20 Nisan 2021 Salı

KURUMLARA ZEKAT 2021

Soru: KURUMLARA ZEKAT NİÇİN VERİLMEZ ? Cevap: Müslümanlar kendilerini toparlamasın diye. Zekat gibi ekonomik bir potansiyelin Müslümanların gelişmesinin sebebi olmasın diye. Sevgili Sami Kaval'ın, benim "zekat parasıyla fabrika kurulmalıdır, iş yerleri açılmalıdır, yoksullar iş sahibi olmaları için zekat parasıyla desteklenmelidir" şeklindeki ifademe yaptığı eleştiriye cevabımdır. İslâm organizma gibidir. Canlı kalabilmesi için beslenmesi gerekir. İçtihat en önemli besin kaynağıdır İslâm'ın. Allah Müslümanların cemaat olmasını ister, hem de misyon sahibi bir cemaattir istediği. Toplum mühendisliğini ön planda tutar. Problem üreten değil problemi çözen Müslümandır arzuladığı İslâm'ın. Onlar Muttakilerdir. Zekatın nerelere verileceğini açıklayan Mevla, miktarını bize bırakmıştır. Kırkta bir %2.5 uygulamsı şartlara göre değişmelidir. Allah, fakir ve iskin deyip geçmemiş, ona 6 madde daha eklemiştir. Zekat memuru ifadesi zekatın birebir şahıslara verilmemesi gerektiğini ifade eder. Köle azadı konusunda duyarlılık ister Allah. Köle, özgürlüğü elinden alınmış kimselerdir, hapishanelerde bu kişilerden çok vardır bugün. Fikir suçlularıdır bunlar. Dava adamları da denir bunlara. Allah Yolunda ifadesi bugün rafa kaldırılmıştır. Çünkü, Allah yolu geçmişte, hacca gidipte maddi sıkıntı çeken ve cihad eden kimseler olarak anlaşılmıştır. Bu içtihadı yapan şahsın yaşadığı dönemde belki bu anlayış doğrudur. Ancak bugün cihad sadece cephede yapılmıyor. Bu kavramın günümüzde kendisine yüklenen mana ile yeniden gündeme gelmesi gerekir. Canlandırılması gerekir. Allah için yapılan her türlü iş eylem, mesai cihattır. Yolda kalmış ve borçlanmış insanlar bugün zekatın muhatabı olmaktan çıkarılmıştır. Yanlıştır. Bizler bugün zekatın insanların yaşamını kolaylaştıran bir kaynak olmasını sağlamalıyız. Fakirin paraya ihtiyacı olduğu gibi, çalışacak iş yerine de ihtiyacı vardır. O işyeri fabrikadır. Çiftliktir, tarladır. Oturacak eve ihtiyacı vardır. Tedavi olabileceği hastaneye ihtiyacı vardır. Zekatın kurumlara verilmemesini isteyenler, İslâm'ın nasıl bir din olduğunu anlayamamış olanlardır. Zekatın mantığında zekat alan kişinin seneye bir daha zekata ihtiyacının olmaması gerekir, fıkıh kaidesidir bu. Bunun yolu da o kişileri iş sahibi yapmaktan geçer, onlara iş bulmaktan geçer. Yıllardır zekat verilir Müslümanlara, hangi yoksul Müslüman zekat parasıyla abad olmuştur. İslam'ın beslenmesi gerekir, canlı tutulması gerekir. İslâm'ın önündeki en büyük engel, İslâm'ı derin dondurucuya koyanlardır. Ölülerin egemenliğinden medet umanlardır. Bu anlayış Müslümanların geleceğin inşasına manidir. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Oraya takılıp kalmamak gerekir. Onlardan kurtulmak lazımdır. Yoksa Müslümanların geleceğini Müslüman olmayanlar inşa eder. Bugün olduğu gibi. Selam ve dua ile

18 Nisan 2021 Pazar

ZEKAT VE FAKİR 2021

ZEKATIN SADECE %12,5’i MÜSLÜMAN FAKİRİN HAKKIDIR -Fakir, Müslümanın yoksuluna denir, Miskin ise Ehl-i Kitap’ın yoksuluna denir- Rüştü KAM “Sözlükte “artma, arıtma; övgü ve bereket” mânalarına gelen zekât, terim olarak Kur’an’da belirtilen sınıflara sarfedilmek üzere dinen zengin sayılan Müslümanların malından alınan belli payı ifade eder. Örfte, bu payın maldan çıkarılması işlemine de zekât denilir.”(İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde) Zekât Tevbe Suresi’nin 60’ıncı ayetinde belirtildiği üzere 8 yere taksim edilerek verilmelidir. Bu maddelerin ikisi yoksul ile ilgilidir. “Fakir, Müslümanın yoksulu, miskin ise Ehl-i Kitab’ın yoksuludur.” (İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde) Allah şöyle buyurur: “(Ey Peygamber, Müşrik ve kafir akrabalarına maddi yardımda bulunmak isteyen müminleri bundan menetme)! Çünkü senin görevin, müşrikleri, kafirleri imana zorlamak değildir. (Kaldı ki bunu istesen de başaramazsın): Çünkü ancak, Allah dilediğine, layık gördüğüne iman ve hidayet nasip eder.” (Bakara 2/272: Tercüme Mustafa Öztürk) “Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, âdil davrananları sever.”(Mümtehine 60/8: Tercüme Diyanet Vakfı) Bu ayetlerden anlaşılacağı gibi; 100 Euro zekâtı olan kişinin üzerinden hesabımızı yaparsak, Müslüman yoksulun zekâttan alacağı pay %12,5 tir. Gayri Müslim yoksulun zekâttan alacağı pay da %12,5 tir. Toplam %25 eder. Kalan %75 lik miktarın fakir ile direkt alakası yoktur. Bu taksimin şahıslar açısından zorluğu aşikardır. Bunun için Yüce Allah zekâtın şahıslar tarafından birebir verilmesini arzu etmemiştir. Bir kurum aracılığıyla bu işin yapılmasını arzu etmiştir. Ayette zekât memurlarına zekâtın verilmesinin istenmesi, bir zekât kurumunun kurulması ve bu kurumda çalışanların aylıklarının da o kurum tarafından karşılanması anlamına gelir. Bugün böyle bir kurum yoktur. Cemaatler kendi aralarında organize olarak bu işi yapmaktadırlar. Aldıkları zekâtları amacına uygun olarak harcıyorlar mıdır, onu tam olarak bilemiyoruz. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebilirim; cemaatler aldıkları zekâtları sadece üyeleri olan Müslümanların yoksullarına veriyorlar, daha fazla zekât toplamak için de Afrika ve Ortadoğu’ya taşıyorlar zekât paralarını. Bu işi duygu sömürüsü yaparak yapıyorlar. Dedikoduların önüne geçebilmek için de oralarda zekât parasını dağıtırken, kurban keserken yöre insanlarıyla fotoğraflar-filimler çekilerek üyelerine gösteriyorlar. Camilerin kapılarında, dağıtılan broşürlerde, televizyon reklamlarında bu insanların acınacak haldeki resimlerini görebilirsiniz. Birebir zekât veren Müslümanlar ile cemaatlerin topladığı zekatların gittiği yer aynı yerdir. Kendilerine üye olan Müslümanların yoksullarıdır bunlar. İstisnalar vardır elbette, ama ben bugüne kadar öyle bir cemaat tanımadım. Hatta, “Gayri Müslim’in yoksuluna zekât verilmez” cemaatler tarafından verildiğini yakinen biliyorum. Oysa Gayri Müslim ile ilgili iki madde vardır zekât ayetinde. Birisi miskin, diğeri müellefe-i kulub (kalbi İslam’a ısındırılmak istenenler). Müellefe-i kulûb; maddî ihsanda bulunmak suretiyle gönüllerinin İslâm’a ve Müslümanlara karşı yumuşatılması arzulanan gayri Müslimleri, kendilerinin veya bağlılarının İslâm’ı benimsemesi umulan yahut zarar vermelerinden korkulan veya düşmana karşı himayeleri istenen nüfuz sahibi kimseleri ve dinde sebat etmeleri arzulanan yeni mühtedileri belirtmek için kullanılmıştır. (Geniş bilgi için bkz. İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde). Konu ile ilgili olarak, (Âl-i İmrân 3/103; el-Enfâl 8/63) ayetlerine de bakılabilir. Zekât için temlik şartı yoktur. Zekât yoksula para olarak verilebileceği gibi, zekat parasıyla yoksulun çalışabileceği fabrikalar da kurulur, tedavi olabilecekleri hastaneler de yapılır, kalabilecekleri öğrenci yurtları da inşa edilebilir. Durum böyle olunca, bilhassa Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, zekatlarının %12,5’ini Ehl-i Kitap yoksullara dağıtmalı ve %12,5’ini yine de Ehl-i Kitap’a İslâm’ın tanıtımı için harcamalıdır. Bunun için, konferanslar düzenlenmeli, Kur’an mealleri o ülke dillerine çevrilerek dağılmalı, gazete-dergi çıkarılmalı, aşevleri açılmalı, amaca uygun geziler yapılmalı, bu konuda bir heyet oluşturulmalı ve o heyetin ve organizasyonun, personel ve fizik mekân harcamaları da zekât kurumundan karşılanmalıdır. Berlin’de yaşayan Müslümanların üzerinden bir değerlendirme yaparsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Berlin’de 300.000 Türkiyeli yaşıyor. Diğer Müslümanları hesaba katmadan yapıyorum bu hesabı. 300.000 Türkiyelinin 5.000’ inin, ortalama 1.000 Euro zekât verdiğini düşünürsek 5.000x1.000 = 5 milyon Euro zekât toplanıyor demektir. Bu para her sene toplanıyor. Fazlası vardır azı yoktur. Bu zekât miktarının Müslümanların kurduğu ortak bir kurumda toplandığını varsayalım ve Allah’ın arzu ettiği şekilde pay edildiğini düşünelim. Toplanan bu parayla: Tanesi birer milyondan her sene 5 tane kurum kurulabileceği gibi, ihtiyaca göre; öğrenci yurtları kurulur, özel okullar açılır, hastaneler açılır, sadece fakirlerin ve miskinlerin çalışacağı işyerleri açılır, fabrikalar kurulur, aşevleri açılır, imam yetiştiren kurumlar kurulur, gazete ve dergiler çıkarılır, televizyon kanalları açılır, üniversiteler kurulur ve o kurumların masrafları da bu fondan karşılanır. Bu hesabı Türkiye üzerinden yapalım: Ben Denizliliyim. Denizli’nin nüfusu 04 Şubat 2020 tarihinde açıklanan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre; 1.037.208 Hesabımızı 10.000 zekât veren Müslüman üzerinden yapalım. Ortalama bin TL. zekât verdiklerini düşünelim. 10.000x1.000= 10 milyon TL. eder. Bu para her sene toplanıyor Denizli’de. Hesabı varsın Denizliler yapsınlar. Yukarıdaki yazdığım kurumların Denizli için de ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. 10 sene sonra Denizli’de ne fakir kalır ne de miskin. Allah akıllı Müslüman istiyor. Tribünlere oynayan Müslüman istemiyor. Elini taşın altına sokan sorumluluk sahibi Müslüman istiyor. Yıllardan beri Müslümanlar zekât verirler ve bu zekâtların çoğunu da ülke dışına çıkarırlar. Hangi ülkenin insanını ihya ettiler, esaretten kurtardılar bugüne kadar. Afganistan’ı mı, Filistin’i mi, Arakan’ı mı, Irak’ı mı yoksa Suriye’yi mi? Bu uygulama eksiktir, yanlıştır. Onlara tanıtım açısından zekât verilebilir. Ancak bunun miktarı %12,5’tir. Daha fazla değildir. Eline üç beş kuruş alan, alay-ı vala ile soluğu Afrika’da, Ortadoğu’da alıyor. Allah o insanlara da akıl verdi, fikir verdi. Hatta topraklarını da çok verimli kıldı. Altın onlarda, petrol onlarda, enva-ı çeşit meyve ve sebze onlarda, deniz ürünleri onlarda. Buna rağmen kendilerine verilen nimetlerin kıymetini bilmiyorlarsa, kendi kabiliyetlerini kullanmıyorlarsa, o onların suçudur, cezalarını da çekeceklerdir. Kendi evinde yangın olan kişi başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemez, giderse döndüğünde kendisi de evsiz kalır. Lütfen, zekatlarınızı çarçur etmeyiniz. Müslümanların ihtiyacı olan kurumlar var, bu ihtiyaçlar göz ardı edilmemelidir. Görmemezlikten gelinmemelidir. Allah Müslümanlara, geleceklerinin inşası için görev vermiştir. Görevler sorumluluk anlayışıyla yerine getirilmelidir.

6 Nisan 2021 Salı

https://www.facebook.com/akkayaxx/videos/2268256019444/ ÖYLE GEÇERKİ ZAMAN, BİR SELA DENEMESİ

23 Şubat 2021 Salı

ÜMMÜ SELEME KİMDİR

-Her zaman ibret alınması gereken yaşanmışlıklar- “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının senin buyruğuna uymalarını mı istiyorsun? O halde şimdi dışarı çık. Kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan geleceklerdir.” Böylece Ümmü Seleme Hudeybiye’de tarihe not düştü. Ümmü Seleme kimdir Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme...Mü’minlerin annelerindendir. İlk evliliğini Peygamberimiz ’in halası Berre’nin oğlu Ebu Seleme ile evli yapmıştır. Her ikisi de İslamiyet’i ilk kabul edenlerdendir. Mekkeli müşriklerin yaptıkları işkence ve eziyetlere onlar da maruz kaldılar. Sonra da Elçinin emriyle karı-koca birlikte Habeşistan’a hicret ettiler. Seleme, Ömer, Dürre ve Zeynep isimli çocukları orada dünyaya geldiler. Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları boykot bitince, Habeşistan’da bulunan muhacirlerin bir kısmı tekrar yurtlarına döndüler. Orada çok az kişi kaldı. Ümmü Seleme ve eşi de boykot kalktıktan sonra Mekke’ye geri dönenlerdendir. Seleme ailesi, Habeşistan’dan geldikten sonra Mekke’ye bir türlü ısınamadılar. İkinci Akabe Biatı’ndan bir yıl kadar önce Medine'ye hicret etmek için Elçi’den izin istediler. Gerekli izin kendilerine verildi. Yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra oğulları Seleme’yi de yanlarına alarak yola çıktılar. Elçi izin verdi vermesine de Ümmü Seleme'nin kabilesi ve akrabalarından bazı kimseler bu izne müdahil oldular. Yollarını kestiler. Onların Medine’ye hicretlerine izin vermediler. Ebu Seleme'nin tek başına gidebileceğini fakat çocukla annesinin kalacağını söylediler. Uzun münakaşa ve mücadeleden sonra kabilesi Ümmü Seleme'yi ve çocuğu alarak Mekke’ye geri getirdiler. Ebu Seleme de çaresiz tek başına Medine’ye göç etti. Hanımına da geriye gelip kendilerini alacağını, biraz sabretmeleri gerektiğini söyledi. Ümmü Seleme, bundan sonraki olayları göz yaşları içinde şöyle anlatır: "Kocam Ebu Seleme, Medine'ye tek başına gitti. Beni kocamdan ayırdılar. Bir yıla yakın bir süre her sabah Safa Tepesi’nde Ebtah denilen yere çıkar, Kâbe'ye doğru dönerek bunu bize yapanları lanetlerdim. Orada akşam veya akşama yakın bir zamana kadar kalır hem onları lanetler, hem de gözyaşı dökerdim. Bir gün, kabilem olan Muğireoğullarından birisi yanıma geldi. Onunla biraz dertleştik. İçimi döktüm ona. Halimi görünce bana acıdı. Gidip Muğireoğullarına, "Şu zavallı kadını yok yere Muhammed’e olan kininiz yüzünden kocasından ayırdınız, niçin onu hâlâ serbest bırakmıyorsunuz, yazık değil mi bu kadına, görmüyor musunuz halini…” demiş ve onları paylamış. Bunun üzerine Muğireoğulları bana gelip, “çok istiyorsan oğlunla birlikte kocanın yanına gidebilirsin” dediler. Önce inanamadım, gerçek olup olmadığını hareketlerinden kontrol ettim, telaşlandım, “doğru mu duydum, gidebilir miyim kocamın yanına” dedim ve tekrar tekrar onay istedim. Yalan söylemiyorlardı, “elbette, ne zaman istersen yola çıkabilirsin “dediler. Ben hemen hazırlıklara başladım. Yolluğumu hazırladım ve oğlumla birlikte yola koyuldum. Belki kararlarından vazgeçerler diye de endişelenmekteydim. Neredeyse Mekke’yi koşarak çıktım. Arkama bakmadan kuş gibi uçuyordum. Oğlum devenin hevdecindeydi. Önümde çok çetin bir yol vardı. Bunun bilincindeydim. Çölde 400 km. yol gidecektim. İnandığım Allah beni koruyacaktı. Ben O’na tevekkül ettim. Evet O beni korumalıydı…” Bir yıla yakın üzüntü içinde döktüğü gözyaşları sona ermişti Ümmü Seleme’nin . Oğluyla birlikte Medine’ye kocasının yanına gidiyordu. Tek başına o zorlu çölleri aşarak ulaşacaktı Medine’ye. Bir kadın, bir de çocuk. O sevdiğine sevgilisine kavuşmanın heyecanı içindeydi. O artık hür bir kadındı. Ten’im mevkiine geldiğinde Allah kendisine elini uzatmıştı. Onu o zorlu çöl yolunda yalnız bırakmamıştı. Karşısına Osman b. Talha’yı çıkardı. Osman kocasının arkadaşıydı. Onu görünce gülleri açmıştı Ümmü Seleme’nin. Osman’ın, “yalnız başına nereye gidiyorsun böyle” sorusuna, cevaben; kabilem beni serbest bıraktı, Medine’deki kocasının yanına gidiyorum” dedi. Osman bir kadına baktı bir de çocuğuna, “tek başına mı gideceksin Medine’ye?” “He ya, oğlumla beraber gideceğim, tek başıma gideceğim.” Osman’ın yüreği cız etti. Onları yalnız başlarına bırakmaya gönlü razı olmadı. Biraz düşündü, tekrar onlara baktı, gidecekleri yolun tehlikelerini gözden geçirdi. Eğer onları öylece bırakırsa bir daha arkadaşı Ebu Seleme’nin yüzüne nasıl bakacaktı. Biraz daha düşündü ve kararını verdi. O da onlarla gidecekti, “Vallahi ben seni, böyle yalnız başına yola bırakmam” dedi. Ümmü Seleme sevindi sevinmesine de sevincini o kadar da belli etmemek için, biraz itiraz eder gibi oldu. Osman,” itiraz istemem, sonra ben kocanın yüzüne nasıl bakarım.” Ümmü Seleme, Allah’ın yardımına mazhar olmuştu. Birlikte yola çıktılar, gece demeden gündüz demeden günlerce yol yürüdüler çölde, o sıcakta. Bazen oldu kum fırtınasına kapıldılar, bazen oldu aç ve susuz kaldılar. Ama sonunda Osman, Ümmü Seleme’yi ve çocuğunu kocasının bulunduğu Kuba’ya kadar emniyet içinde götürmeyi başardı ve kocasına teslim etti, kucaklaştılar, hasret giderdiler. Ebu seleme Osman’ı bırakmadı. Birkaç gün kalmaya ikna etti. Sonra da onlarla vedalaştı ve döndü Mekke’ye. Rivayet edildiğine göre, Ümmü Seleme, çektiği bu ve benzeri sıkıntıları ne zaman hatırlasa, gözleri dolar ve şöyle dermiş: “Allah için, Müslümanların içinde hiçbir aile görmedim ki, kocam Ebu Seleme’nin çektiği sıkıntıları çekmiş olsun. Ayrıca Osman b. Talha’dan daha iyiliksever bir adam da görmemişimdir. O Mekke’den Medine’ye kadar sırf, başıma bir şey gelmesin diye bana eşlik etmiştir. Allah onlardan razı olsun.” Ümmü Seleme Uhud Savaşındadır Ümmü Seleme Müslüman kadınlar ile birlikte Uhud Savaşı’ndadır. Geri hizmet görevlisidir. Savaşın hemen başlangıcında, Uhud Savaşı kazanılır gibi olmuştu. Daha savaşın başıydı. Düşman bir anda panikledi. Müslümanlar da galip geldiklerini sanarak ganimet peşine düştüler. Elçi’nin özellikle okçular tepesine yerleştirdiği ve “ne olursa olsun orayı terketmeyeceksiniz” diye de tembihlediği kişiler de ganimetten pay almak için görev yerlerini terk edince olanlar oldu. Savaş bir anda Müslümanların aleyhine dönüverdi. Bu arada Peygamberimiz yaralandı ve oradaki bir çukura düştü. Korumasız kaldı. Ümmü Seleme bu duruma şahit olunca geri hizmetten diğer kadınlarla birlikte savaş meydanına indi ve yalın kılıç daldı savaş meydana. Bütün güçleriyle savaşarak Elçiye ulaştılar. O’na zarar gelmesin diye etrafında bir çember oluşturdular. Elçiyi emniyete aldılar. Ümmü Seleme, bir taraftan da Müslümanların toparlanması ve savaşa devam etmeleri için onları meydana çağırıyordu; “Ey Müslümanlar! Ya şu meydana gelin savaşın, ya da geri hizmete geçin de biz kadınlar savaşa devam edelim.” Bu çağrıyı duyan Müslümanlar toparlanmaya başladılar. Kocası Ebu Seleme de kadınlar gibi meydanda destan yazanlardandı. O da yaralandı. Yarası sonradan azdı ve şehid oldu. Peygamberimiz Ebu Selemenin şehadetine çok üzüldü. O hicret emrinden önce hicret eden bir yiğit idi. Ümmü Seleme artık dul kalmıştır. Daha yeni kavuşmuşlardı birbirlerine. O çok sevdiği kocasını kaybetmişti. Daha yeterince yasını bile tutamadan, evlilik teklifleri almaya başladı. Ebu Bekir ve Ömer hiç zaman kaybetmemişlerdi. Onlardan arka arkaya evlenme teklifleri aldı. Bu duruma çok kızdı Ümmü Seleme. “Dul kaldıysak aç kalacak değiliz ya” nedir bu aceleniz, diye çıkıştı onlara. Tekliflerini reddetti. Bir zaman sonra Elçi ’den de evlilik teklifi aldı. Ümmü Seleme bu teklife hayır demek istemiyordu ama balıklamasına atlamak da istemiyordu. Elçi’ye üç şart ileri sürdü; “yaşlıyım, kıskancım ve çocuklarım var. Bunlara rağmen yine de istersen kabulümsün.” Elçi’nin cevabı aynen şöyledir: “Yaş bahane ise ben senden yaşlıyım, kıskançlığın bahane ise, kıskançlığının gitmesi için Allah’a dua ederim, çocukların bahane ise, onlar bundan sonra zaten Allah ve Resulünün sorumluluğundadır.” Bu cevap üzerine, düşünmek için Elçi’den müsaade istedi. Düşündü, taşındı ve bir zaman sonra oğlu Ömer’e,” Elçi’ye git ve teklifini kabul ettiğimi söyle” dedi. Böylece Ümmü Seleme Elçi’nin hanımları arasında yerini almış oldu. Ümmü Seleme zeki ve cesur bir kadındı. Peygamberimiz her işini ilk önce onunla istişare ederdi. Hudeybiye’de de onunla istişare etti ve onun dediğini aynen uyguladı. “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının bu işi yapmasını mı istiyorsun? O halde şimdi dışarı çık. Kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan geleceklerdir.” Ümmü Seleme bu tavsiyesiyle Hudeybiye’de tarihe not düştü. Ümmü Seleme, Kureyş içinde okuma-yazma bilen sayılı kadınlardandı. Eşi, Ebu Seleme de okuma yazma bilenler arasındaydı. Çok az sayıda erkeğin okuma-yazma bildiği bir toplumda Ümmü Seleme’nin okuma yazma bilmesi önemli bir ayrıcalıktır. Ümmü Seleme Müslümanlar arasında fakih kabul edilen ve fetva veren kadınlardan birisidir. Ümmü Seleme, fesahat ve belagatte çok ileri derecede idi. İlim, dirayet, siyaset sahibiydi. İbadete düşkündü ve çok cömertti. Aynı zamanda mütevazi ve sıkılgandı. Ayrıca, Medine’ye hicret eden ilk Mekkeli kadın sıfatını da taşımaktadır. Onun Hz. Peygamber’e sorduğu sorular neticesinde Âl-i İmrân 195, Nisâ 32, Ahzâb 35 ayetlerinin nazil olduğu rivayet edilir. Ayetler mealen şöyledir: “Allah da onların duasına karşılık verdi: Ben, sizden erkek veya kadın hiçbir çalışanın amelini zayi etmem, siz birbirinizdensiniz. Hicret edenler, memleketlerinden çıkarılanlar, benim yolumda işkence edilenler, savaşan ve öldürülenlerin, elbette günahlarını örteceğim ve onları alt taraflarından ırmakların aktığı cennetlere girdireceğim. Allah katından bir mükafat olarak... Mükafatın en güzeli Allah katındandır.”(Al-i İmran 195) “Allah'ın, sayesinde bir kısmınızı bir kısmınıza üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin. Erkekler için kazandıklarından bir nasip olduğu gibi, kadınlar için de kazandıklarından bir nasip vardır. Allah'ın kendi fazlından (bağışından) isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir. (Nisa 32) “(Allah'a) teslim olmuş erkek ve kadınlar, İman eden erkekler ve iman eden kadınlar, İtaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, Doğru, sadık erkekler ve doğru, sadık kadınlar, Sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, Irzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar... Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir ödül hazırladı. (Ahzab 35) Velhasıl Ümmü Seleme, Uhud savaşında, Hudeybiye’de, Hayber’in fethinde, Mekke’nin fethinde, Taif kuşatması ve Veda Haccı’nda Peygamberimizle birlikte oldu. Peygamberimiz ‘in vefatından sonra ise Müslümanların müracaat ettikleri bir ilim ve irfan mektebi olarak yaşamını sürdürdü. Kur’an’ı Peygamberimizin üslubunda okurdu. Peygamberimizle evlendiğinde 44 yaşında idi. 84 yaşında vefat etti. Peygamberimiz ‘in en son vefat eden zevcesidir. Baki Kabristanlığına defnedilmiştir. Allah rahmet eyleye… Bitti

14 Şubat 2021 Pazar

COVİD-19 İLE ÖLÜM DANSINA DOĞRU - KUNTA HORA-

COVİD 19 İLE, ÖLÜM DANSINA DOĞRU -Kunta Hora- -Kemiklerimizden ve kafataslarımızdan mabetler inşa edilmesini istemiyorsak, yetkililere kulak verelim, efelenmeyelim, magandalaşmayalım ki; ölüm dansı yapmak zorunda kalmayalım…- Rüştü KAM On dördüncü yüzyılda Avrupa’da büyük bir Veba salgını olmuştur. ‘Kara Ölüm’ de derler adına. Kara Ölüm yaklaşık 10 yıl içinde Avrupa’da nice köyleri ve nice şehirleri haritadan silmiştir. Kitleler halinde ölümlere sebep olmuştur. Yaklaşık 16 milyon insan Kara Ölüme kurban gitmiştir. 75 milyon insan da bu Kara Ölüm ‘den etkilenmiştir. İnsanlar çaresiz kalınca sığınacak bir kucak, bir yer aramaya başlamışlardır. Ölüme bakışları da değişmiştir insanların. Ölüme ve ölüm sonrasına inanmayanlar bile, çaresiz kalmıştır. İnsanlar kilise ve din adamlarına sığınmaya başlamışlardır. Son olarak çareyi onlara sığınmakta aramışlardır. Kilisenin ve din adamlarının da yaralarına merhem olamayacağını anlayınca; bizler ne yaptık da bu hale geldik diye kendilerini sorgulayacaklarına; kiliseyi ve din adamlarını sorgulamaya başlamışlardır. Sonunda anlamışlar ki, bu dünyada ölümden başka hakikat yok. Kara ölüm geliyor ve sorgu sual etmeden acımasızca insanları alıp götürüyor. Psikolojileri bozulan insanlar bir süre korku içinde yaşamışlar ve sonra da ölüm danslarıyla psikolojilerini düzeltmeye çalışmışlardır. Ölüm dansı. Herkesin mutlaka öleceğini, bildikleri, gördükleri ve anladıkları için ölüm danslarında mutluluk aramışlardır. Bulmuşlardır o mutluluğu. Ölüm dansında sınıf farkı yoktur. Bir gün önce ölmekle bir gün sonra ölmenin arasında da fark yoktur. Biraz sonra kendisiyle ölüm dansı yaptığı, elinden tuttuğu o kişi ölecektir. Ölüm hakikattir, gerçektir. Bu gerçek herkes tarafından anlaşılmıştır. Tek çare onu kabullenmek ve onunla dans etmektir. Çeşitli sınıftan insanlarla (kral, şövalye, tüccar, doktor, hırsız, köylü, din adamı) çalgılar eşliğinde dans etmek insanları rahatlatmaya başlamıştır. Kara ölüm, bu dünyada ölümden başka hakikatin olmadığını herkese göstermektir. Denize düşülmüştür, yılandan başka sarılacak bir şey yoktur. Sedlec’te Kara Ölüm ’ün hikayesi şöyle başlar: Prag yakınlarında bir kasabadır Sedlec. Kunta Horada. Sedlec Manastırının baş rahibi Heinrich, Bohemya kralı II. Otakar tarafından 1278 yılında Kudüs’e elçi olarak gönderilir. Heinrich kutsal topraklardan dönerken Golgotha’dan bir avuç toprak alır ve bu toprağı manastırın mezarlığına serper. Böylece bu mezarlığın da kutsal toprakların bir parçası olduğuna inanılır. Bunu duyan halk, kutsallaşan bu mezarlığa gömülmek ister. Etraftan duyan gelir, herkes oraya ölmek için gelmektedir. Mezarlık insanları almaz olur. Veba salgını da başlayınca iş, içinden çıkılmaz hale gelir. Çareyi mezarlığı genişletmekte bulurlar. 3.5 hektara kadar genişletirler. Daha fazla genişletme imkânı kalmayınca eski mezarlardaki kemikler çıkarılır ve odun istif eder gibi bir köşeye piramitler şeklinde istif edilir. Orta Çağ’da hem salgın hastalıklardan ve hem de savaşlardan dolayı yığınla ölümler olduğundan dolayı kemikler, aynı, odunluğa odun dizer gibi kümelenerek saklanırmış. Avrupalılar böyle yaparlarmış. Böylece kutsal mekânda defnedilmek için gelen yeni insanlar, boşalan mezarlara defnedilmeye devam edilmiş. 1511 yılına gelindiğinde, bu kutsal mezarlığa bir de kilise inşa edilir. Kilisenin mahzenine de mezardaki ölülerin kemikleri, görme engelli bir Sistersiyen keşişi tarafından odun istifi gibi istif edilir. Böylece altı tane piramit oluşur. Sistersiyen tarikatı; Hristiyanlığın Katolik koluna bağlı kendilerini dünya işlerinden uzaklaştırmış keşiş ve rahibelerden oluşan bir tarikattır. 1703-1710 yılları arasında İtalyan asıllı Çek mimar Jan Blazej Santini kiliseyi yeniden inşa eder. Kilisenin iç dekorasyonunda mahzendeki bu kemikleri kullanır. Kilisenin ortasındaki o büyük avizeyi insan vücudunda bulunan tüm kemikleri kullanarak dizayn eder. Mahzendeki kemikleri kilisenin içine taşır ve orada piramitler oluşturur. Piramitlerdeki kemikleri birbirine bağlamadan üst üste yığar. Piramitlerin en üstüne de taçlar yerleştirir. Bu insan kemikleri, Tanrı’nın huzurunda mahkemeye çıkmış olan insanları sembolize edermiş. Kurtuluşa eren insanların kemikleriymiş bunlar. Mahkemeleri görüldükten sonra, Tanrı onları ödüllendirmiş, kemikleri onun için kilisenin içinde sergilenmekteymiş. Ölümün, insanlar arasında hiçbir fark gözetmediğini sembolize edermiş bu piramitler. Ancak, yaşamlarını dürüst bir şekilde, adil ve hakça sürdürenler sonsuz mutluluğa ve cennete ulaşabilirlermiş. Piramitlerin üzerindeki taçlar Cennet’i temsil edermiş. Yani bu kilisede piramide malzeme olan herkes Cennetlikmiş. Kilise 1800’lü yıllarda, İmparator II. Josef (1780-1790) tarafından kapatılır, ayinler yasaklanır. Kapatılır ama yıkılmaz. Kilisenin mülkleri Orlikli ünlü Schwarzenberg ailesi tarafından satın alınır. Kilise’nin Swarzenberglerin mülkiyetine geçmesinden sonra, günümüzdeki kemikli dekorasyon Çek ahşap oymacısı Frantişek Rint tarafından yeniden dizayn edilir. Rint, orijinaldeki altı kemik piramidinin ikisini bozarak bugünkü dekorasyonu oluşturur. Ayrıca, istek üzerine Schwarzenberg ailesinin armasını da dekorasyona yerleştirir. Orada bir karga figürü vardır. Söylenenlere göre bu armadaki karga figürü, “Türk’ün gözünü oyan karga’’ olarak sembolize edilmiş. Yaklaşık 40.000 insan iskeletinden oluşan bu kilise dekorasyonu, insanoğluna” ebediyetin değerini ve gerçekliğini” hatırlatmaktaymış. Kapıdan girer girmez irkiliyorsunuz. Her yanı ayrı bir ürpertici olan kilisenin tam ortasında bir avize yer alıyor. Kafatası kemiklerinden oluşan bu avize ve kalkan yürekleri ağızlara getiriyor. Ürperti veriyor, dehşete düşürüyor. Eşimle birlikte gitmiştim ben bu kiliseye, izin için Türkiye’ye giderken. Eşim hemen çıkalım buradan ben dayanamayacağım diyerek kendisini dışarıya atmıştı. Evet burası Sedlec kemik kilisesi…Cennetliklerin kilisesi. Bu kiliseyi merak edenler, bir hafta sonu gidip görebilirler. Prag’tan 70 km. ilerde. İzin için Türkiye’ye gidenler de Prag’tan sonra 70 km. İçeriye girerek bu kiliseyi görebilirler. İbret almak için gezip görmek lazımdır. Ben derim ki; Orta Çağ Avrupası’nda toplamda 16 milyon insanın ölümüne sebep olan Veba salgını, insanların umutlarını yerle bir etmiştir. Kiliseye ve din adamlarına sarılan insanlar orada da aradıklarını bulamayınca, ölüm dansına başlamışlardır. Burada bir yaşanmışlık var. İbretlik bir sahne var, eser var burada. 21. Asırdayız. Covid-19 Pandemisi dünyayı kasıp kavuruyor. İnsanlar sorumsuz, söylenene kulak asmıyorlar. Yetkililer perişan. Bir salgın hastalık var. Dizginlenmesi oldukça zor olan bir salgın bu. İlaç yok, aşı yok, virüs yok edilemiyor. İnsanların rahat bir nefes alması zaman alacak. Aşı geliştiriliyor ama, herkese aynı anda çare olmuyor, geliştirilenler de hemen yetiştirilemiyor insanlara. Aşıya güvenmeyen insan çok fazla. İnsanlar provoke ediliyor. Eline sazı alan vuruyor teline, bir ses çıksın da ister ölçülü olsun isterse ölçüsüz fark etmiyor onlar için. Yeter ki bir algı oluşsun, onu istiyorlar. Sorumsuz sorumlu insanlar bunlar. Kimisi siyasetçi, kimisi sanatçı, kimisi akademisyen… Ağzı olan konuşuyor. Hastalık üzerinden siyaset yapıyorlar. 8 milyar insanın yaşadığı dünyada bir günde 8 milyar aşının yapılmasının imkânsız olduğunu bildikleri halde bunu yapıyorlar. Salgınlar hafife alınıyor. Maske takılmıyor, sosyal mesafe korunmuyor. Temizliğe dikkat edilmiyor. ‘Maskeni takar mısın’ diye birisine ikaz da bulunsanız, hakarete uğruyorsunuz. Toplu ölümler salgınlarla birlikte gelir. Yukarıda Orta Çağ örneğini sundum. Salgın, sınır tanımaz. Acımasızdır. Sanki birisi insanlardan intikam alıyor gibidir. Soykırım gibi bir şeydir salgın hastalıklar. Önünde durulmaz, duramazsınız. Öyleyse nedir bu aymazlık. Kendisine saygısı olmayanın başkalarına saygısı mı olurmuş. Olmuyor zaten. Sokaklar maganda dolu. Böyle giderse yakında ölüm dansları başlayacaktır. Buna hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihte birçok salgın hastalık olmuştur. Genel adıyla Veba salgını da denir bu salgınlara. 21. Asrın Covid-19 salgınının geçmiş zamanlarda olan salgınlardan farkı yoktur. Eğer bizler de, 21. yüzyılda yaşayan bizlerden söz ediyorum, Covid-19 salgınını hafife alırsak, yetkililerin uyarılarına kulak vermezsek, Sedleclilerin başına gelenler bizim de başımıza gelecektir. O zaman toplu ölümler başlayacak, umutlarımız kaybolacak, sığınılacak başka kucak kalmayacaktır. İşte o zaman bizler de ölüm dansı yapmaya başlayacağız. Kemiklerimizden ve kafataslarımızdan mabetler inşa edilmesini istemiyorsak, yetkililere kulak verelim, efelenmeyelim, magandalaşmayalım ki; ölüm dansı yapmak zorunda kalmayalım…

28 Ocak 2021 Perşembe

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI; İBRET ALINMASI GREKEN YAŞANMIŞLIKLAR

Hudeybiye Antlaşması ve Medine Site Devletinin Tescili -Her zaman ibret alınması gereken yaşanmışlıklar- Rüştü Kam -Biraz daha sabret! Biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini mükâfatını Allah’tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol yaratacaktır- Elçi, savaşlardan sıkılmıştı, bunalmıştı. Ölen ve şehit olan insanlar ve o insanların geride bıraktıkları, yakınlarının durumu Elçi’nin ciğerini dağlıyordu. O insanlara acı çektirmek için görevlendirilmemişti, O insanları mutlu etmek için görevlendirilmişti. Hendek savaşına kadar geçen sürede birçok küçüklü büyüklü savaşlar olmuştu. Elçi o savaşlarda can kaybı olmasın diye bir gayret içinde olmamış mıydı... Bu kadar savaşlardan sonra sadece 110 kişinin ölmesi ve 93 kişinin şehit olması o gayretin sonucu değil miydi... Elçi, aklından geçenleri arkadaşlarıyla paylaştı. Aslında, onlar da Elçi gibi düşünüyorlardı. Onlar da savaş istemiyorlardı. Akşam evlerinde tatlı bir muhabbet olsun istiyorlardı. Çocuklarıyla mutluluk dolu bir hayat yaşamak istiyorlardı. Ölmenin ve öldürmenin sonu yoktu. Acı, ıstırap ve göz yaşı, daha nereye kadar devam edecekti… Elçi, Mekkelilerle masaya oturmak istiyordu. Hayberlilerle ve onların müttefiki olan Mekke devletiyle yapılan bir antlaşma, o coğrafyada yaşayan kabileler arasında barışın sağlanması demekti. Ticaret yollarının açılması demekti. Bölgeye yeniden canlılık gelecekti, huzur gelecekti. Yeniden panayırlar kurulacak insanlar çocuklarını ellerinden tutarak o panayırlara gidecek, eğlenecek, stres atacaktı, ürettiklerini satabilecekler, ihtiyaçları olan yeni eşyalar alabileceklerdi… Elçi, amacını gerçekleştirmek için Mekke’nin nabzını da tutmak istiyordu. Bunun için Hendek savaşından hemen sonra gruplar halinde Mekke’ye seyahatler düzenlemeye başladı. Arayı yumuşatmak istiyordu. Başlangıçta bu seyahatler Mekkeliler tarafından yadırgansa da, Mekke’nin ekonomisine olan katkılarından dolayı Medine’den gelenlere ikramda kusur etmiyorlardı. Bu heyet aynı zamanda Mekke’den istihbarat da topluyordu. Onların getirdiği bu haberleri değerlendiriyordu Elçi. Kararını vermişti, Mekke’ye barış teklif edecekti. Elçi, teklif için hazırlıklarını yaparken, barış teklifi Mekkelilerden geldi. Körün istediği bir göz, Allah vermişti iki göz… Mekkeliler de bıkmıştı aslında bu savaşlardan… İntikam nereye kadar diye düşünüyorlardı onlar da. Medineli grupların Mekke’yi ziyaretlerinden aldıkları cesaretle, Elçi’ye barış teklifinde bulunmayı uygun gördüler. Elçi, Mekke’lilerin barış teklifini alınca, çok sevindi, hemen gerekli istişarelerini yaptı ve barış teklifini kabul etti. Yüzü gülüyordu Elçi’nin. İyi niyet göstergesi olarak da Mekke’ye hurma ve buğday karşılığında, onların elindeki işlenmiş derileri alabileceğinin teklifini yaptı. Teklif kabul edildi: Çünkü Meke’de kıtlık başlamıştı. Ticaret yapamıyorlardı. Oysa Mekke’nin can damarıydı ticaret. Ticaret yolları Medine devletinin sınırları içinden geçiyordu. Mekke devleti kan kaybediyordu, neredeyse kansızlıktan ölmek üzereydi…Aranan kan bulunmuştu. Elçi, bu arada diplomatik bir adım daha attı. Ebu Sufyan’ın Habeşistan’da bulunan kızına evlilik teklifi yaptı. O Habeşistan’a il hicret edenlerin arasındaydı. Kocası ölmüştü Ümmü Habibe’nin. Habeşistan’da dul kalmıştı. Evlilik teklifi Ümmü Habibe tarafından havada kabul edildi. Elçi Habeş Kralı Necaşiye haber göndererek nikahlarını kıymalarını istedi. Sonra da O’nun Medine’ye kadar can güvenliğinin sağlanmasını ondan rica etti…Necaşi bu teklifi memnuniyetle kabul etti ve gerekenleri yaptı…Peygamberin nikahı bir Hristiyan tarafından kıyılıyordu. (Nikahı kıymadan önce Müslüman olduğu rivayeti de vardır) Bu arada Elçi, Medine sokaklarında münadiler dolaştırmaya başladı. ”Hacca gidiyoruz…Hacca gidiyoruz…” Münadiler Medine sokaklarını çın çın çınlatıyordu…Sokaklarda bayram havası esmeye başladı. Defler çalınıyor, zılgıtlar atılıyordu. Herkes sevinçliydi, memleketlerine gideceklerdi, gurbet hasreti son bulacaktı, sevdikleriyle kucaklaşacaklardı. Hazırlıklar yapıldı ve yola çıkıldı. Elçi silahını almadı yanına…Mekke’lileri tedirgin etmek istemiyordu. Barış amaçlı olarak yola çıktığını savaşa niyeti olmadığını bu haliyle anlatmak istiyordu Mekke’lilere. Sahabelerden bazıları şaşkınlıklarını dile getirdiler Hz.Ömer: – “Ya Resulullah! Seninle savaş halinde olan bir topluluğun üzerine silahsız ve atsız olarak mı gideceksin? Ebu Süfyan ve adamlarının bize saldırmasından endişe etmiyor musun?” Elçi: – “Umreye niyetlenmiş iken silah taşımak istemem!” Sa’d bin Ubade: – “Ya Resulullah! Keşke yanımızda silah taşısaydık, şüpheli bir davranışlarını görürsek onlarla savaşırdık.” Elçi: – “Ben ancak Umre niyetiyle yola çıkıyorum. Silah taşımam!” Elçi tavrını net olarak koymuştu… Hudeybiye’ye Mekke’liler Elçi’den önce gelmişlerdi. Mekke’ye yaklaşık 30 km. uzaklıktaydı Hudeybiye. Selamlaştılar. Elçi karargahını kurdu ve hemen arkadaşlarını oradaki bir ağacın altında topladı ve onlara barış amaçlı olarak burada bulunduklarını tekrar hatırlattı ve ekledi: ”Karşılığı ne olursa olsun bugün burada Mekke’lilerle bir anlaşma yapılacaktır.” Elçi barışın sağlanması konusunda kararlıydı. Ancak, olası bir anlaşmazlık sırasında çatışma çıkarsa sonuna kadar savaşacaklarına dair onlardan yine de söz aldı. Bu biat tarihe “Rıdvan Biatı” olarak geçecektir. Hudeybiye Antlaşması Hicretin 6. senesi, Zilkâde ayı (Milâdî 628). Rıdvan Biatı, Kureyş’lileri fazlasıyla korkutmuştu. Haksız da değillerdi. O güne kadar yaptıkları savaşların hepsini kaybetmişlerdi. Ya Muhammed sözünde durmaz da Mekke’yi işgal etmeye kalkarsa. Diken üzerinde duruyorlardı. Heyet başkanı Süheyl bin Amr’dı. Kureyş’liler Süheyl başkanlığındaki bu heyete talimatı vermişti: ”Gidin, Muhammed’le sulh anlaşmasında bulunun. Fakat buradan dönüp gitmek şartıyla bu anlaşmayı yapın. Eğer bu şartı kabul etmezlerse antlaşmaya yanaşmayın.” Talimat aynen böyleydi… Elçi, heyetin başında Süheyl’i görünce sevindi ve bu sevincini hemen arkadaşlarıyla paylaşıverdi. Yüzü gülüyordu Elçi’nin. Barış yolunda atılan bir adımdı bu: ”Artık, işimiz bir derece kolaylaştı! Kureyş’liler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler” dedi arkadaşlarına. Ebû Sufyan da ticaret kervanının başında Suriye’ye gitmişti…Belli ki O da olası bir anlaşmazlıkta sonradan araya girecek ve sorunu çözecekti… Elçi, aynı zamanda Ebû Sufyan’ın çiçeği burnunda damadıydı…Aileden birisi de olmuştu artık… Antlaşma (Sulh) heyeti müzakerelere başladı Kureyş heyet başkanı Süheyl bin Amr, Hz. Muhammed (Elçi)’nin huzuruna vardı ve uzunca bir süre baş başa konuştular. Çadırdan dışarıya çıkınca ne konuştukları ile ilgili bir kamuoyu açıklaması yapmadılar. Belli ki gizliliği olan bir ön konuşmaydı yapılan. Prensipte anlaşmışlardı ki; Elçi’nin yüzü gülüyordu. Barışın yolu açılmıştı. Sonra Süheyl, nezaketen, Elçi’ye kamuoyunun huzurunda sulh teklifinde bulundu. Elçi de sulh teklifini kabul etti. Zaten, Elçi Medine’den Süheyl de Mekke’den barışı sağlanmak için çıkmamışlar mıydı yola. Karşılıklı olarak heyet üyeleri seçildi, katipler tespit edildi ve herkes masada yerlerini aldılar. Müzakere başladı. Peygamberimiz, Hz. Ali’ye, ”Yaz Ali!” , ”Bismillahirrahmanirrahim*” diye yaz…Buyruğunu verdi. -Süheyl bin Amr, buna itiraz etti. Dakka bir gol bir. ”Biz, Bismillahirrahmanirrahim’i bilmiyoruz. Böyle yazılmasın!” -Elçi, ”Öyle ise sen söyle nasıl yazalım?” -Süheyl, ”Bismike Allahümme*, şeklinde yazalım” deyince, Müslümanlar pirelenmeye başladılar, birbirlerine bakıştılar, yerlerinde kımıldandılar, sakallarını çekiştirdiler. Sonra da yüzlerini Elçi’ye döndüler, ne söyleyecek acaba diye meraklı gözlerle bakmaya başladılar. -Elçi, ”Bismike Allahümme de güzeldir” dedi ve Ali’ye, ”haydi öyle yaz: Bismike Allahümme” diye yaz dedi. Ali de aynı şekilde yazdı. Çünkü, Kureyşliler, eskiden beri” Bismillahirrahmanirrahim” yerine ”Bismike Allahümme’yi” kullanırlardı. Pirelenecek bir durum yoktu. Sahabeler boşuna endişeleniyorlardı. Bu giriş metninden sonra, anlaşma yapan tarafların isimlerinin yazılmasına geldi sıra. Elçi Ali’ye, ”Bu antlaşma, Allah’ın Elçisi Muhammed’in (Muhammed Resûlullah), Süheyl bin Amr ile üzerinde mutabakata varıp sulh oldukları, gereğinin taraflarca yerine getirilmesi kararlaştırılıp imzaladığı maddelerden oluşmaktadır” şeklinde yaz deyince kıyametler koptu. Sühey’lin ikinci itirazı Kureyş heyeti başkanı Süheyl buna da itiraz etti; -”Vallahi, biz senin gerçekten Allah’ın Resûlü olduğunu kabul etseydik. Beytullah’ı ziyaretine mâni olmaz ve seninle de bugüne kadar savaş meydanlarında çarpışmazdık” dedi. -Elçi, peki öyleyse sen söyle nasıl yazalım? -Süheyl, ”Muhammed bin Abdullah diye yazalım” yeter. -Elçi, ”bu da güzeldir”, ”yâ Ali, sil o yazdıklarını ve Muhammed bin Abdullah yaz” kafidir. -Ali, ”hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem.“ Sahabelerin itirazı Ali’nin bu itirazına, oturumun başından beri, rahatsızlıklarını vücut dilleriyle belli eden, oralara çömelmiş, ve çömeldikleri yerlerden birbirlerinin kulağına eğilerek bir şeyler söyleyip duran sahabeler de katıldılar: -”Biz, bunu kabul edemeyiz, O Allah’ın Resulü’dür. O şekilde de yazılmalıdır. Muhammed bin Abdullah şeklinde yazılacak bir antlaşmayı asla kabul edemeyiz” diye yeniçeriler gibi kazan kaldırdılar. El kol hareketleriyle de öfkelerinin geldiği son noktayı gösteriyorlardı. Herkes burnundan solumaya başlamıştı. Bazıları yerlerinden kalkmış, ellerini bellerine vurarak bu kadarı da fazla diye homurdana homurdana heyetin etrafında volta atıyorlardı. “Ne diye dinimiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz canım, olmaz böyle şey, bu kabul edilemez bir antlaşmadır?” diye kendi aralarında yüksek sesle konuşarak birbirlerini etkilemeyi de ihmal etmiyorlardı. Ortalık bir anda toz duman olmuştu. Kimin ne söylediği anlaşılmıyordu. Elçi arkadaşlarını sükunete davet ettiyse de başarılı olamadı, ellerinin tersiyle hadi canım sen de der gibi hareketlerle, Elçi’yi protesto ediyorlardı. “Madem Sen Muhammed’in oğlu Abdullah idin, ne demeye peşinden sürükledin bizleri. Biz yıllardan beri gurbetteyiz, çoluğumuzdan çocuğumuzdan, yerimizden yurdumuzdan ayrıldık, savaş meydanlarında en yakınlarımızın kanına girdik…” Belli ki ateş harlanmıştı, hararetin sönmesi gerekiyordu, sükunetin muhafaza edilmesi için biraz sessiz kalmak gerekiyordu. Elçi olup bitenler karşısında şaşırmıştı, fevkalade sinirlenmişti. Olduğu yerden kalktı gözleriyle en yakınındakileri arıyordu, Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı arıyordu. Onlar da başlarını yere eğmişlerdi, biz olup bitenleri görmüyoruz ayağına yatmışlardı. Elçi, sinirinden dudaklarını dişliyordu. Dişliyordu dişlemesine de yapacak bir şey yoktu. Yangına körükle gitmenin faydası da olmazdı. Kendi haline bırakılan sahabeler neden sonra biraz sakinleştiler. Elçi, hışımla Ali’nin elinden kalemi aldı ve o kelimeleri silerek, yerine: ”Muhammed bin Abdullah (Abdullah’ın oğlu Muhammed)” diye yazdı. Bu haraketliyle kararlılığını göstermişti. Böylece gereken dersi de vermişti arkadaşlarına. Sonra da Ali’ye kalemi vererek yazmaya devam etmesi için emir buyurdu. Antlaşmanın Maddeleri 1- Müslümanlar bu sene Kâbe’yi ziyâret etmeden geriye dönecekler ve ziyâret için bir yıl sonra tekrar gelecekler. 2-Müslümanlar bir sene sonra Kâbe’yi ziyâret için geldiklerinde, Mekke’de üç günden fazla kalmayacaklar ve yanlarında birer kılıçtan başka silah bulundurmayacaklar. 3-Müslümanların Mekke’de bulunduğu günlerde, Kureyşliler Mekke dışına çıkacaklar, Müslümanlarla temâs etmeyecekler. 4-Mekke’lilerden biri Müslümanlara sığınırsa, Müslüman bile olsa, geri verilecek; fakat Müslümanlardan Mekke’lilere sığınan olursa, geri verilmeyecek, hatta geri bile istenmeyecek. 5- Kureyş dışında kalan diğer kabileler, iki taraftan birinin himâyesine girmekte ve onlarla anlaşmalar yapmakta serbest olacaklar. 6- Bu antlaşma on yıl süreyle geçerli olacak, bu müddet içinde iki taraf arasında herhangi bir saldırı ve savaş olmayacak. Medine Site Devleti tescil edilmişti Elçi biliyordu ki, bu antlaşma yapılırsa, Medine site devletinin varlığı Mekke devleti (günümüzün Amerika’sı) tarafından resmen kabul edilecekti. Bu surette Medine devletinin siyasî kudret ve mevcudiyeti o günün dünyasında tanınmış olacaktı. Bu sebepten dolayı, Kureyş heyetinin başkanı Süheyl’in teklif ettiği anlaşma maddelerini itirazsız kabul etti. Elçi başına gelecekleri bildiği için önceden arkadaşlarından söz de almıştı (Rıdvan Biatı). Verdikleri sözü bir anda unutuveren arkadaşları, bu inceliği kavrayamıyorlardı. Onlar da haklıydı. Doğup büyüdükleri, çocukluklarını, gençliklerini geçirdikleri, çelik çomak oynadıkları Memleketlerini özlemişlerdi. Arkadaşlarını özlemişlerdi. Eşlerini, çocuklarını, annelerini-babalarını özlemişlerdi. İtirazlarının sebepleri bunlardı. Yoksa her şeylerini geride bırakıp da arkasına takılıp gittikleri o Elçi’ye saygısızlıktan dolayı değildi onların itirazları. Bu durumu Elçi de biliyordu. Onları kırmamak için gayret sarfedişi de ondandı. Hattâ, Mekke heyetinin başkanı Süheyl, Peygamberimize, ”Sizden biri bize gelirse geriye verilmeyecek, ammaaa bizden size bir adam gelirse Müslüman olsa bile geri verilmeyecek” diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar yeniden hiddetlenerek, ”Sübhanallah! Bu kadarı da fazla. Müslümanlara sığınmış bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?” diye itiraz etmişler, sonra da Elçi’ye dönerek, bütün samimiyetleriyle, yalvarırcasına, ”Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?” diye hayretle sormaktan çekinmemişlerdi. Eliçi de, ”Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan bize gelip, geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor! Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır” diye cevap vermişti. Aslında O’nun kalbi de için için sızlıyordu. Ciğeri yanıyordu. Ama o biliyordu ki; karşısındaki devlet Mekke devletiydi. Mekke devleti, Medine devletinin varlığını kabul ederse, ancak o zaman Medine devleti Müslümanları kurduğu yeni bir devlet olarak dünya devletleri tarafından kabul edilebilirdi. Sahabeler duygusal düşünüyorlardı. Elçi gerçekleri biliyordu, görüyordu. Hudeybiye’ye giderken alel acele, yangından mal kaçırır gibi Ebu Sufyan’ın kızıyla evlenmesinin amacı da bu değil miydi… Ebû Cendel Hadisesi Antlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı. Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin kendini Müslümanların tarafına hızla yaklaştığı görüldü. Hem koşuyor hem bağırıyordu, ”Ey Allah’ın Elçisi beni kurtar bunların elinden. ” Bir anda bütün gözler o tarafa çevrildi. Bu kişi, Kureyş murahhas heyeti başkanı Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel idi. İslâm ile şereflenmişti. Fakat, onun bu seçimini hazmedemeyen müşrikler onu zincire vurarak hapsetmişlerdi. Ebû Cendel halkın topyekûn Hudeybiye’ye gidişinden istifade ederek, hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve Mekke’nin ara sokaklarından saklana saklana kimselere görünmeden bin bir zorlukla Elçi’nin huzuruna çıkagelmişti. Ebû Cendel, bizzat babasın revâ gördüğü dayanılmaz işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Elçi’nin ayaklarının dibine atmıştı ve O’na yalvarıyordu: ”Ey Allah’ın Elçisi ben din olarak Müslümanlığı kabul ettim. Sen Allah’ın Elçisisin. Ne olur, beni kurtar bu zalimlerin elinden.” Ne var ki, az evvel yapılan antlaşma böyle bir kabule imkân vermiyordu. Süheyl, oturduğu yerden bir hışımla kalktı ve Elçi’den derhal oğlunu geri vermesini istedi ve devam etti: -”İşte! Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerden ilki budur” dedi. -Elçi, ”Biz, sulh anlaşmasını henüz imzalamış değiliz, dolayısıyla onu sana geri vermem için bir sebep yoktur, dedi ise de Süheyl diretti ve tehdit savurmaya başladı. Restini çekti. “Eğer oğlumu bana geri vermezsen, Vallahi ben de sizinle hiçbir madde üzerinde anlaşma yapmam! Bu iş burada biter.” Onuru kırılmıştı Süheyl’in. Öz oğlunu zincirlere vurmak zalimliğinin tescili değil miydi… Gözlerinden alevler fışkırıyordu. Müşrikler kılıçlarını çekmişti, yaşasın Hubel diye koro halinde bağırıyorlar ve Süheyl’e destek veriyorlardı. Her iki taraf da gerilmişti. -Elçi bu sefer sesini alçalttı, adeta Süheyl’e yalvarıyordu, ”Haydi, bu seferlik bunu bana bağışla, daha antlaşmayı imzalamadık, ne olur hatırım için bağışla” diyordu. Süheyl’in restini görmek istemiyordu. -Süheyl son sözünü söyledi, “bu durumda ben antlaşmaya taraf olmaktan vaz geçiyorum.” Elçiye bu söz soğuk duş etkisi yaptı. Dondu kaldı. Yıllardır insanların Müslüman olması için her türlü işkenceye, hakarete maruz kal, işkence gör, ülkeni bu uğurda terket, şimdi Müslüman olduğu için, işkence gören ve kendisinden yardım dileyen birinin feryadına kulak tıka, olacak şey değildi bu. Elçi’nin işi oldukça zordu. Heyecan basmıştı. Alnından terler boşalmaya başladı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Ebû Cendel’i geri vermek demek, onu, bile bile eziyet ve işkence çemberi içine atmak demekti. Vermediği takdirde, Kureyş heyeti anlaşmayı feshedecekti. O, Medine devletinin ve Müslümanların geleceği için bu anlaşmanın şart olduğunu biliyordu. Mekke devletinin tanımadığı bir devleti dünya devletleri asla tanımayacaktı. Evet O bunu çok iyi biliyordu. Öfkesinden sakallarını çekiştirmeye başladı. Ele gelen bu fırsatın kaçırılmaması gerekiyordu. Durduğu yerde duramıyor, bir ileri bir geri yürüyerek çözüm üretmeye çalışıyordu. Herkes kendisine karşı olduğu için istişare yapacak kimse de yoktu. Hepsinden de önemlisi söz vermişti bir kere Süheyl’e. Antlaşma imzalansa da imzalanmasa da O sözünde durmalıydı. Sözünden dönmek O’na yakışmazdı. Öte yandan, ayağının dibinde zincire vurulmuş bir Müslüman vardı yalvarıp duran. O Müslüman olduğu için zincire vurulmuştu. Onu geriye nasıl verecekti. İçi acıyordu Elçi’nin. Sahabenin sesi soluğu kesilmişti, öylece peygamberin ağzından çıkacak kelamı bekliyorlardı. Bir çıkış yolu bulamayan Elçi, Ebû Cendel’i istemeye istemeye babasına teslim etti. Etti etmesine de Ebû Cendel’in feryadı hem O’nun hem de Müslümanların gönlünü dağlıyordu: ”Yâ Resûlallah! Ey Müslümanlar! Siz, beni bana eziyet etsinler, işkence etsinler diye mi, bunlara teslim ediyorsunuz? Siz benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz, yazıklar olsun size…?” Kelimeler Elçi’nin boğazında düğümlendi kaldı. Bakamıyordu bile Ebû Cendel’in yüzüne. Göz yaşları sel olmuş akıyordu göz pınarlarından. Dudakları titriyordu, Ebû Cendel’e güçlükle şöyle diyebildi: ”Biraz daha sabret! Biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini mükâfatını Allah’tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol yaratacaktır. Onlara vermiş olduğumuz söze vefasızlık edemeyiz.” Hem onun başını okşuyor, hem de teselli etmeye çalışıyordu…”Aman Allah’ım ne korkunç bir imtihandır bu böyle.” Ebû Cendel, Müşriklere teslim edilirken Ömer sahne almakta gecikmedi. Elçi’nin çektiği o sıkıntıyı sanki görmüyormuş gibi, “Yâ Resûlallah! Onu Kureyş‘lilere niçin geri veriyorsunuz? Biz bu hakareti ne diye kabul ediyoruz?” diye kurduğu cümleler uzadı gitti…Tavrı sertti. Karşısındakinin peygamber olduğunu unutmuş gibiydi. Elçi, Ömer’i sonuna kadar sabırla dinledi ve sonra bitmiş tükenmiş, söz söylemeye mecali kalmamış haliyle ona şöyle diyebildi: ”Ey Ömer, Biz onlarla bir antlaşma yapmış bulunuyoruz! Bu antlaşmaya sadık kalmak zorundayız. Dinimizde ahde vefasızlık yoktur?” Elçi’den istediği cevabı alamayan Ömer, hızını alamadı ve bu sefer Ebû Cendel’in yanına gitti, ona doğru yaklaştı, kılıcını uzatarak: -“Ey Ebû Cendel! Al bu kılıcı. Şüphesiz, müşriklerin kanı köpeklerin kanı gibi değersizdir. İnsan Allah yolunda gerekirse babasını da öldürebilir. Öldür gitsin şu babanı da kurtul işkence edilmekten.” Ebû Cendel’in bir anda göz bebekleri yuvasından fırladı sanki. O biraz önceki Ebu Cendel değildi. Ebu Cendel Peygamberi çok iyi anlamıştı. Ama Ömer ve sahabilerin çoğunluğu hâlâ anlayamamıştı. Veya anlamak istemiyorlardı. Ebu Cendel, Ömer’e hiç beklemediği bir cevap verdi. Osmanlı tokadı gibi bir cevaptı bu; -“Ey Ömer, sen neden öldürmüyorsun? İşte babam orada duruyor gidip öldürsene, bak ben zincire vurulmuş vaziyetteyim, sen ise hürsün…” -Ömer, şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi, beklemediği bir cevapla karşılaşmıştı. “Resûlullah, onu öldürmeyi bana yasakladı” cevabını verebildi ancak. -Ebu Cendel, sana yasakladıysa bana da yasaklamış demektir, ben Allah’ ve Resul’üne itaatte senden geride kalmak istemem” diyerek tarihe notunu düşüverdi. Allah rahmet eylesin. …….. *Rahman ve Rahim olan Allah“ın adıyla *Allah’ın adıyla Müslümanların sadakat imtihanı Sahabîler, çok arzuladıkları halde, Kâbe-i ziyaret etmekten alıkonmuşlardı. Bu da yetmiyormuş gibi Elçi yaptığı antlaşma ile bir takım ağır hükümleri kabul etmiş ve altına da imza atmıştı. Bu durum sahabîlerin zoruna gitti. Antlaşmanın şartlarını çok ağır buldukları için antlaşmayı hazmedemiyorlardı. Durdukları yerde duramayan sahabîler, o çöl sıcağında meydanda volta atıyorlar ve birbirlerine itirazlarını söyleyerek iç dünyalarında rahatlamaya çalışıyorlardı. Bazen de kendi kendilerine konuşuyorlardı. 1400 kişinin homurtusu uğultu şeklinde Elçiy’e kadar ulaşıyordu. Ulaşıyordu ulaşmasına da sadece ulaşıyordu. Elçiye bir şeyler söylemek gerekiyordu. Volta atışlarının sebebi bundandı. Elçi onların rahatsız olduklarını görsün de bir şeyler söylesin istiyorlardı. Aralarından cesaretli birinin çıkıp onların sesi olsa ne kadar güzel olurdu. O da olmuyordu. Herkes Ömer’e bakıyordu. Ömer, mesajı almıştı ve sahabelerin sesi olmak için huzura çıktı. Öfkeliydi ve de heyecanlıydı. Bir anda homurtular kesildi. Herkes pür dikkat Ömer’in ne diyeceğini bekliyordu. Ömer aldı sazı eline ve yüksek perdeden çalmaya başladı: -“Sen Allah’ın hak peygamberi değil misin?” -“Evet, ben Allah’ın peygamberiyim.” -“Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?” -“Evet, öyledir, doğru söylüyorsun.” -“O halde kendini ve dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyorsun?” -“Ey Hattab’ın oğlu, ben Allah’ın kulu ve Resul’üyüm. Allah’ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muahede maddelerini kabul etmekle de Allah’a isyan etmiş değilim. Bu muahede hiçbir zaman beni zarara da uğratmayacaktır.” Aldığı cevap Ömer’i tatmin etmedi. Elçi’nin burnunun dibine iyice sokularak, saygısız bir şekilde; “Sen bize Medine’de Allah’ın bize yardım edeceğini, gidip Kâbe’yi hep beraber tavaf edeceğimizi va’d etmemiş miydin?” -“Evet, vaad etmiştim. Ancak, bu yıl gidip tavaf edeceğimizi de söylemiş miydim?” Ömer kekeledi ve vücut dilini de kullanarak, eğildi, büküldü ve dil ucuyla; -“Hayır bu yıl için dememiştin” diyebildi. -“O halde tekrar ediyorum. Bir gün sen muhakkak Mekke’ye gidecek ve Kâbe’yi tavaf edeceksin. Biraz sabretmen ve bana güvenmen lazım. Şimdi yıkıl karşımdan ve sükunetini muhafaza et. Fitneye de sebep olma.” Elinin tersiyle emrini tekrar etti, -“Haydi git şimdi.” Elçi, Ömer’in ses tonunu yükselterek saygısız bir şekilde yaptığı bu anlamsız itirazlarına bir anlam veremiyordu, en zor zamanlarda yanında olması, kendisine destek olması gereken kişilerden biriydi Ömer. Nasıl bu hale gelmişti. Bu itirazlar neyin nesiydi böyle… Bu cevaplar Ömer’i yine de tatmin etmedi, aksine öfkesini artırdı. İstediği cevabı alamadığı için bir de azar yedi Elçi’den. Olup bitenleri hazmetmesi de oldukça zordu. İç âleminde kabaran duygularını bir türlü teskin edemiyordu. 1400 kişinin huzurunda azarlanmak nefsini kabartmıştı. Ben sana şimdi gösteririm gibi burnundan soluyarak doğru Ebu Bekir’e gitti. Ebu Bekir orada köşede öylece oturuyor, olup bitenleri filim seyreder gibi seyrediyordu. Aslında sessizliğini koruyarak Sahabelere destek veriyor gibiydi. Oysa o, “ikinin ikincisiydi.” Önüne çömeldi ve; -“Ey Ebû Bekir, bu zât, Allah’ın hak peygamberi değil midir?” -“Evet, O Allah’ın hak peygamberidir.” -“Peki biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız ise bâtıl üzere değiller midir?” -“Evet öyledir, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise batıl üzeredirler!” -“O halde, bu Adam’ın dinimizi küçük düşürmesine niçin meydan veriyoruz?” -“Ey Ömer sözlerine dikkat et, haklı bile olsan edebini muhafaza etmen lazımdır. O, bu Adam dediğin kişi Allah’ın Resul’üdür. Sınırı aşmamak lazımdır. O, bu muahedeyi yapmakla da Rabbine asî olmuş değildir. Allah onun yardımcısıdır. Sen, O’nun emrine itaat edersen isabet etmiş olursun. Böyle yapmakla hem kendini zora sokuyorsun hem de Elçi’yi üzüyorsun. Umarım bu yaptıklarınla fitneye sebep olmazsın!” dedi ve yeter bu kadar der gibi Ömer’e sırtını dönüverdi. Git başımdan der gibiydi. O güne kadar Ömer’e kimse sen dememişti. Ömer Ebu Bekir’i yanına almaya çalışıyordu. Onu ikna etmesi gerekiyordu. Yoksa itibarı yerlerde sürünecekti. Konuşmaya devam etti; -“O, bize Medine’de; ‘Beyt-i Şerif!’e varacağız, tavaf edeceğiz’ demedi mi? -“Evet, ama o sana, ‘Beytullah’a bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin’ demedi. -“Evet tam olarak öyle demedi, ama biz o niyetle yola çıkmadık mı? Kâbe’yi ziyaret etmek niyetiyle yola çıkmadık mı?” Ebu Bekir ‘in bu tavrı onu çıldırtıyordu, tekrar önüne geçti ve öne doğru eğilerek, ses tonunu da artırarak, “Öyle değil mi söylesene?” -“Ey Ömer, sen, muhakkak, yakın bir zamanda Beytullah’a gidecek ve O’nu tavaf edeceksin. Bugün o gün değil. Sabret. O günler de mutlaka gelecek.” Onların bu tartışmasını izleyen Sahabîler yavaş yavaş etraflarında kümelenmeye başlamışlardı. Ebu Bekir, Ömer’den kurtulamıyordu. Başından savamıyordu. Baktı Ömer’e söz geçiremiyor, bu sefer sahabelere çıkıştı, haydi işinize bakın siz, haydi dağılın, tiyatro mu seyrediyorsunuz burada der gibi eliyle bir hareket çekti onlara ve sonra da dua etmeye başladı. O suskundu ama, suskunluğu ne şiş yansın ne kebap kabilinden miydi, yoksa fitneye sebep olmamak için miydi, tam belli değildi. Ömer’e verdiği cevaplardan anlaşıldığına göre kalbiyle Elçi’nin yanında gibi duruyordu. Öyle veya böyle, Müslümanlar Hudeybiye’de çuvallamışlardı. Yapılanlar Peygamber terbiyesinden geçmiş insanların yapacakları şeyler değildi. Elçi, 20 gün süren hararetli tartışmalardan sonra, mutabakata varılan antlaşma şartlarını bir daha gözden geçirdi ve karşılıklı olarak imzalar atıldı. Sonra da arkadaşlarına, Mekkelilerle 10 sene sürecek bir barış anlaşması yaptık, hayırlı olsun dedi. Sahabelerden alkış bekliyordu. Allah-u Ekber, Allah-u Ekber nidaları semalarda dalgalanmalıydı. Oysa Sahabîlerde çıt yok. Ebu Bekir de dahil olmak üzere kimse Elçi’ye icabet etmiyordu. Elçi bozulmuştu. Bu kadarını da beklemiyordu. En azından bazıları O’na destek vermeliydi. Her ne kadar olanlar karşısında şoke olduysa da O Elçiydi, görevini yapmalıydı. Hiçbir şey olmamış gibi davranarak çok üzgün bir şekilde, titrek bir sesle arkadaşlarına; -“Artık kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz” diyebildi. Ne var ki arkadaşlarında yine bir hareket görülmedi. Elçi, emrini ikinci kez tekrarlamak zorunda kaldı. Bu sefer ses tonunu biraz yükseltti; -“Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz.” Sahabîler bu emri de ıskalıyor, duymamış gibi davranıyorlardı. Elçi sinirlenmişti, 20 günden beri o çöl sıcağının altında beyinleri kaynamıştı. Yiyecek içecek bulmakta ne güçlükler çekmişlerdi. Banyo da yapamamışlardı. Terli terli kokuyorlardı. Bir an evvel Medine’ye ulaşmalı ve normal yaşamlarına dönmeliydiler. Bu 20 gün içinde bir taraftan Süheyl öbür taraftan yol arkadaşları Elçi’ye yapmadıklarını bırakmamışlardı. O da insandı. O da etten kemikten yaratılmıştı. Onun da duyguları vardı. Sanki O her teklifi isteyerek mi kabul ediyordu. Ölçüp tartmıyor muydu… Bu ne aymazlıktı böyle. Sesinin tonunu biraz daha yükselterek, emrini üçüncü kez tekrarladı: -“Ne diyorum ben size, duymuyor musunuz beni eyyyy... Emrediyorum, kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz.” Bu son emrinden sonra bir daha gözünü yakın arkadaşlarına çevirdi. Acaba birisi kalkar da diğerlerine öncülük eder mi diye baktı... Bu nafile bir ümitti. Gözleri yorgun olarak döndü geriye. Ne kadar yüksek sesle söylerse söylesin buyruğunu Elçi, kimse tınlamadı O’nu. Kulaklarını tıkadılar, duymazlıktan geldiler Elçi’yi. Anlaşılan Elçi’ye kafa tutmaya başlamışlardı. Bu sessiz bir isyandı. Elçi protesto ediliyordu arkadaşları tarafından. Elçi şaşkınlık içindeydi. Korkmaya başlamıştı. Bu sessizlik hayra alamet değildi. Son çare olarak, doğru hanımı Ümmü Seleme’nin yanına gitti. Oradaki bir ağacın altında olup bitenleri gözlemliyordu Ümmü seleme. O her konuda Ümmü Seleme ile de istişareler yapardı. O’nun ferasetine güvenirdi…O son derece akıllı, feraset sahibi ve vefalı bir eşti. -“Ey Ümmü Seleme! Söyle bana, bunlar neden böyle yapıyorlar. Ben onların peygamberi değil miyim, nedir bu aymazlık böyle? 20 gün oldu. Sıkıldık buralardan. Geriye dönmemiz gerekiyor. Görüyorsun, onlara, kurbanlıklarınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz diye tekrar tekrar söylüyorum. Fakat hiçbiri emrime icabet etmiyor. Söyle bana emrimi yerine getirmeleri için ne yapmam lazım... Bunca yıldır ben bu insanlara bir şey öğretemedim mi, nedir bunların hali böyle.” Elçi bitkindi, oldukça dertliydi, hem de çok dertliydi. Dokunsalar ağlayacak gibiydi. Sesi titriyordu. Gözleri dolmuştu. Başını yaslamak istedi Ümmü Seleme’nin göğsüne, Ümmü seleme de eliyle başını yaslamasına destek oldu. Yorgunluğu her halinden belliydi. Ümitsizliğe giden bir yılgınlık vardı üzerinde. Yunus Peygamber gibi, “haydi ulan ne haliniz varsa görün” diye çekip gitmeli miydi yoksa… Ümmü seleme bir taraftan onun başını okşuyor öbür taraftan teselli etmeye çalışıyordu. Derken Ümmü Seleme kararını verdi, imdadına yetişti Elçi’nin; Ümmü Seleme “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının bu işi yapmasını mı istiyorsun? “Evet” “O halde şimdi git. Kendi kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan tıpış tıpış geleceklerdir.” Bu tavsiye Elçi’ye ilaç gibi gelmişti. Elçi Ümmü Selemenin dizinden başını kaldırdı, Ümmü Seleme’nin gözünün içine baktı, göz göze geldiler ve Ümmü seleme haydi kalk ve dediğimi yap der gibi gözüyle de söylediklerini onayladı. Elçi birdenbire kalktı yerinden ve hızla söyleneni yapmak için harekete geçti. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye bir şey söylemeden, kurbanlıklarını kesti. Berberi Huzaâlı Hıraş bin Ümeyye’yi çağırıp tıraşını da oldu. Sonra da gidip Ümmü Sesleme’nin yanına oturdu. Birlikte arkadaşlarını gözlemlemeye başladılar. Arkadaşları şaşkınlık içindeydi, ne yapacaklarını bilmiyorlardı, elleri ayakları dolaşmıştı, önce birbirleriyle bakıştılar, ne yapacaklarının şaşkınlığı içinde, yerlerinden hafiften kıpırdar gibi yaptılar, fistanlarındaki tozu silktiler, birisinden bir hareket beklemeye başladılar. Baktılar Ebu Bekir de kurbanını kesmeye gidiyor, takıldılar onun peşine. Gönülsüz de olsalar birer birer kurbanlıklarını kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladılar. 1400 kişinin kurbanlarını kesmeleri ve tıraş olmaları uzunca bir zaman aldı. Uzun sürdü sürmesine de artık yüzler gülüyordu. Mangal yapanlar bile vardı. Birbirlerine ikramda bulunuyorlardı. 20 gün sonra kendilerine ziyafet çekiyorlardı. Ümmü Seleme ilave eder ve der ki: “Kurbanlıklarını kesmek ve tıraş olmak hususunda sonradan o kadar istekli davrandılar ki, neredeyse birbirlerini ezeceklerdi.” Sahabîlerin, Elçi’ye muhalefet etmelerinin sebebi, sırf protesto etmek için olmasa gerektir. Bu şekildeki bir ifade elbette yanlış olur. Onlar da olanlar karşısında çok üzülmüşlerdi. Altı yıldan beri bekledikleri gün gelmiş, çatmıştı. Mekke’ye bir sigara içimi yaklaşmışken, Mekke’den bu kadar uzak olmayı içlerine sindiremiyorlardı. Kimisinin sevgilisi, kimisinin annesi-babası, kimisinin arkadaşı, kimisinin eşi Mekke’deydi. Yıllardır vatan hasretiyle yanıp tutuşuyorlardı, hasret ateşi bağırlarını dağlıyordu… Üzüntü içindeydiler. Bütün arzuları, istekleri, sevinçleri, hayalleri bir anda yok olmuştu. Bu kadar hevesliyken, şimdi Hudeybiye’den geriye dönmek…Olacak şey miydi… Ümmü Seleme, Elçinin eşidir. O, önde gelen anlı-şanlı sahabeleri, yaptıkları yanlışlıktan geriye döndüren kadındır. Ümmü Seleme böylece Hudeybiye’ye damgasını vurmuştur. Tarihe not düşmüştür. O’nun Hudeybiye’de gösterdiği dirâyet ve fetânet İslâm tarihine altın harflerle yazılmıştır. O ne güzel bir kadın ve ne güzel bir eştir. Sıkıntıları artıran değil, sıkıntıları çözen ve azaltan bir eş. Allah rahmet eylesin. Hz. Ömer’in itiraf ve nedâmeti Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti şöyle anlatır: “Ben, hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman orada davrandığım gibi davranmadım. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu barış anlaşması yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım. O kadar sinirlenmiştim. Aklım başımdan gitmişti. Bir bakıma gaza da geldim galiba. Çünkü ben de yol arkadaşlarımla aynı düşüncedeydim. O gün, Elçi’ye karşı sarf etmiş olduğum sözlerimden dolayı hâlâ utanç duyarım, kahrolurum. Elçi’ye yardımcı olacağım yerde, sahabelerin sözcülüğüne soyunmuştum, çok yanlıştı, hem de çok... Sonradan Elçi’den af diledim dilemesine de, affetmeye çok istekli görünmedi, olur böyle şeyler der gibi, sırtımı sıvazladı geçti. Anladım ki, çok kırılmıştı. Ya ektiğim fitne tohumu yeşerseydi o zaman ne olacaktı. Orada kan gövdeyi götürürdü. Sırf bu utancımdan dolayı oruçlar tuttum, sadakalar verdim, namazlar kıldım ve köleler azâd ettim. Allah’ım beni affet diye gecelerde kalktım dualar ettim.” Elçi Hudeybiye’nin fetih olduğunu söylese de bu insanları tatmin etmedi. “Bu nasıl fetihtir ki, bizler eli boş olarak Medine’ye dönüyoruz” diye homurdanmalar başladı. Bu antlaşmanın bir fetih olduğunu bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Kendi aralarında konuşmaya devam ediyorlardı, hazmedememişlerdi bu antlaşmayı. Hudeybiye’den Ayrılış Bütün sıkıntılara rağmen, Elçi yapılması gerekeni yaptı. Mekkelilerle antlaşma sağlandı. Medine Site Devletinin devlet olarak varlığı tanındı, arkadaşlarıyla arasındaki buzlar da kısmen çözüldü. Artık Medine’ye dönme zamanıdır. Medine’ye varılmalı ve Medinelilerin oylarıyla devlet kurulmalı ve sonra da bütün dünyaya Medine Site Devletinin kurulduğu resmen ilan edilmelidir. Daha yapılacak çok iş vardır. Elçi ve arkadaşları Medine’ye dönmek üzere Hudeybiye’den ayrıldılar. Kâbe’yi ziyaret edemeyip döndüklerinden dolayı başta Elçi olmak üzere herkes çok üzgündü. Medine’ye dönüyorlardı dönmesine de başlar öndeydi, ayaklarını sürüyerek gidiyorlardı. Kimisi ağlıyor, kimisi de yakınlarına kavuşamamanın yasını tutuyordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yolda yürümekle yürümemek arasında tereddüdü olanlar bile vardı… Sesli olarak telaffuz etmeseler de herkes Elçi’ye kızıyordu. ”Ne diye böyle bir antlaşmanın altına imza attı ki, biz şimdi Medine’ye hangi yüzle gireceğiz. Yahudiler bizimle dalga geçecektir, bu durumda onlara ne diyeceğiz?” şeklinde devam edip giden sorular bitmek bilmiyordu… Göz yaşlarını göstermemek için gizli gizli ağlayanlar bile vardı. Göz yaşlarını kefiyelerinin uçları ile siliyorlardı. Elçi’ye kızgın da olsalar, yine de O’nun üzülmesini istemiyorlardı besbelli… Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü’l-Gamîm mevkiine ulaşıldığında burada mola verildi. Yorgun düşmüşlerdi. Moralleri de sıfırdı. Herkes sere serpe uzanıverdi ağaçların altına. Elçi de anlıyordu arkadaşlarını, anlıyordu ve üzülüyordu… Ama üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu…O bilerek ve isteyerek sırf arkadaşları üzülsün diye yapmamıştı bu antlaşmayı. Onların geleceği için yapmıştı. İşte tam bu sırada ümitlerin tükendiği, her şeyin bittiğinin düşünüldüğü bir sırada, Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil olmaz mı! “Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık.”( Fetih Sûresi, 1) Elçi ayeti alır almaz kalktı ayağa ve bir solukta okuyuverdi arkadaşlarına, bu bir müjdeydi, Mekke’nin fetih yolu açılmıştı, Hudeybiye’de ilk adım atılmıştı. Herkes birdenbire yerinden fırladı. Kimisi dans ediyor, kimisi birbirine sarılıyor, kimisi kefiyesini havaya atıyor kimisi şarkı söylüyordu. Fetih kutlaması yapılıyordu. Ortalık toz duman oldu. Biraz önceki o hüzünlü hava birdenbire yerini şarkılara, danslara bırakıverdi. Sanki uçuyorlardı sevinçten… Bir tarafta secdeye kapananlar öbür tarafta ellerini havaya kaldırıp şükür duası yapanlar… Bazıları da Elçi’ye sarılmış sanki ondan helallik diliyorlardı… Bayram yerine dönmüştü Kürâü’l-Gamîm. Elçi’nin rüyası tasdik edildi Hudeybiye yolculuğuna çıkmadan önce Elçi rüya görmüştü. Fetih suresi o rüyayı tasdik ediyordu: “And olsun ki Allah, Resul’ünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke’nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsân etti.” (Fetih Sûresi, 27) Ömer, Hudeybiye’den dönüşteki, halet-i ruhiyesini ve Fetih Sûresi’nin nazil oluşunu şöyle anlatıyordu: “Hudeybiye’den dönerken, Resûlullah’ın yanında yürüyordum. O’na bir şey sordum. Bana cevap vermedi. Tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum. Yine cevap vermeyince kendi kendime: ‘Ey Hattab’ın oğlu! Annen seni kaybetsin de, yok olasın! Bak, Resûlullah’a üç kerre sordun durdun da Resûlullah sorularına cevap bile vermedi. Sen aleyhinde âyet inmesini çoktan hakettin!’ dedim. Aleyhimde âyetin inmesinden korkarak devemi mahmuzlayıp en öne geçtim. Sanki her şey beni tutmuş sıkıyordu. Aradan çok geçmemişti ki; bir münadinin, ‘Ey Ömer bin Hattab!’ diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime “işte dedim, korktuğum başıma geldi, ben ne yapacağım şimdi. Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, o an yerin dibine geçmeyi istedim. Hemen döndüm ve Resûlullah’ın huzuruna vardım, korkudan titriyordum, utancımdan Elçi’nin yüzüne bakamıyordum, selâm verdim. Selâmıma karşılık verdi. Bir ara kafamı kaldırdım ve yüzüne baktım göz ucuyla, oldukça sevinçli idi: “Ey Hattab’ın oğlu! Bana bir sûre indi ki o bana, üstünde güneş doğan her şeyden daha sevgilidir” buyurdu. “Kalbimin ritmi artmaya başladı. Gözlerimi aşağıya indirdim ve kapattım. Sonra, başıma gelecekleri beklemeye başladım: “Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık…” (Müsned, 1:31; Tirmizî, 5:385) ayetini okudu. Ayet benimle ilgili değildi. Yüreğime bir su serpildi. Sonra eliyle omuzuma dokundu. “Rahatla ey Hattab’ın oğlu rahatla. Hudeybiye antlaşması bir fetihtir ve daha büyük bir fethin kapısına giden yolu açmıştır.” Fetih Sûresi’nin nazil olduğunu duyan sâir Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı. İnen vahyin Hudeybiye’de Elçiye karşı aldıkları negatif tavırla alakalı olduğunu sanmışlardı. Mücemmi’ bin Câriye, o ânı şöyle anlatır: “Elçinin vahiy aldığı haberi herkese ulaşınca, ahali, korkularından develerinin yanına dağılmışlardı. Develeri kendilerine siper ederek bakıyorlardı Elçiye. Herkes birbirine Rasûlullah’a vahiy gelmiş, ne yapacağız şimdi, O’nun yüzüne nasıl bakacağız sorusunu soruyordu. Resûlullah dağılan ahaliyi yanına çağırdı, başımız yerde, ellerimiz önümüze bağlı olarak çekine çekine huzura vardık. Resûlullah dimdik ayakta duruyordu. Halk etrafında toplanınca, besmeleyi çekti ve yüksek sesle, “İnna fetehna leke fethan mübînâ…” ayetini okudu. Fetih Sûresi’nin ilk ayetiydi bu okuduğu. Yeni inen ayet. -“O sırada, Sahabîlerden birisi, ‘Yâ Resûlallah! Bu ayet neyin fethinden bahsediyor?’ diye sordu. -“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Hudeybiye antlaşması, bir fetihtir, başka fetihlerin kapısını aralayan bir fetihtir, anlıyor musunuz, evet Hudeybiye büyük bir fetihtir!”( Tabakât, 2:105) Elçi Hudeybiye’nin fetih olduğunu söylese de bu insanları tatmin etmedi. “Bu nasıl fetihtir ki, bizler eli boş olarak Medine’ye dönüyoruz” diye yine homurdanmalar başladı. Bu antlaşmanın bir fetih olduğunu bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. İstediği kader ayet insin, onlar Mekke’ye varamadılar ya, ayetlerin inmesi neyi değiştirecek, kendi aralarında konuşmaya devam ediyorlardı, homurtular dalga dalga yayılıyordu ahali arasında. “Beytullah’ı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızı Harem’de kesememişiz, ayet inmiş. Bunlar da yetmiyormuş gibi, Müslüman olarak bize gelip sığınanları da geri çevirmişiz. Bu nasıl ve ne biçim bir fetihtir böyle …?” Bu homurtular Elçi’nin gözünün önünde oluyordu. Elçi sinirlenmişti, öfkelenmişti, bu konuşmalar yakışmazdı Hudeybiye Fatihlerine, delilendi, celallendi ve “Bunlar, ne kötü sözlerdir, niçin inanmak istemiyorsunuz? Tekrar söylüyorum ki; evet Hudeybiye Antlaşması bir fetihtir, sizler ne anlamaz insanlarsınız.” Elçi’nin bu kızgınlığı ve kararlılığı herkesi şaşkına çevirmişti. Herkes şaşırmıştı, birbirlerine bakıyorlardı, ne oldu Elçi’ye böyle der gibi bakıyorlardı. Görmemişlerdi o sıkıntılı günlerde bile Elçi’nin bu kadar delilendiğini. Neredeyse zıvanadan çıkmıştı. Kefiyesini omuzunun üzerinden arkasına doğru attı, fistanının eteğini şöyle bir çekiştirdi. Sağa sola bir iki adım attı ve sonunda ahaliyi cepheden gören yerin tam ortasında durdu. Orada duran taşın üstüne çıktı ve: “Ey benim sevgili arkadaşlarım, iyi günde de kötü günde de yanımdan ayrılmayan dava arkadaşlarım. Tekrar ediyorum. Evet Hudeybiye Barış Antlaşması en büyük fetihtir. Evet en büyük fetihtir. Fetihlerin en büyüğüdür. Niçin bana inanmazsınız. Niçin bana güvenmezsiniz. Bu antlaşmaya göre, Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuştur, oralara gidip gelirken de emniyet içinde bulunmanız için garanti vermişlerdir. Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslam’ı, böylece sizlerden öğrenme şansını elde edecekler, sizden öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu, fetihlerin en büyüğü değil de nedir. Biz bunun için uğraşmıyor muyduk, Mekke’den çıkışımızın sebebi bu değil miydi?” (İnsanü’l-Uyûn, 2:715) Ortalığa bir sessizlik hâkim oldu. Çıt çıkmıyordu. Sadece bir hışıltı vardı, hafif bir rüzgâr esiyor ve çöl kumlarını hafiften hafiften savuruyordu. Elçi ahaliyi gözleriyle teftiş ediyordu. Konuşması ne kadar tesirli olmuştu onu kontrol ediyordu. Bu duygusal, duygusal olduğu kadar da kararlılık ifade eden konuşmadan sonra ahalinin gönlüne bir ferahlık gelmişti, derin bir nefes alarak ciğerlerini oksijenle doldurdular, birbirlerine bakıştılar ve Allahü Ekber nidaları semalarda çınlamaya başladı. Hemen elçiye koştular. “Ya Resulallah, biz yanlış yaptık, anlayamadık Seni, vallahi bizler, bunu Senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki Sen, Allah’ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin, hakkını helal edesin, hakkını helal edesin.” (İnsanü’l-Uyûn, 2:715) Elçi mutluydu. Allah’a şükrediyordu. Bir fitne çıkmadan sorun çözülmüştü. Arkadaşları yatıştıktan sonra, doğru Ümmü Seleme’ye gitti. Onun dizinin dibine oturdu. Kendisine teşekkür etti. Ümmü Seleme de mutluydu. Sahabiler yekvücut olmuşlardı, yüzler gülüyordu. Uzunca bir moladan sonra yola revan oldular. Bir ay süren bu zorlu yolculuktan sonra Elçi, Zilhicce ayının başında yol arkadaşlarıyla birlikte Medine’ye ulaştı. Mutluydular, sevinçliydiler. Olması gereken olmuştu. Olacak olan da olacaktı. (Sîre, 3:337; Tabakât, 1:258) Sonuç 1-Kendilerini Kâbe’yi ziyarete ve tavafa hazırlamış olan Sahabiler, antlaşma maddelerinin dış görünüşüne bakıp, aleyhlerinde olduğu kanaatine varmışlardı. Fakat zamanla sulhün müspet neticeleri görülmeye başlanınca, Elçi’nin kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine mahal bulunmadığını anladılar. 2-Her şeyden evvel, İslâm’ın amansız düşmanı olan Kureyş Müşrikleri bu sulh ile Müslümanların varlığını ve gücünü devlet olarak resmen tanımış oluyorlardı. 3-Ayrıca bu barış antlaşmasının kendisi bir fetihti. Diğer fetihlere yol açan bir fetih. Nitekim bu barıştan, daha doğrusu bu fetihten, kısa bir zaman sonra Hayber’in fethinin ve ondan sonra da Mekke’nin fethinin gerçekleştiğini görüyoruz. 4-Yine bu barış sayesinde, Müslümanlarla müşrikler arasında diyalog zemini oluşmuştur. 5-Bu antlaşmadan sonra bir müddet tarafların kılıçları kınına sokuldu. Kur’an’ın mânevi kılıcı ortaya çıktı, kalpleri ve akılları fethe başladı. Antlaşma sayesinde Müslümanlarla, müşrikler birbirleriyle serbestçe görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslâm’ın güzellikleri onları kendilerine cezbetti. Kur’an’ın sönmez nurları kavim ve kabilelerin inat ve taassuplarını kırıp, manevi hükmünü icra etti. Meselâ, bir harp dâhisi olan Hâlid bin Velid ve bir siyaset dâhisi bulunan Amr bin Âs gibi, kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen büyük komutanlar, bu sulh sayesinde Kur’an’ın mânevî kılıcının cazibesinden kendilerini kurtaramayıp, Elçi’nin huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır. 6-Aynı şekilde sulhün tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke’den Medine’ye, Medine’den Mekke’ye ziyâretler, ticarî münasebetler başladı. Kureyş müşrikleri Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular. Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahid oldular. Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takip ettiler. Bu arada Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle birçok müşrik îmân dairesine girdi. Kimisi de îmân ve İslâm’a karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imâna karşı meyil gösterdi. 7-Hudeybiye Barış Antlaşması’ndan Mekke’nin Fethi’ne kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Elçi’nin peygamber olarak gönderilişinden barış gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanların sayısından, çok daha fazlaydı. Umre maksadıyla yola çıkan Sahabîlerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke’nin fethine gidildiğinde bu sayı on bine ulaşmıştı. Bu da, Hudeybiye Antlaşmasının ne kadar yerinde yapılmış bir antlaşma olduğunu açıkça göstermektedir. 8-Kur’an’ın Hudeybiye Barışı’nı “Feth-i Mübîn”, yani apaçık bir fetih olarak tavsif etmesi de, dikkat çekicidir. Halbuki Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Bedir, Uhud, Hendek… Bunlar büyük savaşlardı. Fakat Kur’an’ın bunları değil de, Hudeybiye Antlaşması’nı “Feth-i Mübîn” olarak nitelendirmesi, İslâmiyet için asıl hakiki zaferin mânevî sahada olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmam Zührî, buna işaretle, “İslâm’da Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır” demiştir. İbni Mes’ud’un rivâyeti de aynı meâldedir: “Siz fetih olarak Mekke’nin fethini kabul ediyorsunuz. Halbuki biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Antlaşması’nı sayıyoruz.”(İbn Kesîr, Tefsir, 4:182) 9-Hudeybiye Barışı aynı zamanda, büyük bir siyasî zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla Hayber’in fethi de, bu sayede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûl-i Ekrem, Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber’in fethine muvaffak olmuştu. 10- Bütün bu neticeler görüldükten sonra Hudeybiye Barışı için Kur’an’ın, “Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik” haber ve hükmünün ne kadar mucizevi olduğu açıkça anlaşılıyordu. Bu vesileyle şu âyet-i kerimeyi de hatırlatalım: “Hoşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazen de sevdiğiniz bir şey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz.”(Bakara Sûresi, 216) “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının senin buyruğuna uymalarını mı istiyorsun? O halde şimdi dışarı çık. Kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan geleceklerdir.” Böylece Ümmü Seleme Hudeybiye’de tarihe not düştü. Ümmü Seleme kimdir Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme...Mü’minlerin annelerindendir. İlk evliliğini Peygamberimiz ’in halası Berre’nin oğlu Ebu Seleme ile evli yapmıştır. Her ikisi de İslamiyet’i ilk kabul edenlerdendir. Mekkeli müşriklerin yaptıkları işkence ve eziyetlere onlar da maruz kaldılar. Sonra da Elçinin emriyle karı-koca birlikte Habeşistan’a hicret ettiler. Seleme, Ömer, Dürre ve Zeynep isimli çocukları orada dünyaya geldiler. Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları boykot bitince, Habeşistan’da bulunan muhacirlerin bir kısmı tekrar yurtlarına döndüler. Orada çok az kişi kaldı. Ümmü Seleme ve eşi de boykot kalktıktan sonra Mekke’ye geri dönenlerdendir. Seleme ailesi, Habeşistan’dan geldikten sonra Mekke’ye bir türlü ısınamadılar. İkinci Akabe Biatı’ndan bir yıl kadar önce Medine'ye hicret etmek için Elçi’den izin istediler. Gerekli izin kendilerine verildi. Yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra oğulları Seleme’yi de yanlarına alarak yola çıktılar. Elçi izin verdi vermesine de Ümmü Seleme'nin kabilesi ve akrabalarından bazı kimseler bu izne müdahil oldular. Yollarını kestiler. Onların Medine’ye hicretlerine izin vermediler. Ebu Seleme'nin tek başına gidebileceğini fakat çocukla annesinin kalacağını söylediler. Uzun münakaşa ve mücadeleden sonra kabilesi Ümmü Seleme'yi ve çocuğu alarak Mekke’ye geri getirdiler. Ebu Seleme de çaresiz tek başına Medine’ye göç etti. Hanımına da geriye gelip kendilerini alacağını, biraz sabretmeleri gerektiğini söyledi. Ümmü Seleme, bundan sonraki olayları göz yaşları içinde şöyle anlatır: "Kocam Ebu Seleme, Medine'ye tek başına gitti. Beni kocamdan ayırdılar. Bir yıla yakın bir süre her sabah Safa Tepesi’nde Ebtah denilen yere çıkar, Kâbe'ye doğru dönerek bunu bize yapanları lanetlerdim. Orada akşam veya akşama yakın bir zamana kadar kalır hem onları lanetler, hem de gözyaşı dökerdim. Bir gün, kabilem olan Muğireoğullarından birisi yanıma geldi. Onunla biraz dertleştik. İçimi döktüm ona. Halimi görünce bana acıdı. Gidip Muğireoğullarına, "Şu zavallı kadını yok yere Muhammed’e olan kininiz yüzünden kocasından ayırdınız, niçin onu hâlâ serbest bırakmıyorsunuz, yazık değil mi bu kadına, görmüyor musunuz halini…” demiş ve onları paylamış. Bunun üzerine Muğireoğulları bana gelip, “çok istiyorsan oğlunla birlikte kocanın yanına gidebilirsin” dediler. Önce inanamadım, gerçek olup olmadığını hareketlerinden kontrol ettim, telaşlandım, “doğru mu duydum, gidebilir miyim kocamın yanına” dedim ve tekrar tekrar onay istedim. Yalan söylemiyorlardı, “elbette, ne zaman istersen yola çıkabilirsin “dediler. Ben hemen hazırlıklara başladım. Yolluğumu hazırladım ve oğlumla birlikte yola koyuldum. Belki kararlarından vazgeçerler diye de endişelenmekteydim. Neredeyse Mekke’yi koşarak çıktım. Arkama bakmadan kuş gibi uçuyordum. Oğlum devenin hevdecindeydi. Önümde çok çetin bir yol vardı. Bunun bilincindeydim. Çölde 400 km. yol gidecektim. İnandığım Allah beni koruyacaktı. Ben O’na tevekkül ettim. Evet O beni korumalıydı…” Bir yıla yakın üzüntü içinde döktüğü gözyaşları sona ermişti Ümmü Seleme’nin . Oğluyla birlikte Medine’ye kocasının yanına gidiyordu. Tek başına o zorlu çölleri aşarak ulaşacaktı Medine’ye. Bir kadın, bir de çocuk. O sevdiğine sevgilisine kavuşmanın heyecanı içindeydi. O artık hür bir kadındı. Ten’im mevkiine geldiğinde Allah kendisine elini uzatmıştı. Onu o zorlu çöl yolunda yalnız bırakmamıştı. Karşısına Osman b. Talha’yı çıkardı. Osman kocasının arkadaşıydı. Onu görünce gülleri açmıştı Ümmü Seleme’nin. Osman’ın, “yalnız başına nereye gidiyorsun böyle” sorusuna, cevaben; kabilem beni serbest bıraktı, Medine’deki kocasının yanına gidiyorum” dedi. Osman bir kadına baktı bir de çocuğuna, “tek başına mı gideceksin Medine’ye?” “He ya, oğlumla beraber gideceğim, tek başıma gideceğim.” Osman’ın yüreği cız etti. Onları yalnız başlarına bırakmaya gönlü razı olmadı. Biraz düşündü, tekrar onlara baktı, gidecekleri yolun tehlikelerini gözden geçirdi. Eğer onları öylece bırakırsa bir daha arkadaşı Ebu Seleme’nin yüzüne nasıl bakacaktı. Biraz daha düşündü ve kararını verdi. O da onlarla gidecekti, “Vallahi ben seni, böyle yalnız başına yola bırakmam” dedi. Ümmü Seleme sevindi sevinmesine de sevincini o kadar da belli etmemek için, biraz itiraz eder gibi oldu. Osman,” itiraz istemem, sonra ben kocanın yüzüne nasıl bakarım.” Ümmü Seleme, Allah’ın yardımına mazhar olmuştu. Birlikte yola çıktılar, gece demeden gündüz demeden günlerce yol yürüdüler çölde, o sıcakta. Bazen oldu kum fırtınasına kapıldılar, bazen oldu aç ve susuz kaldılar. Ama sonunda Osman, Ümmü Seleme’yi ve çocuğunu kocasının bulunduğu Kuba’ya kadar emniyet içinde götürmeyi başardı ve kocasına teslim etti, kucaklaştılar, hasret giderdiler. Ebu seleme Osman’ı bırakmadı. Birkaç gün kalmaya ikna etti. Sonra da onlarla vedalaştı ve döndü Mekke’ye. Rivayet edildiğine göre, Ümmü Seleme, çektiği bu ve benzeri sıkıntıları ne zaman hatırlasa, gözleri dolar ve şöyle dermiş: “Allah için, Müslümanların içinde hiçbir aile görmedim ki, kocam Ebu Seleme’nin çektiği sıkıntıları çekmiş olsun. Ayrıca Osman b. Talha’dan daha iyiliksever bir adam da görmemişimdir. O Mekke’den Medine’ye kadar sırf, başıma bir şey gelmesin diye bana eşlik etmiştir. Allah onlardan razı olsun.” Ümmü Seleme Uhud Savaşındadır Ümmü Seleme Müslüman kadınlar ile birlikte Uhud Savaşı’ndadır. Geri hizmet görevlisidir. Savaşın hemen başlangıcında, Uhud Savaşı kazanılır gibi olmuştu. Daha savaşın başıydı. Düşman bir anda panikledi. Müslümanlar da galip geldiklerini sanarak ganimet peşine düştüler. Elçi’nin özellikle okçular tepesine yerleştirdiği ve “ne olursa olsun orayı terketmeyeceksiniz” diye de tembihlediği kişiler de ganimetten pay almak için görev yerlerini terk edince olanlar oldu. Savaş bir anda Müslümanların aleyhine dönüverdi. Bu arada Peygamberimiz yaralandı ve oradaki bir çukura düştü. Korumasız kaldı. Ümmü Seleme bu duruma şahit olunca geri hizmetten diğer kadınlarla birlikte savaş meydanına indi ve yalın kılıç daldı savaş meydana. Bütün güçleriyle savaşarak Elçiye ulaştılar. O’na zarar gelmesin diye etrafında bir çember oluşturdular. Elçiyi emniyete aldılar. Ümmü Seleme, bir taraftan da Müslümanların toparlanması ve savaşa devam etmeleri için onları meydana çağırıyordu; “Ey Müslümanlar! Ya şu meydana gelin savaşın, ya da geri hizmete geçin de biz kadınlar savaşa devam edelim.” Bu çağrıyı duyan Müslümanlar toparlanmaya başladılar. Kocası Ebu Seleme de kadınlar gibi meydanda destan yazanlardandı. O da yaralandı. Yarası sonradan azdı ve şehid oldu. Peygamberimiz Ebu Selemenin şehadetine çok üzüldü. O hicret emrinden önce hicret eden bir yiğit idi. Ümmü Seleme artık dul kalmıştır. Daha yeni kavuşmuşlardı birbirlerine. O çok sevdiği kocasını kaybetmişti. Daha yeterince yasını bile tutamadan, evlilik teklifleri almaya başladı. Ebu Bekir ve Ömer hiç zaman kaybetmemişlerdi. Onlardan arka arkaya evlenme teklifleri aldı. Bu duruma çok kızdı Ümmü Seleme. “Dul kaldıysak aç kalacak değiliz ya” nedir bu aceleniz, diye çıkıştı onlara. Tekliflerini reddetti. Bir zaman sonra Elçi ’den de evlilik teklifi aldı. Ümmü Seleme bu teklife hayır demek istemiyordu ama balıklamasına atlamak da istemiyordu. Elçi’ye üç şart ileri sürdü; “yaşlıyım, kıskancım ve çocuklarım var. Bunlara rağmen yine de istersen kabulümsün.” Elçi’nin cevabı aynen şöyledir: “Yaş bahane ise ben senden yaşlıyım, kıskançlığın bahane ise, kıskançlığının gitmesi için Allah’a dua ederim, çocukların bahane ise, onlar bundan sonra zaten Allah ve Resulünün sorumluluğundadır.” Bu cevap üzerine, düşünmek için Elçi’den müsaade istedi. Düşündü, taşındı ve bir zaman sonra oğlu Ömer’e,” Elçi’ye git ve teklifini kabul ettiğimi söyle” dedi. Böylece Ümmü Seleme Elçi’nin hanımları arasında yerini almış oldu. Ümmü Seleme zeki ve cesur bir kadındı. Peygamberimiz her işini ilk önce onunla istişare ederdi. Hudeybiye’de de onunla istişare etti ve onun dediğini aynen uyguladı. “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının bu işi yapmasını mı istiyorsun? O halde şimdi dışarı çık. Kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan geleceklerdir.” Ümmü Seleme bu tavsiyesiyle Hudeybiye’de tarihe not düştü. Ümmü Seleme, Kureyş içinde okuma-yazma bilen sayılı kadınlardandı. Eşi, Ebu Seleme de okuma yazma bilenler arasındaydı. Çok az sayıda erkeğin okuma-yazma bildiği bir toplumda Ümmü Seleme’nin okuma yazma bilmesi önemli bir ayrıcalıktır. Ümmü Seleme Müslümanlar arasında fakih kabul edilen ve fetva veren kadınlardan birisidir. Ümmü Seleme, fesahat ve belagatte çok ileri derecede idi. İlim, dirayet, siyaset sahibiydi. İbadete düşkündü ve çok cömertti. Aynı zamanda mütevazi ve sıkılgandı. Ayrıca, Medine’ye hicret eden ilk Mekkeli kadın sıfatını da taşımaktadır. Onun Hz. Peygamber’e sorduğu sorular neticesinde Âl-i İmrân 195, Nisâ 32, Ahzâb 35 ayetlerinin nazil olduğu rivayet edilir. Ayetler mealen şöyledir: “Allah da onların duasına karşılık verdi: Ben, sizden erkek veya kadın hiçbir çalışanın amelini zayi etmem, siz birbirinizdensiniz. Hicret edenler, memleketlerinden çıkarılanlar, benim yolumda işkence edilenler, savaşan ve öldürülenlerin, elbette günahlarını örteceğim ve onları alt taraflarından ırmakların aktığı cennetlere girdireceğim. Allah katından bir mükafat olarak... Mükafatın en güzeli Allah katındandır.”(Al-i İmran 195) “Allah'ın, sayesinde bir kısmınızı bir kısmınıza üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin. Erkekler için kazandıklarından bir nasip olduğu gibi, kadınlar için de kazandıklarından bir nasip vardır. Allah'ın kendi fazlından (bağışından) isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir. (Nisa 32) “(Allah'a) teslim olmuş erkek ve kadınlar, İman eden erkekler ve iman eden kadınlar, İtaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, Doğru, sadık erkekler ve doğru, sadık kadınlar, Sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, Irzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar... Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir ödül hazırladı. (Ahzab 35) Velhasıl Ümmü Seleme, Uhud savaşında, Hudeybiye’de, Hayber’in fethinde, Mekke’nin fethinde, Taif kuşatması ve Veda Haccı’nda Peygamberimizle birlikte oldu. Peygamberimiz ‘in vefatından sonra ise Müslümanların müracaat ettikleri bir ilim ve irfan mektebi olarak yaşamını sürdürdü. Kur’an’ı Peygamberimizin üslubunda okurdu. Peygamberimizle evlendiğinde 44 yaşında idi. 84 yaşında vefat etti. Peygamberimiz ‘in en son vefat eden zevcesidir. Baki Kabristanlığına defnedilmiştir. Allah rahmet eyleye… Bitti

13 Aralık 2020 Pazar

COVID-19 Neredeyse bir seneden beri yaşam biçimimiz oldu

COVID-19 salgınıyla yatıp kalkıyoruz. Ne ağzımızın tadı kaldı ne de yaşama sevincimiz. Çocuklarımızla birlikte sinemaya, tiyatroya gidemiyoruz. Sıla-i Rahim yapamıyoruz. Ağız tadıyla alışveriş yapamıyoruz. Dostumuz bize biz de dostumuza yaklaşamıyoruz. Sosyalmesafe kuralıyla vebalı gibi yaklaşıyoruz birbirimize. Böyle durumlarda dostlukların devamı esas iken bizlere uzmanlar tarafından uzaklaşma tavsiye ediliyor. Bu koşullar altında ilgisizlik, motivasyon eksikliğine sebep oluyor. Zaten var olan yorgunluğunuz katlanarak artıyor, yalnızlaşıyorsunuz. Bazen bir telefon bile moralinizin yükselmesine sebep olabilirken, dostlarınız onu da çok görüyorlar. Onlar telefon etme yerine mesaj yazmayı tercih edince böyle bir imkânınız da olmayabiliyor. Telefon ederlerse COVİD belki telefon aracılığıyla onlara da bulaşabilir, değil mi. Geriye sığınacağınız tek kucak, Yaratıcınızın kucağı kalıyor. Onun kucağına sığınmak ve O’na dua etmekten daha anlamlı başka ne olabilir ki. Tam sığınağınıza yaklaşmak üzere hazırlığınızı yapmışken şom ağızlı bir tarikat üyesi tarafından sosyal medyadan bir bildiri alıyorsunuz. Hadis olarak paylaşılmış bir haber: Peygamber efendimiz şöyle buyuruyormuş: “Yüce Allah insanlar topluca günah işlediklerinde, öğüt alıp tövbe etsinler diye onlara salgın bir bela gönderir. İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak, ilkesini terk ettiklerinde, onları evlerinden dışarı çıkamayacakları duruma düşürür. Allah’ı anmayı unuttuklarında ise, dünyadan lezzet almasınlar diye ölüm korkusunu onların arasında yaygınlaştırır. (el-Kafi, c.4.s.145) İster istemez bir şok yaşıyorsunuz. Kucağına sığınacağınız O Yaratıcınız size bela olsun diye göndermiş bu salgın hastalığı meğer. Güya, O’nun peygamberinden nakledilen bir sözmüş bu. O biricik sığınağınızı da böylece kaybediyorsunuz. Fiziksel olarak uzak, sosyal olarak yakın kalın Biraz sonra bir mesaj daha alıyorsunuz sosyal medyadan. Kutsal kitaptan örnekler var bu mesajda: “Sıkıntılı günde cesaretin mi kırıldı? O zaman gücün de olmaz” (Özdeyişler 24:10) “Gerçek dost… sıkıntılı günler için doğmuş kardeştir” (Özdeyişler 17:17) “Gerçek dostlar bize güç verir (Selanikliler: 5:11) “Fakat bunun tersine, uzun süre izole yaşamak sağlığımızı riske atar” (Özdeyişler 18:1) “Tanrı’ya yaklaşın, size yaklaşacaktır” (Yaup 4:8) “Tanrı her türlü zorlukla başa çıkmanıza yardım edebilir” (İşaya 41:13) Tanrı her türlü hastalığa bir son vereceğini vaat ediyor. “Orada oturan hiç kimse ‘Hastayım’ demeyecek.” (İşaya 33:24) “Zamanınızı anlamlı şekilde kullanmak olumlu tutumu korumanıza ve aşırı derecede kaygılanmamanıza yardım eder.” (Luka 12:25) “Deneyimsiz insan her söze inanır; sağ görülü insan ise adımını tartarak atar.”(Özdeyşler 14:15) Ümit dolu mesajlar var Kutsal Kitap paylaşımlarında. Motivasyonunuz yükseliyor. Müslümanların paylaşımlarında içiniz kararıyor. Şimdi bana cevap verin, Müslümanların tanrısı mı yoksa Kutsal Kitabın tanrısı mı, daha merhametli. “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak edecek misin.” Siz siz olun, bu dönemde yapamadığınız şeylere odaklanmaktansa şu anki koşullarınızdan en iyi şekilde yararlanmanın yollarını arayın. Geçmişte zaman bulamadıysanız, şimdi yapabileceğiniz projeler ya da hobileriniz olsun. Ailenizle daha fazla vakit geçirmek için plan, program yapın. Ne yazdığını, ne yaptığını bilmeyen insanların sosyal medya paylaşımına itibar etmeyin…Hele hele, tarikat kaynaklı hiçbir paylaşıma asla itibar etmeyin…

3 Aralık 2020 Perşembe

İslâm Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti’ne Tesiri

Bir yerde insan yerleşik hayata geçmiş ise, orada bir medeniyet oluşturmuştur. Toplu yaşamanın oluşturduğu sonuçlardır medeniyet. İnsanlık tarihi boyunca oluşan medeniyetlerin kimisi kaybolmuştur, kimisi kaybedilmiştir, kimisi de ayaktadır ve günümüz insanını selamlamaktadır. Arkeolojik kazılardan öğrendiğimiz kadarıyla, bugün 12 bin yıl öncesine ait olan medeniyetleri az çok tanıyabiliyoruz. Toynbee, bunlardan 16 medeniyetin öldüğünü, beşinin de Batı Medeniyeti tarafından yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirtmektedir.(1) Gününüzde iki medeniyetten söz edebiliriz; birisi Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer sistemlerin tesirinde bulunan Batı Medeniyeti, diğeri de İslâm Medeniyeti'dir. Doğuşundan kısa bir süre sonra İnsanlık İslâm Medeniyetiyle tanışmıştır. İslâm’ın hızla dünyaya yayılması, kısa sürede geçmiş medeniyetler ile (Bizans (Yunan), İran, Hind ve Çin Medeniyetleri) hızlı bir şekilde tanışmasını sağlamıştır. O medeniyetleri yok farzetmeyen, bilakis onlardan İstifade etmesini bilen Müslümanlar, böylece şefkat ve merhamet medeniyetinin temelini de atmışlardır. Bir müddet sonra da ‘fen, sanat, iktisat, tıp, edebiyat, astronomi, felsefe’ gibi ilimlerde yaptıkları ilerlemelerle kendilerinden bahsettirmesini bilmişlerdir. Zira İslâm, tefekkürü ibadet saymıştır, ilimle uğraşmayı farz kılmıştır, alimin uykusunu cahilin ibadetinden üstün tutmuştur, hatta alimin kullandığı mürekkebi, şehidin kanından üstün görmüştür. Bu durumda Allah da onların elinden tutmuş ve dünya denilen bu gezene salıvarmiştir. Böylece İslâm Medeniyeti dünyanın, kendisinden sonraki kaderini belirlemesini bilmiştir. Batı Medeniyeti diye bir medeniyetten bahsediliyorsa bugün, bu medeniyet varlığını İslâm Medeniyetine borçludur. Nitekim Ronald Victor Courtenay Bodley'in; "Rönesansı İslâmiyet'e borçluyuz" sözü, bu gerçeği dile getirmektedir. Bundan başka hâlâ günümüzde bile Osmanlı müesseseleri üzerinde yapılan çalışmalar örnek alınarak, bazı gelişmelerin ortaya çıkarıldığına da şahit olmaktayız.(2) İslâm Medeniyeti, İslâm Dîni'ni kabul eden milletlerin el birliği ile meydana getirdikleri ortak bir medeniyetin adıdır. Bununla beraber bu medeniyetin kuruluş ve gelişmesinde Arapların, İranlıların ve Türklerin büyük payları olduğu bir gerçektir. Nitekim W. Barthold'un da işaret ettiği gibi İslâm Medeniyeti veya Arap Medeniyeti adı, Ortazaman Şark Medeniyetine verilmektedir.(3) İslâm dünyasının, özellikle manevi alandaki bu olağanüstü gelişmesi, İslâm inkılabının gücü ile, ruhundaki aksiyon kabiliyeti ve bunların yanı sıra bu medeniyetin öncülüğünü yapmış olan Arap ve Arap olmayan milletlerin parlak düşünce ve sanat yetenekleri ile birlikte, İslâm'ın ilme verdiği değer ile açıklanabilir.(4) Montgomery Watt şöyle der; "Müslümanlarla Hıristiyanların, Araplarla Avrupalıların bir dünya içinde gittikçe kaynaştığı şu zamanda, İslâm'ın Avrupa'ya yaptığı tesiri incelemek, son derece isabetli bir çalışmadır. Ortaçağ Hıristiyan yazarlarının, zihinlerinde tablosunu çizdikleri İslâm'ın, tamamen iftira mahsulü olduğu çoktandır bilinmektedir. Yalnız şimdi, geçen asır boyunca, araştırmacıların yaptıkları tetkikler sayesinde Batılıların gözleri önünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların kör gözü, İslâm kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen mirasımıza İslâm'ın yaptığı tesirin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor, bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha iyi münasebetler kurabilmek için, borçlarımızın tamamını itirafa mecburuz. Onu saklamak ve inkar etmek. Sahte bir gurur alametidir."(5) Benzer bir tespit de Dr. Sigrid Hunke tarafından şöyle yapılır; dîni taassup yüzünden, objektif ve adalete uygun bir şekilde, yargılamaktan kaçındığımız ve üstün başarılarını sistemli bir şekilde küçültmeye çalıştığımız, kültürümüzün temeli olan eserlerinin üstünü örttüğümüz ve adını bile anmaktan çekindiğimiz bir milletin hakkını vermenin artık zamanı gelmiştir. İslâmiyet'in çıkışından günümüze kadar, Batı ile Arap dünyası arasındaki ilişkiler, duygu ve tutkuların, tarihi nasıl yalana boğduğunun en açık örneğidir. Bu başka din mensuplarından gelecek her etkinin tehlikeli görüldüğü ve bu sebeple de elden geldiği kadar önlemeye çalışıldığı zamanlar için tabii idi. Bu bir Ortaçağ görüşüdür. Bu görüş hâlâ ortadan kalkmış değildir. Günümüzde de geleneklerin sınırladığı ufuk, çoğu zaman bilinçsizdir. Kökleri çok derinde olan bir kaygıdır bu. Bunlar eski propagandalardır. Bu insanlar bize katiller ve puta tapanlar olarak tanıtılmıştır. Bu yaklaşımlar bizlerin gözünü kör etmiştir. Bu körlük bizlerde akıl tutulmasına sebep olmuştur."(6) Otto Spies de konu ile ilgili olarak şu tespiti yapar, Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki Tesirleri adlı eserinde; Romalılar ve onların mirasçısı olan Bizanslılar, Doğu ve Batı dünyasını Akdeniz etrafında toplayarak meydana getirdikleri "Akdeniz Medeniyeti" ile, Doğu kültürünün Batıya geçmesinde aracı oluyordu. İslâm'ın ortaya çıkışı ile Batı dünyası Doğu kültürünü İslâm Medeniyeti aracılığı ile almak ve aktarmak durumunda kaldı. Eski Doğu Medeniyetinin ve Antik devir ilimlerinin Batıya aktarılmasında Müslümanlar, aracı olarak önemli roller oynadılar. Uzakdoğu menşeli ilimleri yerinde öğrenen Müslümanlar, bu ilimlere önemli ölçülerde katkılarda bulunarak Batıya aktardılar.(7) Şu bir gerçektir ki, Ortaçağın sonlarında ve Rönesans'ta Grek felsefesi, Batı'da, doğrudan intikal ve tercümelerden ziyade Arapların elinde olduğu şekil temel alınarak incelenmişti. Aristo'nun mantık, fizik ve metafiziği ya Arapça'dan ikinci elden tercümelere yahut da İbn-i Sina'nın eserlerine dayanarak inceleniyordu.(8) .......... 1.İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara 1977, s. 9. 2. Prof. Dr.Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi 3. M. Fuad Köprülü-W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1973, s. 3. 4.Haydar Bammat, İslâm'ın Çehresi, trc. Osman Fehmi Giritli, İstanbul 1975, s. 93-94. 5. Montgomery Watt, İslâm'ın Avrupa'ya Tesiri, trc. Hulusi Yavuz, İstanbul 1986, s. 11. 6. Sigrid Hunke, Allah'ın Güneşi Avrupa'nın Üzerinde, trc. Hayrullah Örs, İstanbul (tarihsiz), Altın Kitaplar Yayınevi, s. 8. 7. Otto Spies, Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki Tesirleri, Trc, Neşet Ersoy, Ate Dergisi, İlave Yayınları No: 8, Ankara, 1974, s. 6 8. Daha geniş bilgi için bak. Gabrieli Francesco, age. IV, s. 425-451.

23 Kasım 2020 Pazartesi

ÖĞRETMENLER GÜNÜ 2020

Bugün 24 Kasım ‘Öğretmenler Günü.’ Öğretmenler günü kutlanacak. Hem de resmî törenlerle kutlanacak. Öğretmenlerin hoşgörüsünden, sabır küpü olmalarından, sevecen olmalarından, öğrettikleri bilgilerden, rehber olmalarından hayatımıza yön veren birer mimar olmalarından, bize bir harf öğrettiği için kendilerinin kölesi olmamız gerektiğinden bahsedilecek. Hamasi nutuklar atılacak. Onları yücelten şiirler okunacak. Daha hiçbir şeyin farkında olmayan küçücük öğrenciler yüceltecek onları. Sahiplenilecek onlar ve halkın da onları sahiplenmesi istenecek. Radyolarda, televizyonlarda, açık oturumlarda, gazetelerde onlardan bahsedilecek. Geleceğimize ışık tutan, aydınlık yarınların öncüsü tüm öğretmenlerimizin “ÖĞRETMENLER GÜNÜ” kutlu olsun, denilecek. Denilsin elbet. Ancak hak eden öğretmenler için denilsin. Elbette bu özelliklere sahip olan öğretmenler vardır, bunlar çoğunlukta da olabilirler. Onların önünde eğiliriz, dua da ederiz onlar için. Ziyaretlerine de gideriz bayramlarda. Sosyal medya üzerinden onlara ulaşır gönüllerini de alırız. Almalıyız da. Hele bir de o öğretmen öğrencisinin geleceğini inşa etmişse, ona yol göstermiş elinden tutmuş ise o öğretmenin önünde ceket düğmelenir, saygı ile eğilinir ve eli öpülür. Alimlerine saygı duymayan insanlar geleceklerini inşa edemezler. Kur’an ilim sahiplerine itaat etmemizi, onlara saygı göstermemizi ister bizden; “De ki, bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Zümer sûresi 39/9) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ilim sahiplerine (ülü’l-emr) de. (Nisa Suresi 4/59) Bu buyruklar karşısında da ceketlerimizi düğmeler, buyruk Sahibi’nin önünde elbette saygı ile eğiliriz. Ancak, bir de öğrencisine hayatı zindan eden öğretmenler vardır. Öğrencisini sürüm sürüm süründüren, bir puan eksik not vererek öğrencinin dünyasını karartan, bu yaptığı iş ile de övünen, sadist, psikopat, din düşmanı, başörtüsü düşmanı, millet düşmanı, vatan düşmanı öğretmenler vardır. Nice öğrenciler o öğretmen yüzünden okulu bırakmıştır. Hatta okumayı bırakmıştır. Öğrencisini döven, aşağılayan, giyimiyle dalga geçen, inancıyla dalga geçen, mezhebiyle dalga geçen, ailesiyle dalga geçen öğretmenlerdir bunlar. 24 Kasım törenlerinde bu psikopatlardan hiç bahsedilmez. Onlar da taktir edilen öğretmenlerin gölgesinde alkış alırlar. Yanlıştır, haksızlıktır. Özverili öğretmelere haksızlıktır. Onlar hak ettikleri yergiyi bu törenlerde almalıdırlar. Yaptıkları yanlışlıklar yüzlerine vurularak cezalandırılmalıdırlar. Madem 24 Kasım öğretmenler günü olarak kutlanır. Bu kutlamaya layık olmayan öğretmenler bu törenlere de alınmamalıdır. Çünkü, kutlama sevgiliye olan minnettarlığın dışa vurumudur. Vatanın kurtuluşu bu anlamda kutlanır, bayramlar bu anlamda kutlanır, festivaller bu anlamda yapılır. İki yüzlü insanların gerçek yüzü bu gibi törenlerde faş edilmelidir. Aynı özelliğe sahip olan, hocalar da vardır. Çocuklar o hocalar yüzünden camiden, cemaatten, dinden soğumuşlardır, hatta sırf bu yüzden dinlerine düşmanı olanları bile vardır. Onlar da faş edilmelidir. Onların da iplikleri pazara çıkarılmalıdır. Milletin parasıyla milletin çocuklarına zulmeden hasta ruhlu bu öğretmenler ve hocalar öğretmenler camiasından tecrid edilmelidir. Tecrid edilmelidir ki; onların halini görenler onların yaptıklarını yapmasınlar. Ben öğrencisini öğrencisi olduğu için seven ve görevinin de ona bildiklerini öğretmek olan, onlara yol gösteren onları seven, vicdan sahibi, sorumluluk sahibi öğretmenlerin önünde saygı ile eğiliyorum ve onların öğretmenler gününü bütün kalbimle kutluyorum.