitekim Hz. Osman seçilir seçilmez Ebu Süfyan Emevi kurmaylarını toplayıp Osman’ın halife oluşuyla birlikte  “Liderliği ele geçirdik, artık bundan sonra kimseye bırakmayacağız” demiştir. Emeviler hızla devlet kademelerine atanmıştır. Bilhassa önceki valiler bir bahaneyle görevden alınmış ve yerine Emevi kabilesine mensup olanlar atanmıştır, bu atamalarda liyakat yerini sadakata bırakmıkştır.

Hz. Osman döneminde şehirlerdeki durum

Medine

Hz. Osman ilk olarak amcasının oğlu Mervan bin Hakem’i devlete Genel Sekreter olarak atamıştır. Mervan bin Hakem, Tulekâ’dan Hakem bin Has’ın oğludur. Tulekâ: Mecburen ya da işine geldiği için Müslüman olmuş kişiler için kullanılır. Muaviye ve Ebu Süfyan gibi kişiler Tulekâ’dır. Hakem bin Has, Peygamberimiz döneminde Medine’ye yerleşmiş birisidir. Düşük karakterli bir kişiliğe sahiptir. Peygamber yürürken arkasından yürüyüşünü taklit eden, Peygamber’in evini, odalarını dikizleyen bir şaklabandır. Peygamberimiz onu bu hareketlerinden dolayı çocuklarıyla birlikte Taif’e sürmüştür. Hakem, Hz. Osman’ın amcasıdır. Sürgün kararından sonra Hz. Osman, Peygamber’den amcasını affetmesini ve Medine’ye geri dönmesine izin vermesini istemiş, Peygamber ise bu isteği kabul etmemiştir.
Peygamber’den sonra Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer döneminde de Hz. Osman halifelere gelerek defalarca amcasının affedilmesini istemiş, her ikisi de bu isteği kabul etmemiştir. Hakem bin Has ve ailesi yaklaşık 15 yıl Medine’ye girememiştir. Osman halife olur olmaz amcasını ailesiyle birlikte Medine’ye getirtmiş ve oğlu Mervan bin Hakem’i, -ki kendisi daha sonra İslam tarihinin en belalı isimlerinden biri olacaktır,- devlet görevine almış ve kendisini atama yapma, devletin parasını yönetme gibi yetkilerle donatmıştır.

Diğer oğlunu da Medine’deki pazarın başına geçirmiştir. O da Deli Dumrul gibi gelen geçenden pazar vergisi kesmeye başlamıştır. Öyle şeyler yaşanmaya başlanmıştır ki bu yaşananlara sahabeler anlam verememiştir. Örneğin, Afrika’da kazanılan bir savaşta ganimetler dağıtıldıktan sonra geriye kalan gayrimenkullerin dağıtımı sorun olmuştur. Bunun üzerine Mervan bin Hakem ganimet sahiplerinden malları kendisine satmalarını istemiştir, satın aldığı bu gayrimenkullerin parasını ise hak sahibine ödememiştir.
Diğer bir amcası, Medine Beytülmâl’inin başındaki İbn Erkam’a giderek kendisinden para istemiştir. İbn Erkam parayı vermeyip konuyu Osman’a aktarmıştır. Hz. Osman parayı vermesini söyleyince İbn Erkam itiraz etmiştir. Osman, “Ben halife değil miyim? Bu mallar bizim malımız değil mi? İstediği parayı vereceksin.” deyince Abdullah bin Erkam mescidin önünde, hazine anahtarını atmış ve “Ey Osman al anahtarları, ben kendimi ümmetin malının Beytülmâl görevlisi zannediyordum, oysa ben sizin ailenizin Beytülmâl’inin görevlisiymişim” demiştir. Bunun üzerine Hz. Osman hiç sorun etmeden anahtarları almış ve Zeyd bin Sabit’e vermiştir. O da zaten Hz. Osman ne derse onu yapan birisidir.

Kûfe

Hz. Osman kendi kabilesinden bir vali hakkında şikâyetler olursa o şikâyeti değerlendirmeye almıyor, başka bir kabileden ise hemen görevden alıp yerine bir Emevi’yi vali olarak atıyordu. Nitekim Muaviye hakkında onlarca şikâyet geldiği halde onu görevden almazken, 6 kişilik şûra heyetinde yer alan, yani halife adaylarından olan Sa’d bin Ebu Vakkas’ı derhal görevden almıştır. Ve yerine akrabası Velid bin Ukbe’yi tayin etmiştir. Velid bin Ukbe, Mekke’de Peygamberimize en fazla işkence yapan birinin oğludur. Velid Kûfe’ye gelince ilk problemi İbn Mesud’la yaşamıştır. Hazineden aldığı borç parayı geri ödemeyince İbn Mesud parayı kendisinden talep etmiştir. Bunun üzerine vali, İbn Mesud’u halifeye şikâyet etmiştir. Halife de valiyi savununca İbn Mesud Abdullah bin Erkam gibi “Ey Osman ben sizin hizmetçiniz değilim, ümmetin malının bekçisiyim, madem bekçiliği bundan sonra siz yapacaksınız buyurun hazinenin anahtarlarını” deyip o da görevinden istifa etmiştir.
Hz. Osman, Abdullah bin Mesud gibi birisini, yani Mekke’de ilk defa halka açık bir ortamda Kur’an okuyan ve bu hareketinden dolayı müşriklerden dayak yiyen, peygamberin saygı duyduğu, bu sahabeyi istifasından dolayı minberde aşağılamış ve ona ağır hakaretler etmiştir. Hızını alamayan Osman daha sonra Emevi gençlerine onu dövdürtmüş ve maaşını da vermemiştir. Daha sonra araya pek çok sahabe girmesine rağmen Osman İbn Mesud’un alacağını vermemiştir. İbn Mesud’un vefatına yakın Halife Osman hatasını anlayıp parasını ödemek istese de bu kez İbn Mesud, “Ey Osman benim ihtiyacım varken alacağımı vermedin, şimdi ben ölüyorum, alacağımı veriyorsun. Bana kabirde para lazım değildir, artık istemiyorum ve sen benim cenazeme de gelmeyeceksin.” demiştir. Halife Osman peygamber dostu bu muhterem insanın Cenazesine de gelememiştir.
Araplarda o dönemde birisine “benim cenazeme gelme” demek çok büyük hakaretti. Bunun gibi yığınla sahabe vardır Osman’a cenazeme gelme diyen. Mesela Abdurrahman bin Avf, Hz. Osman’ı halife seçen şahıstır. Onun uygulamalarını onaylamadığı için ve zaman zaman da uyarmasına rağmen uyarılarını dikkate almadığı için, o da Halife Osman’ın cenazesine gelmemesini vasiyet etmiştir.

Sarhoş vali

Velid bin Ukbe’nin vali olarak yönettiği Kûfe şarap bölgesiydi. Vali Velid de şarap içiyor ve sarhoş şekilde namaz kıldırıyordu. Bir gün sabah namazını dört rekât kıldırdı, “Cemaat yanlış kıldırdın, 2 rekât artırdın.” Diye uyarınca, “2 daha artırayım mı?” diye dalga geçebilmiştir. Bu şekilde meydana gelen olayların sayısı artınca halktan gelen tepkilere Osman daha fazla karşı koyamamış ve Velid’i görevden almıştır. Almıştır almasına da yerine yine bir Emevi’yi atamıştır. Emevi lobisi Medine’de etkindi, bütün valileri o lobi tayin ediyordu.
Kûfe’ye atanan yeni vali ilk icraat olarak, Kûfe bölgesindeki Sevad arazilerini Kureyşlilerin bahçesi ilan etmiştir. Halk,  “Kılıçlarımızla fethetteğimiz topraklar nasıl Kureyş’in bahçesi olur?” diyerek isyan etmiş ve valiyi geri göndererek kendi valilerini kendileri seçmişlerdir.  Böylece Hz. Osman ilk çiziği Kûfe halkından yemiştir.

Basra- Ebu Musa el-Eşari

Basra’da Hz. Ömer’in atadığı Ebu Musa el-Eşari vali olarak bulunmaktaydı. Emevilerin valileri değiştirmek için genel taktiği, ufak bir olay çıkarttırıp, valiyi halifeye şikâyet ettirmekti. Ebu Musa el-Eşari ile de böyle bir olay yaşandı ve halifeye şikâyet edildi. Halife de inceleyip araştırmadan valiyi derhal görevden alıverdi. Basra’ya vali olarak da 25 yaşlarındaki Abdullah bin Amr’ı tayin etti. Abdullah bin Amr; Hz. Osman’ın dayısının oğludur.

Şam valisi Muaviye

Şam’da vali olarak zaten bir Emevi olan Muaviye bulunmaktadır. Muaviye’den defalarca şikâyet mektubu gelmesine rağmen görevden alınamamıştır. Muaviye ile Ebu Zer Şam’da sürekli karşı karşıya gelmişlerdir. Ebu Zer, beşinci sırada Müslüman olan sahabedir. Muaviye valiliğe gelen malları istediği gibi harcamaya kalkınca Ebu Zer; “Müslümanların malını istediğin gibi kendi başına harcayamazsın, bu senin malın değil, halkın malıdır” diye itiraz eder ve Muaviye bu adalet delisi Ebu Zer’i değişik ayak oyunlarıyla saf dışı etmeye çalışır, ancak bir türlü başaramaz. Hatta bir keresinde Muaviye, “Ebu Zer altın biriktirmiş” diye halka lanse etmek için özel ulak ile akşamdan Ebu Zer’e bir kese altın gönderir, sabah erkenden de birini gönderip altınların yanlışlıkla verildiğini söyleyerek geriye almak ister. Amacı Ebu Zer’in mal düşkünü biri olduğunu halka ispatlamaktır. Ebu Zer de, daha altınlar gelir gelmez başlamıştır dağıtmaya, o gece bütün altınları dağıtmıştır ihtiyaç sahiplerine.
Muaviye’nin adamı sabah baskınında eli boş olarak geriye döner. Muaviye amacına yine ulaşamaz ve Ebu Zer’le baş edemeyince anlayınca, Hz. Osman’dan Ebu Zer’i Şam’dan göndermesini ister. Ebu Zer’in Arkasında müthiş bir halk desteği vardır, Muaviye ondan korkmaya başlamıştır.
Halife Osman Ebu Zer’i Medine’ye çağırır. Ebu Zer’i hiç vakit geçirmeden huysuz bir deveye havutsuz bir şekilde bindirip, Arapça bilmeyen, gayrimüslim birkaç köleyle Medine’ye gönderilir. Ebu Zer sıkıntılı bir yolculuktan sonra yara bere içinde Medine’ye varmıştır. Halife Osman dinlenmesine, ihtiyaçlarını temin etmesine, arkadaşlarıyla görüşmesine dahi müsaade etmeden, apar topar, aç-susuz, eşiyle birlikte Ebu Zer’i Medine’den Rebeze çölüne sürgüne göndermiştir.
Ehl-i Sünnet bu sürgünü, Ebu Zer “kendi isteğiyle gitti” diye anlatır. Hatta bunun için “Ebu Zer, ne güzel insandır, yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür” şeklinde hadis bile uydurmuşlardır, Osman’ı haklı çıkarmak için. Amaç, Muaviye’nin ve Hz. Osman’ın bu sürgünde suçlarının olmadığını savunmaktır. Oysa Ebu Zer Medine’den ailesiyle birlikte sürülmüştür. O kızgın Rebeze Çölü’nde açlık ve susuzluktan dolayı da vefat etmiştir.
Muaviye içki ve put ticareti yapan bir halifedir. Doğuya putlar ve heykeller satarak servetine servet katmaktadır. Bir gün Ubey’ bin Kaab, içki kırbalarını keserek kervandaki bütün içkileri döker. Durumu haber alan halife bundan dolayı Ubey bin Kaab’ı cezalandırmıştır, Muaviye’ye dokunulmamıştır ve sonrasında Ubey bin Kaab da Şam’dan Medine’ye sürgün edilmiştir.

Mısır Valisi Amr ibn As

Mısır, tarım ülkesi olması ve Baharat Yolu üzerinde bulunması sebebiyle İslam coğrafyasının en fazla para getiren şehriydi. Mısır’ı fetheden Amr ibn As’tır. Hz. Ömer döneminde Mısır’a vali olarak atanmıştır. Emeviler, bu başarılı valiyi alt edebilmek ve haraç gelirlerini kontrol etmek için Osman’a Mısır’a ikinci bir vali ataması yaptırdılar. Abdullah bin Sad bin Ebi Serh maliye görevlisi adı altında bölgeye atandı. Hz. Osman’ın sütkardeşi olan Abdullah bin Sad bin Ebi Serh, Peygamberimiz döneminde Müslüman olmuş, Medine’de Ensar’dan birini katledip Mekke’ye kaçmış, Mekke’ye gelince de Mekkelilere, “Ben zaten Muhammed’e inanmıyordum, vahiy kâtipliği yaptım ama Muhammet başka bir şey söylüyordu, ben başka bir şey yazıyordum” diye yalan söyleyerek Mekke’de kalabilen sahtekâr birisidir.
Peygamberimiz Mekke’yi fethedince 10 kişi hariç herkesi affetmiştir. Bu 10 kişi, “Kabe’nin örtüsüne sarılsalar bile onları öldürün,” emrini vermiştir. Bunlardan biri de Abdullah bin Sad bin Ebi Serh’tir. İşte bu kişi Hz. Osman tarafından Mısır’a maliye bakanı adı altında ikinci vali olarak atanmıştır. Musluğun başına getirilmiştir. Bu atamadan sonra Vali Amr ibn As hiç vakit geçirmeden doğruca Halife Osman’a gider; “Siz bana ineğin boynuzunu tutturuyorsunuz, sütünü de Abdullah bin Sad bin Ebi Serh’e sağdırıyorsunuz” diyerek bu atamaya sert bir dille itiraz eder. Hz. Osman onun itirazını dikkate almayınca da istifa eder. Zaten arzulanan da onun istifa etmesidir, amaca ulaşılmıştır. Bu istifanın hemen ardından Abdullah bin Sad bin Ebi Serh Mısır’a vali olarak tayin edilir. Hemen sonra Emeviler Mısır’ı yağmalamak için oraya transfer edilmeye başlanır, her taraf talan edilir, yağmalanır. Çok geçmeden Mısır halkı şikâyetlerini halife Osman’a ulaştırırlar. Ancak halife gelen şikâyetleri dikkate almaz. Nitekim daha sonra bu vurdumduymazlığın cezasını çekecek ve Mısırlılar tarafından odasında öldürülecektir.

Sahabe’nin tepkisi

Halife Osman döneminde bütün önemli şehirlerde idarenin ve maliyenin başına Emeviler geçmiştir. Osman bütün akrabalarını devlet kadrolarına yerleştirmiştir. Bu adaletsiz ve sorumsuz uygulamalarından dolayı sahabe Halife Osman’dan desteğini çekmiştir. Mısır ve Kûfe’den gelen şikâyetler de isyan noktasına yükselmiştir. İnsanlar hacca geldiklerinde birbirlerine valilerinin kendilerine yaptıkları zulümleri anlatır hale gelmişlerdir. Hz. Aişe bir gün, “Senin valin insanlara zulmediyor, sen ise ona ses çıkarmıyorsun” diye şikâyet edince Halife Osman Hz. Aişe’ye hakaret eder, ona geçmişini hatırlatır. Hz. Aişe de, Peygamber’in terliklerini mescide çıkartıp, “Ey insanlar Peygamber’in terlikleri eskimedi ama bu Osman Peygamber’in sünnetini eskitti.” diyerek tepkisini koyar. Hz. Ali’yle de araları açılır, uygulamalarındaki tarafgirlikten dolayı sürekli Osman ile tartışan Ali’yi kıskançlıkla suçlar.

40 gün süren kuşatma ve Hz. Osman’ın öldürülmesi

Kûfeliler ve Mısırlılar valilerini şikâyet etmek için Medine’ye geldiler Hz. Osman’la görüşmek istediler. Sahabenin araya girmesiyle görüşme gerçekleşmiş ve Hz. Osman gelen heyete Mısır valisini değiştirip yerine Muhammed bin Ebubekir’i atadığına dair gerekli atama yazısını vermiştir. Heyet, halifeden aldıkları tayin yazısı ile mutlu bir şekilde Mısır’a döner. Yolda atını alabildiğince hızlı süren birisi kendilerine yaklaşır, belli ki acelesi vardır, şüphelenirler ve attan indirirler. Bakarlar ki Halife Osman’ın kölesi. Üzerini ararlar ve bir mektup. Mektupta şöyle yazıyor: “Valinin tayin mektubuyla size gelenler isyancılardır hemen oracıkta başlarını vurun.”(Halife Osman)
Mısır heyeti, Hz. Osman’ın kölesini ve mektubu alarak Medine’ye döner. Kûfelileri de Medine’ye geri çağırır. Sahabenin büyüklerini de yanlarına alarak Hz. Osman’a giderler ve bu mektubu niçin yazdığını sorarlar. Hz. Osman mektubu kendisinin yazmadığını söyler. Oysa Mektubun altında halifenin mührü bulunmaktadır. Tartışma uzayınca mektubu yardımcısı Mervan’ın yazdığı anlaşılır. Heyet Halife Osman’dan derhal Mervan’ı görevden almasını talep eder. Hz. Osman bu talebi kabul etmez ve heyeti saygısızlıkla suçlar. Görüşme tıkanmıştır. Heyet üyeleri kendi aralarında toplanırlar ve şu tarihi kararı alırlar, ve Halife Osman’a da kararı bildirdiler: “Ey Osman, bu mektubu sen yazdıysan hainsin, çünkü sen bize başka mektup, ulağına başka bir mektup verdin. Bu durumda derhal görevinden istifa etmen gerekir. Yok eğer sen yazmadıysan yine istifa etmen gerekir, çünkü senin haberin yokken devlette başka işler çevriliyor.”

Halife Osman bu kararı kabul etmez. İş kılıca kalır. Sahabeler bu durumda geri çekilirler. Muhacirlerin hepsi Medine dışına çıkar. Emeviler de; “Ölü bir Osman, diri bir Osman’dan daha iyidir. Biz Osman’ın ölüsünü daha iyi kullanırız” diye yüksek sesle düşünerek Hz. Osman’ı korumaktan vazgeçerler.
Böylece 40 gün sürecek olan kuşatma başlamış oldu. Aslında Mısırlılar Osman’ı öldürmeyi düşünmüyorlardı, sadece görevden ayrılması için baskı yapıyorlardı. Bu arada Halife Osman, Muaviye’ye haber göndererek ondan askeri yardım istedi. Muaviye asker gönderdi ama askerlerine, Medine’ye girmemelerini,  Hz. Osman öldürülünceye kadar Medine’nin dışında beklemelerini söyledi.
Nihayet, kuşatma sırasında birileri, Ensar’dan bir sahabenin evinden girerek Hz. Osman’ı öldürdü. Bu sahabe Aşere-i Mübeşşere’de adı geçen sahabelerden biridir. Hz. Osman’la birlikte 2 tane de kölesi öldürüldü. Kimse cenazeyi defnetmeye cesaret edemedi. Cenaze 3 gün bekletildi. Dördüncü gün gece yarısı akrabasından 2 erkek birkaç kadın tarafından, cesedi bir kapı kanadının üzerine koyularak, yıkanmadan, namazı kılınmadan gizlice Yahudi mezarlığına defnedildi.
Halife Osman Hz. Ömer döneminde başlayan gelecek ümidini, adalet ümidini yok etmiştir. Tekrar kabilecilik anlayışı geri dönmüştür. “Allah şefaat hakkı verirse o hakla Emevileri Cennet’e sokmak isterim.” diyecek kadar kabilecilikte ileri gitmiştir Halife Osman.  Osman halife seçildiği gün Uhud Şehitliği’ne gidip, Hz. Hamza’nın mezarının başında, “Ey Haşimoğullarından Hamza, Uhud’da siz kazandınız ama biz galip geldik.” diyecek kadar intikam ateşiyle yanıp tutuşan  Ebu Süfyan’a bile şefaat etmek isteyecek kadar akrabalarına düşkün biridir Halife Osman...

Hz. Ali’nin halifelik ilanı

Bu karışık ortamda Hz. Ali bir hamle yaparak halifeliğini ilan etmiştir. Oysa Ehl-i Sünnet taraftarları Hz. Osman’dan sonra sahabeden hiçbirinin halifeliği istemediğini, Hz. Ali’nin de istemediğini, ancak ümmet halifesiz kalmasın diye mecburen Ali’ye verildiğini ve de onun istemeyerek de olsa kabul ettiğini söylerler. Bu doğru değildir. Hz. Ali eskiden beri beklediği fırsatı nihayet Osman’ın öldürülmesiyle yakalamıştır. Alelacele isyancılarla görüşerek onlardan biat almaya başlamıştır. Problem olabileceklerinden çekindiği kişilerden zorla biat almış, Mesela, Talha’yı zorla yanına getirtmiş ve kılıç zoruyla ondan biat almıştır. Zarar gelmeyecek, hilafet iddiasından bulunmayacak kişileri de serbest bırakmıştır. Hz. Ali bu şekilde ön plana çıkarak fazla zaman geçirmeden halifeliğini ilan etmiştir. Hz. Ali’nin bir anda Medine’de iktidarı ele alması yeni oluşumlara sebep olmuştur.
Hz. Osman’ın hanımlarından Naile Süryani Hristiyanlarındandı ve Muaviye’nin karısıyla kardeşti. Muaviye, Hz. Osman’ın kanlı gömleğini ve Naile’nin parmaklarını Şam’da minberin tepesine astırttı ve Hz. Ali’nin Hz. Osman’ı öldürttüğüne dair propaganda yapmaya başladı. Bu arada Hz. Ali yakın arkadaşlarının uyarılarına rağmen acele ederek, her yere elçiler gönderiyor, bütün valileri görevden alıyordu. İleri gelen sahabeler tarafından kendisi defalarca uyarıldı; “Daha fazla düşman üretme,  en azından Şam Valisi Muaviye’yi görevden alma.” denildi. O bu tavsiyelerin hiçbirine uymadı. Derhal Şam Valisi Muaviye’yi görevden aldı. Onun Muaviye’nin yerine Şam’a gönderdiği valiyi Muaviye’nin adamları karşılamışlar ve geriye göndermişlerdir. Hz. Ali, bu olaydan sonra Muaviye’ye, biat etmediği için üzerine bir ordu gönderme hazırlığındayken Mekke’de başka bir oluşumun başladığı haberi gelmiştir Medine’ye. Bu uygulama Hz. Ali’nin siyaseten ne kadar zayıf biri olduğunun en bariz örneklerinden biridir.  

Hz. Ali-Hz. Aişe mücadelesi: Cemel Savaşı

Hz. Aişe, Hz. Osman’a muhalif bir görünüm sergiliyor, halifenin öldürülmesini teşvik ediyordu. Hz. Osman kuşatıldığı zaman Hz. Aişe umre için Mekke’ye gitmişti. Mervan o sırada Hz. Aişe’ye gelerek, “Ey Müminlerin Annesi, Osman zor durumda nereye gidiyorsun.” demiş, o da “Ey Mervan vallahi o kadar kızgınım ki sana ve halifene ikinizi bir torbaya koymayı, ağzını bağlamayı ve denize atmayı düşünüyorum.” demişti.
Hz. Aişe Osman’a o kadar kızgındır ki Medine sokaklarında, “Öldürün bu bunağı” diye konuşmalar yapıyordu. Hz. Aişe Osman’ın ölüm haberini Mekke’de almış, bu olaya sevinmiş ve Allah’a hamd etmiştir.
Daha sonra Hz. Ali’nin halifeliğini ilan etmesinin haberini alınca da; “Osman mazlumen öldürülmüştür, katiller Ali’nin yanındadır, bunun hesabını Ali’den sormamız lazımdır” diye intikam peşine düşmüştür.  Çünkü Hz. Aişe, halifelik için kardeşi Ebubekir’in oğlu Muhammed’i, Abdullah bin Zübeyr’i veya Talha’yı düşünmektedir.

Bu arada Medine’deki Emeviler Mervan önderliğinde akın akın Mekke’ye gidiyorlardı. Talha ve Zübeyr de umre yapmak gerekçesiyle Mekke’ye gitmişti. Çünkü Mekke’de lider eksikliği vardı. Hz. Aişe lider pozisyonundaydı ama kadın olduğu için ordunun başına geçemezdi. Zübeyr de gelince bu eksik tamamlanmış oldu. Ordunun savaş araç gereç ihtiyacı ve para eksiği de Yemen valisi tarafından karşılandı. Böylece bir ordu kuruldu. Hz. Aişe hararetli konuşmalar yapıyor, Talha ile Zübeyr birbiriyle yarışırcasına liderlik yapmaya çalışıyordu. Hatta bir keresinde “namazda kim imamlık yapacak” diye tartışmaya girdiklerinde, Hz. Aişe müdahale etmiş ve “İkiniz de durun sizin oğullarınız sırayla imamlık yapsınlar.” demişti. Çünkü her birinin gönlünde liderlik düşüncesi vardı.
Nihayet ordu Mekke’den hareket etti ve güzergâh olarak Basra’yı seçti. Çünkü Medine’de Hz. Ali, Şam’da Muaviye vardı,  Kûfe’de Hz. Ali taraftarları vardı. Basra da ise Osman taraftarları çoğunluktaydı. Hz. Ali bu oluşumu haber alınca hemen Basra’ya yöneldi. Ancak Hz. Ali Basra’ya ulaşmadan Hz. Aişe’nin ordusu Basra’yı kuşatmış, valiyi yakalamış ve yaklaşık 600 kişiyi de öldürmüştür. Hz. Aişe’nin ordusunda Emeviler de vardır. Mervan bin Hakem bunlardan biridir ve nitekim Cemel Savaşı’nda Talha’yı öldüren Mervan bin Hakem’dir. Hakem kendi ordusundaki komutanını öldürmüştür, bu manidardır. Emevilerin düşüncesi; Hz. Ömer’in seçtiği ‘şûra’dan kalan üye, halife adayı varken Muaviye gibi Tuleka’dan birisini kimse kabul etmeyeceği yönündeydi. Bu nedenle Hz. Aişe’yi desteklemişlerdir.

Abdullah ibn. Sebe

Maalesef, bazı sahabeleri kollamak amacıyla zaman içinde Cemel Savaşı’nın gerçek anlatımı değiştirilmiştir. “Cemel Savaşı’na İbn Sebe ve adamları sebep olmuşlardır”, denilmiştir. İbn Sebe uydurma bir kişiliktir, böyle bir insan yoktur. Senaryo şöyle hazırlandı: “Hz. Ali’nin ordusuna Yahudi asıllı İbn Sebe sızmıştı. İki taraf karşı karşıya geldiklerinde görüşmeler yapıldı ve anlaştılar. Bu sırada İbn Sebe ve taraftarları gece yarısı gizlice Hz. Aişe’nin tarafına saldırdı. Hz. Ali’nin anlaşmaya ihanet ettiğini düşünen Hz. Aişe saldırıya geçti. Bunun üzerine Hz. Ali, Hz. Aişe’nin anlaşmayı bozduğunu düşündü ve o da karşı saldırıya geçti.” Böylece bütün suç İbn Sebe’nin üstüne atıldı. Aslında böyle bir olay olmamıştır, bu anlatım tamamen uydurma bir hikâyedir. Doğrusu şöyledir:
Savaş gece değil gündüz olmuştur. Görüşmeler sırasında Hz. Ali elinde Mushaf taşıyan ve karşı tarafı onun içindeki hükümlerin hakemliğine çağıran bir genç göndermiştir. Ancak karşı taraf bu genci öldürünce Hz. Ali ordusuna savaş emrini vermiştir. Dolayısıyla Müslümanlar birbirlerini öldürmüşlerdir. Cemel Savaşı’nı Hz. Ali kazanmıştır. Bu savaşta karşılıklı ölü sayısı, Hz. Ayşe, Zübeyr ve Talha taraftarlarından yaklaşık 13.000,  Hz. Ali’nin ordusundan ise yaklaşık 5.000 kişi olduğu tahmin edilmektedir. Ölü sayısı toplam 18.000 civarındadır. Cemel denmesinin sebebi de Hz. Aişe’nin devenin üzerinde bir hevdecin içinde savaşı yönetmesidir. Sonunda Hz. Ali tarafından Basra ele geçirilmiş, Hz. Aişe teslim alınmış ve Medine’ye gönderilmiştir. Cemel Vakası, İslâm Devleti'nde yaşanan ilk iç savaştır ve İslâm âleminin ikiye bölünmesinde kilometre taşı olan olaylardan birisidir.(656)

Devam edecek

12 Ağustos 2017 Cumartesi

SİYERİ FARKLI OKUMAK (V/5) TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN 8. EĞİTİM KAMPI / PROF. DR. MEHMET AZİMLİ İLE

 -Peygamberin, “kâlemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere” çıktığını ifade eden rivayetler; Allah’ın katını, sanki bir karargâh, bir nevi istasyon, bir yönetim yeri gibi tasavvur eden, Allah’ı cisimleştirmeye ve insana benzetmeye yatkın bir aklın ürünüdür. Kur’ân İslam’ında böyle bir Allah tasavvuruna yer yoktur.- 
 
 Kalp temizliği su ile mi yapılır? 
 
 Peygamberimizin bu Miraç yolculuğu öncesinde göğsünün yarılarak, kalbinin yıkandığı rivayetleri de bir başka problemdir. Bu hadisleri uyduranlar kalp temizliğinin su ile yapılacağını zannedecek kadar aklı kıt, saftirik kimselerdir. Kalp temizliği su ile mi yapılır? Ayrıca en az on yıldan beri peygamberlik vazifesini deruhte eden Peygamberimizin kalbinin hala pis, kirli olması düşünülebilinir mi? Kalbinin, huyunun/ahlakının kötü olduğunu söylemek, o en masum beşere /Nebiye açık bir iftira değil midir? Ki bu cahiller, aynı operasyonu Peygamberimizin çocukluğunda bir kere daha yaparlar. Beş yaşında bir sabinin / masum çocuğun kalbi nasıl kötü oluyorsa! Aslında bunlar resmen peygambere vaftiz yapmaktadırlar. Üstelik cerrahi ağır bir operasyon geçiren birisi, nasıl olur da böyle bir uzun miraç yolculuğuna çıkabilir? Yedi kat semanın ötesine yolculuk yapabilir? Peygamber’in göğsü yarılıp ve özel bir operasyondan geçirildikten sonra kalp temizliğine sahip olduysa, onun biz ümmeti için ‘üsve-i hasene/en güzel örnek’ olma özelliği yok demektir! Zira bizim kalbimiz yarılıp, altın leğende getirilen zemzemle yıkanmadığına göre, biz hiçbir zaman onun gibi temiz kalpli olamayız! Cennet ve Cehenneme gitmiş, oraları müşahede etmiş hikâyesine gelince, daha Cennet ve Cehennem yaratılmadı ki, oraları görmüş olsun. Onlar; kozmik kıyametin koptuktan ve İsrafil’in sura ikinci defa üflemesinden sonra yaratılacak. İsra ve Miraca ilişkin hadislerdeki en büyük çelişki yarım asırdan daha fazla süre sonra inşa edilecek olan bir mescide bu yolculuğun nasıl yapıldığına ilişkindir. Güya Peygamberimiz Miraç sonrası bu olayı anlatınca Mekkeli müşrikler ona Beyt-i makdis /Mescid-i Aksa hakkında sorular sormuşlar, bunun üzerine Cenab-ı Hak da mescidi peygamberin gözü önüne getirmiş, o da mescide bakıp bakıp pencereleri, kapıları hakkında bilgi vermiş. [Buhari, Menakıb’ül-Ensar, 41] Gel gör ki, Peygamberin bakıp, bakıp söyleyeceği bir mescit henüz inşa edilmemiştir ki, baksın da söylesin! Acaba neden, hepsi tüccar olan ve o bölgelere ticaret için sürekli yolculuk yapan müşriklerden hiç birisi “Orası virane bir yer, çöplük, orada mescit yok, mescit olmayan bir yerde, hangi mescide gittin?” diye sormayı akıl edememiştir! Eğer Peygamber Mekkelilere gecenin bir vaktinde Kudüs’e gittim, orada Mescid-i Aksa camiinde namaz kıldım deseydi, muhakkak Mekkeli müşrikler onun açığını yakalamak isteyeceklerdi. Yine; bir başka rivayette, Peygamberimiz miracı anlattığında, müşrikler Ebubekir’e gidip, ‘Senin arkadaşın böyle, böyle şeyler söylüyor, ne dersin? diye sormuşlar. O da, Muhammed söylüyorsa doğrudur demiş, bunun üzerine ona “Sıddîk” lakabı verilmiştir. Bunların hepsi uydurmadır. İbn-i İshak, İbn-i Sad, Vakıdî bunların hiç birinin senedini göstermemişlerdir. Diğer bazı siret yazarlarının ravi olarak gösterdiği kimseler ise yalancı ve masalcı olmakla itham edilmiş kimselerdir. Hatta peygamber bu olayı miraç dönüşü anlattığında bazı Müslümanlar buna inanmamışlar, güya dinden dönüp, irtidat etmişler. Bu irtidat hikâyesinin aslı astarı yoktur. Zaten Mekke’de bir avuç Müslüman vardı ve onlar da Peygamber etrafında sımsıkı kenetlenmişlerdi. [ Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, C.2, s.434] Bunlar uydurma miraç olayına inanmayanlara gözdağı vermek için kurgulanmış mizansenlerdir. 
 
Peygamberler ölmedi mi? 
 
Miraç hadislerinde geçen şu, her semada bir Peygamber’in ikamet etmekte oluşunu nasıl açıklamalı? Zikri geçen peygamberler ölmediler mi? Yoksa ölen her Peygamber semanın bir katına mı yerleşmektedir? Yani; Miraç esnasında Muhammed hariç tüm peygamberler ölü olduğu halde, hadislerde göğün değişik katmanlarında yaşıyor olarak gösterilmesi akla, bilime ve İslam’a aykırıdır. [Buhârî, Tevhîd, 37, Menâkıb, 42] de nakledilen hadis de, gerek metin, gerekse anlam bakımından pek çok sakatlıklar vardır. Buhârî’nin rivayetinde olay, Peygamber’in, henüz peygamber olmadan önce gördüğü bir rüyadan ibarettir ve ayette anlatılan İsrâ olayı ile bir ilgisi yoktur. (İbn Kesîr, Tefsîr: 3/4-21; Hâzin: 4/135) Hadisçiler, rivayet ettikleri hadislerin “metin tenkidine” maalesef pek önem vermemişlerdir. Yani hadislerin “akla, bilime, Kuran’a, fıtrata, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına,” uygun olup olmadığını hiç dikkate almamışlardır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları, yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi, onların umurunda olmamıştır. Onlar metinden ziyade rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmişlerdir. Bu yüzden hadisçiler için söylenen; “En-Nakkâl ke’l-bakkal / Nakilciler bakkal gibidir” sözü meşhurdur. Kendilerine geleni doğru mu yanlış mı diye bakmaksızın satmışlardır. İbn Kesîr gibi bir zât, bu bağlamda çok tuhaf ve garip şeyler olduğunu söyler. Bütün rivayetlerin özünü, Buhârî’nin Enes’ten aktardığı bu rivayet oluşturmaktadır. Olay, bir rüya biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters düşen pek çok şeyle doludur. [Necm /1-15] ayetlerinde Cebrail’in, Hz. Muhammed’e, iki yay arası, hatta daha da az bir mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı, Miraç olayı ile karıştırılmış ve Allah’ın sarktığı, yaklaştığı ifade edilmiştir. Oysa yaklaşan Cebrail’dir. Peygamber’in Cebrail’i görmesi olayı İsrâ olayı ile karıştırılmıştır. 
 
50 vakit namaz ve Hz.Musa 
 
Namaz vakitlerinin, bir rivayette yarımşar, yarımşar, diğer rivayette beşer beşer, başka rivayette ise onar, onar vaktinin indirildiği söylenir. [ et-Tefsîru’l-hadîs: 3/217] Bunlar birbiriyle çelişmektedir. Miraç hadislerinin en tuhaf yönlerinden biri de, elli vakit namazın beş vakte indirilmesine ilişkin mizansendir. Buna göre Allah Teâlâ ilk önce Peygamberine elli vakit namaz emretmiş, Peygamber de bu emre karşı hiç ses çıkartmamıştır. Fakat dönüş yolunda Musa’nın uyarısı ve akıl vermesi sonucunda aklı başına gelmiş, Allah’ın huzuruna ha bire çıkıp-inerek, namazların vaktini şu an ki şekline, beş vakte indirebilmiştir(!) Hz. Musa’nın ikazlarıyla Hz. Peygamber’in, Rabbine dönüp bunun çok olduğunu, ümmetine ağır geleceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş vakte indirilmiş olması, Allah ile Peygamber arasında bir pazarlık olduğu izlenimi vermektedir. Neymiş Efendim, Allah 50 vakit namazı farz kılmış. Musa’nın uyarısıyla Peygamber gide-gele, pazarlık yaparak güç bela 5 vakte indirebilmiş. Musa daha da indir demiş. O da gitmiş, lakin Allah “Tamam, yeter artık, bundan fazla indiremem demiş.” İşte böylece günde 5 vakit namazı çok bulan beynamazlara, ‘Halinize şükredin, sesinizi çıkartmayın, Ya Peygamberimiz yolda Musa ile karşılaşmasaydı da 50 vakit olsaydı, haliniz nice olurdu?’ denir. Çok sevap toplama derdindeki diğer bir zümreye de ‘Beş vakit kılıyorsunuz amma 50 vakit namaz sevabına nail oldunuz’ denir. Sanki, yapılan her bir hasenata en az on kat sevap vereceğini Allah Kitabında vad etmemiş gibi! Hâşâ Allah o aralar biraz meşgulmüş, 50 vakit namazı düşünmeden emredivermiş, her 25 dakikada bir namaz kılınacağını hesaplayamamış! Ne dediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülemez! Peygamberin Allah’ın huzurunda onunla pazarlığa girişmesi olacak şey değildir. Bunu Peygamber değil, sıradan bir kul bile yapmaz. 
 
Çömez Peygamber ve Ustası 
 
Yine Peygamberimiz bu hadislerde acemi /çömez biri olarak tasvir edilmiştir. Musa da ona dinin inceliklerini öğreten bir usta gibi takdim edilmiştir. Hz. Musa, Allah’ın ve Hz. Muhammed’in düşünemediği şeyi düşünmüş(!) Sonra neden başka bir peygamber değil de Musa? Çünkü olay İsrailiyattır. Ve bu olayla Hz. Musa, Peygamberimizden daha akıllı ve üstün gösterilmek istenmektedir. Sonra Musa, Allah’ın emrine karşı nasıl bu kadar cesur olabiliyor? Hem Musa Peygamber ölmemiş miydi; nasıl olup da altıncı semada bulunup, son Peygamber’e yol göstermektedir? Neden Musa’nın düşündüğünü -hem de kendi ümmeti olduğu halde- Muhammed (sav) düşünememektedir? Üstelik bu Buhari hadisine göre, henüz peygamber bile olmayan Hz. Muhammed’e ve ümmetine namaz farz kılınmıştır. Bu olacak şey değildir. Daha peygamberlik verilmemiş bir kimseye her hangi bir emir verilemez. Henüz Peygamber olmayan birinin ümmetine namazın farz kılınması oldukça tuhaftır. Beş vakit namazın Miraç da farz kılındığı rivayeti, kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, bu tarih Müslümanların hayatında bir dönüm noktası olurdu. Oysa Miracın ne zaman olduğu hususunda bile onlarca farklı rivayet vardır. Yani daha tarihi konusunda bir ittifak yoktur. Miraç gibi büyük bir olayın ne zaman olduğunun bilinememesi olacak şey değildir. Neden sahabeler bu olayı hatırlamazlar? Peygamber bu olaydan sonra bir süre Mekke’de, on yıl da Medine’de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu sayısal olarak belirtilmemiştir. Namazın beş vakit olması hususu, Peygamber’in fiili sünnetinden ve ümmetin icmasından çıkar. Miraç rivayetlerinde “cennetin, cehennemin vasıfları, cennetliklerin, cehennemliklerin nimet ve azabı; Allah’ı, melekleri ve peygamberleri görme; göğün, Arşın, Levh’in, Kürsî’nin, Kâlem’in, Sidret’ül-müntehâ’nın maddî biçimlerde nitelendirilmesi” hakkında çok acayip şeyler vardır. Buharî’de bulunmayan bu ayrıntılar, sonrakilerin uydurmalarıdır. 
 
 Bu rivayetler akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır 
 
 Rivayetlerde geçen tüm bu ayrıntılar, inanılması gereken şeyler değildir. Biz, Kur’ân’ın dediği biçimde Peygamber’in, Necm Suresinin inişine kadar Cebrail’i iki kez gördüğüne, ondan vahiy aldığına ve yine; Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar uyanık olarak yürüdüğüne /yürütüldüğüne ve burada Allah’ın birçok ayetini gördüğüne inanırız. Bu rü’yet/rüya, peygamberin manevî dünyasında gerçekleşmiş olup, ona güven ve itminan vermiş harikulade bir olaydır. Kısacası bu rivayetler akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır. Bunları başta Allah’tan, sonra da Peygamberlerden teberri etmek gerekir. Allah’ı, Kur’ân’ı, İslam’ı ve Peygamberleri bu yüz kızartıcı ve akideyi bozucu iftiralardan tenzih etmek gerekir. 
 
 İsra olayında Kudüs’te Mescid-i Aksa mevcut değilse, Mescid-i Aksa nerededir? 
 
 Hz. Peygamber döneminde Kudüs’te Mescid-i Aksa olmadığına göre İsrâ Suresinin bu ilk ayetinde sözü edilen Mescid-i Aksâ nerededir? “Etrafını (havlehû) bereketli/mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa”; ayetinde geçen “ havl” ne demektir? Sözlüklerde; bir şeyin havli, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. [ İsfehani, Müfredat, s.320, Çıra Yay.] Yani bir şeyin dış yüzü, dış kenarı o şeyin havlidir. “Havl” sözcüğü Kur’ân’da on beş yerde “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. (Bak. Meryem/68, Mümin/7) “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu /avlu” olarak da geçmiştir. Avlu; bir yapının yanı başında duvarla çevrili yere denir. Bu açıklamalar doğrultusunda, ayette geçen “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesinden; Mescid-i Aksa’nın, coğrafî olarak mübarek kılınmış yerin dışında veya bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır. Mübarek yerin neresi olduğu Kur’ân’da bildirilmiştir. “Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk kurulan ev, Bekke’de (Mekke’de) olandır. Âlemlere uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur.” [Âl-i İmrân, 3/96] Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram; “Harem bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu bu bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin “havl”i / kenarları tespit edilebilsin. Belgelere göre; Mescid-i Haramdan dışarıya doğru haremin sınırları; Medine yolu istikametine dört mil, Yemen yolu istikametine altı mil, Taif yolu istikametine on bir mil, Irak yolu istikametine yedi mil, Cidde yolu istikametine on mil, Ci’rane vadisi istikametine dokuz mildir. Bu durumda, Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin hemen dışında, kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik bin Mervan tarafından bu ayetlerin inişinden en az 60-70 sene sonra Mescid-i Aksa olarak konulmuş Kudüs’teki mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa olması mümkün değildir. “Mescid-i Aksa”; “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze, diğerlerinden daha uzak olması gerekir. İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitab-ül Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbar-ül Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Mescid-i Aksa’nın neresi olduğuna dair ilk kaynaklardan Vakidî, “Kitabu’l-Megazî”de şu bilgileri vermektedir: “Hz. Peygamber’in Mekke civarındaki Cirane’ye Zil-Ka’de’nin son beş gününde, perşembe günü gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada bulunan Mescid-i Aksa’ya (Uzak Mescit) geçmiş orada ihrama girmiştir. Mescid-i Edna (Yakın Mescit) adını taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adam yapmıştır; Resulullah, Cirane vadisini ihramsız geçmemiştir.” 
 
 Ezraki mescit listelerini “Ahbar-u Mekke”de verirken şunları söyler: 
 
 “Mücahid’le birlikte Cirane’de vadinin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed İbn Tarık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki: ‘Ben Cirane’de birlikte ihrama girdiğim Mücahid bana dedi ki: Mescid-i Aksa, vadinin öte yakasında, Peygamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Edna (yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır.” İşte bu mescitlerden en uzakta bulunanına da “en uzak mescit” anlamında Mescid-i Aksa denilirdi. Sahabelerin namaz kıldıkları bu mescitlerin çoğu hicretten sonra ihtiyaç kalmadığı için terk edildi. İşte Hz. Peygamber, H. 8 yılda Mekke’ye 8 km. uzaktaki bu yerde ihrama girdi. [Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, s.170-1] Vakıdî’nin Kitabu’l-Megazî’sinin en eski nüshalarında bu bilgiler yer almasına rağmen, bu bilgiler daha sonraki istinsahlarda –tashih (!) amacıyla- çıkarılmıştır. Aynı akıbet Ezrakî’nin “Tarih-u Mekke”sinin de başına gelmiştir. Buna rağmen çok şükür ki, Yusuf Ağa kütüphanesindeki ve Karaviyyûn Kütüphanesindeki H.350 yıllarında yazılmış nüshalarında bu bilgiler mevcuttur. Anlaşılan Peygamberi Kudüs’e götürmek ve oradan da göğe uçurmak isteyenler bu bilgileri imha etme cihetine gitmişlerdir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber ve Müslümanlar Mekke döneminde, yasaklı yıllarda gizlice ibadet edebilmek için dağ başlarına, vadilere ibadet etmeye gittikleri, orada bir müddet kaldıkları, değişik yerlerde namaz kılmayı adet haline getirdikleri mescitleri olmuştur. Yine o tarihlerde, etrafı taş duvarla çevrili veya üstü çardak şeklinde kapatılmış basit yapılara bile mescid denildiği anlaşılmaktadır. Hatta bazı sahabe evlerine de mescid denildiği biliyoruz. İşte bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Bu bilgiler ışığında, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki Harem’in kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Haremin kenarındaki bu mescittir. Bu durumda Mescid-i Aksa, ne Kudüs’teki Süleyman Ma’bedi, ne gökte bir ma’bed (Beyt-i Mamur)dur. Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci’râne Vâdîsinde bir namazgâhtır. 
 
Mescid-i Aksa, Ci’râne ’dedir 
 
 Eğer Mescid-i Aksa, Ci’râne’de, Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber’in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Mescid-i Haram’dan, Ci’râne vadisindeki Mescid-i Aksa’ya bedenen, uyanık olarak gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah’ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan “Allah, kulunu yürüttü” şeklinde ifade edilmiş olmalıdır. “Götürme” tabiri Kur’ân’da zaman zaman kullanılan, işlerin Allah’a izafesi anlamında Kur’ân’ın benimsediği bir üsluptur. Nitekim, “kulunu yürüttü” ifadesi, Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı’na çıkması ile irtibatlı olarak kullanılmıştır; “Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için) Rabbin seni, evinden çıkardı…”[Enfâl /5] ifadesindeki gibidir. Peygamber oraya vardıktan sonra tıpkı [Necm /13-18] “Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü; Sidretü’l-Müntehâ’da, ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre’yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed’in) Gö’z(ü) şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını gördü” ayetlerinde anlatıldığı üzere Sidretu’l-Muntehâ’da “Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” ise, İsra gecesi geldiği Ci’râne’deki bu Mescid-i Aksa’da da “O’nun bazı ayetlerini görmüştür.” Bazıları derler ki, “Rabbinin en büyük ayetlerini veya bir kısmını gördü” şeklindeki ifadelerden şunu çıkarırlar; Burada inzal-i ayet (ayet indirme) yok, irâe-i ayet (ayet/mucize göstermek) vardır. Haliyle peygamber göğe çıkmıştır, cenneti görmüştür, Beyt-i Mamur’u ziyaret etmiştir, vs derler. Buradaki en büyük ayet; Peygamberimizin baş gözüyle gördüğü Cebrail olması kuvvetle muhtemeldir. 
 
İsra gecesi 
 
 “Ve İbrahim’e Böylece göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki, yakinen bilip inananlardan olsun” [Enam/75] Ayetinde olduğu gibi “İrâe/göstermek” fiili “mucize göstermenin dışında da” kullanılmıştır. İsra olayı uyanıkken olmuş ve Peygamber yürümüş/yürütülmüştür. İsra gecesinde “Sana gösterdiğimiz o rüyayı… sırf insanları sınamak için vesile yaptık”. [İsra/60] ayetinde belirtilen rüya ise; Mescid’i Aksa’da kendisine gösterilen Allah’ın ayetlerini görmek, ru’yet etmek, o mahiyetini bilmediğimiz bir vizyondur. Peygamberin ru’yeti, rüyası normal bir rüya da değildir. Zaten [İsra /1] de geçen “linüriyehü” deki “R-E-Y” fiili gözle görmek değil, Türkçedeki rey /görüş, akıl ile görmek, anlamak, bilmektir. Bu durumda Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan Cirane vadisindeki, Mescid-i Ak­sâ’ya gelmesi, normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i Aksa’da gördüğü olağanüstü olaylar ise ruhsal bir vizyondur. Kur’ân’ın anlattığı bu sade vizyonlar, rivayetlerde efsaneleştirilmiş, aslı olmayan senaryolara temel yapılmıştır. Sonuç olarak Hz. Peygamber’in bir gece Mekke’den çıkıp 8 km uzaktaki Mescid-i Aksa adı verdikleri mescide gitmesi olayı mucizevî rivayetlerle süslenerek abartılı anlatımlara dönüştürüldü ve esasen birbirinden ayrı olan Miraç olayı ile birleştirildi. 
 
Miraç öyküsü, başka milletlerde de vardır. 
 
Grek paganlarında bile insanı, yeryüzüne düşmüş biri olarak nitelerler ve yine kişi birtakım riyazetlerle geldiği yere yükselebilir. Nuzûl ve urûç kültürü pek çok millette vardır. Semaya yükselme tasavvuru eski Hind ve İran dinlerinde de mevcuttur. Yine Peygamberin Kudüs yolunda bindiği söylenen Burak ile yunan mitolojisindeki “Uçan At /Pegasus” arasında paralellikler vardır. Yahudi geleneğinde İdris, İbrahim, Musa, İşaya gibi peygamberlerle bazı tarihi şahsiyetlerin yeryüzünden ilahi âlemlere çıktığına inanılır. Danyal peygamber ateşten bir binek ile semaya çıkmıştır. Hristiyanlık teolojisine göre; İsa çarmıha gerildikten sonra mezarından çıkıp, göğe, Baba’nın yanına yükselmiştir. Yine Hristiyanlığın kurucusu sayılan Pavlus’un da böyle bir miracı vardır. Zerdüşt ve agnostik unsurları birleştiren Mani’nin kurduğu Maniheizm’de, miraç vardır. Mani ilk göksel ziyarete, daha on iki yaşındayken tanık olmuştur. 
 
İslam öncesi Haniflerinden Ümeyye b. Salt’ın da bir miracı vardır 
 
Onun miracında da evin damı yarılarak melekler gelmiş, onun da kalbi yarılıp yıkanmıştır! Bu kadar benzerlik olur! Ayrıca bizim Hallac’ın ve Beyazıd-ı Bistamî gibi sûfîlerin de miraçları vardır. Özellikle Hz. İsa’yı göğe çıkaran rivayetler Müslümanları komplekse sokmuş, peygamberimizin ondan aşağı kalmasına gönülleri razı olmamıştır. İsa göğe çıkar da bizim peygamberimiz çıkamaz mı? Velilerin miracı olur da, Peygamberin olmaz mı? İslam ordularının yaptığı fetihlerde kısa sürede çok geniş bir dünyaya yayılan Müslümanlar buralarda farklı kültürlerle yüz yüze geldiler. Ehl-i Kitab’la Müslümanlar arasında yapılan en büyük tartışma peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yapılıyordu. Hıristiyanlar İsa’nın en üstün peygamber olduğunu savunurken, Yahudiler Musa’nın en büyük peygamber olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü İsa Allah’a yükselmiş, Musa ise Allah’la konuşmuştu. İslam’a yeni giren ve eski dinlerine ait mitolojiler zihinlerinde hâlâ canlı olarak duran mevaliye mensup Müslümanlar iyi niyetle veya kasıtlı olarak, Peygamberimizin tüm peygamberlerden üstün olduğunu ispat etmek için eski mitolojik anlatıları kendi peygamberleri için uyarlayıp bunları hadis diye rivayet etmiş olmalılardır. 
 
 “Arta Viraf Namak” 
 
Özellikle Mecusiliğe ait bazı efsaneler. Miraç hadisesine çok benzemektedir. Hicretten 400 yıl önce yazılan “Arta Viraf Namak” adlı Farsça bir kitapta Arta Viraf’ın göğe yükselişi anlatılmaktadır. Arta Viraf’ın Saroş adlı bir meleğin eşliğinde yaptığı gökyüzü yolculuğu Tanrı’nın huzuruna varıncaya kadar çeşitli katmanlara uğrayarak sürer. Burada Arta Viraf Tanrı ile sohbet eder. Bazı öğütler alarak geri döner. Arapçalaştırılan ve İslam’ın kavramlarına uyarlanan kısımları dikkate almazsak Miraç hadisesi ile Arta Viraf’ın gökyüzüne çıkışı hemen hemen aynıdır. Mecusilikten İslam’a geçen bazı yeni Müslümanlar veya onlardan bu tür mitolojileri öğrenmiş olan bazı Müslümanlar Ehl-i Kitab’a karşı Muhammed Peygamber’in üstünlüğünü ortaya koyabilmek için Zerdüşt dinindeki bu mitolojiyi Miraç’a dönüştürmüş olmalılar. Böylece İsa öldükten sonra göğe yükseltilmişken Muhammed Peygamber hayattayken göğe yükselmiş ve üstelik İsa gibi gökte kalmamış geri de dönmüştür. Musa gibi sadece Allah’la konuşmakla kalmamış bir de O’nun cemalini temaşa etmiştir. Böylece Muhammed’in hem İsa’dan hem de Musa’dan daha üstün olduğu ispat etmişlerdir! Özetle; Miraç; toplumsal bilincin çeşitli kültürlerin etkisinde kalarak ürettiği bir senaryoyu andırmaktadır. 
 
İsra ve Miraç Mucize midir? 
 
İsra ve Miraç mucize’de olamaz. Eğer İsra ve Miraç mucize olsaydı, müşriklerle peygamber arasında karşılıklı bir meydan okumadan sonra vuku bulması ve bu mucizeyi herkesin görmesi gerekirdi. Oysa bu olayı Peygamberimizden başka gören yoktur. Sadece Peygamber’in görüp, Peygamber’in tecrübe ettiği bir mucizeye mucize denebilir mi? Bu nedenle İsra ve Miraç bilinen klasik mucize tanımlarına uymaz. Mesela İsra gecesi nazil olan, “Bizim sana mucizeler göndermemize engel olan şey ancak, önceki (milletlerin) onları yalanlamış olmalarıdır” [İsra, 17/59] ayetini ele alalım. Ayet apaçık, peygamberimize önceki peygamberlere verilen hissi mucizelerin Peygamberimize verilmediğini, hatta niçin verilmediğini de söylemektedir. Peygamberimiz hakkında rivayet edilen Kur’ân dışındaki diğer hissi mucizelere gelince, bunlar bize ahad tarik ile gelmiştir. Ahad rivayetler/tek bir kimsenin naklettiği hadisler itikatta –sübutu zannî olduğundan- hüccet olmaz. Ayrıca bu rivayetler daha çok siyer, şemail, delail’ün-nübüvve ve hasâis’ün-nebî türünden ikinci, üçüncü derece, sıhhati şüpheli kitaplarda yer alır. Kaldı ki bu zayıf rivayetlerin yanında, “Bana verilen şey, sadece Allah’ın bana indirdiği vahyidir.” [Buhari, Fedail’l-Kur’ân, Müslim, İman, 239] gibi, onun Kur’ân’dan başka hiçbir mucizesinin olmadığını ifade eden sahih hadisler de vardır. Peygamberin göğe çıkmasını, urûç etmesini, miraç mucizesi getirmesini isteyenler Mekkeli müşriklerdir. “Senin altından bir evin olmalı ya da gözlerimizin önünde göğe yükselmelisin, fakat göğe çıkma durumunda (dahi) bize oradan okuyacağımız bir kitap indirmedikçe sana inanacak değiliz”. [İsra, 17/93] Anlaşılan, müşriklerin iman etmek için şart koştukları “Miraç Mucizesini” hadisçiler bulup, getirmişler. Üstelik Peygamberimiz müşriklerin mucize taleplerini sürekli geri çevirmiştir. Peygamberimizin Kur’ân’dan başka mucizesi yoktur. Bu nedenle Peygamber’e dönük tüm mucize hikâyeleri birer uydurmadır. 
 
Bir insan çok küçük bir zaman diliminde Kâinatın öbür ucuna gidip-gelebilir mi? 
 
Hiçbir cisim ışık hızından hızlı gidemez. Işık hızına erişen bir cisim sonsuz sıcaklığa erişir ve atom altı parçacıklarına ayrışır. Hadi diyelim ki, Peygamber ışık hızına erişti, Kâinatın öbür ucuna gitti ve geldi. Bu bile on milyarlarca yıl eder. Peygamber diyelim ki ışık hızını da aştı, atomlarını dünyada bıraktı, ruhen uçtu. Bu aklen ve tıbben imkânsız hale neden başvuruyoruz ki? Birkaç rivayeti kurtarmak için mi? Peygamberden mucize isteyip duran, onu bu konuda sıkıştırıp duran müşriklere mucize takdim etmek için mi? Böyle harikulade bir şey olsaydı, Allah bunu kitabında neden sarahaten zikretmesin! Peygamberimiz fizik kanunlarına tabi değil mi? Uhud’ta düşmanın attığı mızrak onun yanağını yarmadı mı? Allah’ın koyduğu sünnetullah asla değişmez. Ve bu kurallara uymak peygamberler dâhil, herkesin görevi değil mi? Allah ile Elçisinin, birbirine dirsek teması olacak şekilde bir araya gelmesi apaçık tecessüme /Allah’ı cisimleştirmeye varacağından, İslâm âlimleri, ilgili hadislerin zaptı doğru olsa bile zahirî manalarıyla kabul edilemeyeceğini belirtirler. Zira, Allah’a mekân/ yer izafe edilemez. Oysa Miraç da Peygamber’in yolculuk güzergâhı en sonunda bir mekânda sonlanmaktadır. Bu olgu Kur’ân’a ters düşmektedir. Kur’ân’da Allah insana şah damarından daha yakındır. Kâinatın öbür tarafında ikamet eden bir Allah inancı kadar İslam’a aykırı bir inanç olamaz! “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” [Hadid/ 4] “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf/ 16) “Kullarım Ben’i senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. [Bakara/186] Sonra niye peygamber kâinatın öbür ucuna gidiyor ki? Allah her yerde hazır ve nazır değil mi? Bu düşünce Allah’a mekân ve yer izafe etmek demektir. Bu ise onu cisimleştirir. Haliyle bu İslam’a baştan sona aykırıdır. Miraç hadisesi Allah’ın mekândan ve zamandan münezzeh olduğu, her yerde hazır ve insana yakın olduğu, gözlerin asla onu göremeyeceği gibi Kur’ân tarafından da ifade edilen hakikatlere ters düşmektedir. Allah’ın göklerde olmasının bir tür yükseklik anlamına gelmesi de o günün kozmoloji anlayışına, Batlamyus kozmoğrafyasına uygun bir anlayıştır. Bize İsra Mucizesi mi Lazım? Yoksa İsra gecesi verilen on iki emir mi? Müslümanlar Peygamberlerini Burak ile Refref ile uzayda seyahat ettirirken İsra gecesi Peygamberimize verilen 12 emirle pek alakadar olmazlar. Hatta Müslümanların birçoğu bu 12 emirden haberi bile yoktur. Hâlbuki hangi Yahudi veledine sorulsa Musa’ya verilen 10 emri bilir. Bu 12 emrin 11. si “Bilmediğin şeyin ardından gitme, Kesin bilgi sahibi olmadığın şey hakkında konuşmadır”. Maalesef amaç ile araç yer değiştirmiş, Peygamberin getirdiği evrensel prensipler göz ardı edilmiş, bizi hiç ilgilendirmeyen, onun mucizeleri ile nefes tüketiyoruz. Ah ki, ne ah! 
 
 Bu on iki emir [İsra/22-37] şunlardır; 
 
1-Allah’a ortak koşmayınız, yalnızca O’na ibadet ediniz. 
2-Ana-babaya iyilik ediniz. 
3-Yakına, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver, herkese iyilik yap! 
4-İsraf etme! Büsbütün de saçıp-savurma!(Ne cimri, ne de müsrif ol, İkisinin arasında orta bir yol tut, iktisatlı ol)! 
5-Çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmeyin, Sizin de, onların da rızkını biz veriyoruz. 
6-Zinaya yaklaşmayın! O apaçık bir hayâsızlıktır. O ne çirkin bir yoldur. 
7-Haksız yere kimseyi öldürmeyin. 
8-Yetim malını -arttırmak gayesi dışında- yemek için asla yaklaşmayın. 
9- Verdiğiniz sözü yerine getiriniz. 
10-Ölçü ve tartıyı tam yapın. 
11-Bilmediğiniz şeyin ardınca gitmeyin, Taklitçi olmayın, aklını kiraya vermeyin! 
12-Yeryüzünde mağrur ve kibirli dolaşmayın. Mütevâzi olun! 
 
Miraç’ta Peygamberimiz Allah’ı gördü mü? 
 
Dünyada iken hiçbir insan baş gözüyle Allah’ı göremez. Bu hususta ihtilaf yoktur. Peygamber’in Sidretül Münteha’da Allah’ın cemalini keyfiyetsiz, kemiyetsiz, mâniasız ve perdesiz bir şekilde gördüğü iddia edilmektedir. Bu rivayetler külliyen yalandır. Hz. Aişe Annemiz ”Kim Muhammed Allah’ı gördü derse yalan söylemiş olur. Ben bunu Resulullaha sordum demiştir.”[Buhari, Tevhid, 4] Oysa mevlithanlarımız;”Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti, ahirette öyle görür ümmeti” diyebilmektedirler. Yine; Bakara son iki ayetini Peygamberin doğrudan Allah’tan aldığı iddiası Kur’ân’a tamamıyla aykırıdır. Zira; [Şura/51] ayeti; bir beşerin hiçbir şekilde doğrudan Allah ile konuşamayacağı konusunda oldukça nettir;”Allah bir insanla ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veyahut bir elçi / Cebrail göndererek… konuşur”. Bu ayet peygamberlerin bile Allah’la yüz yüze, doğrudan konuşmasının mümkün olmadığını ilan eder. Allah’ın ahirette görülmesi meselesi bile epey tartışmalı iken, Miracın mahiyeti meçhul iken, ne zaman olduğuna dair onlarca rivayet var iken, hatta olup-olmadığı tam bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize mesafede sohbet ettirmek, mevlithanların “Hakk’ı gören göz hakkı için” diye attıkları naralara inanmak, Peygamberimizin Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemek edep sınırlarını epey zorlamaktır. Mirac hadislerinin İslam itikadı açısından en tehlikeli kısmı, Peygamber’le Allah’ı buluşturması, bir beşeri, Allah’ın makamına girdirmesi, Allah’a zaman ve mekân isnad etmesidir. Peygamberimizin Sidretü’l-Münteha’da Cenabı Hakk’ın cemalini kemiyetsiz, keyfiyetsiz, hailsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede ettiğini ileri sürenler, Kur’ân’daki Allah tasavvurunu anlamaktan uzak, mistik hezeyanlar içinde olan kimselerdir. Peygamberin, “kâlemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere” çıktığını ifade eden rivayetler; Allah’ın katını, sanki bir karargâh, bir nevi istasyon, bir yönetim yeri gibi tasavvur eden, Allah’ı cisimleştirmeye ve insana benzetmeye yatkın bir aklın ürünüdür. Kur’ân İslam’ında böyle bir Allah tasavvuruna yer yoktur. Oysa Cenabı Hak, asansör gibi bir vasıta ile yanına çıkılabilecek, son bir perdeden sonra makamına girilip bizzat, baş başa görüşülebilecek birisi değildir. Bu, ancak paganların tanrısı olabilir ama Kur’ân’ın Allah’ı kesinlikle olamaz. Allah’ın eşi, benzeri, dengi yoktur. Hiçbir şey, hiç kimse O’nun misli, benzeri değildir. [Şura/ 11] O, gözleri idrak eder ama gözler O’nu idrak edemez! [En’am/ 103] 
 
Devam edecek