9 Kasım 2022 Çarşamba

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (l)

KARS -Kars, 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars Antlaşmalarıyla yeni sınırlarına kavuşmuş. Cumhuriyet'in ilanından sonra da aynı adlı ilin merkezi yapılmış. Kars, çeşitli etnik grupları ve mezhepleri içinde barındıran zengin ve renkli bir kültüre sahipmiş. Kars'ın toplumsal yapısı çeşitli etnik grupların kültürel gelenekleriyle harmanlanmış- Rüştü Kam 2019’da karar vermiştik Doğu Anadolu gezisine. Bir türlü bu kararımızı uygulamaya koyamadık. Çünkü sekizinci Türkiye gezisinden sonra hesabımızda olmayan birçok olay gelişti. Sıralı olmayan ölümler ve hastalıklar bu gezinin yapılmasını engelledi. Araya bir de Covid-19 girince bütün etkinlikler allak bullak oldu. Türk Eğitim Derneği(TED) kendi yağıyla kavrulan bir dernek olduğu için bu olumsuzluklardan maddi açıdan fevkalade etkilendi. 2022 yılına gelindiğinde Covid-19 konusunda normalleşmeye doğru bir adım atılınca Doğu Anadolu Kültür Gezi’sini hayata geçirmek istedik. Önce Yurt Dışı Türkler Başkanlığı’na (YTB)müracaat ettik. Onlardan destek istedik. Olumsuz cevap aldık. Daha önce de yaklaşık sekiz bin kişinin katılımıyla gerçekleşen ‘Berlin Kurban Şenliği’ ne destek için başvurmuştuk ona da olumsuz cevap almıştık. “Almanya’da Türk İzleri” gezimiz için hazırladığımız projemiz de YTB yetkilileri tarafından desteklemeye layık görülmemişti. 2000 yılında kurulan Türk Eğitim Derneği bugünlere elbette YTB’nin yardımıyla gelmemişti, üyelerinin omuzlarında gelmişti. İş yine başa düştü dedik ve yarım kalan işimizi tamamlamak için bastık gaza. 20 kişilik bir ekip oluşturduk. Gezilerimizde zaten en fazla 30 kişi oluyordu. Fazlası sıkıntı doğuruyordu. Gezi güzergâhımızı belirledik. Tur şirketimizle güzergâhımız üzerinde mutabakat da sağladık. (Kars, Ağrı, Van, Bitlis, Bingöl, Muş, Elazığ, Tunceli, Sivas ve Malatya) 11 günlük bir kültür gezisi. 21 Ekim sabahı saat 05 te Berlin-Brandenburg Havaalanı’ndaydık. Önce Ünal Oğuz Gülcan Yıldırım ve Fatma Seçmen hanımlar gelmişler. İşlemlerini tamamlamışlar bizleri bekliyorlar. Ünal’ın sünnetine uygun olmayan bu davranış hayretimizi mucip oldu. Takıldık kendisine, eşi de bizi destekledi. Özlemişiz bu türden tatlı şakaları. Arkadaşlar birer birer gelmeye başladı alana, herkeste tatlı bir telaş vardı. Ekip ilk defa yüz yüze geliyordu. Tanıdık simaların yanında tanıdık olmayan simalar da vardı. Tanışma faslını zaten Kars’ta otelde yapacaktık. İşlemler tamamlandı, eksik olan yoktu. Rahatladım. Bir kahve içmek istedim ama olmadı. Yolcular uçağa alınmaya başlandı. Herkes kemerlerini bağladı. Pamuk balyalarının üzerinden süzülmeye başladık. Ben buruk bir acı yaşıyordum, yüreğim sızlıyordu. Bundan önceki sekiz gezide yanımda olan eşim bu gezide yanımda değildi. Üç sene olmuştu aramızdan ayrılalı. Geziyi onsuz nasıl tamamlayacaktım. Beni kim toparlayacaktı. Kim elimden tutacaktı. Baktım şöyle bir göz ucuyla yanımda oturan kişiye, acaba eşim mi diye, nafile, gözlerim yorgun olarak geri döndü… Daldığım hayal âleminden hostesin “buyurunuz efendim” sesiyle uyandım. Yemek servisi başlamıştı. İstanbul Havaalanı’ndayız. İç hatlara geçmek için bir buçuk saat zamanımız var. Kars’ta gümrük olmadığı için önce eşyalarımızı almamız gerekiyormuş. Bilmediğimiz bir havaalanı. Başladık koşturmaya. Git git bitmiyor. Terledik, sırılsıklam olduk. “ Doğu Anadolu çok soğuk olur, sıkı giyinin” diye tembih etmişlerdi. -Hiç de dedikleri gibi olmadı- Bazen yürüyen merdiveni kullandık, bazen de yürüdük. Ünal’ın dediğine göre araba da kiralayabiliyormuşsun istediğin yere gitmek için. Yanımızdan hızlıca geçen üstü açık arabalar onlarmış. Bu araçları daha ziyade yaşlılar ve engelliler kullanıyor galiba. Müşterilerinden anladığım odur. Sonunda geldik iç hatlara. Kars Havaalanı’na geldiğimizde saat 14’e gelmişti. Eşyalarımızı aldık ve dışarıya çıktık. Tur sorumlusu ve daimi rehberimiz Emin, kaptan Sezgin ve yardımcıları Kadir, bizleri bekliyorlardı. Üç yıllık hasret bitmişti, kucaklaştık hal hatır sorduk. Emin ilk önce “Hüseyin abi, Sebahattin, Ayhan, Erol ve Recai abiler neden gelmediler başkanım?” diye sordu. ‘İnşallah başka sefere gelirler.’ dedim ve Kars’a doğru yol almaya başladık. Kars Valisi’nden randevu almıştık bir hafta öncesinden. Aynı zamanda şehremini olarak kendisinden destur alarak gezmeye başlayacaktık şehri. Eski bir geleneği canlandırmaktı maksadımız. Yoldan aradık saat 16:00’da makamda olacağımızı söyledik. Telefona çıkan görevli valinin acil bir işi çıktığını söyleyerek nazikçe bizi huzura kabul edemeyeceklerini söyledi. İyi de bir hafta öncesinden randevu vermişsin ve ziyarete katılacak olan kişilerin kimlik numaralarına kadar almışsın, son anda bu neyin nesidir? Acil işiniz çıktıysa yardımcılarınızdan birisi de bizleri karşılayamaz mıydı? Yapacak bir şey yoktu. Vali o, Şehremini o, bundan ötesi yok. Otele gidip bir an evvel gezi programımızı uygulamaya koymamız gerekiyordu. Biz de öyle yaptık. Otele yerleştik ve biraz soluklandık. Giriş işlemleri yapılırken iki gün kalacağımız otele yerleştik. Otel müdürü olan Fatih Bey kardeşimi önceki geziden tanıyorum. O zaman Erzurum’daydı. Özel ihtimam gösterdi gruba. Herkese çay servisi yapıldı. Çay kaçak çay. Ben bu konuda hassas olduğum için sevgili Fatih kardeşime sordum; ‘Niçin kaçak çay içiyorsunuz, çay ülkesinde kaçak çay? Cevab, “Ben otelin sadece müdürüyüm.’ Bu konuda ÇAYKUR genel Müdürü ne iş yapar sorusunu sormak gerekiyordu ve biz de sorduk; Allah aşkına bu ÇAYKUR genel müdürü ne iş yapar? Berlin Büyükelçiliği’ne semaver söz verdiler aylar geçti üzerinden hâlâ gelmedi. Bu makamları işgal edenler, kifayetsiz muhterisler midir yoksa ehliyetsiz dolgu maddeleri midir? Valinin (Aynı zamanda Kayyum) yaptığı nezaketsizliği de anlattım Fatih kardeşime, omuzunu çekti ve dudaklarını büktü… Kel başa şimşir tarak… Kars Kars, Türkiye'nin rakımı en yüksek il merkezlerinden birisi, köyleri ile birlikte nüfusu 100 bini aşıyor. Türkiye'nin Kafkasya'ya açılan kapısı konumundaki bu şehir, Kafkas Üniversitesi’nin açılmasıyla hızla gelişmeye başlamış ve zaman içinde bir öğrenci kenti durumuna gelmiş. Ayrıca şehir merkezine altı kilometre uzaklıktaki havalimanı Kars’a önemli bir hareketlilik kazandırmış. Kars’ta yazılı tarih MÖ 9. Yüzyılda Urartularla başlamış. 1064’te Kars Selçuklu hâkimiyeti altına girmiş. 877-1878 yılları arasında yaşanan ve ‘93 Harbi olarak bilinen savaşın ardından şehir kırk yıl kadar Rusya'nın kontrolünde kalmış. Kars, Türk Kurtuluş Savaşı'yla 30 Ekim 1920'de Türk kuvvetleri tarafından alınmış. Kars halkının Türk millî mücadelesinde gösterdiği fedakârlıktan ötürü şehre Gazi unvanı verilmiş. 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars Antlaşmalarıyla yeni sınırlarına kavuşan Kars, Cumhuriyet'in ilanından sonra aynı adla ilin merkezi yapılmış. Kars, çeşitli etnik gruplarını ve mezhepleri barındıran zengin ve renkli bir kültüre sahipmiş. Kars'ın toplumsal yapısı çeşitli etnik grupların kültürel gelenekleriyle harmanlanmış. Çok kültürlülük sayesinde yörenin zengin bir folkloru ve şive ağız özellikleri bulunmaktaymış. Kars'ın nüfusunu Azeriler, Türkler, Terekemeler ve Kürtler oluşturmaktaymış. Kars'ta yaşayan Müslümanların bir kısmı Şii ve bir kısmı Sünni'ymiş. Çok az sayıdaki Rus Malaganlar ve Almanlar ise Hristiyan dinine mensup küçük bir azınlığı oluşturmaktaymış. Kars'ta, çok eskilere dayanan âşıklar geleneği varmış. Âşıklar, deyişlerini ve birbirleriyle olan atışmalarını saz ve kopuz ile yapıyorlarmış. Geçmişi Dede Korkut hikâyelerine ve Manas Destanı'na dayanan sözlü gelenekler âşıkların anlatımları ile yayılmış. Kars Belediyesi´nin resmî internet sitesine göre Türkiye´de en çok âşık Kars doğumluymuş. Buna göre 450 âşıktan 200'e yakını bu şehirde doğmuş. Murat Çobanoğlu ve Şeref Taşlıova, Kars'ın yetiştirdiği en önemli âşıklar arasındaymış. Murat Çobanoğlu'nun ölümüyle birlikte burada her sene Türkiye Murat Çobanoğlu Âşıklar Bayramı düzenlenmekteymiş. Özellikle, Rusların şehre girmesiyle şehir mimarisi büyük değişim geçirmiş. Ruslar, Kars Çayı'nın doğusunda kalan kesimde yeni yapılar inşa ederler. Birbirlerini dik kesen yollar yaparlar. Rus mimarisi bununla da yetinmez, bugün koruma altına alınan eski Rus evlerini inşa ederler. Büyük büyük taşlarla yapılmış müthiş binalar. Rehberimiz Emin otobüste anlattı bunları. Hasan Harakani Vakit geçirmeden hemen hareket ettik. Madem Vali ve de kayyum olan zat bizleri kabul etmedi, biz de şehrin asıl sahibine gideriz dedik ve doğruca Hasan Harakâni Hazretleri’ne gittik. -Otobüste Emel Polat kızımızı sorumlu kişi olarak seçtik. Fatma Mıdık kızımız biraz bozulur gibi oldu ama o hakikatli kızdır anlayışla karşıladı. Çünkü bugüne kadar yaptığımız geziler de o sorumlu kişi idi ve vazifesini başarı ile yerine getirmişti. Sağ olsun gezi boyunca Emel kızımıza tecrübelerini aktarmayı ihmal etmedi.- Meydanda, evliya türbeleri ve Kümbet Camii var. Hasan Harakâni, Selçukluların öncü kuvvetlerinden, fetihten önce şehre gelip gönülleri fetheden kişi. M.S. 963-1033 ( Hicri 352-425) yılları arasında yaşayan Harakani’nin asıl adı Ali Bin Ahmed Cafer. Bugünkü İran'ın Horasan bölgesinde Bistam kasabasına bağlı Harakan köyünde doğmuş. Gençliğinde kervanlara yük taşıyıcılığı da yapan Ebu’l Hasan, Beyazid-i Bestami’nin tasavvufundan etkilenerek Bestami dergâhında bir süre türbedarlık yapmış. 11. Asrın tasavvuf âlimlerinden olan Ebu’l Hasan Anadolu'nun Türkleşmesi için müritleri ile birlikte hizmette bulunmuş. O Anadolu'nun fethi için Alperenlik ruhuyla ilk tohumları atmış, kendisinden bir asır sonra yaşayan Ahmed Yesevi'yi de etkilemiş. Türkmenistan'dan Anadolu'ya M.S.11.yüzyılda Selçuklu akınları sırasında ( 1018-1021) geldiği anlaşılan Ebu’l Hasan 1033 yılında Kars'a 15 km. uzaklıktaki Yahni dağının eteğinde Bizans ordusu ile yapılan amansız savaşta şehit olmuş. Şahadet mertebesine erişen ilk Anadolu evliyalarından birisi olan Ebu’l Hasan Harakâni için 1064 yılında Sultan Alpaslan'nın Kars'ı fethetmesinden sonra bugünkü Kaleiçi mahallesinde bir türbe yaptırılmış. İşte bu türbe o türbe. Selçukluların Anadolu’ya açılan kapısı. Kümbet Camii(Havariler Kilisesi) Türbenin hemen yukarısında Kümbet Camii var. Havariler Kilisesi olarak yapılmış. Şehirdeki Ermeni kiliselerinden birisiymiş. Pakraduni Krallığı döneminde Kral Abbas tarafından MS 932-937 yılları arasında yaptırılmış. Başına gelmeyen kalmamış bu kiliseni. Önce kilise olarak inşa edilmiş. Sonra camiye çevrilmiş. Ancak dış duvarlardaki süslemelere heykelciklere dokunulmamış. 1064 yılında Müslüman egemenliğine geçen yöredeki bu kilise camiye dönüştürülerek Kümbet Camisi adını almış. Bölge Rus hâkimiyetine girince cami Rus Ortodoks Kilisesi'ne çevrilmiş. 1918 yılında şehir Türk hâkimiyetine girince yeniden camiye çevrilmiş. 1964 yılında ise müzeye dönüştürülerek, Kars´ta yapılan kazılardan elde edilen tarihi eserler burada sergilenmeye başlanmış. Kars Müzesi adıyla da bilinen bu eski ibadethane, bu işlevini 1981 yılına kadar sürdürmüş. 1993 yılından bu yana yine cami olarak kullanılmaktaymış. Namaz kılanlarımız namazlarını burada cem ederek kıldılar. Kars Kalesi Kars Kalesi, 1153 yılında Selçuklu Hanedanı'na bağlı Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin'in isteği ile o dönemin veziri olan Firuz Akay tarafından yaptırılmış. Dış kale surlarının yapımı 12. yüzyılda inşa edilmeye başlanmış. 1386 tarihinde Timur tarafından yıktırılan kale, 1579 yılında Osmanlı Padişahı III. Murat'ın emri üzerine Lala Mustafa Paşa tarafından yeniden yaptırılmış. Kaleye çıkmadık, Kalelerden bir kale diye düşündük. Kaleye çıkınca seyredeceğimiz şehirde olağan üstü bir güzelliğin olmadığı da aşikârdı. Kale, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra 40 yıllık Rus hâkimiyetinde tahribatlara uğramış, orijinal özelliğini ve kullanımını yitirmiş. Kale ışıklandırılmış gece görünümü etkileyici. 10 dakika fotoğraf çekme zamanı verildi rehberimiz tarafından. Anlatılanlara göre 2006 yılında bu meydana bir heykel dikilmiş, adına özgürlük heykeli deniliyormuş. Belediye başkanından veto yemesine rağmen dikilmiş heykel. 2011 yılında zamanın başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Kars’ı ziyaret etmiş ve o heykele “ucube” yakıştırmasını yapmış. “Hasan Harakânî'nin türbesinin yanına bir ucube koymuşlar, garip bir şey dikmişler. Oradaki tüm vakıf eserlerinin, o sanatkârane eserlerin olduğu yerde böyle bir şeyin olması düşünülemez. Konuyla ilgili olarak belediye başkanımız görevini süratle yerine getirecektir. Bunu süratle bekliyoruz. İnşallah ilk gelişimizde bunu da göreceğiz. O bölgeyi de gayet güzel bir park hâline belediye getirecektir.” O heykel daha sonra oradan kaldırılmış. İyi de kaldırılmış. Yani o doku ile o heykelin ne alakası varsa… Geçtiğimiz senelerde yaptığımız gezilerde de bu türden paradoksları yaşamıştık. Yabancısı değiliz tarihi dokuların katledilmesinin. Kafkas Gecesi Kafkas gecesine başka bir araçla gittik. Şoför oldukça hürmetkâr birisi. Ayaküstü birkaç kelam ettik kendisiyle. Daha çok Kars ile ilgili konuştuk. Etnik yapı, belediye seçimi ve sonrasında kayyum atanması gibi konular. Şoför bana PKK sempatizanı gibi geldi. Seçimle gelen Kars belediye başkanı görevden alınmış ve yerine Kayyum atanmış. Bu durum ona göre demokratik bir uygulama değil. Ona göre Kürt halkı baskılanıyor. Ancak hürriyetlerine kavuşmalarına az bir zaman kalmış. Altılı masa seçimi kazanacak, Erdoğan gidecek ve beklenen hürriyete kavuşulacak. Bunun için az bir zaman kalmış… Bu konular öyle ayaküstü konuşulacak konu değildi ama şoför öyle arkası arkasına cümleler kurmaya başlayınca ben sadece dinlemek durumunda kaldım. Arkadaşlarımız otobüste yerlerini alınca Emin düdüğü çaldı. Öbür gün oturup konuşacak ve kahve içecektik o şoförle ama o iş nasip olmadı. Kafkas gecesi bir anlamda sıra gecesi gibi, ancak sıra gecesinin performansı bir başka. Davul, zurna, türkü, halay, çiğ köfte, çay… Her şey var orada. Kafkas gecesinde, patlamış mısır ve içecek olarak kaçak çay var. Müzik ise tamamen farklı, adı Kafkas gecesi zaten. Atışmalar, solo türküler ve Kafkas dansları, oldukça etkileyici, bizlerin günlük yaşamında olmayan türden müzikler ve oyunlar bunlar. Etkileyici elbet. Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’i canlandırdık gözümüzde. Yıllar var ki, böylesine bir Kafkas performansı izlememiştim. Dansçı kızlar yürümüyordu sanki havada uçuyorlardı. O giysileriyle birlikte melekler gibiydiler. Erkek dansçılar ise daha bir canlıydılar. Dünyaya meydan okuyor gibiydiler. Kalpakları, çizmeleri giysileri asaletin simgesiydi. Giriş ücretli. 150 TL. Arzu Hanım türkülerini okudu istek de aldı. Âşıklar da atışmalarıyla bizleri güldürmesini bildiler. Âşıklar da yöresel giysilerle sahne alsalardı daha anlamlı olacaktı. Günlük kıyafetlerle sahne almaları gölgede kalmalarına vesile oldu. Oldukça hoş bir geceydi. Ancak, ikide bir sanatçıların önümüze şapkalarını koymaları bizleri rahatsız etti. Gerçekten rahatsız etti. İşi dilenciliğe döktüler. Belli ki onlar kazançlarını aldıkları bağışlardan sağlıyorlar, onu bilemiyorum. Ancak sanatçısını dilenci durumuna getiren bir milletin hiçbir değeri üretemeyeceğini biliyorum. Şapkaya para koyduk koymasına da, yapılan işi de yadırgadık. Ağız tadıyla bir gece geçirelim dedik o da olmadı işte. Anladığımız kadarıyla mekân sahibi bilet paralarıyla kendi giderlerini karşılıyor. Sanatçılara da dilencilik yapmak kalıyor. Saat 11.00’ de otele döndük. Ertesi günü sabah 08 de hareket. Emel açıklamasını yaptı. Geç kalana 10 TL. ceza kesilecek. Devam edecek…

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (ll)

Ani Harabeleri -İnsanların hem karnını doyuran hem de geleneklerini hatırlatan böylesine geleneğine düşkün o kişiyle, mekân sahibi ve aşçısı ile tanışmak istedim ve tanıştım. Meğer garson olarak bize hizmet edip hal-hatır soranlardan birisiymiş mekân sahibi. Beyefendi bir işadamı. Hemen aşçısını da çağırdı. Genç ve güzel bir bayan. Öğretmenlikten ayrılarak bu mekâna aşçı olarak gelmiş. Menüler onun onayından geçmeden sofraya gelmiyormuş- Rüştü KAM Ha-ber.com İkinci gün. Saat 08, otobüste yerimizi aldık. Sezgin kaptan çekti besmeleyi ve bastı gaza. İlk durağımız Ani Harabeleri. Emin, Kars rehberimiz Celil Hoca’yı yoldan alacağımızı anons ederken, birden arkadan sesler yükselmeye başladı, “Fatma seçmen yok, Fatma seçmen yok!” Emel kızımız görevine alışamamış olmalı ki tam sayıyı almadan otobüse yol vermiş. Biraz ilerden geriye döndük. Fatma Seçmen, otelin önünde bize el sallıyor, otobüs öbür şeritte seyrettiği için de kaptan sezginin, “bekle, oraya geliyoruz” şeklindeki ikazlarına aldırmadan, gidiyor olduğumuzu düşünerek el sallayarak otobüse doğru koşuyor. Biraz sonra olduğu yerde kalakaldı. Geriye döndüğümüzü anladığı için mi yoksa otobüsten ümit kestiği için mi, onu kestirmek zor. Otobüse biner binmez bir alkış tufanı koptu, deme gitsin. “Seçmen, Seçmen” diye tempo tutuyordu arkadaşlar. Neredeyse sevinçten ağlayacaktı Fatma Hanım. Gezilerin güzel tarafları bunlar, şakalaşmak, birlikte gülmek, birlikte ağlamak. Emel affetmedi Fatma seçmeni, ilk günün cezasını hemen kesti. Hem de 20 TL. İtiraz kabul edilmedi. Sayım yapmadan yola çıkmaya müsaade ettiği için 10 TL. da Emin’den Emel’e ceza geldi. Berlin’den beri Fatma Seçmen rahatsızdı. Hastaneye götürelim teklifimizi reddetti. Dinlenirse iyileşirmiş. Öyle dedi. Söz de dinlemiyor. Gece rahatsızlanmış, oda arkadaşı Gülcan hanım Emin’i haberdar etmiş, birlikte hastaneye gitmişler. Serum takmışlar ve birkaç da hap v ermişler. Sabah geç kalmasının sebebi de hastalıkla ilgiliymiş. Kural kuraldır, bir kez delinirse herkes benzer mazeretler üretmeye başlayacağı için Emel geri adım atmadı, haklıydı. Kars rehberimiz Celil Hoca. Evinin önünden aldık onu. Mocca Dergisi’nin birkaç sayısını da verdik. İki gün bizimle olacak. Güven veren bir duruşu var. Hoş beşten sonra hemen aldı mikrofonu eline başladı anlatmaya. İki gün boyunca hiç nefes almadan anlattı. Otobüste de anlattı tarihi eserlerin önünde de, her yerde anlattı. Mesleğine âşık dertli bir kişilik, yapılan yanlışlıkları kabullenemeyen bir duruşu da var. Tarihi eserlerin katlediliyor olması onu çok yaralamış. Yapılan yanlışlıkları gerekli mercilere de yazıyormuş, bildiriyormuş. Ancak olumlu ve olumsuz bir cevap, alamıyormuş, alamamış. Doğubeyazıt’ta ayrıldı bizden. Ruslar Kars’ta 40 yıl kalmış. Bu süre içinde yaptıkları taş binalar iklim şartları göz önünde bulundurularak yapılmış. Hâlâ ayakta olanlar var. Anıt gibi öylece duruyorlar. Ruslardan sonra yapılan binalar ise iklim şartları göz önünde bulundurularak yapılmamış. Estetik ve sağlık düşünülmemiş. Düzensiz bir yapılaşma var Kars’ta. Lenin TBMM ile bir antlaşma yaparak Kars’tan çekilince(1921), göç başlamış. Daha sonra da Kars’a bir çivi bile çakan olmamış, ne yapıldıysa son 20 yılda yapılmış(2022). Zaman içinde Ardahan ve Iğdır Kars’tan koparılıp kendi başlarına il yapılınca da Kars sanki karanlığa gömülmüş. Gelişme durmuş. Bu gezide, oğlum Zülfikar, Hureyre ve onun nişanlısı Zelifa ile birlikte seyahat ediyoruz. Annelerinin yokluğunda benim teselli kaynaklarım. Zülfikar’ı kaptan yardımcısı Kadir’e emanet ettik. Kadir gezi sonuna kadar, hiç ayrılmadı Zülfikar’dan ona müteşekkirim. Onlar faytonla gezdiler Ani’yi. Bizler ise yaya. Üç saatte tamamladık turu. Ani’ye görkemli bir kale kapısından giriliyor. Orijinal motiflerin bulunduğu kapıdan. Celil Hoca, grupta Türkçe bilmeyenler veya az bilenler için İngilizce de anlatıyor. Geçmişte Ani’de 200 bin insan yaşamış. Zamanla bir taraftan Moğol istilaları bir taraftan depremler Ani’nin yerle bir olmasına vesile olmuş. Ayakta kalan eserler bir elin parmağı kadar. Nakkaş kilisesi, Meryem Ana Kilisesi(Katedral), Dikran Honentz Kilisesi, Kızlar Kilisesi, Menuçehr Camii. Agora meydanı da belli belirsiz ayakta kalabilen eserlerden. Rusların, çekilirken yıktıkları caminin temellerini ve minaresinin merdivenlerini de görebiliyoruz. 1947 ye kadar halk mağaralarda yaşıyormuş Ani’de. Mağaraları görebiliyoruz, karşı tepenin eteğinde. Çoğu depremde toprağın altında kalmış. Arpa çayın öbür tarafı Ermenistan bu tarafı Türkiye. Tam Arpaçay’ın kenarında bir kilise ve bir de köprü var. Katedralin önünde ‘Gaziantep Büyükşehir Yardım Gönüllüleri Derneği ile karşılaştık. Kızlardan oluşan bir grup. Onlarla kısa da olsa sohbet etme imkânımız oldu. Cana yakın kızlar. Gözleri pırıl pırıl. Yakalarında rozetleri var. Anlaşılan yaptıkları işleri severek yapıyorlar ve tanınmak istiyorlar. Anlamlı bir organizasyon. Şahinbey ilçesinde kurulmuşlar. Ancak profesyonel bir rehberleri yoktu. O kadar masraf ve o kadar da yol. Profesyonel rehberleri yok. Anlaşılabilir gibi değil. Ani, 961-1045 yılları arasında Pakraduni Hanedanlığının başkenti olmuş. 11. ve 12. Yüzyılda Selçukluların hâkimiyeti altına girmiş. Ani'deki ayakta kalan en önemli İslam eseri Ebu'l Menuçehr Camisiymiş ve 1072 yılında Şeddadî emiri Menuçehr tarafından yaptırılmış. Orada öylece duruyor. Anadolu’da yapılan ilk cami. Aslına uygun olarak yapılacağı günü bekliyor. Her gelen ziyaretçisine dert yanıyor, “Ben çok acı çekiyorum. Benim yaralarımı saracak, uzman hekimlere ihtiyacım var.” Oraya gidip te Menuçehr Camii’nin iniltisini duymamak mümkün mü? Bugün itibariyle Ani ören yerinde, Bronz ve Demir Çağı’na ve Urartular dönemine ait eserler bulunmuş. Ayrıca Zerdüşt Ateşgedesi olabilecek bir yapı da mevcutmuş. 1001 kilise şehri veya 40 kapılı şehir diye de adlandırılan Ani'nin altında bir yeraltı şehri varmış. Oralar daha ziyarete açılmamış. Velhasıl Ani anlatmakla bitecek bir ören yerine benzemiyor, gezip görmek gerekiyor. Han-ı Hanedan Ani’den ayrıldık. Öğle yemeği için Kars’a doğru hareket ettik. Kars kazı yiyeceğiz. Yani tandırda kaz çekmesi. Kaz çekmesinin en iyi pişirildiği ve servisinin yapıldığı söylenilen Han-ı Hanedana gittik. Önce çorba geldi. Yöresel Evelik Aşı (çorba). Yayladan sofraya uzanan şifa olarak tanıtılıyor. Oldukça lezzetli bir çorba. Gezilerin önemi de işte burada yatıyor. Değişik tatlar ve lezzetlerle tanışıyorsunuz. Arkasından ana yemeğimiz geldi. Tandırda kaz çekmesi. Ben yanına yoğurt istedim. Süzülmüş manda yoğurdu getirdiler. Tatlı olarak Pargalı tatlısı. Pargalı İbrahim geldi hemen aklımıza. Görüntüsü fevkalade güzel. Çatalı ve bıçağı tabağa koymuşlar üzerine çikolata serpmişler sonra da çatal ve bıçağı tabaktan almışlar. İzleri tabakta öylece kalmış. Estetik. İştah açıcı. Hani ‘Yeme de yanında yat.’ derler ya o cinsten. Yemekten sonra sade Türk kahvesi ikram edildi. Yanında lokumu ve suyu ihmal edilmemiş. İnsanların hem karnını doyuran hem de geleneklerini hatırlatan böylesine geleneğine düşkün o kişiyle, mekân sahibi ve aşçısı ile tanışmak istedim ve tanıştım. Meğer garson olarak bize hizmet edip hal-hatır soranlardan birisiymiş mekân sahibi. Beyefendi bir işadamı. Hemen aşçısını da çağırdı. Genç ve güzel bir bayan. Öğretmenlikten ayrılarak bu mekâna aşçı olarak gelmiş. Menüler onun onayından geçmeden sofraya gelmezmiş. Yaptıkları işin ne kadar anlamlı olduğunu duygularımı da katarak anlattım onlara… Restoranlarda erkek aşçılara alışık olduğumuzdan, bir bayanın aşçı olarak bizi selamlaması da ezberimizi bozdu elbet. Peynir Müzesi Yemekten sonra Peynir Müzesi’ne gittik. Gravyer başta olmak üzere birçok çeşit peynirin üretildiği Kars'ta, Peynir Müzesi açılmış. Tarihi Süvari Tabyası’nda açılmış bu müze. Tabya restore edilerek müzeye dönüştürülmüş. Ne kadar da hoş olmuş. İstenirse neler oluyor neler. Peynir Müzesinde ahır bölümü, içi süt dolu güğümler, yaylalardaki yaşam ve peynir yapımı ile peynirin imalatının serüveni anlatılmış ve canlandırılmış. Müzenin giriş bölümüne ise yine temsili olarak üst üste onlarca gravyer peynir yerleştirilmiş. Alışageldiğimiz müzelerden farklı bir müze. Türkiye’de bir şeylerin değiştiğini fark edebiliyoruz. Sarıkamış Kars’a gelip de Sarıkamış şehitlerine gözükmeden, onlarla selamlaşmadan gitmek olmazdı. Geç saatte de olsa vardık huzura ama şehitlerimiz yüzümüze bile bakmadılar. “Biz uğruna can verdiğimiz bu toprakları sizlere emanet ettik. Hayatımızın baharında canımızı vererek emanet ettik. Vatan sağ olsun dedik, şimdi sizler bu topraklara o insanları yeniden kendi elinizle davet ediyorsunuz, onlarla işbirliği yapıyorsunuz, yazıklar olsun sizlere!“ dediler. İster istemez boynumuzu büktük, elimizi önden bağlayarak 3.000 kilometre uzaktan geldiğimizi söyledik. Anlayışla karşıladılar. Türkiye’de olup da onlara hiç uğramayanlar da varmış. Yine de bizi bağırlarına bastılar. Kucaklaştık onlarla. Hatıra fotoğrafı çekilmeye müsaade ettiler ve gözyaşları içinde ayrıldık huzurdan. Aziz şehitlerimizin ruhu şad olsun. Sarıkamış, Horasan'da kurulan Selçuklu-Türk İmparatorluğu tarafından vatanlaştırılmış. Selçuklunun gayesi İslam tefekkürünü dünyaya yaymak ve yaşatmaktır. 16 Ağustos 1064 tarihinde Alparslan'ın, Bizans Kalesi Ani şehrine, Kars kalesine, Allahü Ekber ve Soğanlı Dağlarına hâkimiyet kurmasıyla Sarıkamış da bir Türk vatanı olmuş. Ta ki, 3 Mart 1878 de Ayastafanos, 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşmaları imzalanana kadar. O tarihten sonra Kars, Batum ve Ardahan harp tazminatı olarak Ruslara bırakılmıştır. Bu hal tam 40 yıllık simsiyah günleri içine almıştır. Bu bitmez tükenmez acı günlerde Sarıkamış yöresindeki halk çektiği ıstırapları yanık türkülerinde dile getirmişlerdir. 1914 yılında Enver Paşa komutasında meşhur Sarıkamış Harekâtı başlamıştır. Ağır kış şartları nedeniyle ordumuz kış şartlarında daha fazla ilerleyememiş ve yenilgiye uğramıştır. Bu sonuç tarihe korkunç bir facia ve acı bir hatıra olarak geçmiştir. 90.000 şehit. Tamamen donarak ölen 90.000 kınalı kuzu. Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkan Vekili Dük Aleksandroviç Pietroviç Sarıkamış'ta gördüklerine anılarında şöyle yer vermiş: "İlk sırada diz çökmüş 9 kahraman. Mavzerleriyle nişan almışlar, tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar... İkinci sırada cephane taşıyanlar var, sandıkları bir avuçlamışlar ki, kâinattan hırslarını almak istiyor gibiler. Öylesine kaskatı kesilmişler... Ve sağ başta Binbaşı Nihat. Dimdik ayakta, başı açık, saçları beyaza boyanmış, gözlerini karşıya dikmiş... Allahuekber dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel, Allah'larına teslim olmuşlardı." Aman Allah’ım; Yürek mi dayanır bu acıya. Peynir almak için zaman Emin kardeşimiz peynir alacak zamanımız olmadığı için geç saatte de olsa müessese sahibini bekletmiş. Sarıkamış dönüşü vakit kaybetmeden doğruca o müesseseye gittik. Saat 22:00 de dükkân açık. Önce bize kısaca peyniri tanıttı müessesenin sahibi. Genç bir delikanlı. Anlaşılan babadan oğula devredilmiş müessese. Kars gravyer peyniri genellikle saf inek sütü veya inek ve keçi sütü karışımı ile yapılırmış. Kars gravyeri, 1878 yılında İsviçreli bir peynir üreticisi olan David Moser'in Kars, Boğatepe’yi ziyareti sırasında bölgeyi peynir yapımına uygun bulması ile ortaya çıkmış. Köyde küçük bir peynir fabrikası kurularak üretime başlanmış. Avrupa da ‘Dağ sütleri’, ‘dağ peynirleri’, ‘Alpin peynirleri’ isimli gruplarla yarışırmış Kars peyniri. Kars’ta 2 bin 400 - 2 bin 800 rakım aralığında üretilen bu peynirler de bu değerli peynirler sınıfına giriyormuş. Genellikle kahvaltıda tüketilen gravyer, Kars gibi bazı bölge ve şehirlerde; hazma yardımcı olduğu gerekçesiyle yemek sonrası yeniliyormuş. Alışveriş saat 24:00’e kadar sürdü. Sabah 08:00 de Doğubeyazıt’a hareket. Devam edecek

12 Eylül 2022 Pazartesi

TÜRK ÖĞRENCİLERİN ALMANYA'DAKİ EĞİTİM SORUNLARI VE ÇÖZÜMLERİ

TÜRK ÖĞRENCİLERİN ALMANYA’DAKİ EĞİTİM SORUNLARI “Ne olacak bizim çocukların hali!” Almanya'da Türk çocuklarının eğitim problemleri çok çeşitlidir. Ancak bunların temelinde 3 önemli konu yatmaktadır. Ana dili bilgisinin eksikliği, din anlayışının yanlış olması ve tarih bilgisinin ve bilincinin olmaması. İçinde bulunduğumuz yılda (2017), Alman okulları Türkçe dersi için kullanılan sınıflardan ücret alma peşine düşmüştür. Bundan sonra kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız. Yapacağımız çalışmaların üç ayaklıdır: Aile ve okul ayağı vardır, STK ayağı vardır, devlet ayağı vardır. Çevre ve medya ayağını da unutmamak gerekir. İstisnasız bütün sivil toplum örgütleri toplantılarında bir vesileyle konuyu hemen eğitime getiriirler. Duyarlı iki Türk bir araya gelse “Ne olacak bizim çocukların hali!” diye başlarlar eğitim konusunda sohbete. Eğitimi konuşmak kolaydır. Ancak, eğitime yatırım yapmak oldukça zordur. İrade ister cesaret ister en önemlisi fedakârlık ister. Çünkü, ciddi bir çalışma içine girmek söz konusu olunca ortalıkta kimse kalmaz. Bahane hazırdır, eğitime yapılan yatırımlar boşunadır. Kısa yoldan hayata atılmak gerekir. Beklemeye tahammülü yoktur yoktur insanların. Hemen netice isterler. Problem tespiti ve temel çözüm önerileri Endişemiz var, endişelerimiz var, boşver diyenimiz var; çocuklarımız, okullarda aşağılanıyor, öğretmenler tarafından yanlış yönlendiriliyor, üniversite okuma yerine meslek edinmeleri tavsiye ediliyor. Çocuklarımızın, teneffüslerde Türkçe konuşmaları yasaklanıyor, barbar diye, çingene diye kendileriyle alay ediliyor, sözde soykırım iddialarıyla hakarete uğruyorlar. Ancak benim üzerinde durmak istediğimi birilerinin çocuklarımızı aşağılaması, onu yargılaması değil. Benim derdim çocuklarımızın bu konularda muhataplarına verecekleri sağlam bilgilerinin olmamasından dolayı eziklik duymasıdır. Kendisinin barbar olmadığını muhataplarına anlatamamasıdır. Zavallı çocuk kendisini bilmiyor, tanımıyor. Bazıları kabulleniyor barbarlığı, “demek ki barbarmışız” diyor. Bazıları da karşı koyuyor, hem de kaba kuvvetle karşı koyuyor, “ben barbar değilim” diyor, hakaretleri kabullenemiyor. Ancak haklılığını bilgi ile destekleyemediği için haksız duruma düşüyor. Birinci kuşak hizmetler zincirinde yerini almış ve gerekli hizmetleri ne pahasına olursa olsun, o bilgisiz ama saf ve cesur haliyle bugüne kadar getirmiştir. Cami ise cami, dernek ise dernek, para ise para ne gerekiyorsa yapmış ve görevi ikinci kuşağa iç huzuruyla devretmiştir. Ancak ikinci kuşak emanete gereği gibi sahip çıkamamış ve birinci kuşağa büyük ölçüde problem olmuştur. Problemler büyümüş ve kartopu haline gelmiştir. Problemlerin çözümü, eğitim faaliyetlerinin yer, zaman, şahıs ve cemiyet açısından bilinçli olarak yürütülmesine bağlıdır. Bugün dini motiflerle süslediğimiz bir eğitime eskisinden daha fazla ihtiyaç vardır. Geleneklerin güzellikleri ile süslenen, milli şuur ile tarih şuuru ile desteklenen bir dini eğitim, ancak gençlerin kimlikli hale gelmelerine yardımcı olacaktır. Bilinçsiz olarak verilen dini eğitim ve ırkçılığı ön plana çıkaran ulus bilinci gençleri saldırganlaştırabilecektir. Her ikisi de gelecek için tehlikelidir. Doğru olan, kendi hakkına sahip çıktığı kadar başkalarının hakkına da sahip çıkacak görüp gözetecek olgunlukta bir genç yetiştirmektir. Vatan sevgisi, millet sevgisi, bayrak sevgisi, Allah sevgisi eğitimde mutlaka belirleyici bir rol üstlenmelidir. Başta anne ve babalara görev düşüyor. Sonra da sivil toplum örgütlerine. Sonra da devletimize düşüyor bu görev. Kimse "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" dememelidir. Bu deyimi “gençliğimizin, geleceğimiz olmasını isteyenler” hiç kullanmamalıdır. Türkçe, Türk tarihi, İslâm tarihi, Selçuklu tarihi, Osmanlı tarihi, yakın tarih kültürümüzün ayakta duran eserleri, folklorumuz, masallarımız, hikâyelerimiz, edebiyatımızın diğer örnekleri, gençlerimize bilgi olarak verilmelidir. Gençlerimize örnek alabilecekleri insanlar ve o insanların başarıları anlatılmalıdır. Hedefe giderken sapmaların olmaması için, rehber gereklidir. SORUMLULARA DÜŞEN GÖREVLER: Anneler ve babalar Bilgi sunmak, eğitmek bedel ister. Bedelini ödemediğimiz hiçbir şey bizim değildir. Bu bedeli, önce anneler ve babalar ödemelidir. Önümüze çıkan her fırsat çocuklarımızın geleceği için değerlendirilmelidir. Sahip olunan gayrimenkuller, bankada duran paralar; sadece övünmeye yarayan kazanımlarımız olmaktan öteye geçmiyorsa, geçemiyorsa gençliğimiz, geleceğimiz olmayacak demektir. Maddi varlıklar mutlaka yarınki nesiller için aktif hale getirilmelidir. Birinci kuşak, geleneğindeki büyükanne ve büyükbaba rolünü üstlenerek tarihteki yerini mutlaka almalıdır. "Ben emekli oldum bundan sonra altı ay Türkiye'de altı ay burada yaşarım" anlayışından vazgeçilmelidir. "Ben torunlarımın başında duracak ve onlara yapabildiğim kadar eğitmenlik, rehberlik yapacağım, benim bundan sonraki görevim budur" anlayışıyla hareket edilmelidir. Türkiye'yi sadece yıllık izin için ziyaret eden her bir Türkiyeli insan için bu böyle olmalıdır. İnsan ömrü çok kısadır. Zaman ise kıymetli. Bu süre ne kadar akıllı kullanılırsa kimlik sahibi bir genç yetiştirme açısından o kadar verimli olacaktır. Türkiye'ye yapılan yatırımlar çoğu insanımıza mutluluk yerine sıkıntı getirmiştir. Mümkünse bu sıkıntılardan kurtularak buradaki neslin geleceğine katkı sağlaması için gerekli adımlar acilen atılmalıdır. Sivil Toplum Kuruluşları (STK) STK’ler de bedel ödemek zorundadırlar. Almanya’da hizmet veren STK ‘ler eteklerindeki taşları dökerek meselelerini oturup konuşmayı öğrenmelidirler. Almanya'da yaşayan Türkiyelilerin, üzerinde konuşacak ortak değerleri oldukça fazladır. Asgari değil, azami müştereklerimiz vardır. STK ‘leri bir araya getirmek zor değildir. Ancak onların kendi çıkarlarını değil de toplumun çıkarlarını öne almadan konuşmalarını sağlamak oldukça zordur. Almanya'da yaşayan insanımızın bilgi olarak, din olarak, siyaset olarak beslendiği kaynak Türkiye'dir. Türkiye'deki partilerdir, dini cemaatlerdir, tarikatlardır, örgütlerdir. STK ‘ler Türkiye ile elbette oyun tutacaktır, paslaşacaktır, ancak oyun alanı mutlaka Almanya olmalıdır. Yabancılar, Türkler ve özellikle de Türk gençleri arasında işsizliğin yoğun olduğu günümüzde, gençlerin başarı durumları da göz önünde tutularak meslek eğitimi olanakları geliştirilmelidir. STK ’ler, özellikle iş adamları Türk girişimcilerinin önünü açmalı, maddi imkanlar sağlayarak, onların meslek eğitimi verecek konuma gelmeleri için çalışmalıdırlar. Devlet Devlet kurumlarının çalışmaları sıkıntılıdır yurt dışında. Sorumlulukları vardır onların, yetkileri sınırlıdır. Buna rağmen, halkla devlet elele olmalıdır, halkımız böyle bir birliği özlemiştir. Almanya'daki gençlerin Türkiye’yi tanımaları için altyapı oluşturulmalıdır. Bunun için Türkiye'ye geziler düzenlenmelidir. Bu gezilerin konaklama, beslenme, ulaşım, rehber vb. masrafları mutlaka karşılanmalıdır. Almanya'nın önemli şehirlerinde kültür merkezleri açılmalıdır, Türk kütüphaneleri açılmalıdır. Bu çalışmalar için ihtiyaç duyulan personel Almanya'dan temin edilmelidir. Diasporadaki insanımızın ihtiyacı olan eğitim araç ve gereçleri ise mutlaka devlet tarafından temin edilmelidir. NELER YAPILMALIDIR: 1-Halkımızın sorunlarını rahatlıkla iletebileceği danışma merkezleri oluşturabiliriz. Bu merkezlerde toplanacak sorunlar ilgili makamlara ulaştırılmalı ve takibi yapılmalıdır. 2-Ana dil öğretim ve eğitim kursları açabiliriz. Gençlerimiz kendi kültürlerine tamamen yabancılaşmışlardır. Kendi kültürümüze ait güzelliklerin gençlere sunulamayışı, gençleri ister istemez yabancı kültürlerin ağına düşürmüştür. Türkçe konuşma, okuyup yazma bütün kuşaklar için önümüzde duran büyük bir problemdir. Bu konuda Türk konsoloslukları ile işbirliğine gidilmelidir. Bu konuda gerekli olan araç ve gereçlerin temininde onlardan azami derecede yardım alınmalıdır. Türkçe kursları ihtiyaca göre her ilçede açılmalıdır. Bu konuda o ilçelerde hizmet veren sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapılabilir. Çocuklarımıza ana dilleri Türkçe olan çocuk yuvaları açılmalıdır. Türkçe’nin, sınıf geçmeyi etkileyen notlu biçimiyle örgün ve yaygın olarak öğretilmesi için mücadele verilmelidir. Ana dili öğrenimi bir haktır ve ayrıca diğer dillerin öğrenilmesinin ön koşuludur. Türkçe, Almanya’da en çok konuşulan ikinci ana dildir. Dünyada 300 milyon insanın ana dilidir. Dünyada en çok konuşulan 5. dildir. Türkçe’nin bu konumundan yola çıkarak, okullarda öğretilen diğer yabancı dillerin yanında 2. yabancı dil olarak sunulması gerekir. Ayrıca Türkçe’nin birlikte yaşamaya katkısı gözardı edilemeyecek kadar önemlidir. 3-Almanca eğitimine önem verilmelidir. İçinde yaşanılan ülkenin lisanı, bir kitabı veya gazeteyi okuyup anlayabilecek derecede öğrenilmelidir. Verilmeyen hakların alınabilmesi, savunulabilmesi, aldıktan sonra da korunabilmesi için önemlidir. O ülkede doğup büyüyenler ise ülke lisanını en üst seviyede konuşmalı, anlamalı ve yazmalıdır. Çocuklar, kitap okumaya teşvik edilmeli, bunun için imkanlar sağlanmalıdır. 4-Kültürel değerler unutturulmamalıdır. Kültürel değerler çocuklara aktarılmadığı için, gençlerimiz kendisine ve çevresine yabancılaşmış, huyları ve davranışları değişmiş, duygusallığı kaybolmuş, elektronik aletlere tutkunluğu artmış, internet merakı hastalık haline gelmiştir. Gençler, insanlardan kaçmaya başlamış, yalnızlığı tercih eder duruma gelmiş, sosyal planda gerilemiş ve mahcuplaşmıştır. En kötüsü; okumaya, öğrenmeye, güzel sanatlara, çalışmaya karşı isteksizleşmiş, ilgisizleşmiş, dağınıklık hoşuna gider olmuş, giyim kuşamıyla kendisine yabancılaşmış, dîni ve millî değerlere bîgâne hale gelmiştir. Gitgide toplum ile arasındaki mesafe derinleşmiştir. Çağın baş döndürücü hızı, iki toplum arasında sıkışıp kalan talihsiz genci örseleyip bir köşeye atıvermiştir. Arkadaşlık etme, eğlenme ve evlenme kuralları değişmiştir. Arkadaş seçiminde ailenin tavsiyesine değer verilmediği için, olumsuz kişilerle arkadaşlık yapanların sayısı çoğalmıştır. Aile olma mefhumu kaybolmuştur. Evlilikler çıkar ilişkisine bağlı hale gelmiştir. Eşlerin birbirlerine verebilecekleri ahlaki değerler ve moral gücü zayıflamıştır, yerini cinsel ilişki, şekilcilik, maddecilik almıştır. Gençlerin, çocukların, eğlenme ve yemek yeme zevkleri, alışkanlıkları tamamen değişmiştir. Gerek dini otoritenin gerekse aile otoritesinin, mahalle baskısının ortadan kalkması, gençleri bireyselleştirmiş, fıtratlarındaki saldırganlık eğilimini kamçılamıştır. Gençlerin kendilerine gelebilmeleri için kendi kültür değerleriyle tanışmaları kaçınılmazdır. Folklor kursları, musiki kursları, resim ve elişi kursları, biçki dikiş ve yemek pişirme kursları, okul öncesi eğitim için çocuk yuvaları, tiyatro kursları, hitabet vb. kursları verilmeli ve bu işin icra edileceği mekanlar mutlaka açılmalıdır. Bu konularda maliyet hesabı yapılmamalıdır. Sofra geleneği Türk örf ve âdetinde önemli bir yere sahiptir. Bu önemli geleneğimiz ne yazık ki bugün anlamını yitirmiştir. Yitirmiştir değil hatta tedavülden bile kalkmıştır. Aile fertleri sofrada bir araya gelememektedirler. Aile üyeleri kendi hallerine bırakılmış, mecbur olmadıkları halde karınlarını istedikleri yerde doyurur hale gelmişlerdir. Sofranın en ucunda oturan aile büyüğü yoktur bugün. Sofralarımızda Allah'ın verdiği o güzel nimetlerin şükrü eda edilmiyor. Yemeklere besmele ile başlanmıyor, sofradan kalkarken dua edilmiyor, elleri yıkayarak sofraya oturmak, sofradan kalkarken izin almak, sofradan kalktıktan sonra ağzı temizlemek vb. adetlerimiz neredeyse yok denecek kadar azalmıştır. Dini bayramlar tamamen kaldırılmış olmasa bile, önemsizleştirilmiştir. Bayram geleneği unutulunca büyükler ile küçükler arasındaki kaynaşma otomatik olarak ortadan kalkmıştır. Kendi kültürlerinden kopan ailelerin, geleneksel değer yargıları da değişmeye başlamıştır. Çocuklar bu durumdan etkilenmiş ve yaşadığı toplumun kültürünü ve inancını kendi inanç ve kültürünün yerine koymuştur. Böylece çekirdek aile bireyleri arasında ikinci bir bölünme başlamıştır. Geleceğimizin inşası için ve de içinde yaşadığımız toplumla kaynaşmak için yapılması gereken çalışmalardır bunlar. İhmal edilmemelidir. 5-Dini eğitim önemsiz hale gelmiştir. Almanya'da din eğitimi Kur'an merkezli ve mezhepler üstü bir eğitim olarak verilmelidir. Bilhassa ilmihal konularında herhangi bir mezhebin görüşü yerine Kuran’ın bu konudaki buyruğu esas alınmalıdır. Savaş ayetleri ile günlük yaşamla ilgili ayetler birbirinden ayırt edilerek çocuklara öğretilmelidir. Bunun için dini cemaatler biraraya gelerek ortak bir müfredat oluşturmalıdırlar. Mesela 2016 yılında örnek bir çalışma yapıldı. Neukölln Belediye Başkanı Franziska Giffey’ın organizasyonuyla, Berlin’de hizmet veren dini cemaatlerin yetkilileri bir araya getirildi. Bu toplantının konusu ‘oruca başlama yaşı’ idi. Gerekçe olarak, ‘yazın uzun günlerde (18-20 saat) oruç tutmak çocukların dersten düşmesine, oruç tutanlarla tutmayanlar arasında kavgaların çıkmasına sebep olduğu’ gösterildi. Belediyenin ilgili birim başkanları ve müdürleri de vardı bu toplantıda. İlk sözü ilçe eğitim müdür aldı, sonra gençlik dairesi başkanı sonra da emniyet müdürü. Belediyenin tüm kurumları bu durumdan rahatsızdı. Sonra söz bizlere geçti. Soru aynen şöyle soruldu: “İslâm oruç tutma yaşını kaç olarak belirlemiştir?” Tartışıldı, ama kesin sonuç alınamadı. Bir ay içinde 4 kez bir araya gelindi. Gelindi gelinmesine de dini cemaatlerin temsilcilerinin attıkları taşlar bir kuyuda toplanamadı. Herkes kendi çaldı kendi oynadı. Belediyenin gösterdiği gerekçenin üzerinde duran bile olmadı. Mezhepler üzerinden gidilerek bildik konuşmalar yapıldı. Berlin’in iklim şartları üzerinde konuşulmadı. Mezheplerin görüşü olan bildik yaşlar (9-12, 12-15, 17-18) tekrar edildi. Toplantı sonunda tutanaklar tutuldu ve cemaatlere ve okullara gönderildi. Benzer çalışmaları Berlin’de hizmet veren dini cemaatler rutin olarak kendi aralarında yapmalıdırlar. Bizim insanlarımızın büyük çoğunluğu cuma günleri camiye giderler. Dini cemaatler kendi aralarında bir araya gelerek veya bir üst akıl onları bir araya getirerek onların ayda bir ortak hutbe okumalarını sağlamalıdır. Bütün camilerde aynı hutbe okunmalıdır. Eğitim ve öğretim konusunda veliye düşen görevler sık sık hatırlatılmalıdır. Bu çalışma, devamlılığı olan bir çalışma olmalıdır. Bu çalışma için dini cemaatlerin eğitimcilerinden ve hocalarından birer temsilci alınarak bir komisyon kurulmalıdır. 6-Eğitim Senatörlüğü ve ilçe Eğitim Müdürlükleri ile işbirliği içine girilerek bilgi alışverişinde bulunulmalıdır. Problemlerimiz ve çözüm yollarını gösteren yazılı bir metin, muhataplarına dosya halinde sunulmalıdır. Bu konularda velileri bilgilendirici seminerler düzenlenmelidir, açık oturumlar yapılmalıdır. Ancak, sorunların tespitinde ve çözümünde hedef kitlenin dünya görüşleri, dini hassasiyetleri, kültürleri ve içinde yaşadıkları toplumun “mahalle baskısı” göz ardı edilmemelidir. Bu konularda velilerin aktif hale getirilmesi sağlanmalıdır. Almanya velilerin tekliflerine değer veren bir ülkedir. 7-Partilerin eğitim sözcüleri ile bilgi alışverişinde bulunulmalıdır. Problemlerin çözümünün önemli ayaklarından biri de siyaset makamıdır. O makam ihmal edilmemelidir. Konunun uzmanı olan bürokratlar ve milletvekilleriyle birlikte çalışmalar yapılabilir. Lüzumu halinde bu çalışmalar kamuoyuyla paylaşılabilir. Ayrıca gençler farklı partilerde yer almaya teşvik edilmelidir. Siyaset meydanı boş bırakılacak bir meydan değildir. 8-Çalışmalara önce okullardan başlanmalıdır. Hangi okullarda çalışma yapılacaksa STK’lerin yıllık çalışma planında belirlenmelidir. Okul yönetiminden isteklerimizin, neler olduğu dosya halinde kendilerine sunulmalıdır. Birlikte yapılacak çalışmalarda mutlaka yer alınmalıdır. Sorunların tek taraflı çözülemeyeceği konusunda okul yönetimi ikna edilmelidir. Sorunlara suçluluk psikolojisi içinde yaklaşılmamalıdır: Biz, Almanyalıyız. Burada çalışıyoruz, vergimizi ödüyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın yeniden imarın büyük katkımız olmuştur. Çocuklarımız burada doğdu, büyüdü. Saçları siyah olmasaydı onlara Alman denirdi. Bu çevrede dolaşıyorlar. Temel eğitimlerini çocuk yuvalarında aldılar. Yanlış yapıyorlarsa bu yanlışlık bize ait değildir, Alman eğitim sistemine aittir. Çocukların saçları siyah diye, onların yaptıkları yanlışlıklardan tek taraflı olarak sorumlu tutulamaz. Yetkililere bu durum ısrarla her platformda iyice anlatılmalıdır. 9-Okullarda veli toplantılarına mutlaka katılınmalıdır Alman öğrencilere ve onların velilerine Almanya’daki yabancı gerçeğini, Müslüman gerçeğini anlatacak olanlar, okul yönetimidir, öğretmenlerdir. Bu konularda okul yönetiminin, öğretmenlerin olumlu yönde aktif görev almaları sağlanmalıdır. Yabancıları ve Müslümanları ötekileştirmenin, eğitimin önünde duran önemli engellerden biri olduğu gerçeği hakkında okul yönetimi ve öğretmenler uyarılmalı ve ikna edilmelidirler. 10-Okullarda öğrencilerin kökenleri, tarihi, dili, inancı ve gelenekleri konusunda aşağılandığı duyumları alınmaktadır. Yaşanılan ülkelerdeki resmî ideolojiler Türkleri barbar olarak, çingene olarak tanıtırken genç bu tanıtım karşısında aktif olamamış ve söylenenleri kabul etmek zorunda kalmıştır: Çünkü genç kendi tarihini bilmemektedir. Bu durum genci aşağılık kompleksine düşürmüştür. "Türkler barbar değildir, çingene değildir" demek onun için belki kolaydır ama bunu ispat edecek bilgi donanımı onda yoktur. Aşağılanmaya vesile olacak davranışlar konusunda veliler ve öğrenciler bilgilendirilmelidirler. Yetkililerle görüşülmeli ve gerekli alt yapı çalışmaları yapılmalıdır. El ilanı, broşür vs. ile hedef kitle aydınlatılmalıdır. Televizyon, gazete ve dergilerde, Almanya'nın geleceği için yabancılarla “birlikte yaşama kültürü” oluşturulması için programlar yapılması teklif edilmeli ve bu tekliflerde ısrarcı olunmalıdır. Alman eğitim sistemindeki yanlışlıklar tespit edilerek ilgililere ve yetkililere çeşitli kanallardan ulaştırılmalıdır. 11-Alman medyası ile iletişime geçilerek taleplerimiz iletilmelidir. Gidişattan, yabancıların kendilerinden sorumlu olduğu kadar, Almanlar da sorumludur. Yabancıları hedef tahtasına koyan Alman siyasetçileri ve bürokratları da sorumludur. Almanların yaptıkları yanlışlıklar da medya ile paylaşılmalıdır. Bu konularda açık oturumlar ve sempozyumlar düzenlenmelidir. Almanlar empati yapmaya davet edilmelidir. 12-Zaman zaman eğitim kampları düzenlenerek öğrencilere ve ailelere görevleri anlatılmalıdır. Bu kamplarda, ailelere çocuklarının içinde bulunmuş oldukları şartlar hakkında bilgi verilerek çocuklara nasıl davranmaları gerektiği anlatılmalıdır. Bu kamplarda; arkadaş seçiminin önemi anlatılmalıdır, çocuklara okuma sevgisi aşılanmalıdır, okuyabilecekleri Türkçe ve Almanca hikâye, masal ve şiir kitapları tavsiye edilmelidir. Tavsiyeden öte o kitapların temini konusunda ellerinden tutulmalıdır. Ayrıca okuma saatleri düzenlenmelidir. Böylece okuma etkinliğine velilerin de katılmaları sağlanmalıdır. Okuma günleri düzenlemenin önemi buralarda anlatılarak diğer zamanlarda da rutin olarak bulundukları çevrede okuma günleri düzenlemeleri tavsiye edilmelidir. 13-Almanya içine ve Almanya dışına geziler düzenlenerek öğrenciler arasında arkadaşlıkların güçlenmesine yardımcı olunmalıdır. Toplu geziler çocukların üzerinde unutulması mümkün olmayan tatlı hatıralar bırakacaktır, bilgilerini ve görgülerini artıracaktır. Sağlam arkadaşlıkların oluşmasına vesile olacaktır. Avrupa ülkelerine, özellikle de Türkiye'ye kültür gezileri düzenlenmelidir. Bu geziler, rehberler eşliğinde yapılmalıdır. Çocuklar bu gezilerde hem eğlenecek hem de eğlenirken tarih ve kültür miraslarını tanıyacaklardır. Bilgi ve görgüleri artacaktır, dilleri gelişecektir. 14-Eğitimin önemi ve ailelerin bu konulardaki görevleri hakkında hazırlanacak kamu spotları sosyal medyada, radyolarda ve değişik yayın organlarında yayınlanmalıdır. Zamanımızda, kitle iletişim araçlarının insanların günlük yaşamlarında önemli yeri vardır. Bu araçlar aracılığıyla insanlara ulaşmak daha kolaydır. Eğitimin önemi ve ailelerin görevleri hakkında hazırlanacak kamu spotları bu araçlar marifetiyle kitlelere ulaştırılmalıdır. Buralarda sunulan bilgiler akıllarda kalıcı olacaktır. 15-Gençlerin danışmanlık alabileceği merkezler olmalıdır. Çocuklarımız, gençlerimiz baş edemedikleri sorunlarını bu merkezlerde uzmanlarına danışarak çözebilmelidirler. 16-Bütün bu çalışmalar için gerekli olan maddi destek sağlanmalıdır. Arkasında maddi desteği olmayan hiçbir oluşum, lazım gelen çalışmayı yapamaz. Eğitime yapılan yatırım uzun vadede geriye döner, aceleci olmamak gerekir, sabırlı olmak gerekir. Bu konuda iş adamlarına büyük görevler düşmektedir. Kuracakları vakıflarla ihtiyaç duyuılan alanlarda hizmete hazır vaziyette beklemelidirler.

29 Ağustos 2022 Pazartesi

TÜRKİYE İTTİFAKI

TÜRKİYE İTTİFAKI -2023 seçimlerine Türkiye sevdalıları tarafından ‘Türkiye İttifakı’ kurularak gidilmelidir- Rüştü KAM Ha-ber.com Bir zamanlar biz Osmanlı tebaası idik. Dört kıtaya yayılmış vaziyetteydik. 10 Milyon kilometrekare toprak üzerinde hüküm sürüyorduk. Değişik ırk, dil ve din mensubu insanlarla birlikte yaşıyorduk. 700 sene boyunca 4 kıtada adalet dağıttık. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsediyorum. Bozkırlardan kopup gelerek Söğüt’te Osman Bey ve Şeyh Edebali tarafından temelleri atılan İmparatorluktan. İmparatorluklar dağılırken O da bu dağılmadan nasibini aldı. İmparatorluk topraklarının paylaşımı kanlı oldu. Bütün imparatorluklar için kanlı oldu. 25 milyon insan can verdi bu hengâmede. Medeniyetler tarumar edildi. Taş taş üstünde kalmadı. Çok uzaklardan değil 100 sene öncesinden bahsediyorum. Sonrasında milli devletler kuruldu. Sınırlar yeniden çizildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaası 10 Milyon kilometreden getirildi 780 bin km ye sıkıştırıldı. Osmanlının devamı olan bu yeni ülkenin adı Türkiye’dir. İçinde Osmanlı’nın bütün renkleri vardır: Türkü vardır, Kürdü vardır, Yahudi’si vardır, Ermeni’si vardır, Arap’ı vardır; Alevi’si vardır, Sünni’si, Hristiyan’ı vardır, ateisti vardır… 100 seneden beri bütün bu renklerle birlikte yaşamaktadır Türkiye. Osmanlı’da olduğu gibi. Emperyalist güçler, içerideki işbirlikçileriyle birlikte ara sıra renkleri karıştırarak Türkiye’yi renksiz bir ülke haline getirmeye çalışsalar da ANA RENK muhafaza edilmiştir. Her türlü ayak oyunlarına rağmen muhafaza edilmiştir. Her on yılda bir kafasına vurulmasına rağmen muhafaza edilmiştir. Üniversitelerde ikna odaları kurulmasına rağmen muhafaza edilmiştir. Ayrıca, Türkiye Metehan’dan beri devlet geleneği olan bir ülkedir. Çadır devleti değildir. Zaman zaman topallasa da elbette titreyip kendine gelecekti ve geldi. Çok acı çekti. Bedeller ödedi. 1950 yılından itibaren yaraları sarılmaya başlandı. Gözyaşları silindi. Yavaş yavaş kendisine gelmeye başladı. Ayılmaya başladı. 2002 yılına gelindiğinde ise irade ortaya koydu ve ayak bağlarından kurtulmaya karar verdi. Kurtuldu da. Vesayete hayır dedi. Bu iş elbette kolay olmadı. Artçılar hâlâ devam etmektedir. Sonra şahsiyetli dış politika dendi, ‘One minute!’ dendi, ‘Dünya beşten büyüktür!’ dendi. 2022 yılına kadar 20 yıl içinde, önceden hayal bile edilemeyen önemli kazanımlar elde edildi. Alt yapı çalışmaları tamamlandı, sağlık sistemi yenilendi, az veya çok ihtiyaç sahibi olan herkese maaş bağlandı. Savunma sanayisini güçlendirdi, komşularıyla arasını düzeltmek için adımlar attı; İsrail ile işleri yoluna koydu, Suriye ile masaya oturmak için kolları sıvadı, Rusya ile iyi ilişkiler kurdu. Azerbaycan’da 30 yıldan beri devam eden işgal sona erdirildi ve dünyada kendinden söz ettiren bir ülke haline geldi. Asya’da ‘Turan Birliği’ni kurmak için ümit oldu. Türkiye’den bahsediyorum. 2023 yılında seçime gidilecek. Şurada 9 ay kaldı. Türkiye üzerinden çıkar elde edenler eski alışkanlıklarından vazgeçmemiş olmalılar ki, tekrar Türkiye’nin rengiyle oynamaya başladılar. Bazen oluyor şarkıcılar üzerinden oyun kuruluyor, bazen Aleviler üzerinden, bazen Kürtler üzerinden, bazen mülteciler üzerinden, bazen Atatürk üzerinden. Hem de camide hutbe okunurken. Bir parti lideri yapıyor bunu. Hutbedeki hocaya cemaatin içinden müdahale yapıyor, “Atatürk’e Fatiha okumayacak mısın hoca?” diyor. Amaç Müslüman halkı kışkırtmaktır, kendisini linç ettirmektir, sokağa dökmektir. Allah’tan halkımız oynanan oyunların farkında olduğu için bu oyunlara gelmiyor. Türkiye sahipsiz değildir. Vardır elbet Türkiye sevdalıları. 2023 seçimlerine giderken yukarıda bahsettiğim kazanımların son bulmaması için Türkiye sevdalıları harekete geçmelidir. Altılı masa gibi, diktatör söylemleriyle algı oluşturmak gibi, güçlendirilmiş demokrasi gibi çelik çomak oyununa son vermelidir. Devlet aklı devreye girmelidir. Cumhur ittifakına ve millet ittifakına son verilerek yeni bir ittifak kurulmalı ve seçime bu Türkiye sevdalılarının ittifakıyla gidilmelidir. Bu ittifakın adı da Türkiye ittifakı olmalıdır. Türk halkının Türkiye sevdalılarından, devlet aklından bekledikleri budur.

4 Ağustos 2022 Perşembe

Av. Önder Mümin Müftü Seçimini ve Lozan'ın Güncellenmesini Değerlendirdi

Doğu Makedonya Trakya Eyaleti Bağımsız Meclis Üyesi Avukan Önder Mümin, gündemde olan Müftülük Seçimi, yetkileri ve Lozan Barış Antlaşması'nın güncellenmesi konularını değerlendir. Öncelikle azınlık haklarının korunması hangi antlaşmalara dayanmaktadır ? Tarihe baktığımızda Yunanistan ve Türkiye arasında arasında hangi hukuki çerçeve geçerli olmuştur ? Yunanistan antlaşmalara bağlı olarak iç hukukunda Müftü seçimi ve yetkileri hususunda ne tür düzenlemeler yapmıştır, bunların hukuki dayanağı varmıdır ? Öncelikli olarak değinilmesi ve etüt edilmesi gereken nokta, azıklık haklarının korunması, müftü yetkileri ve şeçiminin, azınlık eğitimi, dil ve din özgürlüğünün hangi antlaşmalara bağlı olarak uygulanacak olması ve hangi antlaşmalar ile garanti altına alınmış olmasıdır. Bu bağlamda 1913 Atina Antlaşması ve 3 Nolu Protokol başmüftü kavramını, müftü seçimini, vakıf mallarının azınlık tarafından kullanılmasını öngörmektedir. 1923 Lozan Barış Antlaşmasında öngörülmemiş maddeler 1913 Atina Antlaşması ve 3 Nolu Protokol ile antlaşma konusu olmuştur. 1913 Atina Antlaşması ve 3 Nolu Protokolün 11. Maddesi uyarınca bırakılan topraklarda oturanların hayat,mal,şeref,din ve gelenekleri güvence altına alınmakta, bunların Yunan yurttaşlarla aynı medeni ve siyasi haklara sahip olacakları, dinlerini açıkça uygulayabilecekleri belirtilmektedir. Müslüman cemaatlarının yönetimi konusunda önemli hükümler getirmektedir. Mevcut veya oluşacak bu cemaatların muhtarriyetine ve hiyerarşik yapısına dokunulmayacak, sahip oldukları fonlara ve gayrimenkullere ilişilmeyecektir. 11. Madde uyarınca Müslümanlarla manevi önderleri arasındaki ilişkilere karışılmayacak, Müftüler Müslüman seçmenlerce seçilecektir. Başmüftü, Yunanistandaki bütün müftülerin toplanarak seçeceği 3 aday arasından Yunan Kralı tarafından atanacaktır. Müftüler yalnız din konularında ve vakıfların yönetimine nezaret etmekte değil, Müslümanların evlenme, nafaka ve mütevelli tayini gibi dünyevi meselelerinde de yetkilidir diye belirtilmiş ve antlaşma maddesi olarak tarihte yerini almıştır. Aynı antlaşmanın 12. Maddesi her türlü vakfın güvence altına alındığını, bırakılan topraklarda bunların cemaat tarafından yönetileceğini öngörmektedir. 1913 Antlaşmasına 3 protokol eklenmiştir. Antlaşmanın 2. Maddesi hükmüyle bütün Yunanistan topraklarında geçerli kılındığını gördüğümüz 3 numaralı protokol Müslümanların birtakım azınlık haklarını getirmektedir. Buna göre, Başmüftü ve Müftüler Yunan memurlarının hak ve görevlerine sahip olmakta, başmüftü, müftüleri mali ve dini bakımdan denetleyebilmektedir. En önemlisi, Protokol, Müslüman cemaatlarının tüzel kişiliğini tanımaktadır (md. 13). Protokol özel okulları ve bunların gelirlerinide tanımaktadır. Bireylerden veya İslam ileri gelenlerinden oluşacak komisyon tarafından kurulacak okullar da aynı statüde olacak, buralarda eğitim resmi programa uymak ve Yunanca zorunlu olmak şartıyla Türkçe yapılacaktır. Görüldüğü üzere, 1913 Antlaşması herşeyden önce Müslümanların mülkiyet haklarını titizlikle güvence altına almakta, can, din, gelenek gibi temel noktalara atıf yapmakta ve cemaat yönetimlerinin muhtariyeti, müftü seçimi, vakıfların yönetimini garanti altına almaktadır. 3 numaralı protokol ise cemaatların tüzel kişiliğini açıkça tanımakta, azınlık okullarının muhtar yönetimine ve buralarda Türkçe eğitim yapılmasına imkan vermektedir. Bu bağlamda Yunanistan 1920 yılında, yürürlüğe soktuğu 2345/1920 sayılı kanun ile Başmüftü kavramını ve Müftü seçimini benimseyecek ve yasalaştıracaktır. 2345/1920 sayılı kanunun 3. Maddesi uyarınca Başmüftü Yunanistan genelinde bulunan seçilmiş müftüler tarafından seçimle belirlenecek 3 kişi tarafından Yunan devleti tarafından atanacaktır. Ayrıca 2345/1920 sayılı kanunun 6. Maddesi uyarınca Müftülük seçimleri kanunlaştırılmıştır. Bu bağlamda müftülük seçimleri düzenlenmesi kanunlaşmış olup, müftülerin milletvekili seçim kataloglarında yazılı, belediyelerde kayıtlı azınlık insanı tarafından seçilmesi öngörülmüştür. Yukarıda belirtilen yetki ve hakların temeli 1913 Atina Antlaşmasının bazı maddeleri ve 1923 Lozan Barış Antlaşmasının azınlık haklarının korunması konulu bölümü ve özellikle Lozanın 42. ve 45. Maddelerine dayanmaktadır. Lozanın 45. maddesi uyarınca Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları için tanınan haklar, Yunanistan tarafından da, kendi topraklarında bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır. Lozanın 42. Maddesi Türkiye azınlıkların aile ya da kişi statüleri konusunda, bu sorunları sözü geçen azınlıkların gelenek ve göreneklerine göre çözümlenmesine uygun her türlü hükümleri koymayı kabul eder diye öngörmektedir. Aynı madde Yunanistan içinde geçerlidir. İş bu hükümler Türkiye Hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel Komisyonlarda düzenlenecektir. Anlaşmazlık olursa, Türkiye Hükümeti ile Milletler Cemiyeti Meclisi, birlikte, Avrupalı hukukçular arasından bir üst hakem atayacaktır. Türkiye hükümeti söz konusu azınlıkların Kiliseleri, havraları, mezarlıkları ve öteki dinsel kurumlarına her türlü koruyuculuğu göstermeyi yükümlenir. Bu azınlıkların bugün Türkiye’de vakıflarına ve dinsel ve yardım kurumlarına her türlü kolaylığı gösterecek ve izinleri verecek ve yeni dinsel ve yardım kurumları kurulması için, benzeri öteki özel kurumlara sağlamış olan gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir. Lozan Barış antlaşmasının 45. Maddesi uyarınca Türkiye ve azınlık hakları için bağlayıcı unsurlar Yunanistan’da yaşayan azınlık içinde aynen geçerli olup, bağlayıcıdır. Ayrıca Lozan Barış Antlaşmasının 37. Maddesi, 38 den 48 dek maddelerde belirtilen hükümlerin temel yasalar olarak tanımlanması ve hiç bir yasa, hiçbir yönetmelik ve hiç bir resmi işlemin bu hükümlerle çelişkili ya da onlara aykırı olmamasını ve hiç bir yasanın, hiç bir yönetmeliğin ve hiç bir resmi işlemin söz konusu hükümlere üstün sayılmamasını öngörmektedir. Atina Antlaşması, 2345/1920 sayılı kanun ve Lozan Antlaşması sonucunda garanti altına alınmış müftü seçimi ve yetkileri maalesef 1920/1991 sayılı kanun ile haksız ve uluslararası antlaşmalara aykırı olarak ortadan kaldırılmışıtır. 1991 yılında Yunan hükümeti 1920/1991 sayılı yasa ile atanmış müftü kavramını öngörmüştür. 1920/1991 sayılı kanunun 1. Maddesi uyarınca müftülerin 10 senelik görev süresi zarfında, Eğitim ve Din İşleri bakanının önerisi üzerine kararname ile atanması öngörülmüştür. 1920/1991 sayılı kanunun 5. Maddesi uyarınca müftünün yargı yetkileri belirlenmiş, kararlarının Asliye Hukuk mahkemeleri tarafından denetleneceği sabitleşmiştir. Bu bağlamda açık ve net bir şekilde azınlığın kendi müftülerini ve akabinde başmüftüsünü seçme hakkı gasp edilmiş ve 1913 Atina Antlaşması ve 1923 Lozan Barış Antlaşmasının temel hüküm ve maddeleri delinmiştir. (eski Rodop milletvekili Ahmet Hacıosman, Meclis Konuşması, 6/12/2014). Azınlık tabanı atanmış müftü kavramına geçmişten günümüze soğuk bakarak kabullenmemiş, Uluslararası antlaşmalardan doğan haklarını koruma hususunda hali hazırda İbrahim Şerif’i Gümülcine Müftüsü, Ahmet Mete’yi de İskeçe Müftüsü olarak seçmiştir. Batı Trakya Müslüman Türk azınlığının eğitim hakkı, çift dilli ana okulları, dernek ve kuruluşlarının talepleri hususunda hangi antlaşmalar geçerlidir, bu bağlamda hangi uygulamalara gidilmiştir ? Lozan Barış antlaşmasının 45. Maddesi uyarınca Türkiye ve azınlık hakları için bağlayıcı unsurlar Yunanistan içinde aynen geçerli olup, bağlayıcıdır kavramını burada tekrar hatırlatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Lozanın 40 ve 41. Maddeleri ile azınlığın eğitim ve dernekleşme hakkı garanti altına alınmıştır. Lozanın 40. Maddesi azınlıklar konusunda hukuk bakımından ve fiilen öteki yurttaşlara uygulanan işlemlerin ve sağlanan güvencelerin tıpkısından yararlanacaklar ve özellikle, harcamaları kendileri yapılmak üzere, her türlü yardım, dinsel ya da sosyal kurumları, her türlü okul ve benzeri öğretim ve eğitim kurumları kurma, yönetme ve denetleme ve buralarda kendi dillerini özgürce kullanma ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma bakımından eşit bir hakka sahip bulunancaklardır diye öngörmektedir. 40. madde uyarınca her türlü okul kurma hakkı sabit olduğundan azınlığın çift dilli ana okulları talebi mevcut olup, bu güne dek uygulanmamıştır. Ayrıca Lozanın 41. Maddesi genel öğretim konusunda azınlığın önemli bir oranda yerleşmiş olduğu kentler ve kasabalarda, çocuklarının ilk okullarda kendi dilleriyle öğretim görmelerini sağlamak üzere, gerekli kolaylığın gösterilmesini öngörmektedir. Azınlıkların önemli oranda bulundukları kentlerde yada kasabalarda, bu azınlıklar Devlet bütçesi, Belediye ya da benzeri bütçelerde eğitim, din, ya da yardım amacıyla genel gelirlerden verilecek paralardan yararlanma ve ödenek ayrılması konusunda hakça bir pay alacaklardır diye belirtilmiştir. Lozan Barış Antlaşmasının imzalanmasından, yani 1923 yılından 1954 yılına kadar Yunanistan azınlığı Müslüman azınlık olarak kabul etmektedir. 1954 yılındaki karar ile o dönemki Yunan hükümeti azınlık okullarını Türk okulları olarak tanımıştır. 3065/1954 sayılı kanun ile azınlık eğitiminin detayları belirlenmiş, azınlık okulları Türk azınlık okulları olarak tanınmıştır. Türkçe tabelalar ve okulların Türk okulu olarak tanımlanması 1972 Cunta dönemine dek devam etmiştir. Bu dönemde azınlık okullarındaki Türk tabelaları değiştirilmiş ve 1972 Cunta hükümeti kararı ile Türk okullarının ve tabelalarının yerini Müslüman veya Azınlık okulları ibaresi almıştır. 1985 yılı Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlığın aleyhine olan sürecin başlangıcı olarak nitelendirilebilir. Yunanistan’da 1985 lere kadar Türk dernekleri vardı ve müftülük seçimi kazanılmış bir hak olarak sabit kabul ediliyordu. Ama bu yıllardan sonra hem müftülük seçimine hem de Türk ibareli derneklerin varlıklarına son verildiğini gördük. Bu bağlamda Gümülcine Türk Gençler Birliği ve İskeçe Türk Birliği tanınmamakta olup, 2008 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin İskeçe Türk Birliği lehine verdiği kararı, Yunanistan Anayasa Mahkemesi 2012 yılında bağlayıcı olmadığını öne sürerek kabul etmemiştir (Siriza Rodop Milletvekili Ayhan Karayusuf – GTGB iftar yemeği konuşması, 2014). AİHM kararına bakılırsa örgütlenme özgürlüğünün ihlali ve kamusal alanda etnik kimliğin ifade edilebilmesi ile ilgili ihlal olduğunu belirttiğini görmekteyiz.Lozan Antlaşmasına dayanan ve Anayasal hak olan örgütlenme,dernekçilik ve ifade özgürlüğü bu bağlamda kısıtlanmış olup halen yukarıda adı geçen birliklerimiz tanınmamaktadır. Hükümetin yeni yasadaki düzenlemeyle ilgili bundan sonraki süreç içerisinde bunun uygulanış şekli nasıl olacak? Müftü yetkileri ve şeri hukuk hususunda yapılan düzenlemeler nelerdir? Sizce yeni yasa değişikliğinin Azınlık açısından bakıldığında bunun olumlu yada olumsuz yönleri nelerdir? Günümüzde İslam Hukuku ve uygulanış şekli, ve aynı şekilde Müftünün yargı yetkileri 147/1914 sayılı kanunun 4. Maddesi ve 1920/1991 sayılı kanunun 5. Maddesine dayanmaktadır. Geçmişten günümüze İslam Hukukunun uygulanması ve Müftünün yargı yetkileri ile alakalı bir çok tez ve fikir ortaya atılmış olup, farklı hukuki fikirler hem azınlıkta hem çoğunlukta hakim olmuştur. Bunun başlıca sebebi hem 1913 Atina Uluslarası Antlaşması ve 1923 Lozan Antlaşmasının ve bunun akabinde çıkarılan kanunların İslam Hukukunun uygulanması konusunda detaylara girmemesi ve Müftünün yargı yetkilerini net olarak belirlemesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca İslam Hukukunun yazılı bir hukuk olmayıp, örf ve adetlere dayanıyor olması uygulanmasını güçleştirmiştir. Bu bağlamda 3 farklı görüş ve fikri burada etüd edip, günümüzde var olan hukuki sistem ve yeni getirilecek düzenlemelere bu pencereden bakmak gerekiyor. Hali hazırdaki yasalar itibarı ile miras ve aile hukuku çerçevesinde evlenme, boşanma, nafaka, miras ile alakalı konularda İslam Hukuku ve Müftü tek yetkili kılınmıştır. Bu bağlamda Yunan vatandaşı azınlık mensuplarının boşanması, evlenmesi, miras dağılımı hususunda tek yetkili merci müftüdür ve uygulan hukuk İslam Hukukudur. Ayrıca miras hukuku çerçevesinde, son Anayasa Mahkemesi kararlarına da bakıldığında azınlık insanının vasiyet bırakma hakkı olmadığı, çünkü İslam hukukuna tabi olarak böyle bir vasiyet kavramının İslam Hukukunda öngörülmediği belirtilmiştir. Yapılacak olan yeni düzenleme ve meclise sunulan kanun tasarısı uyarınca var olan maddeler şöyle değiştirilmek istenmektedir : -Öncelikle müftü tek yetkili kılınmayacaktır. Müftü huzurunda aile ve miras hukukunun uygulanması için tüm tarafların rızası gerekecektir. Tarafların anlaşması ve müftünün yetkisinin kabulu durumunda, anlaşılan dava için yetki değişikliği yapılamayacaktır. -Taraflara aile ve miras hukuku bağlamında (evlenme, boşanma – nafaka, miras, vasiyet vs.) tercih hakkı verilecektir. Arzu eden bireyler Medeni Hukuku arzu eden bireyler İslam Hukukunu tercih edeceklerdir. -Tarafların anlaşmazlığı durumunda yargı yetkisi Yunan mahkemelerinde olup medeni hukuk uygulanacaktır. -Müslüman azınlığın miras ilişkileri ile ilgili durumlarda Medeni hukuk uygulanacaktır. Medeni Hukuk ve İslam Hukukunun aynı anda uygulanması mümkün değildir. İslam Hukuku gereği vasiyet bırakmak isteyenler bunu noter huzurunda resmi vasiyet şeklinde belirtme hakkına sahip olacaklardır. -Bugüne dek hazırlanmış tüm vasiyetnameler geçerli sayılacaktır. Kamuoyunda dile getirilen müftünün yargı yetkileri tamamen kaldırılıyor düşüncesi yanlış olup, yeni düzenleme ile azınlık insanına müftü ve medeni hukuk arasında tercih hakkı verildiği doğru tespit olarak not edilmelidir. Meclise sunulan yeni tasarının maddelerine değindikten sonra İslam Hukukunun uygulanması ve Müftünün yargı yetkileri ile alakalı geçmişten günümüze dile getirilmiş, ortaya atılmış 3 temel düşünceyi aşağıda belirtmekte fayda görüyorum : 1.Müftünün yargı yetkilerinin devam etmesi – Azınlık bireyleri üzerinde İslam aile ve miras hukukunun tek ve bağlayıcı hukuk olarak uygulanması Bu düşünceye göre var olan hukuk sistemi 1913 Atina Uluslarası Antlaşmasına ve 1923 Lozan Antlaşmasına dayandığından Yunan anayasasının 28. maddesi açıkça Uluslararası Antlaşmaların kanunun üzerinde olduğunu belirtmektedir. Müftü yetkilerini kısıtlayacak her yasa tasarısı Atina antlaşması ve anayasanın 28. Maddesine aykırı olacağından mevcut hukuk sistemini değiştirmeyecektir. Aile ve miras hukuku kamu düzeninden olan hukuklardandır. Medeni kanunun 3. Maddesi kamu düzeninden olan hukukun uygulanmasını taraflar isteyerek yok edemez, dediğinden seçme hakkı tanıyan kanun tasarısı kanuna aykırıdır ve uygulanamaz. Ayrıca Lozan Antlaşmasının 42. Maddesi uyarınca azınlıkların aile ya da kişi statüleri konusunda, bu sorunları sözü geçen azınlıkların törelerine göre çözümlenmesine uygun her türlü hükümleri koymayı kabul eder diye öngörmektedir. Aynı madde Yunanistan içinde geçerlidir. İş bu hükümler Yunan hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel Komisyonlarda düzenlenecektir. Anlaşmazlık olursa, Yunan Hükümeti ile Milletler Cemiyeti Meclisi, birlikte, Avrupalı hukukçular arasından bir üst hakem atayacaktır. Bu usul yerine getirilmeden yasanın çıkması Lozan Antlaşmasına aykırıdır. (Av. Ayhan Şakir – Birlik Gazetesi – 30/11/2017, 556/2017 sayılı Yargıtay kararı). 2. Müftünün yargı yetkilerinin tamamen kaldırılması – İslam aile ve miras hukukunun tamamen kaldırılması Bu fikir uyarınca İslam Hukukunun uygulanması hem Yunan anayasası hemde Avrupa İnsan Hakları Antlaşmasına aykırı olarak görülmektedir. İslam Hukukunun kadın haklarını ihlal ettiği, Türkiye’de 1926 yılında kaldırıldığı, modern bir Avrupa ülkesinde uygulanamaycağı dile getirilmektedir. Ayrıca Lozan antlaşmasının 42. Maddesinin direkt olarak Müftünün yargı yetkilerini zorunlu kılmadığı söylenen fikirler arasında yer almaktadır. Bu bağlamda Anayasa hukukçuları Yannis Ktistakis ve Konstantinos Tsitselikis bu fikir yönünde değişik makaleler yazmışlardır. Aynı şekilde sol ve sosyalist partilerden, Siriza ve geçmişte Pasok kanadından birçok milletvekili bu yönde fikir belirtmiştir. Siriza Rodop milletvekili Mustafa Mustafa İslam Hukukunun ve müftünün yargı yetkilerinin kaldırılması yönünde fikir belirtmiştir (İos gazetesi, 14.07.2001 – Efimerida Ton Sindakton gazetesi, 19.03.2017). Siriza İskeçe Milletvekili Hüseyin Zeybek’te aynı düşüncede olup, yapılacak değişikliklerin öncelikle azınlıkla iştişare halinde yapılmasına vurgu yapmaktadır. Ayrıca vakıf idarelerinde seçim ve müftünün seçimle gelmesi konusunda Hüseyin Zeybek fikir belirtmiştir (Efimerida Ton Sindakton gazetesi, 19.03.2017). 3.Müftünün yargı yetkilerinin korunması – Azınlık fertlerine İslam Hukuku ve Medeni Hukuk arasında tercih hakkı verilmesi Yukarıda belirtildiği gibi son düzenleme aynen bu doğrultuda olup, Müftünün yargı yetkilerini koruyup, Azınlık mensuplarına Aile ve Miras hukuku konularında İslam Hukuku ve Medeni Hukuk arasında tercih hakkını vermektedir. Lozanın 42. maddesinde öngörülen azınlıkların töre (örf ve geleneklerine) göre çözümlenmesine uygun her hükmün koyulması ülkelerce mecburidir. 1923 ten günümüze azınlığın örf ve adetlerinde değişiklikler olduğu mutlaktır. Örneğin miras hukuku sürecinde azınlık insanı geçmiş dönemlerde şer-i hükümleri tercih ederken günümüzde asliye hukukun kurallarına uygun miras yapmaktadır. İslam hukukunda öngörülmemiş olsa bile birçok soydaşımız noter huzurunda hazırladığı vasiyetnameler ile ölümü esnasında mal dağılımını kendi iradesine dayanarak öngörmektedir. Ayrıca erkeğe ayrıcalık tanıyan, kadının mirası erkeğin yarısı kadardır diye bilinen şeri şartlarda mal paylaşımları yok olma derecesine gelmiş, erkek ve kız kardeşler arasındaki mal paylaşımı medeni hukuka göre eşit şekilde yapılmaktadır. Özellikle son yıllarda genç çiftler dini nikah yerine medeni nikahı benimsemektedirler. Tüm bu bulgular Lozandan günümüze azınlığın örf ve adetlerinin değişme kaydettiğini göstermektedir. Bu süreçte uygulanan yasaların değişmesi bir gereksinim, bir ihtiyaç olmaktan çıkmış mecburiyet halini almıştır. Bu bağlamda azınlık insanına aile hukuku çerçevesinde medeni ve şeri yetkiler arasında tercih etme hakkının tanınması doğru bir uygulama olarak kabul edilebilir. Not olarak müftünün şer-i yetkilerinin tamamen kaldırılması söz konusu değildir. Sadece eskiye dönük olarak tek yetkili müftü değil, tarafların anlaşması durumunda müftü yetkili olacaktır. Ayrıca anlaşmazlık durumunda Asliye Hukuk mahkemeleri yetkili olacaktır. Rodop milletvekili İlhan Ahmet 2006 ve 2017 yılında verdiği röportajlarda (Paratiritis Gazetesi – 30.08.2006, Efimerida Ton Sindakton gazetesi, 19.03.2017) azınlığa seçme hakkının verilmesinden yana kanaat kılmışıtır. Anlaşmazlık durumunda müftünün yetkili olması fikrini öne sürmüştür. Ayrıca şer-i yetkilerin kaldırılması hususunda azınlık insanının katılacağı bir referandum yapılması önerisi kendisinin cesur ve ilgi çeken önerilerinden olup, tarihteki yerini almıştır (Hronos Gazetesi, 16.03.2017). Yukarıda belirtilen görüşleri sıraladıktan sonra şahsi kanaatim olarak aşağıdaki şu düşünceleri belirtmek isterim ; 1923’ten günümüze azınlığın töresinde, örf, adet ve ananelerinde belirli değişikliklerin olduğu mutlaktır. Miras hukukunda İslam hukukunun kullanılmayıp, medeni hukuk uyarınca adil paylaşımların benimsenmesi, dini nikah yerine özellikle son dönemde gençlerin resmi nikah usulünü tercih etmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aşağıda belirtileceği üzere usul yönünden yanlış olsada temeli itibarı ile azınlığa tercih hakkının verilmesini pozitif bir ayrımcılık olarak nitelendirebiliriz. Yeni hazırlanan kanun tasarısı doğru yönde olmasına rağmen göz ardı edilmeyecek en önemli husus Lozanın delinmesi ve bu kanun tasarısının Lozanın 42. Maddesine aykırı olarak azınlıkla istişare edilmeden hazırlanmasıdır. Lozan 42 maddesinde net bir şekilde azınlıkların örf ve adetlerini ilgilendiren maddelerin Yunan hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerden oluşan özel komisyonlarda düzenleneceğini öngörmüştür. Tüm geçmiş hükümetler ile olduğu gibi bu durumda da azınlığın fikri sorulmamış olup, Lozanın 42. Maddesinin öngördüğü azınlık mensuplarından da oluşacak komisyonun fikrine başvurulmamıştır. Bu bağlamda yeni kanun hukuki açıdan Lozana aykırı olarak sıkıntılar içermektedir, Yargıtaydan dönmesi muhtemeldir. Son günlerde bahse konu olan Lozanın öngördükleri ve uygulanması hakkında ne düşünüyorsunuz ? Lozan Antlaşmasının güncelleştirilmesi mümkünmüdür ? Öncelikle 1923 yılında 11 ülke tarfından imzalanan Lozan Barış Antlaşmasının bir savaş neticesinde ortaya çıktığını göz ardı etmemek lazım. 1913 yılında imzalanan Atina Antlaşmasının üzerinden 104 sene, 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşmasının üzerinden ise 94 yıl geçmiştir. Bu süre zarfında Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı grafikler çizmiş, buna rağmen komşuluk ve barış ilkesinden vazgeçilmemiştir. Ayrıca Lozanın uygulanması konusunda, değişik fikirler ortaya atılmış, Azınlık hakları bağlamında yapıcı sonuçlar alınamamıştır. Sık sık ihlaller azınlığımız ile ülkemiz Yunanistan arasındaki samimiyet bağlarını zor süreçlerden geçirmiştir. Ayrıca birçok hususta Lozanda öngörülmesine rağmen azınlıkla istişare edilmeden çıkarılan yasalar sıkıntı kaynağı oluşturmuştur. Bilindiği üzere dünya sistemi ve dengeleri çok hızlı bir şekilde değişmekte, bu bağlamda değişik hususlarda yeni kanun tasarıları düzenlenmekte, ikili ilişkiler ve ülkeler arası antlaşmalarda güncelleştirilmeye gidilmektedir. Bu bağlamda Lozan Antlaşmasının güncelleştirilmesi, iki ülkenin iyi niyeti çerçevesi ve kabulu ile mümkündür. Böylece azınlık hakları, uygulanabilecek, iki ülke tarafından benimsenecek yeni ve gerçek bir barış antlaşması ile sağlanabilir. Burada tarafları endişelendiren nokta Lozanın ülkelerin sınırlarını ve topraklarını belirlediği ve bu yüzden güncelleştirilemez olduğu ve sabit kalması fikridir. Lozan ülkelerin sınırları haricinde azınlık haklarının korunmasınıda öngörmüştür ve bu bağlamda uygulama esnasında ciddi sıkıntılar baş göstermiştir. Lozanın güncelleştirilmesi demek kesinlikle ülkelerin bölünmez bütünlüğüne, sınır değişimine yönelik bir düşünce olarak algılanmamalıdır. Yunanistan ve Türkiye hükümetleri, komşu ve kardeş ülke ilkesine bağlı kalarak, sınır dengelerini bozmayıp değerlendirme dışı tutarak, değişen dünya şartlarını, azınlık haklarının korunmasında yaşanan sıkıntıları göz önüne alarak, yeni,gerçek, güncelleştirilmiş bir barış antlaşması ile Lozanın uygulanmasından doğan sorunları giderebilirler. İyi niyet, samimiyet, dostluk ve barış çerçevesinde atılacak somut, yapıcı, kalıcı, uygulanabilir güncel adımlardan korkulmamalıdır. (Röportaj: Özcan Aliosman)

6 Temmuz 2022 Çarşamba

Kur'an ve Kurban

KUR`AN VE KURBAN -Lütfen çocuklarımızı ve Alman komşularımızı ıskalamayalım- Rüştü KAM Kurban Allah’a yaklaşmak için yapılan ikramdır. Kur’an kurban kavramı üzerinde bir devrim gerçekleştirmiştir. Müşrik toplumlarda tanrılara kurbanlar kesilir ve kanları putların üzerine sürülürdü. Sahip olunan bir değer, tanrılara kurban edilerek kurtuluş beklenirdi. Kur’an, can almak, kan akıtmak şeklinde algılanan bu anlayışı değiştirmiştir. Allah’a yaklaşmak için Allah dışında “yakınlık aracı” (kurban) seçilen hiçbir şeyin, hiçbir değerin insana faydası olmayacaktır. (Ahkaf 27) Kur’an devam eder ve “Dört ayaklı hayvanlardan, deve ve sığırlardan kurban edin” der. (Hacc 34,36) Dört ayaklı hayvanlardan, özellikle deve ve sığırın ön plana çıkarılması, az sayıda hayvanın kurban edilmesi içindir. Hayvanlar açısından ekolojik dengenin bozulmaması için bu uyarı önemlidir. Diğer taraftan kurban; "Allah'a yakınlık için fidye, sadaka, nimet, mal ya da yanlış inançlardan vazgeçme" anlamına da gelmektedir. Bu açıdan bakılırsa, kurban bedelleri ile öğrencilere burs verilebilir, fakir fukaranın istifade edebilecekleri, hastane ve yurt gibi kurumlar da kurulabilir. Amaç Allah’a yaklaşmaksa bu yakınlığa giden yolların sayısı oldukça fazladır. Kurbanı sadece et yemek olarak görmeyelim, sadece et bayramı olarak da görmeyelim: Çünkü “Kurbanın ne eti, ne de kanı Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan sizin takvanızdır.'' (Hacc 37) buyuran Yüce Mevla'mız konunun önemini özellikle vurgulamıştır. Kurban kaynağını dinden alan bir gelenektir Kurban Hz. Adem’den beri süregelen önemli bir gelenektir. Bu geleneğin farz veya vacip anlayışıyla icra edilmesi yanlış olur. Kuran’da geçen kurban kesme görevi, Hac ibadetini yerine getirmek için Mekke’ye gidenlerle ilgilidir. Peygamberimiz bu geleneği devam ettirmiştir. Gelenekler gelenek olarak kalmalı, dinleştirilmemelidir. Kevser Suresi’ndeki ‘venhar’ kelimesine “kurban kes” şeklinde bir anlam yüklemek yanlış olur. Kevser Suresi’nde kurban kesilmesi emredilmez Kevser Suresi’nin anlamı şu şekildedir: "Sen onların sözlerine aldırış etme de nübüvvet makamının şükrünü eda için Hakka yönel; gönlünü, sadrını, nahrını O'na aç, teslimiyetle O'nun huzurunda el-pençe divan dur! Hayırlardan (kevserden) mahrum olan sen değilsin ki! Hayırdan mahrum olanlar asıl seni mahrumiyetle suçlayan o zavallıların kendileridir!" (Dücane Cündioğlu Yeni Şafak Gazetesi) Kur’an’da, “Zilhicce ayının 10’unda mali gücü yerinde olan, her Müslümanın kurban kesmesi gerekir diye bir ayet bulunmamaktadır.” Kurbanın, Hz. İbrahim’e dayandırılması da yanlıştır. Çünkü Hz. İbrahim’in kestiği kurban adak kurbanıdır. Hacc Suresi’nin 34-37’inci ayetlerinde, sadece hac ibadetinin gerçekleştirildiği coğrafyada organizasyona katılan bütün insanların ve fakirlerin yiyecek ihtiyacını karşılamak için hayvan kesilir ya da o insanlara fayda sağlayacak başka bir hediye gönderilir. Meseleyi o günün şartlarında değerlendirirsek kurban konusundaki kararlarımız daha isabetli olacaktır. Bu buyruklar ışığında baktığımızda kurbanın amacının bir bakıma ihtiyaç sahibine yardımcı olmak olduğu görülecektir. Bu yardım senenin bir gününde değil her zaman yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin ihtiyacı ne ise o ihtiyaç o an mutlaka sağlanmalıdır. İşte kurban bu anlayışın adıdır. Hacc Suresi’nin 37’inci ayetinde de, “Onların ne etlerinin ne de kanlarının Allah’a ulaşacağı; O’na ulaşacak olanın sadece bizim takvâmız olduğu“ vurgulanmaktadır. Burada vurgulanan kurbanın sadece kan akıtmak ve et yedirmek demek olmadığıdır. Mezhepler de kurban kesmenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Onlara göre kurban kesmek ya vacip ya da sünnettir. Ebu Hanife, “Şehirlerde ikamet eden şehir halkı” üzerine her sene bir defa kurban kesmek vaciptir” (Tekmiletü Fethi'l-Kadîr, VIII, 67; el-Lübâb, III, 232; Tebyînü'l- Hakâik, VI, 2; el-Bedâyi', V 62) derken, Ebû Hanife’nin iki öğrencisi Ebu Muhammed ve Ebu Yusuf ve Hanefi Mezhebinin dışında kalan üç mezhep (Maliki ve Hanbeli) “kurban müekket bir sünnettir” demişlerdir. Hatta Şafii Mezhebi,” ömürde bir kez aile adına kesilmesi yeterlidir“ demiştir. (Bİdâyetü'l-Müctehid, 1, 415; el- Kavânînu'l-Fıkhiyye, 186; eş-Şerhu'l-Kebîr, II, 118; Muğni'l Muhtâc, IV, 282 vd.; et-Mühezzeb, I, 237; et- Muğni, VIII, 617; Şerhu'r-Risâle, I, 366) Bu durumda Cumhurun görüşüne göre kurban kesmek sünnettir. Sünnet olması elbette önemsiz olduğu anlamına gelmez. Toplumu bir araya getiren kaynaştıran önemli bir sünnettir. Hiçbir zorlama olmadan, mezhep farkı gözetilmeden bütün Müslümanlar tarafından yaşatılan bir sünnettir. Yeter ki istismar edilmesin… Yüce Allah sadaka vermeyi emreder. Ve der ki, ''Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın''. Bizler Berlin'de yaşıyoruz. Bizim Berlin'de yaşayan insanımıza, akrabamıza ve Alman komşularımıza karşı görevlerimiz var, hayırlarımızı verirken, önceliği Berlin'e tanımalıyız. Amacımız, kurban geleneğini korumak ve burada yaşayan insanımızın Kurban Bayramı vesilesiyle kaynaşmasını sağlamaktır. Ayrıca, Alman komşularımızla birlikte bu bayramı kutlayarak, fedakârlığımızı ve sevincimizi onlarla paylaşmaktır. Yardıma muhtaç olan insanlara elbette el uzatmak gerekir. Böyle bir yardım farzdır. Ancak; kendi evimizde yangın varken komşunun evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz. Komşuya bir kova su gönderebiliriz, ama hortumu uzatamayız... Uzatırsak kendi evimiz yanar... Yani, Allah bize öncelikli olarak Pakistan'daki, Afganistan'daki, Somali'deki ve başka yerlerdeki insanlara niçin yardım yapmadınız diye hesap sormayacaktır. Fakat Berlin'deki insanlara niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız? Hatta Alman komşunuz Thomas'la, Rose ile İslam'ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye soracaktır... Değişik ülkelere yapılan yardımlara karşı değiliz. O eli de tutalım, ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o eli tutmayalım. Avrupa ülkelerinden çocuklarımızın hali perişandır. Dinlerini, geleneklerini, adetlerini unutmaktadırlar. Bizler kendi çocuğumuzu kuyudan çıkardıktan sonra tutalım o eli. O ülkelerin insanlarına dünya devletleri yardım ediyor, Birleşmiş Milletler de yardım ediyor... Oysa bize ve bizim geleceğimize kimse yardım etmiyor, yatırım yapmıyor... Yıllardan beri Afrika'da ve Asya'da kurbanlar kesiliyor, ama sonuç değişmiyor. İnsan yılda bir öğün et yese ne olur yemese ne olur. 364 gün açlıkla mücadele edilecekse bu bir gün et yemenin anlamı ne olabilir ki? O insanlara bir lokma et yedireceğiz diye uğraş vereceğimize, bulunduğumuz ülkelerde kurban paralarıyla kültür evleri, özel okullar, üniversiteler, hastaneler açsaydık daha hayırlı bir hizmet yapmış olurduk. Şimdi o ülkelerdeki gençleri getirip kurban paralarıyla bu okullarda okutabilir veya hastanelerde tedavi ettirebilirdik. Bu şekildeki bir uygulama İlahi iradeye daha uygun olurdu. Geç kalmış değiliz. Hemen bu bayramda söz verelim ve uygulamaya geçelim. Ne dersiniz; isterseniz yardımlarımızı yaparken biraz da konuya bu tarafından bakalım... 9 Temmuz Müslümanların Kurban Bayramı'dır. Bu bayramda, çocuklarımızı ve Alman komşularımızı ıskalamayalım. Eski Cumhurbaşkanı Sayın Christian Wulff'un tarihe not olarak düştüğü şu anlamlı cümleyi unutmayalım: ''İslamiyet de Almanya'nın bir parçasıdır''.

27 Mayıs 2022 Cuma

EVLİLİK GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR

EVLİLİK; GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR Yaz geldi, COVİD 19 kısıtlamaları da kalkınca evlilikler çoğaldı. Bu aslında sevindirici bir durum. Ancak ben bu yazımda zamanımızda evliliklerin uzun soluklu olmayışının sebepleri üzerinde duracağım. Bir hevesle davullar çalınıyor, horonlar ediliyor, zeybekler oynanıyor, halaylar çekiliyor, bir de bakıyoruz ki, kısa bir süre sonra boşanmanın eşiğine gelinmiş, aileler birbirine girmiş ve son nokta konulmuş. Yazık hem de çok yazık. Evlilik bir kurumdur, iki ayrı cinsin yaşamlarını kamu otoritesinin önünde şahitlerin huzurunda birbirlerine verdikleri sözle birleştiren kurumdur. Kutsallığı olan bir kurumdur. “Bir ömür boyu aynı yastığa baş koymak” deyimiyle anlatılır evlilik bizim kültürümüzde. Taraflar söz verirler birbirlerine, “İyi günde kötü günde; sağlıkta ve hastalıkta, yoksullukta ve bollukta, ölüm bizi ayırana kadar seni seveceğime yemin ederim.„ Bu bir yemindir. Bizim kültürümüze ait bir yemin değildir ama bize ait olan “Bir ömür boyu aynı yastığa baş koymak” deyiminin içeriğiyle örtüşen bir yemindir. Aile kurumunun korunması için yapılan bir yemindir. Daha ilk adım atılır atılmaz yapılır bu yemin. Çok önemlidir. Yemin kutsalın üzerine yapılır. Gelenek böyledir. Aile de kutsaldır ve üzerine yemin edilmektedir. Tarafların Allah’ın huzurunda yaptıkları bu yeminlerine uymaları gerekir. Yeni bir aile yapılanmaya başlamıştır. Toplumda yerini alacaktır. Bu ailenin çocukları olacaktır. Sonraki toplumun geleceğini de onlar inşa edeceklerdir. Yeni yapılanan aile gibi onlar da zamanı geldiğinde aile olarak yapılanacaklardır. Bu bir süreçtir. Allah toplum düzeninin böyle kurulmasını arzu etmiştir. Evlilik sadece cinsellikle izah edilemez. Ancak çağımızda bu çark tersine döndürülmüştür. Evlilikler cinsellik için yapılır hâle gelmiştir. Dolayısıyla kısa sürmektedir. Üç aylık altı aylık bir senelik evliliklere şahit olmaya başladık. Kısa süreli olan bu talihsiz evlilikler çağımızın hastalığıdır. Vebâ gibi. Evet, çağımızın evliliklerinin kısa sürmesi bir hastalıktır. Bulaşıcıdır. Tedavi edilmesi gerekir. Hastalığın mikropları; egoistliktir, maçoluktur, feministliktir, sorumsuzluktur, sevgisizliktir, cehalettir, tanrı tanımazlıktır, örften, gelenekten uzaklaşmaktır, şımarıklıktır, maddeciliktir. Şehir yaşamı ve küreselleşme bu mikropların hızla yayılmasını sağlamış ve evlilik kurumunun yapılanmasını büyük ölçüde değiştirmiştir. Kültürel değerler, gelenekler ve dini inançlar önemini kaybetmeye başlamıştır. Bu değerler evlilikleri etkileyen önemli faktörlerdendir. Aileler, eşler, olup bitenin farkında olmalıdırlar. Hastalar mutlaka tedavi için “gelenek” hastanesine yatırılmalıdırlar. Gelenek hastanesinde çiftlere, yukarıda isimleri zikrettiğim mikropların panzehri verilmelidir. Panzehrin karışımında bulunması gereken etkin maddeler şunlar olmalıdır: Eşler birbirlerine empatiyle yaklaşmalıdırlar, olumlu veya olumsuz duygularını açık-seçik, içten ve özgür biçimde paylaşmalıdırlar, bireysel farklılıklarını yok saymamalıdırlar, istenilen neticenin alınması için eşler birbirine ön şartsız yaklaşmalı ve gönüllü olarak işbirliği yapmalıdırlar. Eşlerin günlük yaşamlarında birbirleriyle şakalaşmaları ve espri yapmaları gerekir. Somurtkanlık, kavga ve birbirini yok sayma sevgiyi zedeler. Eşler kendilerini merkeze alan kişiler değil de problemleri merkeze alan kişiler olmalıdırlar. Eşler ailenin geleceği için mutlaka sorumluluk almalıdırlar. Eşler zaman zaman birbirlerini ödüllendirmeli ve birbirlerini takdir etmelidirler. Sevgilerini birbirlerine mutlaka göstermelidirler; hediyeleşerek göstermelidirler, yemeğe giderek, sinemaya, tiyatroya giderek, geziye giderek göstermelidirler. Ama mutlaka göstermelidirler. Eşler ailelerinin olumsuz yönde yaptıkları yönlendirmelerin tesirinde kalarak, birbirlerini incitmemelidirler. İçinden çıkıp geldikleri aileler de yeni yapılanmaya başlayan tecrübesiz evlilere destek olmalıdırlar, onların yaşamlarını kontrol altına almaya çalışmamalıdırlar. Eşler senin ailen benim ailem tartışmasına girmemelidirler. Evde parasal konular hiçbir zaman merkeze konmamalıdır. Senin paran benim param gibi tartışmalar ailenin dengesini bozar. Evlilik eşlere huzur vermesi gereken bir kurumdur. Huzuru sağlamanın şartı da eşler arasında yeşerecek olan sevgi ve merhamet duygusudur. İnsanın kendisine huzur verecek bir eşe ihtiyacı vardır. Fıtrat böyledir. İnsan türlü türlü nimete sahip olsa da kendisine huzur ve mutluluk verecek bir eşe, hayat arkadaşına ihtiyaç duyar. Bu onun fıtratında var olan bir ihtiyaçtır. Zira yalnızlık Allah’a mahsustur. Evlilikte huzurun kaynağı ise sevgi ve muhabbettir. Burada dikkat edilmesi gereken bir şey de bu iki duygunun eşler arasında beraber bulunması gerektiğidir. Ne sevgisiz bir merhamet ne de merhametsiz bir sevgi evlilikte huzurun kaynağı olabilir. Bu duygulardan birinin olmadığı bir ilişki, bir tarafı diğer tarafa karşı adaletsiz, hatta bazen zorba durumuna düşürebilir. Medyada ya da çevremizde gördüğümüz eşlerin, birbirlerine sözlü, psikolojik ve hattâ fiziksel olarak uyguladıkları şiddetin en önemli sebeplerinden biri merhametin olmamasıdır. Bu durumdaki çiftlerle konuşulduğunda dikkat çeken en önemli şeylerden biri “aslında ben eşimi çok seviyorum” ifadesidir. Sevgi varsa o zaman eksik olan merhamettir. Hem sevmek hem de şiddet uygulamak olmaz. Peygamberimiz ne güzel buyurmuştur: “Merhamet edin, merhamet olunasınız. Affedin, af olunasınız. Yazıklar olsun o laf ebesi olanlara. Yazıklar olsun o günahlarına bilerek devam edip, istiğfar etmeyenlere.“ Başka bir hadiste de şöyle buyurur Efendimiz: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Eşlerin gerek birbirlerine karşı gerekse ailelerine karşı sorumlulukları ve görevleri vardır. Görevler sorumluluk anlayışıyla yerine getirilmelidir. Bu sayede, hem huzur kaynakları olan yuvalarını hakkıyla muhafaza etmiş, hem de dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmış olacaklardır. Sözü, sözün Sahibi’ne bırakarak yazıma noktayı koyayım: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/21) “Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 187) Allah yuvalarımızı zamanın virüslerinden, onların tasallutundan uzak bir şekilde; sevginin, huzurun, merhametin ve muhabbetin adresi eylesin…

9 Mayıs 2022 Pazartesi

OMURGALI OLMAK, ADAM OLMAK, ÂDEM OLMAK, ADAM GİBİ ADAM OLMAK, DURUŞU BELLİ OLMAK, DİK DURMAK, DİMDİK DURMAK, ADAM EVLADI...

Rüştü KAM 09.05.2022 Bu kelimeler anlam olarak birbirlerini okşayan kelimelerdir, kavramlardır. Bir sıfatı ifade etmek için kullanılırlar; merttir, delikanlıdır. Yani, sözünün eridir, rüzgara göre eğilip kalkmaz, hatır için söz söylemez, menfaatine göre konuşmaz, adam kayırmaz, yılışmaz, koltuk sevdalısı değildir, Konumuz elbette omurgalı ve omurgasız hayvanlar değil. Biyolojik olarak omurga ne işe yarar, omurgalı hayvanlar hangileridir, omurgasız hayvanlar hangileridir bir göz atalım istedim: Çünkü bu yazımda omurgalı insanlardan bahsedeceğim… Omurgasız insan da olur muymuş? diyeceksiniz, okuyalım ve görelim… Omurga, kıkırdaktan, kemikten ya da her ikisinden oluşan iskeletlerin en önemli bölümü ve temel eksenidir. Omurgalılar genellikle omurgasızlardan daha iri ve daha karmaşık yapılıdır. Omurga, içindeki kanalda yer alan ve sinir sisteminin en yaşamsal bölümlerinden olan omuriliğin koruyucusudur. Omurilik, gövde ve uzantıları ile beyin arasında bir sinir köprüsü kurar. Bu geniş hayvan grubu balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memelilerden oluşur. Canlıları omurgalılar ve omurgasızlar diye sınıflandırmak mümkündür. Omurgalılar, sırtları boyunca uzanan omurgalarıyla tüm öbür hayvanlardan ayrılırlar. Omurgasızlar, omurgası olmayan hayvanlara verilen genel bir addır. Omurgasız hayvanların vücudunun dış kısmını örten ve destekleyen bir dış yapı bulunur. Omurgasız hayvanlar yumurta ile çoğalır. Çekirge, örümcek, kelebek, hamam böceği, sivrisinek çevremizde gördüğümüz omurgasız hayvanlardır. Ahtapot, yengeç, ıstakoz, midye, denizkestanesi, denizyıldızı, süngerler, denizanası ve mercanlar suda yaşayan omurgasız hayvanlara örnektir. İnsanların çevrelerinde sık karşılaştıkları omurgasız hayvanlar eklem bacaklılar ve solucanlardır… Dikkat edilirse omurgalı hayvanlar kıymetli olan hayvanlardır ve omurgalarının korumaya aldığı sıvının hayati önemi vardır. İşte, omurga o kıymetli sıvıyı korumak, için görev yapar. Görevi canı pahasına da olsa başkasını korumaktır, kıymetli olanı korumaktır. Başkasını korumak için gerekirse kendisini feda etmektir, çeşlitli sıkıntılara katlanmaktır. Bunun için dik durmak zorundadır. Omurgasız hayvanlar ise isimlerinden de anlaşılacağı gibi, genel olarak sevilmeyen, çirkin, istilacı ve pis hayvanlardır. Allah, ayetlerinde, ‘kâinatın en şerefli mahlûku’ olarak nitelendirdiği ‘insan’ı tasarlarken, ‘omurgayı’ esas aldı! ‘Dik’ dursun, ‘eğilmesin’, ‘bükülmesin’, ‘kırılmasın’ diye o harika yaratığı, bir ‘omurga’ üzerinde biçimlendirdi! Omurgalı olmak için; ‘sadece ‘iki ayak’, ‘iki göz’, ‘iki kulak’, ‘burun’ve ‘ağız’ yetmez!.. * ‘Omurgalı’ olmanın birinci şartı, ‘insan’ olmaktır!.. Yani; ‘insanlık’ değerlerini ‘özünde’ toplamaktır!.. * ‘Adam gibi adam’ yani âdem olmanın ilk şartı; ‘omurgalı’ bir varlık olmanın şuuru ile hareket etmektir. Yalan dünyanın ‘sahte’ görüntüsüne itibar etmemektir! ‘hakkın’, ‘hakikatin’ peşinden gitmektir!.. ‘Hak’ bellenen yolda ‘yalnız’ yürümektir!.. ‘Meşhur’, olmak ‘ünlü olmak’, ‘anlı-şanlı olmak’, ‘namlı’ olmak ile ‘gerçekten büyük olmak’ arasındaki ‘kalın çizgiyi’ iyice idrak etmektir!.. Olduğu’ gibi görünmek, ‘göründüğü’ gibi olmaktır!.. ‘Korkaklığa’, ‘namertliğe’, ‘kalleşliğe’ prim vermemektir!.. Hakiki kahramanlığın ‘başkasının mutluluğu için gerekirse feda-i can etmek ve bir daha geri dönmemek olduğuna’ inanmaktır!.. Omurgalı adam; ‘giyinişi’ ile ‘cebindeki parası’ ile ‘boyu posu’ ile ‘güzel konuşması’ ile tanınan biri değildir!.. Omurgalı adam: * Diyojen’in gündüz vakti ‘mum’ ile aradığı adamdır!.. * Omurgalı adam ‘nokta’ gibidir, hiçbir zaman ‘virgül’ gibi eğrilmez!.. * ‘Düşmanları’ onun sırtını hiçbir zaman yere getirememiştir. Omurgalı insanlar, ne acıdır ki, dost bildikleri tarafından hep ‘kalleşçe’ arkadan hançerlenmişlerdir !.. * O nun ‘Merhameti’ ve ‘şefkati’, ‘iyi niyeti’ daima istismar edilmiştir!.. * O karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen adam gibi adamdır o, hiç bir zaman ‘eğilmez’, her zaman ‘dimdik’ olarak ayakta durur!.. * O ‘Bütün ‘olumsuzlukları’ olumluya çevirmeye çalışır!.. * O aynı zamanda ‘azimlidir’ ve ‘kararlıdır!.. * Omurgalı adam gücünü; ‘oturduğu koltuktan’, ‘bulunduğu mevkiden’ almaz, ‘aksine, o oturduğu koltuğa ‘güç’ ve ‘şeref’ katar!.. * O üzerindeki ‘makamların’ ve ‘mevkilerin’ önünde asla diz çökmez!.. O ancak, boyun eğilecek yegâne varlığın önünde diz çöker!.. * Omurgalı adamların karakterinde; ‘bukalemunluk’, ‘ikiyüzlülük’, ‘yılışıklık’, ‘kahpelik’ ve ‘kalleşlik’ yoktur!.. * O çevresinde ‘Doğrucu Davut’ olarak tanınır, bilkinir!.. * Omurgalı adamlar, çevresindekilerin ‘alkış’ ve ‘yuhalamalarına’ önem vermezler!.. Bilirler ki, en küçük bir başarısızlıkta, alkış sesleri bir anda ‘yuhalamalara’ dönüşüverir!.. * Omurgalı insanlar köle ruhlu insanlardan nefret ederler!.. * Omurgalı insanlar, ‘intikam’ peşinde koşmazlar, yeri geldiğinde affetmesini bilirler!.. * Onlar seviyeli insanlardır. Seviyesizliklere sadece gülüp geçerler!.. * Omurgalı insanlar ‘kınayanın kınamasına aldırmazlar!..’ * Onların yolu ‘sarp’ ve çetindir!.. Onlar sarp yokuşlara tırmanmayı görev bililer!.. Vel hâsıl, ‘omurgalı’ olmak, yani âdem olmak, zor iştir: ‘omurga’ sahibi olamayan, ‘dik’ duramayan, ‘kula kul olmayı’ kendisine ilke edinen, ‘başkalarından’ emir alıp onların ‘borusunu’ öttüren, ‘gelene ağam, gidene paşam’ demeyi marifet sayan insanlar, omurgasız insanlardır. Müslümanların yüzkarasıdır bunlar…(Çekirge sürüsü, bok becekleri, solucanlar...) Omurgalı olmak, adam gibi adam olmak, âdem olmak; zor zenaatır. Onlar iktidar/güç sahiplerinin’ etrafında dolaşmazlar. Onlar, omurgasızlar/ sürüngenler ile; ‘düzenbaz’, ‘yağcı’, ‘dalkavuk’, tabakası ile yayana gelmez!.. Omurgalı insanlar, ‘şahsiyetli ve onurlu’ insanlardır. Onların ilkeleri ve prensipleri vardır. Onları değerli kılan, onurlu kılan şey; kurumları, makamları, sahip oldukları zenginlikleri değildir, ilkeli tavır ve davranışlarıdır. Şahsiyetli ve ahlaklı duruşlarıdır. Onlar, şartlar ne olursa olsun, şartlara ve güce teslim olmazlar. Omurgasız insanlar, rüzgârın önündeki yaprak gibidirler, sağa sola savrulur dururlar. Belli bir kimlik ve şahsiyet sahibi olamazlar. Hiç kimseye karşı vefa ve sadakat sahibi de değildirler. Kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmezler. Menfaatleri bittiğinde de kim olursa olsun kullanılmış mendil gibi atıp giderler. Dostluk, arkadaşlık gibi kavramlar onlara yabancıdır. Omurgasız insanlar aslında esarette yaşarlar. Onlar nefislerinin, tutkularının, gücü elinde bulunduranların esiridirler. Omurgasız insanlar, yüz yüze konuştuğunuzda cins bir Arap atı intibaı verir size, arkasını dönüp gittiğinde, izinden Kıbrıs eşeği olduğunu anlarsınız. Bitirirken sözü Ziya Paşa’ya bırakalım; “Âdeme âdem gerektir âdem etsin âdemi, Âdem âdem olmayınca netsin âdem âdemi.” (Ziya Paşa) Ne mutlu, ‘omurgalı/ adam gibi adam’ olmayı ilke edinen yiğitlere!..

26 Nisan 2022 Salı

BERLİN'DEN YÜKSELEN ÇIĞLIK ZEKAT 2022

Ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde 2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 11 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu 11 sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, bakalım: MADDEYE TAMAHKÂR OLMAMAK LAZIMDIR Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden tutmamız gereken aydır. Bu ay reddi kelam etmemiz gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “ Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet tekin) Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler de kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesi öngörülmüş olmalıdır. Peygamberimiz tarafından belirlenen miktar %2.5 iken bugün bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Buyruk şöyledir: “Zekât malları ancak; temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin, Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların, İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri İslâm’a ve Müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin, Başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir ve kölelerin, meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da, elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların, Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, İslâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış ama ihtiyaç içinde olanların, Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır. Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve hepinizin uyması gereken bir yasadır. Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir. O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut kısa). Ancak Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir. Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına da çıkarılmamalıdır. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed) Dolayısıyla yardımlarınızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Hergün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım. ALMANYA’DA TAHMİNİ OLARAK YILDA BİR MİLYAR EURO TOPLANIYOR Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü? Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor… Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Kültür merkezleri kurmalıyız. ÖLÜM HAKTIR, DÜNYA FANİDİR İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır. AFRİKA ÜLKELERİNİ MÜSLÜMANLAR FAKİRLEŞTİRMEDİ Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarınızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir. BİZİM ÇOCUKLARIMIZA KİM SAHİP ÇIKACAK Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken, bu vurdumduymazlık niyedir. Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Altarnatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk) PİSLİK; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. BU PARALARLA ALMANYA’DA NELER YAPILABİLİRDİ -Bu paralarla vakıflar kurulurdu. -Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. -Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, -Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi, -İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. -Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. -Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. -Çocuk yuvaları açılırdı. -Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. -Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca’ya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye. -Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi. -Türkçe dil kursları açılırdı, -Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. -Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı. -Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu v.b. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen o 6 madde de işlerlik kazanırdı. SONUÇ: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcı’nın elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100 Euro zekatımızın olduğundan hareket edelim. 100:8=12,50 eder. “1-Fakire 12,5+ 2-Miskine 12,5= 25 yapar. Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. ANCAK, KALAN %75’DEN DİREK OLARAK FAKİRİN HAKKI/PAYI YOKTUR. DOLAYLI OLARAK VARDIR: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerin, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fi sebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60) Ve bu payların yaşanılan yerin/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir. Unutmayalım; bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim: “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır. Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’