6 Temmuz 2022 Çarşamba

Kur'an ve Kurban

KUR`AN VE KURBAN -Lütfen çocuklarımızı ve Alman komşularımızı ıskalamayalım- Rüştü KAM Kurban Allah’a yaklaşmak için yapılan ikramdır. Kur’an kurban kavramı üzerinde bir devrim gerçekleştirmiştir. Müşrik toplumlarda tanrılara kurbanlar kesilir ve kanları putların üzerine sürülürdü. Sahip olunan bir değer, tanrılara kurban edilerek kurtuluş beklenirdi. Kur’an, can almak, kan akıtmak şeklinde algılanan bu anlayışı değiştirmiştir. Allah’a yaklaşmak için Allah dışında “yakınlık aracı” (kurban) seçilen hiçbir şeyin, hiçbir değerin insana faydası olmayacaktır. (Ahkaf 27) Kur’an devam eder ve “Dört ayaklı hayvanlardan, deve ve sığırlardan kurban edin” der. (Hacc 34,36) Dört ayaklı hayvanlardan, özellikle deve ve sığırın ön plana çıkarılması, az sayıda hayvanın kurban edilmesi içindir. Hayvanlar açısından ekolojik dengenin bozulmaması için bu uyarı önemlidir. Diğer taraftan kurban; "Allah'a yakınlık için fidye, sadaka, nimet, mal ya da yanlış inançlardan vazgeçme" anlamına da gelmektedir. Bu açıdan bakılırsa, kurban bedelleri ile öğrencilere burs verilebilir, fakir fukaranın istifade edebilecekleri, hastane ve yurt gibi kurumlar da kurulabilir. Amaç Allah’a yaklaşmaksa bu yakınlığa giden yolların sayısı oldukça fazladır. Kurbanı sadece et yemek olarak görmeyelim, sadece et bayramı olarak da görmeyelim: Çünkü “Kurbanın ne eti, ne de kanı Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan sizin takvanızdır.'' (Hacc 37) buyuran Yüce Mevla'mız konunun önemini özellikle vurgulamıştır. Kurban kaynağını dinden alan bir gelenektir Kurban Hz. Adem’den beri süregelen önemli bir gelenektir. Bu geleneğin farz veya vacip anlayışıyla icra edilmesi yanlış olur. Kuran’da geçen kurban kesme görevi, Hac ibadetini yerine getirmek için Mekke’ye gidenlerle ilgilidir. Peygamberimiz bu geleneği devam ettirmiştir. Gelenekler gelenek olarak kalmalı, dinleştirilmemelidir. Kevser Suresi’ndeki ‘venhar’ kelimesine “kurban kes” şeklinde bir anlam yüklemek yanlış olur. Kevser Suresi’nde kurban kesilmesi emredilmez Kevser Suresi’nin anlamı şu şekildedir: "Sen onların sözlerine aldırış etme de nübüvvet makamının şükrünü eda için Hakka yönel; gönlünü, sadrını, nahrını O'na aç, teslimiyetle O'nun huzurunda el-pençe divan dur! Hayırlardan (kevserden) mahrum olan sen değilsin ki! Hayırdan mahrum olanlar asıl seni mahrumiyetle suçlayan o zavallıların kendileridir!" (Dücane Cündioğlu Yeni Şafak Gazetesi) Kur’an’da, “Zilhicce ayının 10’unda mali gücü yerinde olan, her Müslümanın kurban kesmesi gerekir diye bir ayet bulunmamaktadır.” Kurbanın, Hz. İbrahim’e dayandırılması da yanlıştır. Çünkü Hz. İbrahim’in kestiği kurban adak kurbanıdır. Hacc Suresi’nin 34-37’inci ayetlerinde, sadece hac ibadetinin gerçekleştirildiği coğrafyada organizasyona katılan bütün insanların ve fakirlerin yiyecek ihtiyacını karşılamak için hayvan kesilir ya da o insanlara fayda sağlayacak başka bir hediye gönderilir. Meseleyi o günün şartlarında değerlendirirsek kurban konusundaki kararlarımız daha isabetli olacaktır. Bu buyruklar ışığında baktığımızda kurbanın amacının bir bakıma ihtiyaç sahibine yardımcı olmak olduğu görülecektir. Bu yardım senenin bir gününde değil her zaman yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin ihtiyacı ne ise o ihtiyaç o an mutlaka sağlanmalıdır. İşte kurban bu anlayışın adıdır. Hacc Suresi’nin 37’inci ayetinde de, “Onların ne etlerinin ne de kanlarının Allah’a ulaşacağı; O’na ulaşacak olanın sadece bizim takvâmız olduğu“ vurgulanmaktadır. Burada vurgulanan kurbanın sadece kan akıtmak ve et yedirmek demek olmadığıdır. Mezhepler de kurban kesmenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Onlara göre kurban kesmek ya vacip ya da sünnettir. Ebu Hanife, “Şehirlerde ikamet eden şehir halkı” üzerine her sene bir defa kurban kesmek vaciptir” (Tekmiletü Fethi'l-Kadîr, VIII, 67; el-Lübâb, III, 232; Tebyînü'l- Hakâik, VI, 2; el-Bedâyi', V 62) derken, Ebû Hanife’nin iki öğrencisi Ebu Muhammed ve Ebu Yusuf ve Hanefi Mezhebinin dışında kalan üç mezhep (Maliki ve Hanbeli) “kurban müekket bir sünnettir” demişlerdir. Hatta Şafii Mezhebi,” ömürde bir kez aile adına kesilmesi yeterlidir“ demiştir. (Bİdâyetü'l-Müctehid, 1, 415; el- Kavânînu'l-Fıkhiyye, 186; eş-Şerhu'l-Kebîr, II, 118; Muğni'l Muhtâc, IV, 282 vd.; et-Mühezzeb, I, 237; et- Muğni, VIII, 617; Şerhu'r-Risâle, I, 366) Bu durumda Cumhurun görüşüne göre kurban kesmek sünnettir. Sünnet olması elbette önemsiz olduğu anlamına gelmez. Toplumu bir araya getiren kaynaştıran önemli bir sünnettir. Hiçbir zorlama olmadan, mezhep farkı gözetilmeden bütün Müslümanlar tarafından yaşatılan bir sünnettir. Yeter ki istismar edilmesin… Yüce Allah sadaka vermeyi emreder. Ve der ki, ''Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın''. Bizler Berlin'de yaşıyoruz. Bizim Berlin'de yaşayan insanımıza, akrabamıza ve Alman komşularımıza karşı görevlerimiz var, hayırlarımızı verirken, önceliği Berlin'e tanımalıyız. Amacımız, kurban geleneğini korumak ve burada yaşayan insanımızın Kurban Bayramı vesilesiyle kaynaşmasını sağlamaktır. Ayrıca, Alman komşularımızla birlikte bu bayramı kutlayarak, fedakârlığımızı ve sevincimizi onlarla paylaşmaktır. Yardıma muhtaç olan insanlara elbette el uzatmak gerekir. Böyle bir yardım farzdır. Ancak; kendi evimizde yangın varken komşunun evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz. Komşuya bir kova su gönderebiliriz, ama hortumu uzatamayız... Uzatırsak kendi evimiz yanar... Yani, Allah bize öncelikli olarak Pakistan'daki, Afganistan'daki, Somali'deki ve başka yerlerdeki insanlara niçin yardım yapmadınız diye hesap sormayacaktır. Fakat Berlin'deki insanlara niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Thomas'la, Rose ile İslam'ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye soracaktır... Değişik ülkelere yapılan yardımlara karşı değiliz. O eli de tutalım, ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o eli tutmayalım. Avrupa ülkelerinden çocuklarımızın hali perişandır. Dinlerini, geleneklerini, adetlerini unutmaktadırlar. Bizler kendi çocuğumuzu kuyudan çıkardıktan sonra tutalım o eli. O ülkelerin insanlarına dünya devletleri yardım ediyor, Birleşmiş Milletler de yardım ediyor... Oysa bize ve bizim geleceğimize kimse yardım etmiyor, yatırım yapmıyor... Yıllardan beri Afrika'da ve Asya'da kurbanlar kesiliyor, ama sonuç değişmiyor. İnsan yılda bir öğün et yese ne olur yemese ne olur. 364 gün açlıkla mücadele edilecekse bu bir gün et yemenin anlamı ne olabilir ki? O insanlara bir lokma et yedireceğiz diye uğraş vereceğimize, bulunduğumuz ülkelerde kurban paralarıyla kültür evleri, özel okullar, üniversiteler, hastaneler açsaydık daha hayırlı bir hizmet yapmış olurduk. Şimdi o ülkelerdeki gençleri getirip kurban paralarıyla bu okullarda okutabilir veya hastanelerde tedavi ettirebilirdik. Bu şekildeki bir uygulama İlahi iradeye daha uygun olurdu. Geç kalmış değiliz. Hemen bu bayramda söz verelim ve uygulamaya geçelim. Ne dersiniz; isterseniz yardımlarımızı yaparken biraz da konuya bu tarafından bakalım... 9 Temmuz Müslümanların Kurban Bayramı'dır. Bu bayramda, çocuklarımızı ve Alman komşularımızı ıskalamayalım. Eski Cumhurbaşkanı Sayın Christian Wulff'un tarihe not olarak düştüğü şu anlamlı cümleyi unutmayalım: ''İslamiyet de Almanya'nın bir parçasıdır''.

27 Mayıs 2022 Cuma

EVLİLİK GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR

EVLİLİK; GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR Yaz geldi, COVİD 19 kısıtlamaları da kalkınca evlilikler çoğaldı. Bu aslında sevindirici bir durum. Ancak ben bu yazımda zamanımızda evliliklerin uzun soluklu olmayışının sebepleri üzerinde duracağım. Bir hevesle davullar çalınıyor, horonlar ediliyor, zeybekler oynanıyor, halaylar çekiliyor, bir de bakıyoruz ki, kısa bir süre sonra boşanmanın eşiğine gelinmiş, aileler birbirine girmiş ve son nokta konulmuş. Yazık hem de çok yazık. Evlilik bir kurumdur, iki ayrı cinsin yaşamlarını kamu otoritesinin önünde şahitlerin huzurunda birbirlerine verdikleri sözle birleştiren kurumdur. Kutsallığı olan bir kurumdur. “Bir ömür boyu aynı yastığa baş koymak” deyimiyle anlatılır evlilik bizim kültürümüzde. Taraflar söz verirler birbirlerine, “İyi günde kötü günde; sağlıkta ve hastalıkta, yoksullukta ve bollukta, ölüm bizi ayırana kadar seni seveceğime yemin ederim.„ Bu bir yemindir. Bizim kültürümüze ait bir yemin değildir ama bize ait olan “Bir ömür boyu aynı yastığa baş koymak” deyiminin içeriğiyle örtüşen bir yemindir. Aile kurumunun korunması için yapılan bir yemindir. Daha ilk adım atılır atılmaz yapılır bu yemin. Çok önemlidir. Yemin kutsalın üzerine yapılır. Gelenek böyledir. Aile de kutsaldır ve üzerine yemin edilmektedir. Tarafların Allah’ın huzurunda yaptıkları bu yeminlerine uymaları gerekir. Yeni bir aile yapılanmaya başlamıştır. Toplumda yerini alacaktır. Bu ailenin çocukları olacaktır. Sonraki toplumun geleceğini de onlar inşa edeceklerdir. Yeni yapılanan aile gibi onlar da zamanı geldiğinde aile olarak yapılanacaklardır. Bu bir süreçtir. Allah toplum düzeninin böyle kurulmasını arzu etmiştir. Evlilik sadece cinsellikle izah edilemez. Ancak çağımızda bu çark tersine döndürülmüştür. Evlilikler cinsellik için yapılır hâle gelmiştir. Dolayısıyla kısa sürmektedir. Üç aylık altı aylık bir senelik evliliklere şahit olmaya başladık. Kısa süreli olan bu talihsiz evlilikler çağımızın hastalığıdır. Vebâ gibi. Evet, çağımızın evliliklerinin kısa sürmesi bir hastalıktır. Bulaşıcıdır. Tedavi edilmesi gerekir. Hastalığın mikropları; egoistliktir, maçoluktur, feministliktir, sorumsuzluktur, sevgisizliktir, cehalettir, tanrı tanımazlıktır, örften, gelenekten uzaklaşmaktır, şımarıklıktır, maddeciliktir. Şehir yaşamı ve küreselleşme bu mikropların hızla yayılmasını sağlamış ve evlilik kurumunun yapılanmasını büyük ölçüde değiştirmiştir. Kültürel değerler, gelenekler ve dini inançlar önemini kaybetmeye başlamıştır. Bu değerler evlilikleri etkileyen önemli faktörlerdendir. Aileler, eşler, olup bitenin farkında olmalıdırlar. Hastalar mutlaka tedavi için “gelenek” hastanesine yatırılmalıdırlar. Gelenek hastanesinde çiftlere, yukarıda isimleri zikrettiğim mikropların panzehri verilmelidir. Panzehrin karışımında bulunması gereken etkin maddeler şunlar olmalıdır: Eşler birbirlerine empatiyle yaklaşmalıdırlar, olumlu veya olumsuz duygularını açık-seçik, içten ve özgür biçimde paylaşmalıdırlar, bireysel farklılıklarını yok saymamalıdırlar, istenilen neticenin alınması için eşler birbirine ön şartsız yaklaşmalı ve gönüllü olarak işbirliği yapmalıdırlar. Eşlerin günlük yaşamlarında birbirleriyle şakalaşmaları ve espri yapmaları gerekir. Somurtkanlık, kavga ve birbirini yok sayma sevgiyi zedeler. Eşler kendilerini merkeze alan kişiler değil de problemleri merkeze alan kişiler olmalıdırlar. Eşler ailenin geleceği için mutlaka sorumluluk almalıdırlar. Eşler zaman zaman birbirlerini ödüllendirmeli ve birbirlerini takdir etmelidirler. Sevgilerini birbirlerine mutlaka göstermelidirler; hediyeleşerek göstermelidirler, yemeğe giderek, sinemaya, tiyatroya giderek, geziye giderek göstermelidirler. Ama mutlaka göstermelidirler. Eşler ailelerinin olumsuz yönde yaptıkları yönlendirmelerin tesirinde kalarak, birbirlerini incitmemelidirler. İçinden çıkıp geldikleri aileler de yeni yapılanmaya başlayan tecrübesiz evlilere destek olmalıdırlar, onların yaşamlarını kontrol altına almaya çalışmamalıdırlar. Eşler senin ailen benim ailem tartışmasına girmemelidirler. Evde parasal konular hiçbir zaman merkeze konmamalıdır. Senin paran benim param gibi tartışmalar ailenin dengesini bozar. Evlilik eşlere huzur vermesi gereken bir kurumdur. Huzuru sağlamanın şartı da eşler arasında yeşerecek olan sevgi ve merhamet duygusudur. İnsanın kendisine huzur verecek bir eşe ihtiyacı vardır. Fıtrat böyledir. İnsan türlü türlü nimete sahip olsa da kendisine huzur ve mutluluk verecek bir eşe, hayat arkadaşına ihtiyaç duyar. Bu onun fıtratında var olan bir ihtiyaçtır. Zira yalnızlık Allah’a mahsustur. Evlilikte huzurun kaynağı ise sevgi ve muhabbettir. Burada dikkat edilmesi gereken bir şey de bu iki duygunun eşler arasında beraber bulunması gerektiğidir. Ne sevgisiz bir merhamet ne de merhametsiz bir sevgi evlilikte huzurun kaynağı olabilir. Bu duygulardan birinin olmadığı bir ilişki, bir tarafı diğer tarafa karşı adaletsiz, hatta bazen zorba durumuna düşürebilir. Medyada ya da çevremizde gördüğümüz eşlerin, birbirlerine sözlü, psikolojik ve hattâ fiziksel olarak uyguladıkları şiddetin en önemli sebeplerinden biri merhametin olmamasıdır. Bu durumdaki çiftlerle konuşulduğunda dikkat çeken en önemli şeylerden biri “aslında ben eşimi çok seviyorum” ifadesidir. Sevgi varsa o zaman eksik olan merhamettir. Hem sevmek hem de şiddet uygulamak olmaz. Peygamberimiz ne güzel buyurmuştur: “Merhamet edin, merhamet olunasınız. Affedin, af olunasınız. Yazıklar olsun o laf ebesi olanlara. Yazıklar olsun o günahlarına bilerek devam edip, istiğfar etmeyenlere.“ Başka bir hadiste de şöyle buyurur Efendimiz: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Eşlerin gerek birbirlerine karşı gerekse ailelerine karşı sorumlulukları ve görevleri vardır. Görevler sorumluluk anlayışıyla yerine getirilmelidir. Bu sayede, hem huzur kaynakları olan yuvalarını hakkıyla muhafaza etmiş, hem de dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmış olacaklardır. Sözü, sözün Sahibi’ne bırakarak yazıma noktayı koyayım: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/21) “Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 187) Allah yuvalarımızı zamanın virüslerinden, onların tasallutundan uzak bir şekilde; sevginin, huzurun, merhametin ve muhabbetin adresi eylesin…

9 Mayıs 2022 Pazartesi

OMURGALI OLMAK, ADAM OLMAK, ÂDEM OLMAK, ADAM GİBİ ADAM OLMAK, DURUŞU BELLİ OLMAK, DİK DURMAK, DİMDİK DURMAK, ADAM EVLADI...

Rüştü KAM 09.05.2022 Bu kelimeler anlam olarak birbirlerini okşayan kelimelerdir, kavramlardır. Bir sıfatı ifade etmek için kullanılırlar; merttir, delikanlıdır. Yani, sözünün eridir, rüzgara göre eğilip kalkmaz, hatır için söz söylemez, menfaatine göre konuşmaz, adam kayırmaz, yılışmaz, koltuk sevdalısı değildir, Konumuz elbette omurgalı ve omurgasız hayvanlar değil. Biyolojik olarak omurga ne işe yarar, omurgalı hayvanlar hangileridir, omurgasız hayvanlar hangileridir bir göz atalım istedim: Çünkü bu yazımda omurgalı insanlardan bahsedeceğim… Omurgasız insan da olur muymuş? diyeceksiniz, okuyalım ve görelim… Omurga, kıkırdaktan, kemikten ya da her ikisinden oluşan iskeletlerin en önemli bölümü ve temel eksenidir. Omurgalılar genellikle omurgasızlardan daha iri ve daha karmaşık yapılıdır. Omurga, içindeki kanalda yer alan ve sinir sisteminin en yaşamsal bölümlerinden olan omuriliğin koruyucusudur. Omurilik, gövde ve uzantıları ile beyin arasında bir sinir köprüsü kurar. Bu geniş hayvan grubu balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memelilerden oluşur. Canlıları omurgalılar ve omurgasızlar diye sınıflandırmak mümkündür. Omurgalılar, sırtları boyunca uzanan omurgalarıyla tüm öbür hayvanlardan ayrılırlar. Omurgasızlar, omurgası olmayan hayvanlara verilen genel bir addır. Omurgasız hayvanların vücudunun dış kısmını örten ve destekleyen bir dış yapı bulunur. Omurgasız hayvanlar yumurta ile çoğalır. Çekirge, örümcek, kelebek, hamam böceği, sivrisinek çevremizde gördüğümüz omurgasız hayvanlardır. Ahtapot, yengeç, ıstakoz, midye, denizkestanesi, denizyıldızı, süngerler, denizanası ve mercanlar suda yaşayan omurgasız hayvanlara örnektir. İnsanların çevrelerinde sık karşılaştıkları omurgasız hayvanlar eklem bacaklılar ve solucanlardır… Dikkat edilirse omurgalı hayvanlar kıymetli olan hayvanlardır ve omurgalarının korumaya aldığı sıvının hayati önemi vardır. İşte, omurga o kıymetli sıvıyı korumak, için görev yapar. Görevi canı pahasına da olsa başkasını korumaktır, kıymetli olanı korumaktır. Başkasını korumak için gerekirse kendisini feda etmektir, çeşlitli sıkıntılara katlanmaktır. Bunun için dik durmak zorundadır. Omurgasız hayvanlar ise isimlerinden de anlaşılacağı gibi, genel olarak sevilmeyen, çirkin, istilacı ve pis hayvanlardır. Allah, ayetlerinde, ‘kâinatın en şerefli mahlûku’ olarak nitelendirdiği ‘insan’ı tasarlarken, ‘omurgayı’ esas aldı! ‘Dik’ dursun, ‘eğilmesin’, ‘bükülmesin’, ‘kırılmasın’ diye o harika yaratığı, bir ‘omurga’ üzerinde biçimlendirdi! Omurgalı olmak için; ‘sadece ‘iki ayak’, ‘iki göz’, ‘iki kulak’, ‘burun’ve ‘ağız’ yetmez!.. * ‘Omurgalı’ olmanın birinci şartı, ‘insan’ olmaktır!.. Yani; ‘insanlık’ değerlerini ‘özünde’ toplamaktır!.. * ‘Adam gibi adam’ yani âdem olmanın ilk şartı; ‘omurgalı’ bir varlık olmanın şuuru ile hareket etmektir. Yalan dünyanın ‘sahte’ görüntüsüne itibar etmemektir! ‘hakkın’, ‘hakikatin’ peşinden gitmektir!.. ‘Hak’ bellenen yolda ‘yalnız’ yürümektir!.. ‘Meşhur’, olmak ‘ünlü olmak’, ‘anlı-şanlı olmak’, ‘namlı’ olmak ile ‘gerçekten büyük olmak’ arasındaki ‘kalın çizgiyi’ iyice idrak etmektir!.. Olduğu’ gibi görünmek, ‘göründüğü’ gibi olmaktır!.. ‘Korkaklığa’, ‘namertliğe’, ‘kalleşliğe’ prim vermemektir!.. Hakiki kahramanlığın ‘başkasının mutluluğu için gerekirse feda-i can etmek ve bir daha geri dönmemek olduğuna’ inanmaktır!.. Omurgalı adam; ‘giyinişi’ ile ‘cebindeki parası’ ile ‘boyu posu’ ile ‘güzel konuşması’ ile tanınan biri değildir!.. Omurgalı adam: * Diyojen’in gündüz vakti ‘mum’ ile aradığı adamdır!.. * Omurgalı adam ‘nokta’ gibidir, hiçbir zaman ‘virgül’ gibi eğrilmez!.. * ‘Düşmanları’ onun sırtını hiçbir zaman yere getirememiştir. Omurgalı insanlar, ne acıdır ki, dost bildikleri tarafından hep ‘kalleşçe’ arkadan hançerlenmişlerdir !.. * O nun ‘Merhameti’ ve ‘şefkati’, ‘iyi niyeti’ daima istismar edilmiştir!.. * O karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen adam gibi adamdır o, hiç bir zaman ‘eğilmez’, her zaman ‘dimdik’ olarak ayakta durur!.. * O ‘Bütün ‘olumsuzlukları’ olumluya çevirmeye çalışır!.. * O aynı zamanda ‘azimlidir’ ve ‘kararlıdır!.. * Omurgalı adam gücünü; ‘oturduğu koltuktan’, ‘bulunduğu mevkiden’ almaz, ‘aksine, o oturduğu koltuğa ‘güç’ ve ‘şeref’ katar!.. * O üzerindeki ‘makamların’ ve ‘mevkilerin’ önünde asla diz çökmez!.. O ancak, boyun eğilecek yegâne varlığın önünde diz çöker!.. * Omurgalı adamların karakterinde; ‘bukalemunluk’, ‘ikiyüzlülük’, ‘yılışıklık’, ‘kahpelik’ ve ‘kalleşlik’ yoktur!.. * O çevresinde ‘Doğrucu Davut’ olarak tanınır, bilkinir!.. * Omurgalı adamlar, çevresindekilerin ‘alkış’ ve ‘yuhalamalarına’ önem vermezler!.. Bilirler ki, en küçük bir başarısızlıkta, alkış sesleri bir anda ‘yuhalamalara’ dönüşüverir!.. * Omurgalı insanlar köle ruhlu insanlardan nefret ederler!.. * Omurgalı insanlar, ‘intikam’ peşinde koşmazlar, yeri geldiğinde affetmesini bilirler!.. * Onlar seviyeli insanlardır. Seviyesizliklere sadece gülüp geçerler!.. * Omurgalı insanlar ‘kınayanın kınamasına aldırmazlar!..’ * Onların yolu ‘sarp’ ve çetindir!.. Onlar sarp yokuşlara tırmanmayı görev bililer!.. Vel hâsıl, ‘omurgalı’ olmak, yani âdem olmak, zor iştir: ‘omurga’ sahibi olamayan, ‘dik’ duramayan, ‘kula kul olmayı’ kendisine ilke edinen, ‘başkalarından’ emir alıp onların ‘borusunu’ öttüren, ‘gelene ağam, gidene paşam’ demeyi marifet sayan insanlar, omurgasız insanlardır. Müslümanların yüzkarasıdır bunlar…(Çekirge sürüsü, bok becekleri, solucanlar...) Omurgalı olmak, adam gibi adam olmak, âdem olmak; zor zenaatır. Onlar iktidar/güç sahiplerinin’ etrafında dolaşmazlar. Onlar, omurgasızlar/ sürüngenler ile; ‘düzenbaz’, ‘yağcı’, ‘dalkavuk’, tabakası ile yayana gelmez!.. Omurgalı insanlar, ‘şahsiyetli ve onurlu’ insanlardır. Onların ilkeleri ve prensipleri vardır. Onları değerli kılan, onurlu kılan şey; kurumları, makamları, sahip oldukları zenginlikleri değildir, ilkeli tavır ve davranışlarıdır. Şahsiyetli ve ahlaklı duruşlarıdır. Onlar, şartlar ne olursa olsun, şartlara ve güce teslim olmazlar. Omurgasız insanlar, rüzgârın önündeki yaprak gibidirler, sağa sola savrulur dururlar. Belli bir kimlik ve şahsiyet sahibi olamazlar. Hiç kimseye karşı vefa ve sadakat sahibi de değildirler. Kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmezler. Menfaatleri bittiğinde de kim olursa olsun kullanılmış mendil gibi atıp giderler. Dostluk, arkadaşlık gibi kavramlar onlara yabancıdır. Omurgasız insanlar aslında esarette yaşarlar. Onlar nefislerinin, tutkularının, gücü elinde bulunduranların esiridirler. Omurgasız insanlar, yüz yüze konuştuğunuzda cins bir Arap atı intibaı verir size, arkasını dönüp gittiğinde, izinden Kıbrıs eşeği olduğunu anlarsınız. Bitirirken sözü Ziya Paşa’ya bırakalım; “Âdeme âdem gerektir âdem etsin âdemi, Âdem âdem olmayınca netsin âdem âdemi.” (Ziya Paşa) Ne mutlu, ‘omurgalı/ adam gibi adam’ olmayı ilke edinen yiğitlere!..

26 Nisan 2022 Salı

BERLİN'DEN YÜKSELEN ÇIĞLIK ZEKAT 2022

Ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde 2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 11 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu 11 sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, bakalım: MADDEYE TAMAHKÂR OLMAMAK LAZIMDIR Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden tutmamız gereken aydır. Bu ay reddi kelam etmemiz gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “ Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet tekin) Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler de kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesi öngörülmüş olmalıdır. Peygamberimiz tarafından belirlenen miktar %2.5 iken bugün bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Buyruk şöyledir: “Zekât malları ancak; temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin, Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların, İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri İslâm’a ve Müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin, Başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir ve kölelerin, meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da, elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların, Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, İslâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış ama ihtiyaç içinde olanların, Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır. Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve hepinizin uyması gereken bir yasadır. Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir. O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut kısa). Ancak Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir. Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına da çıkarılmamalıdır. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed) Dolayısıyla yardımlarınızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Hergün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım. ALMANYA’DA TAHMİNİ OLARAK YILDA BİR MİLYAR EURO TOPLANIYOR Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü? Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor… Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Kültür merkezleri kurmalıyız. ÖLÜM HAKTIR, DÜNYA FANİDİR İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır. AFRİKA ÜLKELERİNİ MÜSLÜMANLAR FAKİRLEŞTİRMEDİ Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarınızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir. BİZİM ÇOCUKLARIMIZA KİM SAHİP ÇIKACAK Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken, bu vurdumduymazlık niyedir. Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Altarnatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk) PİSLİK; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. BU PARALARLA ALMANYA’DA NELER YAPILABİLİRDİ -Bu paralarla vakıflar kurulurdu. -Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. -Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, -Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi, -İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. -Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. -Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. -Çocuk yuvaları açılırdı. -Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. -Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca’ya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye. -Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi. -Türkçe dil kursları açılırdı, -Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. -Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı. -Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu v.b. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen o 6 madde de işlerlik kazanırdı. SONUÇ: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcı’nın elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100 Euro zekatımızın olduğundan hareket edelim. 100:8=12,50 eder. “1-Fakire 12,5+ 2-Miskine 12,5= 25 yapar. Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. ANCAK, KALAN %75’DEN DİREK OLARAK FAKİRİN HAKKI/PAYI YOKTUR. DOLAYLI OLARAK VARDIR: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerin, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fi sebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60) Ve bu payların yaşanılan yerin/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir. Unutmayalım; bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim: “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır. Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’

MİLLİ GÖRÜŞ İFTARI 2022 ÖYLE GEÇER Kİ ZAMAN…

Hey gidi günler hey! Ne de çabuk geçtin öyle. Hayal gibi. Davet geldiği zaman önce kendimle hesaplaştım. Davete icabet edip etmemekte tereddüt ettim. Gideyim mi yoksa gitmeyeyim mi? İslâm Toplumu Milli Görüşün iftar davetinden söz ediyorum. 15 yaşımdan beri hizmet ettiğim davamdan. MİLLİ GÖRÜŞ davası derdik biz ona. Sarp yokuşları aşarak hizmet ettiğimiz bir davaydı o. İbadet aşkıyla çalışıyorduk. Milli Görüş’ün başındaki sorumsuz sorumlular yoluna baş koyduğum davamdan 26 sene önce beni uzaklaştırmışlar, görevime son vermişlerdi. Aradan 26 sene geçmiş. Kocaman bir 26 sene. Acı ve ıstırap dolu 26 sene. Ben de o zaman, çocuklarımın rızkını kazanmak için pazarcılık yapmaya başlamıştım. O yıllar geldi gözümün önüne. Hatıralarım depreşti birden bire. Eşimin(Allah rahmet eylesin) 25 sene hizmet verdiği Vakıf Camii’nden apar-topar atıldığı o günler geçti gözümün önünden. O zamandan bugüne kadar 4 tane bölge başkanı gelip geçmiş Berlin’de. Kimse beni iftara davet etmemiş, şimdi davet ediliyorum. Bugün tarihler 2022 yılının Ramazan ayını gösteriyor. O koltuğa bir adam evladı oturmuş. Hasan İstanbul. Beni iftar yemeğine davet ediyor. Mutlu oldum elbet. Yalnız bir çekincem vardı; orada o dinozorlar da olacaktı, Ramazan’ın mübarek havasını kirleteceklerdi. Onlarla aynı mekânda bulunmak istemiyordum. Sonunda sağduyum galip geldi ve davete icabet ettim. Kapıda, misafirleri karşılayan gençler tanıdığım gençlerdi, Hasan Basri kardeşler, hürmet ettiler. Kucaklaştık onlarla. Saygılarını gösterdiler. Sevgili Yunus Kalyon ile daha bir muhabbetle kucaklaştık. Ayaküstü hal hatır sordular. Yılların hasreti, kolay değil. Organizasyondan sorumlu olan Ömer Bayram beni uzaktan gördü ve yanıma gelerek “Hocam hoş geldiniz safalar getirdiniz dedi ve kendisine eşlik etmemi istedi, isteğe uydum, “Buyurun Hocam, 12 numaralı masaya oturabilirsiniz. Afiyet olsun.“ Burada Ercan Yılmaz’ında hakkını teslim etmem gerekiyor. Gecenin bir buçuğunda çay içtiğimiz mekâna kadar gelip “hocam çantanızı unutmuşsunuz buyurun.” deme nezaketinde bulundu. Oturduğum masaya gelip hürmetlerini sunanlar oldu. O kadar duygulandım ki… Ben de onlara sevgilerimle mukabele ettim. Olması gereken de bu değil miydi? Hayatını davasına adayan bir Hocanın, Milli Görüş’ün iftarına davet edilmesi için Hasan İstanbul’un bölge başkanı olması mı gerekiyordu? Korktuğum başıma geldi. Kifayetsiz muhterisler de davet edilmişti iftara. Onları görünce kimyam bozuldu. Zalim insanlardı onlar, nice hocaları, nice yöneticileri, hakikatli Milli Görüşçüleri kurdukları engizisyonlarda mahkûm eden Milli Görüş baronlarıydı onlar. Belki gençlere, o ciğerleri beş para etmez, yılışık, menfaatperest dinozorlar fazilet sahibi insanlar olarak anlatıldı. Gençler onlarla teşrik-i mesaide bulunmadılar. Gençler nereden bilsindi onları. Onların; camiye namaz kılmak için gelen insanların şapkalarını, fötr şapkalarını kesip çöpe attıklarını, kravatlı insanları camiden kovduklarını nereden bilsinlerdi? Nereden bilsinlerdi onlar, "banka kredisiyle ev alanların anneleriyle Kâbe’nin önünde zina yapmış gibi" olduklarını söyleyenlerin, bir zaman sonra kendilerinin banka kredisiyle cami ve ev satın almaya başlayacaklarını? Nereden bilsinlerdi onlar, Müslümanların Milli Görüşün büyük(!) hocalarından fetvalar alarak hanımlarını 3 talakla bir anda boşadıklarını? Bunu da Allah’ın emriymiş gibi yaptıklarını ve sırf bu nedenden dolayı geride bir sürü masum kadın bıraktıklarını? Nereden bilsinlerdi onlar, sadece imam nikâhıyla evlenmenin bugünkü yaşadığımız sosyal problemlere sebep olacağını…? Sadece bu sebepten doları yüzlerce kızımızın, kadınımızın hiçbir hak iddia edemeden 3 talakla boşanıp kapıya konulacağını? Nereden bilsinlerdi onlar, kanser hastası olan çocuğuyla, kanser hastası olan hanımıyla hastanelerde koştururken bir anda görevlerine son verilerek sokağa bırakılan hocaları? Ben o akşam gençlerin samimiyetinde kendi gençlik masumiyetimi gördüm. Onlar da aynı anlayışla çalışıyorlar besbelli. Dileğim odur ki Yüce Rabb’imden, o samimi gençler hayal kırıklığına uğramasınlar. O gençlerin ayağına taş değmesin. O tertemiz gençler; yüzlerce hocanın, hoca hanımın, yöneticinin kanını emen o vampirlerin ağına düşmesinler. Sevgili gençler; biz o yol kesicileri fark ettik etmesine de sesimizi duyuramadık. Etraflarına ördükleri fasit daireden içeriye giremedik. Uzun uğraşlardan sonra onların ipliğini pazara çıkaran yöneticiler oldu elbet. Onlar da bir sonraki gelen başkanın marifetiyle oyun dışı bırakıldılar. Hasan Başkan; Allah o gençleri sana emanet etmiş. Emanete sahip çıkasın. Onların ellerinden sıkıca tutasın. Ümitlerini kırmayasın. Onlar geleceğimizin inşasının teminatıdır. Onları mutlaka geçmişleriyle yüzleştiresin. Geçmişleriyle yüzleşmeyenler yaptıklarını fazilet olarak görürler ve geleceklerini inşa edemezler.

18 Nisan 2022 Pazartesi

KANÇILARYADA ÇAYKUR ÇAYI

Elektronik postama bir haber düşmüş. Baktım davetiye. Büyükelçilikten. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık bir dizi resmi temaslarda bulunmak üzere Berin’e gelmiş. Gelmişken vatandaşlarla da buluşup dertleşmek istemiş. Davete icabet ettim. Önce kendisini dinledik. Yanlış bildiğimiz doğrular ve doğru bildiğimiz yanlışlar varmış bakanlığın yaptığı hizmetlerden. Müstefid olduk. “Nerede bir Türk vatandaşı varsa biz oralara hizmet götürmek için çalışıyoruz. Onlara sahip çıkmak görevimiz. Maddi ve manevi ne sorunları varsa onu çözme konusunda görevimiz var. Problemlerimizi çözeceksek kendimiz çözmeliyiz. Çözümü Alman devletinden ya da Gençlik Dairesinden beklememeliyiz. Türk toplumu maalesef koruyucu aile olma konusunda çok istekli değil. Bu büyük bir sıkıntı. Mutlaka giderilmesi gereken bir sıkıntı. Ayrıca aile içi şiddete maruz kalanlar buradaki sığınma evlerine gitmek istemiyorlar, Türklere ait bir yerin açılmasını istiyorlar. Böyle bir yerin açılması çok önemli. Burada kendi yaşadıkları ülkelere entegre olmuş ciddi bir Türk nüfusundan bahsediyoruz. Yaşadığınız ülkede Türk vatandaşı olmanın vakarını koruduğunuzun ve sorumluluğunuzu fazlasıyla yerine getirdiğinizin farkındayız. Fakat yapılacak çok iş var. Biz üzerimize düşen ne ise maddi ve manevi hiçbir yardımdan kaçınmadan onu yapıyoruz. Bunlara sizler de şahit oluyorsunuz. Bundan sonra da yapacağız. Bizimle temasa geçin, yaşanan sıkıntılarınızı mutlaka bize iletin. Devletinize güvenin." Bakan Yanık söyledi bunları. Bu toplantı iftar öncesinde yapılan bir toplantıydı. Dernek temsilcilerinin ve basının davet edildiği bir toplantı. Soruların cevaplandırılması bölümüne geçilince arkadaşlar sıraya girdi. Parmaklar havada. Konular çok önemliydi çünkü. Ben de sevindim. Anlamlı sorular sorulacak ve biz de istifade edeceğiz diye beklemeye başladım. Her zaman olduğu gibi yine hayal kırıklığına uğradım. O kadar kalkan parmak içinden bir iki kişi soru sorabildi. Soru sormak için soru soranlar olduğu gibi, alakasız soru soranlar da vardı, hatta sorusunun alakasız olduğu anlaşılınca alakalı soru bulmak için tekrar söz alanlar da vardı. Ben buradayım demek için parmak kaldıranların yanında, kendisini övmek için söz alan arkadaşlarımız da vardı, bazıları da hayat hikâyesini anlatıyordu. Korsan konferans verenler bile vardı. Âlem insanlarız bizler. Berlin’de hizmet veren SKT’lerin temsilcilerinden bahsediyorum. Oysa sorunun kısa ve öz olması makbuldür. İsmini ve temsil ettiğin derneğin ismini söylersin o kadar. Ben böyle bir ortamda soru sormayı ve fikir beyan etmeyi uygun görmedim. Toplantıda, evlat edinmenin önemi öne çıkmıştı. Çok önemli bir konu. Kanayan yaramız demek lazım. Dert yanıyordu bazı arkadaşlarımız. Çünkü onlar özverili çalışmalarıyla başarmış evlat edinmeyi. Uzun bir süreçten geçiliyormuş bunun için. Gençlik Dairesi Türklere çocuk verme konusunda fazla hevesli olmuyormuş, aksini söyleyenler de vardı. Anlatılanlara göre Türk aileler de çocuk almak istemiyormuş zaten. Nedenleri konusunda çeşitli sebepler dile getirildi. Ancak orası münazara yapılacak yer değildi. Herkes bildiğini söyleyecek veya teklifini yapacak sonrasında verilecek cevabı bekleyecekti. Öyle olmuyor maalesef. Belki bir gün toplantı âdâbını da öğreniriz. Neden dersiniz? Benim de bir teklifim olacaktı konuyla ilgili, orada yapamadım. Önemli gördüğüm bir teklif. Dile getirilmeyen bir teklif. İşin püf noktası olan bir teklif. Siz okuyucularım için o teklifi köşemde yazmak istedim. Belki muhatabına ulaştırılır. Teklifim: “Evlat edinme sorununun çözümünde birinci ayak gençlik dairesi ise ikinci ayak halkın dini inancıdır. Türk halkı Müslümandır. Mütedeyyin Müslümanlar evlatlık almanın haram olduğuna inanırlar. Bu inanç evlatlık almanın önünde duran en büyük engeldir. Konu Diyanet İşleri Başkanlığı’yla birlikte çözülecektir. Bu işi de Aile ve Sosyal İşler Bakanlığı’nın yapması gerekir. Diyanet’ten konu ile ilgili fetva almadan bu iş çözülmez. Halkı Müslüman olan bir ülkede laiklik, dini ihtiyaçlara dayalı problemleri çözmez. Çözmez değil, çözemez. ’Laik bir ülkede fetva mı alacağız?’ gibi cümleler kurulacaksa eğer, o zaman bu işin çözümüyle ilgili beklenti içine de girilmemelidir. Bu gibi cümleler kuracak olanlar veya kuranlar halkını tanımayanlardır. Alınız elinize bir fıkıh kitabı ve bakınız onun ilgi bölümüne nelerle karşılaşacaksınız. Doğrudur veya yanlıştır ama bu böyledir. O kitaplarda yazanlar yok edilmeden, hocalar kürsülerden aksi bir beyanda bulunmadan bu sorun çözülmez. Konu ile ilgili defalarca toplantı yaparız, birbirimizi suçlarız ancak bir arpa boyu yol alamayız. Türkçe derslerinde yol alamadığımız gibi. Sonra da sittin sene bekleriz. Ayağımızın yere basması lazımdır. Halka rağmen problem çözülmez. Hele bu çağda bu kafa… gibi ifadelerle başlayan cümleler kurarak hiç çözülmez.” Toplantıdan sonra iftar için ana salona geçildi. Ben yine Özbek pilavı bekliyordum ama beklentim boşa çıktı. Yemekten sonra çay servisi yapan hizmetli elinde tepsi, oturduğum masaya yaklaştı ve “bu çayı sana, Beyefendi gönderdi” dedi ve ilave etti, ”bugün ÇAYKUR çayı demledik afiyet olsun” deyince ayağa kalktım, salonun öbür ucunda Beyefendi el sallıyordu. Gözlerim doldu. Masada oturan arkadaşlarım şahittir. Bu ne saadet böyle… Arkadaşlar beni tebrik ediyorlardı, “Nihayet başardın hocam.” 10 seneden beri www.ha-ber.com haber sitesindeki köşemde yazıyordum bu konuyu. Nihayet ülkem için, ülkemin insanı için bir şeyi başarmıştım. Ne mutlu bana. Ahmet Külahçı, “Ben 40 seneden beri kaçak çay içerdim, çok şey kaybetmişim bugün çayın tadına vardım Hocam” dedi. Ahmet Külahçı Hürriyet Gazetesi’nin Avrupa sorumlusudur. Duayen gazeteci. Sağ olasın Büyükelçim sen bana bu saadeti yaşattın ya, Allah da senin ayağına taş değdirmesin. Ancak bu arada küçük bir sorun oluştu. Çay sorumlusu olan şahıs bana geldi ve dedi ki; Hocam başımıza iş açtın. Biz kaçak çayı bir kez demliyorduk, demleyiş o demleyiş, yetiyor ve artıyordu bile. 400 kişiye çay yetiştirmek kolay olmuyor Hocam. Bundan sonra da ÇAYKUR çayı demleyecek olursak bu kazan ve demlikler yetmez. Sık sık çay demlememiz gerekecektir. Bunun için yeterli demlik ve çaydanlığımız bile yok. Onlar da haklı. Bu kadar insana çay yetiştirmek oldukça zor. Burada ülke ekonomisini düşünmek lazımdır, bunun için de biraz duyarlı olmak, sıkıntıya katlanmak lazımdır. Maden ÇAYKUR çayına yol açıldı. O zaman bu konuya ÇAYKUR genel Müdürü Yusuf Ziya Alim el atmalıdır. Bu konuyu çözecek olan ÇAYKUR Genel Müdürlüğü veya duyarlı iş adamlarımızdır. Yeteri kadar Bakır semaver yaptırıp Büyükelçilik’e ve Başkonsolosluk’a takdim etmek gerekir. Semaverlerin üzerine reklam için yazılar da yazdırılabilir elbet. Böylece bu sorunu da çözmüş oluruz. Haydi, hayırlısı olsun…

12 Nisan 2022 Salı

TEDAVİ AMAÇLI İLAÇLAR ORUCU BOZMAZ

Oruç, Bakara Suresi’nin 183-187’nci ayetlerinde detaylı olarak işlenir. Orucu tutmanın önemi, zamanı, süresi, nasıl tutulacağı, ne zaman kaza edileceği, detaylı olarak açıklanmıştır. Oruç tutmamızı isteyen Allah’tır, nasıl tutulacağını açıklayan da Allah’tır. Oruç ibadetine ilaveler yaparak zorlaştırmak ibadetin ruhuna aykırıdır. “Oruç tutunuz sıhhat bulunuz” tavsiyesini anlamsız hale getirmektir. Allah’ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer. Allah’ın önüne geçmek olmaz. Allah’a dinini öğretmek hiç olmaz. Oruç tutmak aç kalmak susuz kalmak değildir. Oruç, Müslümanın kendisini kötülüklerden uzak tutması anlamına gelir. Ayetin buyruğuna göre amaç “arınmak” tır. Kişinin yaptığı kötülükleri, işlediği günahları gözden geçirerek Yaradan’na bir daha yapmayacağına dair söz vermesidir. Müslüman bu sözü helal olan şeyleri oruç ayı süresince kendisine haram kılarak verir. Ve o senenin kalan 11 ayında bir daha günaha bulaşmayacaktır. Nasuh tövbe denir buna. Şuurlu bir şekilde tutulan oruç Müslümanın kendisini kontrol altına almasını sağlar, böylece iç disiplinini gerçekleştirir. Sosyal adaleti sağlamanın alt yapısını oluşturur. Teravih namazlarındaki coşku, koşuşturma, iftar sofralarındaki cömertlik, kucaklaşma o disiplini gerçekleştirmek içindir. Verilen fitre ve sadakalar da Müslümanı cimrilikten kurtarır, fedakarlık duygusunu geliştirir. Orucun sonunda bayram namazında gözle görülür bir mutluluğun yaşanmasını sağlar. Herkes güzel ve temiz elbiseleriyle gelir bayram namazına, bütün yüzler güler o gün, eller öpülür, hediyeler verilir. Bütün bunlar Müslümanın iç disiplinini sağlamasının sonucudur. Kendisinde olanı başkasıyla karşılıksız paylaşmanın sonucudur. Ne anlamlı bir davranış. Tüm bu güzelliklerin gerçekleşmesine oruç vesile olmuştur. Oruç sadece aç kalmak, susuz kalmak olarak anlaşılmamalıdır. Bu bir eğitim sürecidir. Müslüman böylece kendini terbiye eder, maddi ve manevi arınmasını gerçekleştirir. İşte, oruç tutan Müslümandan istenen de bu arınmadır. Müslüman üçüncü kişiye dokunarak elde etmiştir bu arınmayı, sadece aç ve susuz kalarak değil. Gelenekte, orucun süresi güneşin doğuşuyla ve batışıyla sınırlandırılmıştır. Oysa Kur’an oruç ayetlerinde güneş ifadesini kullanmaz. Başlangıç için “beyaz iplik ve siyah iplik” sonlandırma için “gece karanlığı” ifadelerini kullanır. Güneş ifadesini kullanmaya uygun olan bir coğrafyada, ekvatorda bu ifadenin kullanılmaması manidardır. Günün saatlerinin tam olarak teşekkül etmediği veya 6 ay gece ve 6 ay gündüzün olduğu coğrafyada yaşayan insanlara bir mesaj vardır burada. “Beyaz iplik ve siyah iplik” betimlemesiyle işe gitme saati, “gece karanlığı” betimlemesiyle de işten gelme saati vurgulanmış olmalıdır. Günün saatlerinin tam olarak teşekkül etmediği coğrafyalarda güneşe endeksli bir süre sınırlaması yanlış olur. Sıkıntılı bir durum oluşturur. Müslümana taşıyamayacağı bir yük yüklenmiş olur. İnsan sağlığına uygun olmayan bir sınırlamadır bu. Sırf bu yüzden oruç tutmayı önemli saymayanlar olabilir. Vebaldir. Böyle bir uygulamanın peşinden arınma gelmez. Hamasi duygularla sürenin uzatılması, zamanın tam olarak teşekkül etmediği coğrafyalardaki Müslümanlara zulümdür. 13-14 saatlik oruç süresini 19-20 saate kadar yükseltmek orucun esprisini anlamamak demektir, zulümdür. Burada sevap alma adına Allah’a fatura edilen bir zulüm vardır. Allah’ın gözüne girme yarışıdır bu. Oysa “Allah kimseye gücünün üzerinde yük yüklemez.” Bu önemli bir kuraldır. Allah orucun başlangıcını ve sonlandırılmasını güneşin doğmasına ve batmasına bağlamamıştır. Aklını çalıştıranlar için bunda hikmetler vardır. Arap’ın 1400 sene önce o gün orada anladığını deforme etmeden aynıyla diğer bölgelere aktararak Kur’an’ı evrenselleştirmek gerekir. Bu bir görevdir, sorumluluk gerektiren bir görevdir. O yörelerde yaşayan dini önderlerin kanaat önderlerinin görevidir. Söz konusu coğrafyalarda, Mekke ve Medine’nin oruç tutma süresinin ortalaması alınarak orucun süresi tespit edilmelidir. Ya da şartlar oluşmadığı için o yörelerdeki Müslümanlara oruç farz değildir denilmelidir. Sorumlu bir görev adamına yakışan budur. Orucu bozan şeylere ilaveler yapılmıştır. Orucu bozan şeyler Kur’an’ın ifadesine göre 3 tür. “Yemek, içmek ve cinsel ilişki.” Bu üç şeyden başka orucu hiçbir şey bozmaz. İğne vurulmak, bir miktar su ile hap almak orucu bozmaz. Kronik hastalar zaten oruç tutma konusunda serbest bırakılmışlardır. Çünkü Allah kimlerin oruç tutmaktan muaf olduğunu sıraladıktan sonra, “Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” Vurgusunu yapmıştır. Müslüman bir bardak su ile ilacını alıp orucuna devam edebilecekse bu hayırlı işten mahrum bırakılmamalıdır. Karar mazeretli olan o kişinindir. Burada genel bir kuraldan bahsedilemez. Bir ilave de orucu bozma konusunda yapılmıştır. Bilerek ve isteyerek orucu bozan kişiye 60+1= 61 gün kefaret orucu tutması icap ettiği söylenir. Hem de arkası arkasına tutulacaktır. 61 gün kefaret orucu uydurma bir şeydir. Kur’an ve sünnetten hiçbir dayanağı yoktur. Gelenek oruçta bir de eksiltme yapmıştır. Mesela, fidye vermenin hastalar için olduğu özellikle vurgulamıştır. Hastalar fidye verecektir bu doğrudur. Ancak “Oruca güç yetiremeyenler” de fidye verecektir. İkisi ayrı kişilerdir, burada güç yetiremeyenler hasta değildir. Sağlıklı insanlardır. Ancak işinin zorluğundan dolayı oruç tutmaya gücü yetmeyen kişilerdir bunlar. ‘İnşaat işçileri, haddehanede çalışanlar, bütün gün ateşin karşısında döner kesenler, maden işçileri v.b.’, işte bunlar fidye verecektir. Böylece orucun bereketinden istifade etmiş olacaklardır. Ayrıca sosyal adaletin gerçekleşmesi için maddi olarak destek sağlamış olacaklardır. Tabiki maddi bir güce sahipseler. Maddi güce sahip değillerse fidye verme zorunluğu da yoktur. O zaman dua edeceklerdir. “Yarabbi gücüm yetseydi orucumu tutacaktım biliyorsun ki bu mümkün değil, maddi durumum da belli, beni affet ve ramazanın bereketinden mahrum eyleme.” Fidye vermek isteyenler 2 öğün yemek karşılığını vereceklerdir. Berlin şartlarında bu miktar en az 20 Euro olmalıdır. Zekâta gelince: Zekât ibadettir. Vergi değildir. Fakirin hakkıdır. Sekiz yere verilir. Zekât, yaşanılan bölgenin, ülkenin dışına çıkarılmamalıdır. Bir şekilde çıkarılmışsa geriye getirilmelidir. Önce herkes kendi bölgesinin fakirinden sorumludur. Şafii, Maliki ve Hambeli mezheplerinin görüşü böyledir. Kurumlara zekât verilmez diye bir kural yoktur. Zekât ayeti özellikle kurumlara zekâtın verilmesini emreder. Fakir ve miskin ifadesi 2 maddeden oluşur. 100 Euro zekâtımız varsa bunu sekize böldüğümüzde her bir madde için yüzde 12.5 düşer. İki tane yüzde 12.5 yüzde yirmi beş eder. Fakirin ve Miskinin zekâttan payına düşen tam da bu kadardır. Kalan yüzde yetmiş beşi kurumlar aracılığıyla fakirlere intikal ettirilecektir. Bunun için ‘fabrika kurulabilir, hastane yapılabilir, araştırma enstitüleri kurulabilir, oteller yapılabilir, tercüme büroları kurulabilir, hukuk büroları kurulabilir, yurtlar, özel okullar, üniversiteler kurulabilir.’ Bu kurumlarda fakir öğrenciler hizmet alırlar. Finansmanı da zekât fonundan karşılanır. Böylece yüzde yetmiş beşe ulaşılabilir. Müslüman fakirin yemek için paraya ihtiyacı olduğu gibi çalışmak için işe de ihtiyacı vardır. Fakir öğrencilerin kalmak için yurtlara, ihtiyacı vardır. Zekât fonu kullanılarak özel okullar açılabilir, üniversiteler açılabilir. Yolda kalmışların konaklaması için otellere ihtiyaç vardır. Fakir hastaların tedavisi için özel hastaneler açılabilir. Berlin’de fakirlere hizmet eden bir tane kurum yoktur. Her sene en azından 5 milyon Euro zekât parası çıkar Berlin’den. Bunların çoğu camilerde toplanır, bağış kuruluşları aracılığıyla toplanır. Kimisi Afganistan der götürür, kimisi Filistin der götürür, kimisi Suriye der götürür ve götürür... Yıllarca Çeçenistan deyip götürdüler, bugün Çeçenistan’dan geriye kalan zekat parasıyla besleyip büyüttüğümüz o malum Kadirov kalmıştır! Berlin’de hizmet veren dini cemaatlerden rica ediyorum; etmeyin eylemeyin, kendi ayağınıza kurşun sıkmayın. Çocuklarınızın geleceğini karartıyorsunuz. Lütfen geleceğinize yapın yatırımınızı. Duygusal nutukların peşine takılarak zekâtlarınızı ve sadakalarınızı Berlin’in dışına çıkarmayın. O toplanan 5 milyon Euro’yu burada yatırıma dönüştürelim. Üniversite öğrencileri için yurtlar yapalım. Üniversite öğrencilerine, doktora öğrencilerine hatırı sayılır burslar verelim. Binlerce öğrencimiz heba olup gidiyor. Kültür merkezi açarak kendi kültürümüzün vazgeçilmezleri için o merkezde kurslar açalım. Dil kursu açalım, Osmanlı mutfağının vazgeçilmez yemeklerinin kurslarını açalım, el sanatlarımız için kurslar açalım, müzik kursları açalım ve bu kurslar fakir öğrenciler için ücretsiz olsun. Dergi çıkaralım, gazete çıkaralım. Konferanslar düzenleyelim. Eğer bu işe bugün başlarsak göreceksiniz 10 sene sonra göğsümüzü kabartan nesiller yetişecektir. Bizler unutulan nesilleriz. Yurtdışı Türkler Başkanlığı (YTB) adıyla bir kurum kurmuş Türkiye. Buraya gelip nutuk çekip gidiyorlar. Yardım ediyoruz diyorlar ama kimlere yardım ettikleri belli değil. Hepsinin gayesi sicillerine pozitif bir şeyler yazdırmak belli ki. “Berlin Kurban Şenliği” yapıyoruz Neukölln’de 7-8 bin insan geliyor bu şenliğe. Kurbanlarımızı burada kesiyoruz ve pilav üstünde ve ayran eşliğinde halka ücretsiz olarak dağıtıyoruz. 2018 yılında on ikincisini yaptık bu şenliğin. Pandemi dolayısıyla ara verdik. Destek istedik YTB’ den. Müracaatımıza “Kurban şenliği kültürel bir etkinlik değildir. Size yardım yapamayız” diye cevap geldi. “Almanya’da Türk İzleri” gezisi düzenledik, rehber olarak Dr. Latif çelik bizimle olacaktı, yine müracaat ettik, “biz bu tür gezilere destek vermiyoruz.” dediler. Yine reddedildi. Anlatmaya çalıştığım şey şu, biz kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz. Beklentilerimiz olmayacak. İmkanlarımız var, zenginlerimiz de var. İlave bir masrafa da gerek yoktur. Sadece her yıl verdiğimiz zekatımızı Berlin’deki fakirlerin ihtiyacına kanalize edelim o kadar. Her sene tanesi 2 milyondan 10 senede 10 tane milyonluk kurum. 20 sene sonra inanın parmakla gösterilecek eserler bırakacağız Berlin’e. Geleceğimizi ancak bu şekilde inşa edebiliriz. Yeterki hamasetten biraz uzak duralım. Burası sevabın zirveye çıkacağı yerdir. Bu kurumlar neslimizin şuurlanmasına vesile olacaktır. Gençlerimizin silkinip kendilerine gelmelerine vesile olacaktır. Bu ve benzeri etkinliklerin yapılabilmesi sizlerin zekâtlarınızı bir kurumda toplamanıza bağlıdır. “Fisebilillah, Yolda kalmışlar, Köleler, Zekât memuru ve Müellefe-i Kulub” maddeleri çerçevesinde bu kurumlar kurulabilir. Devamlılığı sağlanabilir. Bu mümkündür. Yaşadığımız ülkelerde fakirlere hizmet için kurumlarımızı kurarsak, dünyanın her tarafından fakir öğrencileri getirip o kurumlar aracılığıyla okutma ve eğitmek mümkündür. Tedavi ettirip geriye göndermek mümkündür. Sonra da o kişiler balık tutmayı öğrenmiş olarak ülkelerine dönecekler ve hizmet etmeye başlayacaklardır. Böylece o insanlara en güzel hizmet verilmiş olacaktır. Yıllardır zekât paralarımızı Berlin’in dışına çıkardık da neyi başardık, lütfen bir düşünün... Afganistan’ı mı kurtardık, Filistin’i mi kurtardık, Suriye’yimi kurtardık yoksa Çeçenistan’ı mı, Irak’ı mı?

9 Nisan 2022 Cumartesi

KANÇILARYADA ÖZBEK PİLAVI

Ben Özbek Pilavını ilk defa Ankara’da yemiştim. Ersönmez Yarbay davet etmişti. İkinci defa da Berlin’in Unter den Linden (Ihlamurlar altı) Caddesi’nde Özbeklerin mekânında yemiştim. Üçüncüsünü kançılaryada yedim. Bu sefer T.C. Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen’in verdiği iftar yemeğinde yedim. Oldukça lezzetliydi. Aynı masayı paylaştığım arkadaşlar da aynı görüşteydiler. Ayrıca çok sade bir iftar sofrasıydı. İsraftan kaçınılmış. Sayın Şen’in selefleri zamanında da davet ediliyordum iftar yemeklerine. Selfservis usulüyle yemeklerimizi alırdık açık büfeden. Hangi yemekten alacağımızı şaşırırdık. Bu kadar israfa ne gerek var diye de kendi kendimize söylenirdik arkadaşlar arasında. Zaman zaman yazdığım da olmuştur o iftar yemeklerini. -Ne Büyükelçiler gördü bu gözler Berlin’de. Ramazan ayında, Cuma günü Cuma Namazı vaktinde Cumhuriyet resepsiyonları veren elçiler bile geçti Berlin’den...Yanlış okumadınız ayniyle vakidir. Laiklik endişesiyle yapılırdı bunlar. Nerelerden nerelere geldik. Bugün kançılaryada Kur’an okunuyor, dua ediliyor, iftar yemekleri veriliyor. Görüyorsunuz laikliğe birşey de olmuyor- Sayın Şen’in verdiği iftar yemeğinde sadece çorba ve Özbek pilavı ikram edilince ’işte budur.’ dedim. ‘Devletin malını çarçur etmenin anlamı yoktur. Çünkü devletin malı milletin verdiği vergilerden oluşur. Emanettir, usulünce harcanmalıdır.’ dedim. Sayın Şen ile Berlin Başkonsolosu iken tanışmıştık. Berlin’den sonra Özbekistan’a Büyükelçi olarak atanmıştı. Yıllar sonra tekrar Berlin’e Büyükelçi olarak geldi. Elçi, sadece ikili ilişkileri gerçekleştiren kişi olmamalıdır. Elçi aynı zamanda temsil ettiği ülkenin kültür elçiliğini de yapmalıdır. Sayın Şen işte böyle birisi. Özbekistan’dan bize Özbek Pilavını o getirdi ve iftar sofrasında ikram etti. Söylediğine göre malzemelerini de Özbekistan’dan getirtmiş. Pirinci ve havucu özelmiş, buralarda bulunmazmış. Hatta pirinç Hârizm pirinciymiş. "Harezm" kelimesi, Araplar bölgeye gelinceye kadar bir kavim ismi olarak kullanılmış. Arapların Türkistan'a yayılmaları ile birlikte ismin anlamı coğrafi bir özellik kazanmış. Günümüzde Harezm toprakları İran, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırları içinde kalır. Hârizm halkı ilme düşkünlüğü ile bilinen ve tanınan bir halktır. Medrese ve kütüphaneleri dünyaca ün yapmıştır. İlim ve sanata ilgileri oldukça fazladır. Hârizm Moğol istilâsına kadar İslâm dünyasının en önemli merkezlerinden biridir. Hârizm’de, “Harizmî” nisbesiyle ün yapan birçok ilim adamı, şair, edip ve sanatkâr yetişmiştir. Muhammed b. Mûsâ el-Harizmî, Ebû Bekir el-Harizmî, Muhammed b. Ahmed el-Harizmî, Bîrûnî, Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî, Necmeddîn-i Kübrâ, Abu Mansur as-Samarqandi al-Maturidi, Suriye fâtihi Atsız b. Uvak bunlardandır. Harizmî ya da tam adıyla Ebû Ca'fer Muhammed bin Mûsâ el-Harizmî, Matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış olan bir ilim adamıdır. Harizmî 780 yılında Harezm bölgesinin Hive şehrinde dünyaya gelmiştir. 850 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir. Harezmî cebrin atası ya da kurucusu olarak tanınmıştır. Cebir alanındaki çalışmaları, 16. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde temel matematik ders kitabı olarak okutulmuştur. Özbek pilavı işte böyle bir yöreden geliyor. Özbek pilavının tarifini ilk defa yapan da o yörenin bir başka ilim adamıdır. İbn-i Sina. Türk filozofu ve tıp bilgini İbn-i Sinâ. İbn-i Sinâ Özbekistan'ın tarihi kenti, ilmin merkezi Buhara'da dünyaya yayılmıştır. Sağolasın Sayın Şen. Türk dünyası adına Elçilik görevinizi yerine getirdiniz. Hem de iftar sofrasında. Sayın Şen, bu güzel pilavdan sonra kançılaryada bir de Rize’de üretilen Çaykur çayı içebilseydik ne kadar anlamlı olurdu. Belki birgün o da olur... 6 Yorum Ali Karakoç Afiyet olsun sevgili kardeşim saygilarimi sunuyorum Yanıtla19s Rüştü Kam 2g · Herkese Açık ile paylaşılıyor ZEKATI VERGİ OLARAK DÜŞÜNÜRSEK FAKİR İLE ZENGİN ARASINDA YARDIMLAŞMA ZEMİNİ KALMAZ. İNSANLARDA YARDIMLAŞMA DUYGUSU KALKAR.

25 Mart 2022 Cuma

ZEKATIN SADECE %12,5’i MÜSLÜMAN FAKİRİN HAKKIDIR,…

-Allah akıllı Müslümanı sever, ahmak Müslümanı sevmez. Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım ihtarını yapan Allah’tır- Yıllardan beri Müslümanlar zekât verirler ve bu zekâtların çoğunu da yaşadıkları ülkelerin dışına çıkarırlar. Yıllar var ki bu böyledir. Bu uygulama ile hangi ülkenin insanını ihya ettiler, hangi ülkenini insanını esaretten kurtardılar bugüne kadar? Afganistan’ı mı, Filistin’i mi, Arakan’ı mı, Irak’ı mı, yoksa Suriye’yi mi? Bugüne kadar yapılan uygulama eksiktir, sorunludur, yanlıştır. O ülke Müslümanlarına tanıtım açısından, yardımlaşma açısından zekât verilebilir. Ancak bunun miktarı %12,5’tir. Daha fazla olamaz. Eline üç beş kuruş alan, alay-ı vala ile soluğu Afrika’da, Ortadoğu’da alıyor. Allah o insanlara da akıl verdi, fikir verdi; hatta topraklarını da çok verimli kıldı. Altın onlarda, petrol onlarda, envai çeşit meyve, sebze ve deniz ürünleri onlarda. Buna rağmen kendilerine verilen nimetlerin kıymetini bilmiyorlarsa, kendi kabiliyetlerini kullanmıyorlarsa, bu, onların suçudur; suçlarının cezalarını da çekmelidirler. Lütfen, bu Ramazan’da bari zekatlarınızı çarçur etmeyiniz. Müslümanların ihtiyacı olan kurumlar var, bu ihtiyaçlar göz ardı edilmemelidir. Görmemezlikten gelinmemelidir. Allah Müslümanlara, geleceklerinin inşası için görev vermiştir. Bu görevler sorumluluk anlayışıyla yerine getirilmelidir. “Sözlükte ‘artma, arıtma; övgü ve bereket’ mânalarına gelen zekât, terim olarak Kur’an’da belirtilen sınıflara sarfedilmek üzere dinen zengin sayılan Müslümanların malından alınan belli payı ifade eder. Örfte, bu payın maldan çıkarılması işlemine de zekât denilir.”(İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde) Zekât Tevbe Suresi’nin 60. ayetinde belirtildiği üzere 8 yere taksim edilerek verilmelidir. Bu maddelerin ikisi yoksullar ile ilgilidir. “Fakir, Müslümanın yoksulu, miskin ise Ehl-i Kitab’ın yoksuludur.” (İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde) Allah şöyle buyurur: “(Ey Peygamber! Müşrik ve kafir akrabalarına maddi yardımda bulunmak isteyen müminleri bundan menetme.) Çünkü senin görevin, müşrikleri/ kafirleri imana zorlamak değildir; (kaldı ki bunu istesen de başaramazsın). Çünkü ancak, Allah dilediğine/ layık gördüğüne iman ve hidayet nasip eder.” (Bakara 2/272; Tercüme: Mustafa Öztürk) “Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, âdil davrananları sever.”(Mümtehine 60/8; Tercüme: Diyanet Vakfı) Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere; 100 Euro zekâtı olan kişi üzerinden hesabımızı yaparsak, Müslüman yoksulun zekâttan alacağı pay %12,5’tir. Gayri Müslim yoksulun zekâttan alacağı pay da %12,5’ tir. Toplamı %25 eder. Kalan %75’lik miktarın fakir ile doğrudan alakası yoktur. Bu taksimin şahıslar açısından zorluğu aşikardır. Bunun için yüce Allah zekâtın şahıslar tarafından birebir verilmesini değil, bir kurum aracılığıyla bu işin yapılmasını arzu etmiştir. Ayette zekât memurlarına zekâtın verilmesinin istenmesi, bir zekât kurumunun kurulması ve bu kurumda çalışanların aylıklarının da o kurum tarafından karşılanması anlamına gelir. Bugün ise böyle bir kurum yoktur. Cemaatler kendi aralarında organize olarak bu işi yapmaktadırlar. Aldıkları zekâtları amacına uygun olarak harcıyorlar mıdır, onu tam olarak bilemiyoruz. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebilirim ki, cemaatler aldıkları zekâtları sadece üyeleri olan yoksul Müslümanlara veriyorlar, daha fazla zekât toplamak için de zekât paralarını Afrika ve Ortadoğu’ya taşıyorlar. Bu işi de duygu sömürüsü ile yapıyorlar. Dedikoduların önüne geçebilmek için ise oralarda zekât parasını dağıtıp kurban keserken yöre insanlarıyla fotoğraflar-filimler çekilerek üyelerine gösteriyorlar. Camilerin kapılarında, dağıtılan broşürlerde, televizyon reklamlarında bu insanların acınacak haldeki resimlerini görebilirsiniz. Bireysel bazda zekât veren Müslümanlar ile cemaatlerin topladığı zekatların gittiği yer aynı yerdir. Kendilerine üye olan Müslümanların yoksullarıdır bunlar. İstisnalar vardır elbette, ama ben bugüne kadar öyle bir cemaat tanımadım. Hatta, “Gayri Müslim’in yoksuluna zekât verilmez” diyen cemaatleri yakinen biliyorum. Oysa Gayri Müslim ile ilgili iki madde vardır zekât ayetinde. Birisi miskin, diğeri müellefe-i kulûb (kalbi İslam’a ısındırılmak istenenler). Müellefe-i kulûb; maddî ihsanda bulunmak suretiyle gönüllerinin İslâm’a ve Müslümanlara karşı yumuşatılması arzulanan gayri Müslimleri, kendilerinin veya bağlılarının İslâm’ı benimsemesi umulan yahut zarar vermelerinden korkulan veya düşmana karşı himayeleri istenen nüfuz sahibi kimseleri ve dinde sebat etmeleri arzulanan yeni mühtedileri belirtmek için kullanılmıştır. (Geniş bilgi için bkz. İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde). Konu ile ilgili olarak, Âl-i İmrân 3/103 ve el-Enfâl 8/63 ayetlerine de bakılabilir. Zekât için temlik(şahsın bizzat eline verilmesi) şartı yoktur. Zekât yoksula para olarak verilebileceği gibi, zekat parasıyla yoksulun çalışabileceği fabrikalar da kurulur, tedavi olabilecekleri hastaneler de yapılır, kalabilecekleri öğrenci yurtları da inşa edilir. Durum böyle olunca, bilhassa Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, zekatlarının %12,5’ini Ehl-i Kitap yoksullara dağıtmalı ve %12,5’ini yine de Ehl-i Kitap’a İslâm’ın tanıtımı için harcamalıdır. Bunun için: Konferanslar düzenlenmeli, Kur’an mealleri ilgili ülkelerin dillerine çevrilerek dağıtılmalı, gazete-dergi çıkarılmalı, aşevleri açılmalı, amaca uygun geziler yapılmalı, bu konuda bir heyet oluşturulmalı ve o heyetin ve organizasyonun, personel ve fiziki mekân harcamaları da zekât kurumundan karşılanmalıdır. Berlin’de yaşayan Müslümanların üzerinden bir değerlendirme yaparsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Berlin’de 300.000 Türkiyeli yaşıyor. Diğer Müslümanları dahil etmeden yapıyorum bu hesabı. 300.000 Türkiyelinin 5.000’ ni ortalama 1.000 Euro zekât verdiğini düşünürsek 5.000x1.000 = 5 milyon Euro zekât toplanıyor demektir her sene Berlin’den. Bu para her sene toplanıyor. Fazlası vardır azı yoktur. Bu zekât miktarının Müslümanların kurduğu ortak bir kurumda toplandığını varsayalım ve Allah’ın arzu ettiği şekilde pay edildiğini düşünelim. Toplanan bu parayla: Tanesi birer milyondan her sene 5 tane kurum kurulabileceği gibi, ihtiyaca göre öğrenci yurtları kurulur, özel okullar açılır, hastaneler açılır, sadece fakirlerin ve miskinlerin çalışacağı işyerleri açılır, fabrikalar kurulur, aşevleri açılır, imam yetiştiren kurumlar kurulur, gazete ve dergiler çıkarılır, televizyon kanalları açılır, üniversiteler kurulur ve o kurumların masrafları da bu fondan karşılanır. Bu hesabı Türkiye üzerinden yapalım: Ben Denizliliyim. Denizli’nin nüfusu 04 Şubat 2020 tarihinde açıklanan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre 1.037.208dir. Hesabımızı 10.000 Müslümanın zekât verdiğini düşünerek yapalım. Ortalama 1.000 TL zekât verdiklerini düşünelim. 10.000x1.000= 10 milyon TL eder. Bu para her sene toplanıyor Denizli’de. Hesabı Denizliler vereceğine göre, varsın hesabı da onlar yapsın. Yukarıdaki yazdığım kurumların Denizli için de ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu hesaba göre 10 sene sonra Denizli’de ne fakir kalırdı ne de miskin. Kendi evinde yangın olan kişi başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemez, giderse döndüğünde kendisi de evsiz kalır. Allah tribünlere oynayan Müslüman değil, akıllı Müslüman istiyor; elini taşın altına sokan sorumluluk sahibi Müslüman istiyor!

19 Mart 2022 Cumartesi

ÇANAKKALE 2022

BİR ÇANAKKALE YAZISI DA BENDEN... 1915 yılının Temmuz ayı. Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik Çanakkale’de orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle orucunu tutmuştur. Siperinden de ayrıl-mamıştır. Ramazan Bayramı Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?” Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir: “Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperimdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyorum, dua ediyorum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatlarımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım. Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde bir yerde bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu. O zat o gün orada idi, gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle… Bayram Namazı 12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hepbirlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arafe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.” Kısa bir sessizlikten sonra, o arif kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât bayram namazı eda edildi. Namazın bitiminde koro halinde Kelime-i Tevhidi yüksek sesle tekrarladık. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”. Seslerimiz yankılanarak geri geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle geldi. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmak istiyorlardı. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah...” Sonradan anladık ki bu sesler İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri'yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75) Seyit Onbaşı “İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağı'nı. Güya, bizimle müttefik olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale'ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde Soroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir. İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış. Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş, Çanakkale Boğazı’nda 19 Şubat sabahı. Yudumlayamamışlar işgalciler kahvelerini Marmara’da o gün. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya ve deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış. Yahya Çavuş Sahne Alıyor Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 asker hepsi orada şehit olmuşlar. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler ve ikna edici bir cevap alamayınca da silahlarını çevirmişler Fransız askerlerine. Sonra da kalan Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmiş. Conk Bayırı 63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılarından cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.” Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış. Ben derim ki, Çanakkale anlatılmaz ancak yaşanır. Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler, sizlere tavsiyem Çanakkale’yi yaşamanızdır. Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız. Çanakkale Destanı “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “ ...

9 Mart 2022 Çarşamba

DER AUFSCHREI DER TÜRKEN IN WESTTHRAKIEN

Rahim Ramazanoğlu wollte mich seit zwei Jahren nach Komotini bringen. Am 06.10.2020. sollte die neuerbaute Moschee im Dorf Kiraz in Komotini eröffnet werden. Das wäre das Eröffnungsprogramm der Moschee, ich könnte dort am Freitag eine Rede halten, die Predigt lesen und das Freitagsgebet sprechen. Der Wunsch der dortigen Bevölkerung war es, dass ich dann noch Hymnen rezitiere und Zeit mit ihnen verbringe. Um 15:30 Uhr stehe ich im Flughafen Schönefeld an dem Check-In Schalter meines Fluges. Es geht lediglich um den Check-In, da die Flugzeugfirma, RyanAir, kein Gepäck annimt. Lediglich eine kleine Tasche, die zwei Kilogramm nicht überschreiten darf. Ich stehe als Dritter in der Schlange. Aufgrund der Pandemie lassen wir alle 1,5 Meter Abstand, sodass die Schlange sehr lang ist. Zwei Schalter werden geöffnet, an den dritten setzt sich eine Mitarbeiterin. Als ich zu ihm hingehe, schreit er auf und sagt, dass er nicht zuständig für den Check-In ist. Ich bewege mich also zurück in die Schlange an meinen rechtmäßigen Platz als Dritter oder genauer, jetzt als Erster. Dann schreit die Mitarbeiter erneut lautstark – dass ich ein Unrecht begehe und mich vorgedrängelt hätte. Keiner sagt was, alle wissen, dass mein Platz ganz vorne ist. Sie schreit mehrmals „sofort, sofort!“ Die anderen Passagiere setzen sich für mich ein und sagen, dass mir ein Unrecht getan wird. Die Mitarbeiterin weigert sich zunächst, lässt jedoch nach, nachdem wir alle als Gemeinschaft uns gegen ihren Aufschrei auflehnen. Sie nimmt dann meinen Pass entgegen und wiegt meine Tasche – 7 kg, 5 kg zu viel. Sie sagt, dass ich 25 Euro zahlen müsse. Als ich ihr das Bargeld überreiche, sagt sie mit einem hämischen Grinsen, dass ich mit Kreditkarte am anderen Ende des Flughafens zahlen müsse. Da trat ein griechisches Paar zu mir und bot mir an, mit ihrer Karte zu zahlen. Das war eine denkwürdige Situation. Eine deutsche Frau verhält sich autoritär, ja schon faschistisch mir gegenüber. Vielleicht ist sie xenophob, vielleicht hat sie ein Problem mit mir. Aber dem Türken helfen die Griechen. Im Flugzeug sitze ich in der Mitte, rechts ein übergewichtiger Mann, links eine übergewichtige Frau. Und ich in der Mitte, ebenfalls übergewichtig, fühle mich bei der Landung gepresst und wie eine Wurst. Ich bin um 21:00 Uhr in Thessaloniki. Ich bin erleichtert. Greek Airlines fliegt aufgrund des Coronavirus nicht nach Griechenland. Eine irische Firma, Ryan Air flog. Es ist eine Fluggesellschaft, die mit ihren Niedrigpreisrichtlinien für Flugtickets beliebt ist. Draußen warten Rahmi Ramazanoğlu und sein Sohn auf mich. Ich bin sehr hungrig, denn ich habe nur gefrühstückt. Sie sagen mir, dass die Fahrt nach Komotini ungefähr drei Stunden dauert. Wir sollten ungefähr um 0 Uhr ankommen, kommen letztlich verspätet um 1 Uhr nachts an. Erst einmal im Dorf des Bruders von Rahmi an, im Dorf Bolatli. Vor einem verlassenen Haus befindet sich ein Garten. Nach dem Krieg flüchtete die ganze Familie von Zypern in die Türkei. Seine Geschwister, Mutter und Vater, wanderten nach Bursa aus. Wir hatten viel Zeit zum Plaudern. Es wäre nicht richtig, nach Mitternacht etwas zu essen. Wir haben uns sofort wegen der Ermüdung hingelegt und ausgeruht. Wir werden am Morgen in die Stadt gehen und die Personen der Stadt treffen. Man muss ausgeruht sein. Bulatköy ist 15 Autominuten von Komotini entfernt. Am Morgen gingen wir zur türkischen Jugendunion nach Komotini. Das Volk sitzt draußen im Garten und plaudert. Die Union hat einen großen Garten. Rahmi ließ mich dort ab und ging. Er hatte Arbeiten in Büros zu erledigen. Ich ging zuerst ins Büro und stellte mich vor. Es wäre ziemlich langweilig, alleine im Garten zu sitzen und Tee zu trinken. Ich sagte der Sekretärin, ich komme aus Berlin, ich bin Journalist, ich werde den Bürgermeister über Westthrakien interviewen. Sie sagte, dass der Bürgermeister jetzt nicht an seinem Platz sei und lud mich zum Tee in den Garten ein. Sie würde mich wissen lassen, wenn der Bürgermeister komme. Nach 15 Minuten kam ein Journalist zu mir – Ilhan Tahsin. Er stellte sich vor und fing an mich abzufragen. Warum bin ich nach Komotini gekommen, wen wusste ich, wie lange würde ich in Komotini bleiben? Woher komme ich usw. Er versuchte zu verstehen, wer ich war. Ich habe die Fragen leicht beantwortet. Ich sagte ihm, dass ich Pervin Hayrullah kenne und schöne Grüße von Veysel Filiz ausrichten soll. Er rief sofort bei Pervin an, die dann auch sofort kam, da ihr Büro auch um die Ecke lag. Wir tranken Tee und plauderten. Das Verhör endete somit und wir konnten entspannt reden. Ich verabredete mich mit Ilhan Tahsin für den nächsten Tag. Pervin stellte mich dann auch noch dem Vorsitzenden des „Kultur- und Bildungsunternehmen für Minderheiten in Westthrakien“ vor – Dr. Hüseyin Bostanci, ein Theologe. Dieser lud mich zum Essen ein, was mir gelegen kam, da ich morgens kein Frühstück hatte. Er bestellte Kebap und Ayran mit extra viel Brot. Wir hatten ein langes Gespräch, weil der Vorsitzende auch einen Abschluss in Theologie hat. Tatsächlich schien er mich auch zu befragen. Er versuchte mein Verständnis von Religion zu lernen. Ich gab ihm das Mocca Magazine, das ich mitgebracht hatte. Er sah es sich an und sagte, er würde zu Hause lesen. Für den nächsten Tag vereinbarte Frau Pervin einen Termin mit dem gewählten Mufti von Komotini, İbrahim Şerif. Später wollte ich ein Interview mit Frau Çiğdem Asafoğlu führen, der Vorsitzenden der Partei für Freundschaft und Gleichstellung. In Griechenland hatten wir Probleme mit der Zeit, um die Termine zu vereinbaren, da die Arbeiten um 14:00 Uhr endeten. Drei Interviews an einem Tag. Es endet bis 14:00 Uhr. Nach 14:00 Uhr bleibt bis zum Abend Freizeit. Es ist eine großartige Zeit, um durch die Straßen und den Basar zu schlendern. Es gibt viel Zeit, aber es gibt keinen Ort, an dem man essen, sitzen und Tee trinken kann. Ich muss sogar um 14:00 Uhr zu Abend essen. Einige Orte waren offen, aber es ist notwendig, sich Zeit zu nehmen, um auch nach ihnen zu suchen. Dann können wir dort nicht alles finden, was wir wollen. An manchen Tagen kaufte ich Brot, Gemüse wie Tomaten, Paprika und einige Früchte und fing an, sie zu Hause zu essen. Wir haben uns um 10:00 Uhr mit dem gewählten Mufti İbrahim Şerif getroffen, und ich werde mich um 12:00 Uhr mit İlhan Tahsin treffen. Das Interview mit Frau Çiğdem Asafoğlu, der Vorsitzenden der Partei für Freundschaft und Gleichstellung, wird auf Morgen verlegt. Mufti İbrahim Şerif Müftü İbrahim Şerif wurde 1951 in Hasköy, Gümülcine, geboren. Er besuchte die Grundschule in Hasköy, die Mittelschule und das Gymnasium in der Konya Imam Hatip Oberschule. Er absolvierte 1978 das High Islamic Institute. Dann kehrte er nach Westthrakien zurück. Die Geschichte von Mufti Ibrahim Serif lautet wie folgt: "Als ich nach Westthrakien zurückkehrte, begann ich unter dem Komotini Mufti-Amt mit Predigt- und Beratungsaktivitäten. Zwischen 2004 und 2008 wurde ich zum Vorsitzenden des "Beirats für türkische Minderheiten in Westthrakien" gewählt, der höchsten Institution der türkischen Minderheit in Westthrakien. Ich wurde zu 18 Monaten Gefängnis verurteilt und in das Gefängnis von Thessaloniki Diyavata gebracht, weil ich die Minderheit als „Türken“ angesprochen hatte. Ich war zweieinhalb Monate inhaftiert. Türken sind eine Minderheit, die in Griechenland und innerhalb der griechischsprachigen griechisch-christlichen Kultur diffamiert werden. Sie sprechen Türkisch, versuchen ihre Kultur und Tradition zu bewahren und versuchen, durch ihren Lebensstil um die Einrichtung rund um die Moschee zu leben. Ihr Status ist so. Als die gesamte Balkanhalbinsel mit den Balkankriegen von 1912 aus den Händen der Osmanen fiel, fiel auch Westthrakien aus den Händen der Osmanen. Die damaligen Verwalter haben 1913 in Athen eine Vereinbarung getroffen, die den Status der muslimischen Türken festlegt, die auf dem Land leben, das Griechenland überlassen wurde. Dieser Vertrag heißt "Athener Vertrag von 1913". Ebenso wurde 1913 in Istanbul ein Vertrag für Muslime geschlossen, die auf dem nach Bulgarien überlassenen Land blieben. Dieser Vertrag wurde "Istanbuler Vertrag von 1913" genannt. Es gab einen Bevölkerungsaustausch im Jahr 1923. Während des Austauschs wurden 1 Million Griechen aus Anatolien nach Griechenland gebracht. 800.000 Türken in Griechenland wurden ebenfalls nach Anatolien eingewandert. Die andere Seite des Karasu-Flusses wurde besonders evakuiert. Diejenigen auf dieser Seite des Karasu-Flusses wurden in Griechenland zurückgelassen, als Gegenleistung für die Griechen, die in Istanbul blieben. Dies sind die Westthrakischen Türken. Gemäß diesen Verträgen wurden die religiöse Autonomie und Rechtspersönlichkeit der muslimischen Türken in diesen Regionen gewürdigt. Daher wird durch diesen Vertrag garantiert, dass in Westthrakien lebende muslimische Türken ihre eigene Religion ausüben, ihre eigene Sprache sprechen, ihre eigene Kultur schützen und ihre eigenen Schulen eröffnen können. So wie der Patriarch im Rahmen der Minderheitenrechte im Osmanischen Reich gewählt wird, werden sie die türkischen Minderheits-Muftis in Griechenland wählen. Ebenso wird der Chefmufti auf die gleiche Weise gewählt. Die Muftis werden auch den Obermufti unter sich wählen. Der Vertrag schreibt dies vor. Ehen, Scheidungen, Unterhalt und Vormundschaft werden vom Obermufti genehmigt. Trotz dieser Verträge wurde ein Obermufti in Griechenland nie gewählt. Minderheiten werden bei Bedarf auch ihre eigenen Imame und Lehrer ausbilden. Der griechische Staat hat das alles nicht zugelassen. Er unterdrückte die Türken in diesen Angelegenheiten. Tatsächlich haben sich unsere langjährigen Imamen- und Lehrerausbildungs-Medresen zu einer einfachen Oberschule entwickelt und uns das Recht genommen, Geistliche auszubilden. In gewisser Weise waren sie geschlossen. Griechenland hat ein neues Gesetz erlassen, das "240 Imam Gesetz" genannt wird. Griechenland wird nach diesem Gesetz Geistliche in unsere Moscheen berufen. In gewisser Weise ist der Klerus der Angestellte des griechischen Staates. In Griechenland gibt es alle 10 Jahre nach dem Zweiten Weltkrieg eine Revolution. Minderheitenrechte werden durch Gesetze gekürzt, die nach jeder Revolution erlassen werden. Es ist, als würden die Revolutionen durchgeführt, um die Rechte von Minderheiten einzuschränken. Die Bestimmungen zu Stiftungsgrundstücken, Bildungsrechten und der Auswahl von Mufti werden alle 10 Jahre neu erlassen. Diese Bestimmungen werden getroffen, indem unverfallbare Rechte ignoriert werden. 1949 war Mustafa Hüseyin der letzte Mufti von Komotini, der gewählt wurde. Er starb 1985 und sein Amt als Mufti wurde umstritten. Die griechische Regierung begann, den religiösen Führer der Westthraker, dh den Mufti, unter Verstoß gegen internationale Abkommen (Athen und Lausanne) zu ernennen. Die Öffentlichkeit respektierte den ernannten Mufti jedoch nicht, sie betrachteten ihn als Beamten, nicht als religiösen Führer, obwohl sie heiraten und sich scheiden lassen mussten. Trotzdem unternahmen die prominenten Angehörigen der Minderheit vor der Regierung Schritte, um den Mufti zu wählen. Fünf Jahre lang warteten sie auf das Ergebnis ihrer Wünsche. Am Freitag, dem 28. Dezember 1990, fanden in Moscheen die Mufti-Wahlen statt. Nach dieser Wahl wurde ich zum Mufti gewählt, indem ich 90% der Stimmen unseres Volkes erhielt. Nachdem ich als Mufti gewählt worden war, wurde ich wegen "Erpressung des Amtes" zu 9 Monaten Gefängnis verurteilt. Das Gerichtsverfahren dauerte Jahre; Ich habe die endgültige Entscheidung vor dem Europäischen Gerichtshof für Menschenrechte (EMRK) getroffen. Der griechische Staat wurde für unfair befunden und mit einer Geldstrafe von 10.000 US-Dollar belegt. Nach diesem Vorfall wurde in Westthrakien eine doppelköpfige Mufti-Einrichtung geboren. Derzeit hat Griechenland einen Mufti für Meriç (Evros), Komotini und Xanthi in Westthrakien ernannt, der die Verträge und Verpflichtungen der Administratoren nicht einhält. Die Mehrheit der Menschen akzeptiert diese Muftis nicht. Es gibt zwei vom Volk gewählte Muftis, einen in Komotini und einen in Xanthi. Der griechische Staat erkennt sie auch nicht offiziell an. Wir sind eine Minderheit, die wegen der Verträge zwischen der Türkei und Griechenland, international vergessen wurde. Wir wollen unsere eigene religiöse und nationale Kultur im Rahmen der Verträge und Kulturprotokolle zwischen den beiden Ländern bewahren und leben. Wir haben rund 300 Moscheen in Westthrakien. Leider können wir die Imame und Lehrer nicht ausbilden, um hier beschäftigt zu werden. Unsere Leute verlassen Griechenland wegen der Intrigen gegen Minderheiten. Es gibt keinen Job, kein Essen, keine Ausbildung und keine Zukunft. Die Minderheit in Griechenland wurde verurteilt, in einem Ghetto zu leben. In der Bildung gibt es keine Chancengleichheit. Wir haben nicht das Recht, jemanden zu wählen, den wir wollen. Uns wurde das Recht entzogen, mit den neuen Bestimmungen gewählt zu werden. Ich bin der Mufti. Die Leute haben mich gewählt. Ich muss mit ihnen in Angelegenheiten sein, die die Leute brauchen. Sie laden mich zu ihren Veranstaltungen ein. Als Mufti muss ich in meiner formellen Kleidung dorthin gehen. Sie beschuldigten mich zu sagen: "Warum hast du einen Turban getragen, warum hast du an Beschneidungszeremonien teilgenommen und sie unterstützt, warum hast du Mawlid gelesen, warum hast du eine Robe getragen? Warum hast du das gemacht, als es einen ernannten Mufti gab?“ Ständig verurteilten sie mich. Minderheitenrechte wurden usurpiert, und es wird zwischen Türken, Zigeunern und Pomaken unterschieden. Auf diese Weise wird versucht, sich gegenseitig zu widersetzen. Propaganda wird gemacht, dass es in Griechenland keine Minderheit gibt, es gibt griechische Muslime. Die öffentliche Weltmeinung wird auf diese Weise getäuscht. " Ihsan Tahsin İlhan Tahsin ist der Eigentümer und Chefredakteur der Birlik-Zeitung. İlhan Tahsin ist ein sehr besorgter Journalist. Er arbeitete mit wenig Ressourcen und Mitteln und kämpfte von Zeit zu Zeit alleine gegen Ungerechtigkeiten. Vieles passierte ihm. Sie zündeten sogar sein Auto an. Überlassen wir das Wort İlhan Tahsin: “Ich bin griechischer Staatsbürger türkischer Herkunft. Griechenland ist mein Land. Griechenland betrieb im Laufe der Zeit und in regelmäßigen Abständen Stadtplanung, um diese Werke zu zerstören. Entweder wurde ein Park, eine Schule oder ein Gerichtsgebäude gebaut, in dem osmanische Werke standen. Die meisten dieser Stiftungs-Objekte wurden absichtlich zerstört. Diejenigen, die nicht zerstört werden, werden auch nicht für den beabsichtigten Zweck verwendet. Während des Austauschs 1920-1922 wurden die Liegenschaften dieser Stiftung jedoch Griechenland anvertraut, um sie ihrem Eigentümer zu übergeben. Diese Stiftungen gehören Türken. Die Ethniki Bank ist die größte Bank in Griechenland. Es ist die Bank der Familie Ethniki Arapoğlu. In einigen Regionen Griechenlands soll diese Bank über Stiftungsimmobilien verfügen, und es wird vermutet, dass sie diese vermietet hat. Dies sind Objekte, welche der Stiftung gehören. Wo und von wem hat die Bank diese Waren gekauft, der Wahrheitsanteil sollte untersucht werden. Die Türkei lieferte die Besitztümer der griechischen Minderheit im großen Anteil aus. Griechenland muss es auch nach dem Prinzip der Gegenseitigkeit zurückgeben. Es gab diejenigen, die durch meine Arbeit gestört wurden, sie zündeten mein Auto an, 4 Jahre sind vergangen und die Verbrecher wurden noch nicht gefasst. In Komotini wurde Selim Isa zum Präsidenten der Komotini-Stiftungsverwaltung ernannt, mit einer Praxis, die von Griechenland willkürlich aufgerufen werden konnte, ohne eine Wahl abzuhalten. Der griechische Staat hat keine solche Autorität. Was er getan hat, ist illegal. Hier gibt es eine Zerschlagung von Rechten. Die Eigentümer der Stiftungen sind das Erbe des Osmanischen Reiches und diese sind der Minderheit garantiert. Mit dem Geld sollten Schulen, Moscheen gebaut, Lehrer ausgebildet werden. Die zertreten den Vertrag von Lausanne. Die Madrasa-i Hayriyye wurde gegründet, um Lehrer und Imame auszubilden. Leider haben sie diese Madrasa in eine einfache Oberschule verwandelt. Während das Kuratorium des Dorfes Verträge mit Lehrern und Theologen unterzeichnete, wurde diese Praxis abgeschafft. In der Verwaltung der Komotini-Stiftung wurde für einen bestimmten Zeitraum ein Darlehen in Höhe von 3,5 Millionen Euro vergeben. Einige Immobilien wurden in der Vergangenheit ebenfalls beschlagnahmt. Eine neue Kommission wurde eingerichtet. "Interparteiische Thrakien-Entwicklungskommission" im Auftrag von Premierminister Kiriakos Miçotakis. An seiner Spitze steht die ehemalige Außenministerin Dora Bakoyanni. Diese Kommission sammelt die Forderungen der Minderheit in Wort, geht aber letztendlich nicht auf die Hauptprobleme der Minderheit ein. Sie sprechen ständig über die gleichberechtigte Entwicklung Westthrakiens. Eine ähnliche Kommission wurde in der Vergangenheit eingerichtet. Das Ziel ist nichts anderes, als die Menschen mit leeren Phrasen zu beschäftigen. Wir sind Bürger Griechenlands, wir respektieren das Gesetz, wir zahlen unsere Steuern und wir lieben Griechenland. Dies ist kein fremdes Land für uns. Es ist unser eigenes Land. Aber leider kriegen wir nicht die gleiche Behandlung wie sie. Mal sehen, wie viele Beamte aus der Minderheit stammen und wie viele Griechen. Wir sind europäische Bürger, aber die europäischen Behörden haben sich nicht einmal die Mühe gemacht, in die Region Westthrakien in Griechenland zu kommen, um die Lebensbedingungen der hier lebenden Minderheit zu sehen. Schließlich respektieren wir die europäischen Werte, die Menschenrechte und die Selbstdarstellung der Gesellschaften. Aber wir erwarten den gleichen Respekt von anderen Europäern. Ilhan Tahsin BIRLIK Zeitung Chefredakteur Vertreter der Europäischen Journalistenvereinigung Griechenland ilhan_tahsin@hotmail.com Sedat Hasan Ich bin der Präsident der Komotini Turkish Youth Association (GTGB). Ich habe Lehramt an der Uludağ Universität studiert. Cahit Halil ist auch der Sekretär des Vereins. Türkische Namen können nicht für die Anerkennung unserer Vereinigungen und Moscheen in Westthrakien geschrieben werden, es ist verboten. In einem Land, das als demokratisch gilt, haben wir nur die faschistischen Einstellungen gegenüber Nichtregierungsorganisationen als Beispiel für zukünftige Generationen hinterlassen. In einem Aspekt ist unser Verein ein Treffpunkt für unsere Bürger. Unser Verein setzt seine Aktivitäten inoffiziell fort. Während der Wahlzeiten wird jedoch jede Partei hierher kommen, Propaganda machen, um Wahlstimmen zu erbitten. In unserem Verein werden unseren Kindern und Jugendlichen Mal-, Marmor-, Musik-, Folklore- und Keramikkurse angeboten. Von Zeit zu Zeit finden in der Halle unseres Vereins Konferenzen und Seminare statt. Wir können nicht in hohem Maße Griechisch sprechen. In der Grundbildung sind nicht genügend Griechischstunden enthalten, die Lehrer unterrichten nichts anderes als die Einkaufssprache und die Lektionen sind oft leer. Griechisch wird Türken nicht besonders beigebrachtWenn die Minderheit Griechisch lernt, haben sie Angst, dass diese ihre Rechte suchen. Wir versuchen aus eigener Kraft zu lernen, sie verhindern es auch. Wenn wir darum bitten, private Kurse zu eröffnen, können wir keine Lehrer finden, Lehrer können uns aus Angst nicht kontaktieren. Sie können nicht zu unseren Vereinen kommen. Wir versuchen, Griechisch zu lernen, indem wir unsere Freunde nutzen, die kürzlich an griechischen Universitäten studiert haben. Kontakt: 0030 6976084732/ m.eminahmet@gmail.com Dorf Narli – Die Bogenbrücke Nach den Interviews wollte ich etwas über Westthrakien erfahren. Wir gingen zur Narlıköy Bogenbrücke. Auf dem Weg von Narlıköy (Poliantos) nach Yassıköy befindet sich ein Schild. Die „Byzantinische Brücke“ steht auf dem Schild. Laut dem Journalisten İlhan Tahsin wurden 400 Jahre alte osmanische Werke absichtlich zerstört. Diejenigen, die nicht zerstört werden konnten, wurden umbenannt. Sie nahmen diese Werke als byzantinische Werke auf. Die Narlıköy Bogenbrücke war eines dieser Werke. Internationale Forscher sind sich einig, dass diese Brücke eine osmanische Struktur hat. Die Griechen arbeiteten mit aller Kraft daran, die türkische Präsenz in Westthrakien auszurotten.. Sie zerstörten Moscheen und bauten Parks stattdessen, sie verwandelten sie in Regierungsbüros. Museum im Dorf Büyük Musselim Dann gingen wir in das Dorf Büyükmusselim. In diesem Dorf wurde ein kleines Museum eingerichtet. Dieses Museum wurde durch die Bemühungen von Ramazan Abdurrahman gegründet. Er ist ein Doktor. Nach seiner Pensionierung widmete er sich Westthrakien. Er führt Forschungen durch, richtet Museen ein und beteiligt sich gemäß seiner Befugnis an Nichtregierungsorganisationen. In diesem Museum sind einige alte Dokumente und Bücher ausgestellt. Da es keine Mitarbeiter gibt und der Platz nicht verfügbar ist, ist es nicht so einfach, diese Bemühungen in Angriff zu nehmen. Ramazan Abdurrahman stapelte die Werke, es besteht jedoch keine Ordnung. Werke, die nicht in einer bestimmten Reihenfolge angeordnet sind. Sie konnten das Geld nicht finden, um es aufzubewahren. Anscheinend steckt der Bürger dort nicht wie überall seine Hand in die Tasche. 3-5 Gläubige tun diese Dinge. Partei für Freundschaft, Gleichheit und Frieden Vorsitzende ist Frau Çiğdem Asafoğlu. Sie wurde 1987 in Komotini geboren und hat Philosophie und Pädagogik studiert. Im Jahre 2019 wurde sie zur Parteivorsitzenden gewählt. Frau Çiğdem Asafoğlu ist sehr besorgt. Obwohl die fast unüberwindbare 3% Wahlhürde besteht, macht sie weiterhin Politik. Sie machten Politik unter schwierigen Bedingungen. Trotzdem machten sie sich mit dem Slogan auf, nicht anzuhalten. Sie arbeiten im Rahmen der FA Free European Alliance. Überlassen wir das Wort Asafoğlu: „Wir sind mit den Grünen verbündet. In Griechenland gibt es verständnisvolle Parteien, mit denen wir eine Koalition bilden können. Wenn wir uns mit ihnen verbünden, können wir nur ins Parlament eintreten. Wir haben keine Chance, alleine ins Parlament einzutreten, weil es einen Schwellenwert von 3% gibt. Der Hauptlebensgrund der Region ist Tabak, Baumwolle und Kirsche. Da die Bürger arbeitslos sind, wandern viele ab. Arbeitslosigkeit und Bildung sind unser größtes Problem. Bis vor einigen Jahren (1997) wurden wir nicht an griechischen Universitäten zugelassen. Wir haben an Universitäten in der Türkei und anderen Ländern studiert. Als wir nach dem Studium in unser Land zurückkehrten, hatten wir keine Chance, hier zu arbeiten, weil sie nicht die Äquivalenz ausmachten. Derzeit gaben sie türkischen Kindern eine Universitätsaufnahmequote von 5 Prozent. Ein türkischer Student wird pro Jahr an eine Fakultät aufgenommen. Der zweite wird nicht genommen. Unsere Grundschulen schließen. Nach dem Vertrag von Lausanne können Minderheitenschulen nicht geschlossen werden, selbst wenn es nur einen Schüler gibt. Wenn jedoch die Anzahl der Schüler auf acht Schüler sinkt, werden sie sofort geschlossen. Sie öffnen sie auch nicht wieder, auch wenn die Anzahl der Schüler steigt. Parallel zur Arbeitslosigkeit ist auch die Geburtenrate sehr niedrig. Unsere Bevölkerung wächst nicht, sondern nimmt ab. In diesem Fall beginnt die erzwungene Migration. Wir können keine Parteipropaganda auf nationalen Kanälen machen. Wir können unsere Partei jedoch über soziale Medien und Broschüren bewerben. Sie behandeln uns wie Terroristen. Türken können nur sehr wenig von EU-Mitteln profitieren. Insbesondere die Unterstützung für Landarbeiter ist sehr gering. Da die Türken landwirtschaftliche Tätigkeiten ausüben, fällt auf, dass die ihnen gewährte Unterstützung gering ist. Entweder gibt die Europäische Union wenig Geld als landwirtschaftliche Unterstützung, oder die Unterstützung für die Landwirtschaft wird den Türken nicht angemessen zur Verfügung gestellt ... Nach der Junta der Obersten im Jahr 1967 waren unsere Rechte stark eingeschränkt. Nichtregierungsorganisationen wurden unter strenge Kontrolle gestellt. In der Provinz Rhodope gibt es nur drei Verbände: Türkische Lehrergewerkschaft Westthrakien, Komotini Türkische Jugendunion und Xanthi Türkische Union. In den Augen des griechischen Staates gibt es offiziell keine Türken in Westthrakien, es gibt griechische Muslime. Ihnen zufolge sind wir die Nachkommen von Alexander dem Großen. Zuerst wurden wir Christen, dann kamen die Osmanen und konvertierten uns zum Islam. Wir dachten, dass sich unsere Rechte nach dem Beitritt Griechenlands zur Europäischen Union verbessern würden. Das ist leider nicht passiert. Unsere Rechte wurden weiter eingeschränkt. Demokratie wird bei jeder Gelegenheit, auf jeder Plattform zum Ausdruck gebracht - wir haben sie jedoch noch nicht angetroffen. Wir sind eine Nation, die das Gründungselement Griechenlands war (1821). Leider können wir nicht von Staatsbürgerschaftsrechten profitieren. Mufti und Prediger werden nach Vereinbarung ernannt. Es gibt eine Opposition gegen die Verträge von Athen und Lausanne. Der ernannte Mufti hat keinen Willen, er ist nicht frei. Er handelt nach dem Willen der Person, der ihn ernannt hat. Seit Kurzem gibt es vermehrt Hochschulabsolventen in dieser Region aus unseren Reihen. Die meisten von ihnen kamen hierher, nachdem sie an einer Universität außerhalb Griechenlands studiert hatten. Wir haben auch eine kleine Anzahl von Freunden, die an griechischen Universitäten studiert haben. Diese Freunde haben begonnen, unsere Rechte auf jeder Plattform zu verteidigen, aber unsere Stimmen werden nicht gehört, weil Griechenland einen Reflex gegen Türken hat. Wir werden immer zensiert. Es wird ständig etwas auferlegt. Okay, jetzt sagen wir, unsere Rechte wurden geöffnet, morgen wird etwas anderes entfernt und diese Tür wird geschlossen. Obwohl unser Weg mit Hindernissen gepflastert ist, laufen wir trotzdem den mühsamen Weg, um unsere Rechte zu bekommen. Çiğdem Asafoğlu 0030 69342 62673 Deppartisi_1991@hotmail.gr 69100 Komotini, Kilkis 8, Die Vereinigung für Akademiker in Westthrakien Ilhan Memet İlhan Memet wurde 1982 in Komotini geboren. Er studierte Rechtswissenschaften an der Aristoteles-Universität und arbeitet als Anwalt. Überlassen wir das Wort dem İlhan Memet: "Wir tragen wissenschaftlich zu den Problemen der Minderheit bei. Wir organisieren Konferenzen, Symposien. Wir laden Wissenschaftler aus aller Welt zu den Themen ein, die wir brauchen. Anschließend veröffentlichen wir die präsentierten Papiere in einem Buch und senden sie bei Bedarf an die griechischen Behörden und an andere Orte. Wir klären unsere Mitarbeiter in allen Fragen auf, insbesondere in Bezug auf ihre Landwirtschaftstätigkeit. Wir haben 1220 Mitglieder. Unsere Mitglieder helfen ihnen in Angelegenheiten, die unsere Mitarbeiter brauchen. Wir veröffentlichen Broschüren in zwei Sprachen. Wir haben hier Masterstudierende, aber wir gehen in andere Länder, um dort zu promovieren. Wir haben hier keine solche Chance. Wir arbeiten auch an diesem Thema, und ich hoffe, dass wir das richtig machen können. Wir bieten unseren Mitarbeitern Berufsberatung. Wir bieten unseren Schülern Nachhilfe nach der Schule an. Niemand wird uns die Möglichkeit geben, unsere Rechte auf dem Silbertablett zu erlangen, das wissen wir. Wir gehen unseren Weg mit diesem Bewusstsein. İlhan Memet İlhanmemet82@hotmail.com 0030 6942908442 Egnatias 75 69100 Komotini Greece Präsident der Xanthi Turkish Union und Journalist der Zeitung Gündem Ozan Ahmetoğlu „Westthrakische Türken haben noch keine Freiheit gefunden. Uns sind die weitverbreiteten Freiheiten nicht bekannt, die von offiziellen Behörden auf internationalen Plattformen beschrieben werden. Wir werden unter unfairen Bedingungen vor Gericht gestellt und verurteilt. Zum Beispiel haben wir einen Lehrer dafür kritisiert, dass er etwas falsch gemacht hat und ihn eingeladen, unparteiisch und seiner Hauptaufgabe nach zu handeln. Er brachte uns vor Gericht und wir zahlten eine Entschädigung. Gerechtigkeit und Ungerechtigkeit werden in dieser Angelegenheit nicht angestrebt. Zum Beispiel können wir nicht über die ernannten Muftis schreiben. Wenn wir schreiben, ist die lokale Presse zuerst hinter uns her. Dann kommt die offizielle Strafverfolgung. Natürlich haben wir griechische Freunde in der Mediengemeinschaft, mit denen wir zusammenarbeiten und die uns verstehen. Wir haben sogar einen Journalisten, der als Kolumnist für eine griechische Zeitung arbeitet. Aber solche können wir an einer Hand zählen. Wir veröffentlichen hier seit Jahren Zeitungen, wir sind kein Mitglied der griechischen Pressevereinigung, sie nehmen uns nicht auf. Wir können auch keinen Presseausweis bekommen. Wir sollen nicht existieren. Sie sehen uns als illegal an. Unsere Zeitung erscheint wöchentlich und erreicht ihre Leser durch Abonnenten. Wir versuchen, die Nachrichten von der Quelle zu erhalten. Wir können jedoch nicht die wahre Stimme der Minderheit sein, obwohl wir es wollen. Wir haben immer die Klinge des Demokles auf dem Kopf. Wir wissen das. Mündliche und schriftliche Presse, Politiker, andere staatliche Institutionen, Strafverfolgungsbehörden - Wenn die Minderheit in Frage kommt, können sie sich sofort treffen. Sie werfen Steine in denselben Brunnen. Sie stellten sofort den Galgen auf, ohne nach Gerechtigkeit und Ungerechtigkeit zu suchen. In Westthrakien leben 150.000 Menschen aus Minderheiten. Lausanne ist der Eckpfeiler unserer Existenz. Der griechische Staat ignoriert jedoch den Vertrag von Athen. Sie betrachtet die Muftis als Richter in Bezug auf Minderheitenrechte. Da er kein anderes Beispiel auf der Welt hat, versucht er, ihnen ihre Rechte zu nehmen, es wird jedoch nicht funktionieren. Der griechische Staat sieht es als sein eigenes Recht, einen eigenen Mufti zu ernennen – obwohl es so nicht ist. 1983 erließ der griechische Staat ein Gesetz, das besagt, dass es in Westthrakien keinen Türken gibt. Nach diesem Gesetz wurden 3 türkische Vereinigungen geschlossen. Alle wurden über Nacht geschlossen, sie entfernten ihre Schilder. Die Position der entfernten Schilder ist immer noch zu sehen. Unser Rechtsstreit dauerte bis 2005. Wir sind zur EMRK gegangen, wir haben den Fall dort gewonnen, aber Griechenland hat diese Entscheidung nicht umgesetzt. Das Land, in dem die Demokratie geboren wurde, tötet die Demokratie vor den Augen der Welt. Ozan Ahmetoğlu Präsident der Xanthi Türkischen Union 0030 6977657108 Ozanahmetoglu2003@yahoo.gr Ydras 2 67100 Xanthi Griechenland Verein für Frauenempowerment – Dorf Dinkler Das Dorf in der Nähe von Xanthi hat rund 1500 Einwohner. „Wir machen hier Näh- und Stickkurse. Wir malen auch. Wir haben Mitglieder und sie zahlen Beiträge an den Verein. Wir feiern Hıdırellez, den Frauentag und den Valentinstag. Wir haben auch einen Frauenchor. Wir gehen zu Werbezwecken zu verschiedenen Orten. Wir vertreten Westthrakien in verschiedenen Ländern und versuchen, unsere Stimmen dort zu Gehör zu bringen. Vertreter der lokalen Regierung, insbesondere der Bürgermeister, nehmen an unseren Veranstaltungen teil und halten Reden. Wir produzieren auch Ornamente wie Kunsthandwerk und Ohrringe. Die Herren und Ehemänner unterstützen ihre Frauen. Wir organisieren Ausflüge. Irgendwie versuchen wir unsere Leute zu motivieren. An dieser Stelle möchten wir uns bei den anderen Führungskräften des Moscheeverbandes bedanken, insbesondere beim Vorstand dieser Moschee. Sie haben uns diesen Platz zugewiesen und beziehen keine Miete von uns, womit sie uns unterstützen. Aylinilya2018@outlook.com.gr Mufti von Xanthi Ahmet Mete Ahmet Mete wurde 1965 im Dorf in Yassıören, nahe Xanthi, geboren. Er hat die Grundschulbildung in der Türkei abgeschlossen. Absolvierte die Gaziosmanpaşa Imam Hatip Oberschule. Er absolvierte seine Hochschulausbildung an der Medina Islamic University in Saudi-Arabien. Danach kehrte er in sein Land (Griechenland) zurück und arbeitete als Imam und Lehrer des Korankurses. Mete wurde 2007 zum Mufti von Xanthi gewählt und sprach mit dem Mocca Magazin: „Türken sind in Westthrakien eine Minderheit. Unsere Rechte sind im Athener Vertrag und im Vertrag von Lausanne eingetragen. Nach diesen Verträgen werden sowohl Geistliche als auch Direktoren von Stiftungsgütern gewählt. Muftis kommen auch durch Wahlen an die Macht. Christen wählen auch ihre Priester in Istanbul. Griechenland hat dieses Recht einseitig ausgesetzt. Der griechische Staat erkennt gewählte Muftis in Komotini und Xanthi nicht an. Es ist notwendig, das Prinzip der Gegenseitigkeit anzuwenden. In Xanthi haben wir 170 Lehrer, die der Kongregation dienen. Das Volk zahlt ihre Gehälter. Die wirtschaftliche Situation ist unruhig, unsere Leute finden keine Arbeit, die Dörfer wurden leer. Es wird nur Tabak angebaut und alternative Anbauprodukte sind verboten. Es gibt auch einen ernannten Mufti in Xanthi. Es ist der Mufti des Staates, nicht des Volkes. Sobald er ernannt wurde, ging er und küsste die Hand des Metropoliten. Wir haben kein Problem mit dem griechischen Volk. Es ist der Staat, welcher der Minderheit Probleme bereitet. Eigentlich sind wir die Kinder von Westthrakien. Wir leben mit Griechen in Einheit und Solidarität. Griechenland ist unsere Heimat. Wir wollen, dass unsere Rechte aus den Verträgen von Athen und Lausanne gewahrt bleiben. Kultur- und Bildungsverein für Minderheiten in Westthrakien (KBfMW) Pervin HAYRULLAH Frau Pervin Hayrullah ist eine sehr aktive Person und rennt zu jedem Problem von anderen um eine helfende Hand zu reichen. Sie absolvierte ihr Studium an der Technischen Universität des Nahen Ostens (Ankara) und ist Direktorin des Kultur- und Bildungsvereins für Minderheiten in Westthrakien. Sie ist Expertin für Menschenrechte und beschäftigt sich vorrangig mit Archivarbeit. Nun geben wir das Wort an Frau Pervin Hayrullah: „Wir recherchieren und archivieren Studien zu Bildungsfragen. Wir haben ein Archiv von 50.000 Fotografien. Wir haben Buchstudien. Wir eröffnen Kindergärten für 2,5-5 Jährige, wir eröffnen Hilfskurse für den Schulunterricht für Kinder im Alter von 5-12 Jahren. Wir haben uns für die Eröffnung einer weiterführenden Schule beworben und warten seit 9 Jahren im immer noch auf eine Antwort. Ein griechischer Freund, der sich bei uns beworben hat, erhielt 2012 die notwendige Erlaubnis. Selbst dieses Beispiel allein reicht aus, um die Bedingungen der Westthrakischen Türken zu erklären. Unser Verein ist gemeinnützig und erzielt keine Profite. In Griechenland beträgt die Schulpflicht 14 Jahre, einschließlich Kindergarten. Laut dem Abkommen von Lausanne bereitet die Türkei den Schulrahmenplan (Türkisch- und Religionsunterricht) für die in Griechenland lebenden Türken vor. Selbiges geschieht mit den Griechen, die in der Türkei leben. Da bereitet Griechenland den Plan vor. Während sich die Türkei an das Abkommen hält, zertritt der griechische Staat unsere Rechte in Sachen Schulbildung. Trotz dieser gesetzlichen Rechte soll die türkische Minderheit in Griechenland verschwinden. Daher sind unsere Beziehungen zu den Behörden nicht so gut. Wir haben Schwierigkeiten, unser Geschäft im Auge zu behalten. Wir haben 115 zweisprachige Minderheitenschulen. Die griechischen Behörden wollen nicht, dass wir das Recht haben, Schulen zu eröffnen. Sie wollen, dass wir unser Recht nicht in Anspruch nehmen und keine eigenen Schulen eröffnen, sondern unsere Kindern an öffentliche Schulen schicken. Wir hatten eine Madrasa, in der Lehrer ausgebildet wurden – die Medrese-i Hayriyye. Diese Madrasa existiert jetzt nicht. Sie haben uns unsere Rechte genommen und diese Medresse zu einer normalen Sekundarschule gemacht. Griechenland ist kein säkulares Land, sondern ein religiöser Staat. In Griechenland hat es nach Lausanne nie eine offizielle Mufti-Wahl gegeben. Während es in 12 Regionen der Provinz Rhodope einen Mufti geben sollte, kann in 3 Regionen ein Mufti gewählt werden. Ein Mufti kann derzeit in Alexandroupolis nicht gewählt werden. Momentan gibt es rund 700.000 Muslime in ganz Griechenland. Die in Griechenland lebenden Minderheiten werden vom Außenministerium beaufsichtigt, nicht dem Ministerium des Inneren. In dieser Hinsicht arbeiten das Militär, die Polizei, Politiker und Bürokraten gemeinsam. Dabei wird schnell vergessen, dass die Türken in Westthrakien seit der Gründung des Staates vorhanden sind und darüber hinaus. Griechenland ist ein EU-Mitglied und bezieht davon Hilfe. Kaum ein Bruchteil dieser Hilfe sickert jedoch zu den in Griechenland lebenden Türken durch. Das Dorf Kerasea - Das Kirschendorf Halit Süleyman Es ist ein Dorf in Westthrakien, das aufgrund finanzieller Schwierigkeiten umgezogen ist. Obwohl die Dorfbewohner von dort wegzogen, bauten sie dort eine Moschee, um mit ihrem Dorf in Kontakt zu bleiben. Vorstandsvorsitzender Halit Süleyman ist besorgt: „Ich bin Halit Süleyman. Ich bin im Dorf Keresea geboren und aufgewachsen. Ich bin der Vorstandsvorsitzende dieser Moschee. Dies war ein Walddorf. Wir haben unseren Lebensunterhalt mit Viehhaltung verdient. Es war ein Dorf mit 60 Haushalten. Als die Tierhaltung verboten war, verließen wir dieses Dorf. Wir hatten keinen Lebensunterhalt. Wir gingen hinunter zum Großen Dorf Musellim. Die Zeit verging, sie bauten eine Kirche in diesem Dorf und es ließen sich Griechen nieder. Dann stellten wir fest, dass wir falsch gehandelt hatten. Unsere kleine Moschee stand noch. Der Bau einer Kirche in diesem Dorf hat unseren Stolz verletzt. Es wurde schwer. Wir dachten, wir sollten unsere Moschee hier reparieren, sie symbolisch stehen lassen, an den Wochenenden ein Picknick machen und in der Gemeinde arbeiten. Wir machten uns auf den Weg, um die Moschee zu reparieren, aber später wurde es eine riesige Moschee. Ich möchte allen danken, die materiell und geistig zum Bau der Moschee beigetragen haben. Zum Glück haben sie diese Kirche hier gebaut. Sie haben uns zu uns gebracht. Es war auch schön. Hier lebt niemand, aber das ist unser Dorf. Ich bin in diesem Dorf geboren und aufgewachsen, ich habe Erinnerungen hier, alle Dorfbewohner haben Erinnerungen. Unsere Gräber sind hier. Besonders die Kinder der Menschen, die aus diesem Dorf eingewandert sind, denken daran, sich einmal im Jahr hier zu versammeln, sonst wäre es weit davon entfernt, eine Heimat und ein Erbstück zu sein. " Gemeinde Iasmos – Önder Mümin Önder Mümin ist einer von denen, die die Universität in Griechenland studiert haben. Er wurde mit 66% zum Bürgermeister der kleinen Stadt Iasmos, am Fuße des Rhodopengebirges, gewählt. Die Gemeinde hat rund 13.800 Einwohner. Önder Mümin ist ein junger und ehrgeiziger Bürgermeister. Hinter dem Bürostuhl stehen die Moschee und das Kirchenbild nebeneinander. Es gab Einwände gegen dieses Bild, aber er rückte von seiner Entscheidung nicht fort. Überlassen wir ihm das Wort: „In unserem Dorf leben Griechen und Türken zusammen und ich bin deren gewählter Bürgermeister. Meine Dienste hängen nicht davon ab ob jemand für oder gegen mich gestimmt hat. Das Fundament konnte gelegt werden und nun widme ich mich der Landwirtschaft. In unserem Dorf bauen wir Baumwolle, Kirschen und Tabak an. Wir haben auch mit dem Versuchspflanzen von Blaubeeren begonnen. Wenn wir die erforderlichen Berechtigungen erhalten und Effizienz erzielen, wird dies eine Lebensgrundlage für unser Volk sein. Wir müssen die Arbeitslosigkeit reduzieren. Unsere Arbeit zu diesem Thema geht weiter. Obwohl nicht fortgeschritten, bieten wir den Bedürftigen Nahrungsmittelhilfe an. Im Bildungs- und Gesundheitssektor wurden unbestreitbare Durchbrüche erzielt. Wir haben auch eine Suppenküche. Wir haben ein Kindergartenprojekt, unsere Bibliotheksarbeit geht weiter. Unser Ziel ist es, eine Gemeinde in Westthrakien zu sein, die beispielhaft eine Rollenfunktion innehat. Der Vizebürgermeister und mein Partner ist zum Beispiel Grieche und ich arbeite tagtäglich mit ihm – natürlich ohne Probleme.