22 Şubat 2023 Çarşamba

BERLİN’DE, TÜRKİYE VE SURİYE’DE HAYATLARINI KAYBEDENLER İÇİN ANMA ETKİNLİĞİ DÜZENLENDİ

Rüştü Kam Almanya'nın Başkenti Berlin’de bir anma etkinliği düzenlemişler. Ben ilanı Berlinli Gazeteciler WhatsApp grubundan öğrendim. Bu etkinliği Almanya Türk Toplumu (TGD) ve Almanya-Suriye Yardım Dernekleri Birliği düzenlemiş. Katılımcı sayısı 300 civarındaydı. Belirli bir grubun temsilcileri oradaydı sanki. Renkli bir katılımcı profilinden söz etmek mümkün değildi. 300 bin Türk'ün yaşadığı ve Suriyelilerin de yoğun olarak bulunduğu Berlin’de bu sayı, merkez üssü Pazarcık olan depremi kamuoyu nezdinde önemsiz hale getirdi denilebilir. Türk ve Suriye halklarının o etkinlikte olmamaları da manidardı. 15 milyon insanı ilgilendiren böylesine bir depremde ölenlerin anma törenine bu kadar az katılımcının gelmesi düşündürücü. Zaten katılımcıların içinde o acıyı hisseden de yok gibiydi. 16 Şubat’ta aynı mekânda (Brandenburger Tor meydanı) İslâm Federasyonunun düzenlediği anma törenine 3.000’den fazla katılımcı itibar etmişti. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in konuşma yapacağı bir etkinliğe daha fazla katılımcının gelmesini beklerdik. Şahsen ben böyle bir beklentiyle gittim etkinliğe. “Dünya kamuoyunda asrın felaketi” olarak bilinen 7.7 ve 7.6 şiddetindeki böylesine bir afette şehit olanlar için keşke Sivil Toplum Kuruluşları (STK) birlikte bir anma etkinliğini düzenleseydi. Daha anlamlı olurdu. Dosta düşmana karşı ayıp da olmazdı. Şehit yakınlarının ve Türkiye halklarının da acısını biraz olsun dindirirdi. Onlar da, “Evet yakınlarımızı kaybettik ama yeni yeni dostlar edindik, baksanıza Almanya da 10 binler bizim acımızı paylaşıyor, başlarında da Cumhurbaşkanları var” derlerdi. Bizler toplantılar, etkinlikler düzenlemeyi beceriyoruz da nedense bu toplantıları birlikte yapmayı beceremiyoruz. Her grubun amacı başka başka oluyor. Herkes kendi davulunu çalıyor. Bu beceriksizliğimizden dolayı da erbabınca istismar edilmeye müsait hale geliyoruz. Törende Suriye bayrakları dalgalanıyordu. Buna karşılık bir tek Türk bayrağı dalgalanmıyordu. Yoktu ki dalgalansın. Toplantıyı düzenleyen Almanya Türk Toplumu ama alanda Türk bayrağı yok. Böyle bir şey gözden kaçmış olamaz. Törende Türk bayrağının olmayışının oradaki duyarlı kişilerin gözünden kaçmadığı gibi. Ayrıca T.C. Büyükelçisi Ahmet Başar Şen’de oradaydı, konuşma yapacak diye beklentimiz vardı. Konuşma hakkı verilmemiş olmalı ki, sadece dinledi ve gitti. Her ne kadar konuşmacılar, Türkiye’deki depremden ve depremzedelerden bahsetseler de bu etkinlik Türkiye’den ziyade Suriyeliler için düzenlenmiş gibiydi. Yapılan konuşmalardan ve Katılımcı profilinden anlaşılan buydu. Suriyelilerin de Kobani/Ayn el Arap bölgesinde yaşayanlarını ilgilendirdiği besbelliydi. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Acınızı ve sıkıntınızı görüyoruz, biliyoruz. Yardım çağrılarınızı duyuyoruz. Sizi yalnız bırakmayacağız. Yıkılan şehirlerden gelen haberler bizi şaşkınlığa düşürüyor. Görüntüler hafızalarımıza kazındı. Bu felaket yüzyılın felaketidir. Burada, ülkemizde, oralarda akrabalarını ve arkadaşlarını kaybeden birçok insan yaşıyor. Bu yıkıcı felakette hayatını kaybedenleri anmak için bu akşam Berlin'de toplandık. Suriye’de yakınları olanlar, ülkemizdeki birçok insan sizin de üzüntülerinize ve endişelerinize ortak oluyor. Sizin acınız da bizim acımızdır. Suriye'deki Esed rejimine sesleniyorum, yardım görevlilerinin hayat kurtaran işlerini yapmasına izin verin. İnsani yardımı engellemeye kimsenin hakkı yoktur. Biz, felaketten etkilenen tüm insanlara, yanlarında olduğumuzu ve yanlarında kalacağımızı göstermek için buradayız ve her zaman yanınızdayız.” Türkiye'de arama kurtarma çalışmalarına katılan Alman Federal Teknik Yardım Kurumu (THW) ekibinden Jörg Eger de deprem bölgesindeki izlenimlerini şu cümlelerle aktardı: "Her görevin kendine göre zorlukları vardır. Uzun yıllardan beri ülke dışına göreve çıkıyorum. Ancak daha önce böyle bir felaket, yıkım görmedim. Türk halkı bunca acılarına rağmen, sadece acı ve üzüntüyle değil aynı zamanda olağanüstü bir misafirperverlik, dostluk ve anlayışla karşıladı bizleri. Bunu hiçbir zaman unutamayacağım. Ben Türkçe biliyorum. Konuşulanları anlıyorum. İnsanlar birbirleriyle karşılaştıklarında şöyle diyorlardı; 'Nasılsın arkadaş?' Bu cümle benim için, korkunç bir felaket anında, karşınızdakine verilen umut ve dostluk anlamına geliyor. Ne kadar güzel ne kadar sıcak bir ifade. Başın sağolsun Türkiye."

DİAYENET KİTAP YASAKLIYOR: ALLAH AŞKINA BU NEDİR ŞİMDİ

“DİYANET” KİTAP YASAKLIYOR: ALLAH AŞKINA BU NEDİR ŞİMDİ -Susma! Sustukça sıra sana da gelecek- Rüştü Kam Duydum ki; İhsan Eliaçık’ın Meali yasaklanmak üzere mahkemeye verilmiş. Mahkeme de kitapların toplatılmasına karar vermiş. İstanbul birinci Sulh ceza mahkemesi (06.02.2023). Yasaklanan, Kitap, Yaşayan Kur'an Türkçe Meali. Hazırlayan Recep İhsan Eliaçık. İnşa Yayınlarından çıkmış. Mahkemeye veren de Diyanet İşleri Başkanlığı Hukuk Müşavirliği (26.01.2023). Karar jet hızıyla verilmiş. Karara sebep olan gerekçe: “İslâm dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar içermek.” Gerekçe gülünç. Belli ki bazı mihraklar İhsan Eliaçık’ın biletini kesmiş. Neyse o ‘sakıncalı unsurlar’ herhalde kararın detayında vardır. Belki birgün onları da okuma şerefine nail oluruz. Eliaçığın Mealinde yanlışlar da olabilir, ikna edilirse yanlış olarak görülen açıklamalar düzeltilebilir. Ama kitap yasaklamak nedir? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Prof.Dr.Mehmet Azimli Müslümanların Engizisyonu adıyla bir kitap yayınlamıştı. Kendisiyle Frankfurt’ta karşılaştık (2022). O zaman Azimli’ye demiştim ki, hocam bu isim biraz ağır olmamış mı? “Rüştü Hocam Müslümanlar kendileriyle yüzleşmelidirler. Bu yüzleşme gerçekleşmeden Müslümanlar yazdıklarına itibar edilen dünya çapında bir ilim adamı çıkaramazlar. Bu kitap İslam Tarihinden bir kesittir. Farklı fikirlerinden dolayı katledilenlerden sadece bir kısmıdır benim yazdıklarım: Bu kitapta; halifeye payanda olmadığı için hapiste işkence altında katledilen Ebu Hanife'yi, Bağnaz Hanbelilerin baskısıyla şehirden şehire sürülürken, sığındığı bir köyde ölen İmam Buhari'yi, Emevilerin kaderciliğine karşı çıktığı için dili, elleri ve ayakları kesilerek katledilen Gaylan ed-Dımeşki'yi, Farklı fikirlerinden dolayı vahşice öldürülüp yakılan cesedinin külleri Dicle'ye savrulan Hallac-ı Mansur'u, Sünni fikirlerinden dolayı diri diri derisi yüzülerek katledilen İbnu'n-Nablusi'yi, Zındıklık ithamından kurtulmak için tövbe ettiğini söylediği halde Ebussuud Efendi tarafından öldürtülen Şeyh Karamani'yi, Bir doktorun (Huneyn b. İshak) mihnesini, İki uçak mühendisinin (İbn Firnas, Hezarfen) çilelerini, Bir müzisyenin (Ziryab) sürgününü, Bir uzay bilimcinin (Takıyuddin) dramını, İki matematikçinin (İbn Heysem, Gelenbevi) çilelerini, Siyasi öngörüsüzlükle idam edilen Dünyanın en önemli Coğrafyacısı Piri Reis’i, Sağlığında 28 bin maddelik eseri yok edilen İbn Sina’yı, Dine Muğayir olmak suçundan cezalandırılan Şeyh Hamdullah’ı, Dünyada ilk füze denemesi yaptığı için sürülen Lagari Hasan Çelebi’yi, İlhad suçlamasıyla idam edilen Bektaşi Kıncı Baba’yı, Fitne çıkardığı gerekçesiyle idam edilen Sudanlı Muhammet Taha’yı,... Veee daha nicelerini okuyacaksınız...” Uzunca bir sohbet oldu. Bu sohbet Frankfurt’ta bir lokmacı dükkanında yapıldı. Azimli’ye dedim ki; Hocam haklısınız, bu durumda sizlere söyleyecek bir sözüm olamaz, haddimi de aşmak istemem. Anladığım kadarıyla yazılması geç kalınmış bir kitaptır yazdığın bu kitap (Müslümanların Engizisyonu). Allah seni engizisyonculardan korusun. Kitaplarınızı önce okuyayım sonra tekrar konuşuruz dedim ve ayrıldık. Dün akşam Diyanet İşleri Başkanlığının merkez üssü Pazarcık/Kahramanmaraş olan 7.7. ve 7.6 depreminden sonra ihtiyaca binaen gündeme gelen evlat edinme ile ilgili fetvası hakkında bir araştırma yapıyordum. WattsApp’a bir haber düştü. Azimli Hoca göndermiş. İhsan Eliaçık’ın mealine yasak geldi. Mahkeme kararını okudum. Diyanet önce kendi eteğindeki taşları dökmeden başkalarıyla neden uğraşır ki diye düşündüm. Kendi meallerindeki yanlışlıkları düzeltmeden başkalarının meallerine yapılan bu saldırılar neyin nesidir. Benzer bir olay da benim başıma gelmişti(1995) Avrupa Milli Görüş teşkilatlarında çalışırken(AMGT). Bir ilmihal yazmıştım. Ogünün Fetva komisyonu başkanı Sefer Ahmedoğlu toplanttırmıştı ilmihali. Kütüphanede bile bulunması caiz değildir demişti. Gerekçe Diyanet İşleri Başkanlıuğı’nın gerekçesinin aynısıydı. “İslâm dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar içermek.” Bu tavır, yani kitap yasaklama tavrı, toplatılma ve de yakılma tavrı Hitler Almanya'sında görülen bir tavırdır. Almanya'da bundan tam 90 yıl önce Nazi rejiminin tasvip etmediği yazar ve düşünürlerin kitapları yakılmıştı. On binlerce kitap, meydanlarda ateşe verilmişti. Yıl, 6 Nisan 1933. Nazi Alman Öğrenci Birliği, edebî anlamda ateşle temizlik ya da “arındırma” havası yaratmak üzere ulus çapında “Alman Olmayanlara karşı Eylem” deklare etti. Kaygı verici öneme sahip sembolik bir eylem olarak üniversite öğrencileri, 10 Mayıs 1933’te 25.000 ciltten fazla “Alman olmayan” yazarların kitabını yaktı. Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels'in her zaman söylediği gibi, Almanya'da toplumun iç ve dıştan temizlenmesi" gerekiyordu. Berlin’in Opera Meydanı’ndaki merkezî tören, radyodan da naklen halka aktarılıyordu. Çok sayıda öğrenci, Nazi SA ya da SS üniforması giymişti. Sıra sıra gelen yeni kitapları ateşe atarken belirli ifadeler de kullanıyorlardı: “Ateşe, Sigmund Freud Okulu’nun yazılarını atıyorum… Alman tarihinin saptırılmasına, onun yüce önderlerinin aşağılanmasına karşı çıkıyor, tarihî geçmişimiz önünde saygıyla eğiliyor ve ateşe, Emil-Ludwig Cohn'un yazılarını atıyorum.” Dünya şaşkınlık içindeydi. Amerikan Newsweek dergisi, Nazilerin kitap yakma törenini “Kitapların Soykırımı” diye nitelemişti. Kitapları yakılan Alman şair Heinrich Heine: “Bugün kitap yakanlar, yarın insanları da yakarlar” şeklinde tepkisini göstermişti. Ve öyle de oldu: Bu olaydan birkaç yıl sonra Yahudi Soykırımı başlatıldı, insanlar ırkları nedeniyle fırınlarda yakıldı. Çalışmaları yakılan yazarlar arasında Franz Werfel, Max Brod ve Stefan Zweig gibi Yahudi yazarlar da bulunmaktaydı. Bunlar arasında ünlü Alman yazarların kitapları da bulunuyordu. Heinrich Mann, Erich Maria Remarque, Joachim Ringelnatz. Opera Meydanı'nda o kitapların yanıp tutuşmasıyla adeta bir ateş denizi oluşmuştu. Henüz 23 yaşındaki Herbert Gutjahr, ateşe kitapları atan ilk öğrenci oldu. Bu kitaplar nasyonal sosyalist ideolojinin benimsetildiği yüksek okul öğrencilerinin görüşlerine uygun değildi, onlara göre bu kitaplar Almanya’yı yansıtmıyordu. Öğrenciler herhangi bir direnişle karşılaşmayı beklemiyordu, zira kütüphane görevlileri ile çok sayıda profesör, -onları desteklemese bile- öğrencilerin bu kitapları kütüphanelerden çalmalarına göz yumuyorlardı.” Tarih boyunca hem ülkemizde hem de dünyada yüzlerce kitap kimi değerlere aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Siyasi ve ahlaki değerlere uygun düşmediği gerekçesiyle yasaklanan bu kitapların satışı yasaklandı, eserlerin çoğaltılmasına izin verilmedi, hatta kimi eserler sadece yazarını değil, okuyucusunu bile mahkûm etti. Şunu unutmamak lazımdır, bir gün sıra, bugün Eliaçık’ın başına gelenlere sessiz kalanlara da gelecektir. Hatırlatmak isterim. Protestan Papaz Martin Niemöller. Şöyle demişti: “Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.” Recep İhsan Eliaçık’ın kitabı yasaklanırken eli kalem tutan ilim adamları, yazarlar, çizerler bu yasağa itiraz etmelidirler. Koro halinde itiraz etmelidirler. Sağcısıyla- solcusuyla, milliyetçisiyle, Müslümanıyla- Gayrimüslimiyle, akademisyenleriyle, herkes itiraz etmelidir. Yasağa sessiz kalanlar bilmelidirler ki; Protestan Papaz Martin Niemöller’in pişmanlığı sizlerin de pişmanlığı olmasın. O zaman iş işten geçmiş olacaktır. Bugün bu haksızlıklara ses çıkarmayanlar bir gün mutlaka, “Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı” diyeceklerden olacaktır. ............................. Geniş bilgi için bakınız: (Deutsche Welle Türkçe. Marc Lüpke-Schwarz / Marie Todeskino / Çelik Akpınar) (https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/article/book-burning) (https://www.agos.com.tr/tr/yazi/4997/nazi-almanyasinda-ilk-trajedi-1933-kitap-yakma-olayi) (https://www.avlaremoz.com/2020/06/27/opera-meydaninda-yakilan-kitaplarinin-izinde/) (https://yenihayat.de/2018/05/09/oence-kitaplar-yakildi/) (http://www.sabitfikir.com/dosyalar/naziler-tarafindan-yakilan-kitaplar)

10 Şubat 2023 Cuma

BERLİN TEK YUMRUK OLMUŞKEN

BERLİN TEK YUMRUK OLMUŞKEN - Yüce Mevla’m: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak edecek misin?”(Ayet)- T.C. Berlin Başkonsolosu Sayın Rıfkı Olgun Yücekök başkanlığında bir organizasyon yapıldı. Merkez üssü Pazarcık/Kahramanmaraş olan ve Türkiye'nin on ilini kapsayan 7.7 büyüklüğündeki deprem (9 Şubat 2023) felaketiyle ilgili bir organizasyon. Ayni ve nakdi yardımların toplanması ve sevkiyatı ile ilgili çalışmalar yapıyor. Bu çalışmanın daha verimli olabilmesi için bir de WhatsApp grubu oluşturuldu. Berlinli vatandaşlarımız, bu organizasyonda görev almak için seferber olmuş durumda. Sivil Toplum Kuruluşları, iş adamları, resmi makamlar hepsi orada. İşyerlerinden izin alıp hangarda çalışmaya gelen insanlarımızı tanıyorum ben. Kadınlarımız orada, karınca gibi çalışıyorlar. Bu ne saadet. Özlediğimiz birlik ve beraberlik işte bu. Dilerim bu birlik ve beraberlik bundan sonra da devam eder. Ben sadece Depremzedelere yardım etmek amacıyla orada bulunan o özverili insanımızın ellerinden öpüyorum. Halkımız da öyle duyarlı ki; hangarın adresi belli olur olmaz ellerinde torbalarla oraya koştular. Ellerinde ne var ne yoksa onları depremzedelerle paylaşmak istediler. Bankaların önünde kuyruklar oluşturdular. Onları da kutluyorum. Elbette 300 bin insanımızın yaşadığı Berlin’de insan seli hedefe doğru akmaya başlayınca. Bazı sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Orada gönüllülük esasına göre çalışan insanlarımız bu işin uzmanı değiller. Bu vesileyle uzmanlaşacaklar, kısa sürede tecrübe kazanacaklar, kazanıyorlar da zaten. Kervan yolda düzelecektir. Belki de bu çalışmadan sonra Başkonsolosluğumuzun nezdinde kalıcı bir sosyal yardımlaşma ekibi kurulacaktır. AFAD gibi. O ekip gerekli eğitimi alacak ve bundan sonrası için ehliyetli kişiler işbaşında olacaktır. Sevgili Berlinliler o zamana kadar biraz sabırlı olmak lazımdır. Hangarda çalışanların kalplerini kırmamak lazımdır. Onlar ne istiyorlarsa o şekilde yapmak lazımdır. Vereceğimiz eşyaları evde sınıflandırarak oraya götürmek lazımdır. Böylece onların işleri az da olsa kolaylaşmış olacaktır. Hazırladığımız kolinin içinde ne varsa onların kolinin üzerine yazılması gerekiyor. Elbise ise ve ayakkabı ise bedenleriyle birlikte yazılması gerekiyor. Eski eşyaların yani çöpe atacağımız eşyaların hangara götürülmemesi gerekiyor. Kimse bilerek ve isteyerek böyle bir yanlışlık yapmaz ama belki elinde olan sadece eski bir eşyadır, yenisini alacak gücü de yoktur; o zaman iyice temizlenerek, yıkanarak, ütülenerek o eşyanın bağışlanması gerekiyor. Lütfen bu acılı günlerde birbirimize tahammül edelim. Hepimizin amacı mağdur olan insanımızın elinden tutmaktır. Sevgili Berlinliler, böylesine hummalı bir çalışmayı istemeyenler, aramıza fitne tohumu atmak isteyenler de olabilir. Hatta bu depremi siyasi çıkar elde etmek için kullananlar da olabilir. Onlara geçit vermeyelim. Bulunduğumuz ortamdan onları uzaklaştıralım. O yüzsüzlere yüz vermeyelim. Lütfen fırsatçıların önünü keselim. Gün 85 milyonun tek yürek olma günüdür. Rabbim ülkemizi tüm afetlerden korusun. Sevgili Berlinliler, yüreğimiz dağlandı, ciğerimiz parçalandı. İçimiz kan ağlıyor. Türkiye yasta. Bu kara günler elbet geçecektir. Acılar unutulacak, yaralar sarılacaktır. Bize lazım olan birlik ve beraberliktir. Bundan sonrası için ne yapacağız onu düşünelim. Yüce Mevla’m, Sana yalvarıyoruz; bizlere böylesine acıları bir daha yaşatma! … Yüce Mevla’m: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak edecek misin?”(Ayet) Rüştü KAM

9 Ocak 2023 Pazartesi

DOĞU ANAAADOLU GEZİSİ VI: MUŞ- BİNGÖL

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (Vl) -Hatırlıyorum, siyah beyaz televizyonun çıktığı o tarihleri. Devleti yönetenlerden birisi inşallah derse, Allah’a ısmarladık derse; “aaa inşallah dedi, Allah’a ısmarladık” dedi diye sevgimiz akıveriyordu o tarafa. “Müslüman adam be. Baksana İnşallah dedi…”- MUŞ “Muş, Doğu Anadolu Bölgesi’nde bir ilimizdir. Deniz seviyesinden 1350 m. Yüksekliktedir. Çavuş Dağı’nın eteklerinde kurulmuştur. Medeniyetler şehridir. M.Ö.2000 yıllarına tarihlenir. Muş’ta hayat Urartularla başlar. Muş’un, Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in torunu Muş tarafından kurulmuş olabileceği de rivayetler arasındadır. Muş, İbranicede ‘Sulak, verimli otlak’ anlamına gelir. Havası, suyu, dağları, yaylaları, laleleri, çiçekleri, yemyeşil yazları, ilkbaharda gelinlik giymiş gibi bembeyaz renge bürünen ovası ile adeta bir yeryüzü cennetidir. Muş ovasına Murat nehri hayat vermektedir. Malazgirt, Muş’un önemli bir ilçesidir ve Türklerin Anadolu’ya giriş kapısıdır. Malazgirt, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Selçuklu Sultanı Alpaslan ile adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Yeni kazanılan vatan, siyasi ve askeri mücadelelerin merkezi olduğu kadar Türk dilinin, Türk Kültürünün, Türk sanatının ve İslam medeniyetinin de merkezi olmuştur...” Rehberimiz Emin otobüste bu şekilde tanıttı Muş’u. Çünkü biz Malazgirt’e maalesef gidemeyecektik. Malazgirt Meydan muharebesinin yapıldığı toprakları görsek ve hayalimizde muharebeyi canlandırsak iyi olurdu ama olmadı. Önceden belirlediğimiz gezi güzergâhının dışına çıkamazdık. Çıkarsak bütün güzergâhta değişiklik yapmamız gerekirdi. Belki başka sefere inşallah. Muş onuncu yüzyılda Bizans tarafından ilhak edilmiş. Xll. Yüzyılda da Selçuklular tarafından. Selçuklular yerli halka (Ermeniler) adil bir yönetim sağlamış, onların sosyal, dinî, ticarî ve kültürel hayatlarına müdahale etmemiş. Ağır vergilerle halkın belini bükmemiş. Bu yüzden Türkler Ermeniler tarafından çok sevilmiş ve hatta Bizans’a tercih edilmişler. Gel zaman git zaman, aradan 700 yıl geçmiş. 1916 yılına gelindiğinde bölgeyi Ruslar işgal etmiş ve Ermeniler de tercihlerini bu sefer Ruslardan yana koymuşlar. Ruslarla birlikte olup o güzelim tarihi mirası talan etmişler. Binlerce yıllık birikim yok edilmiş. Muş, lalesi ile meşhur olan bir şehirmiş. Nisan sonu ve Mayıs başlarında çiçek açarmış ve 15 gün sonra da maalesef dünyaya gözlerini yumarmış. 15 günlük kısa bir ömür. Vardır bunun da bir hikmeti. Yoksa 15 günlük bir yaşam için niçin yaratılsın? Hem de sadece Muş’ta. Yemen türküsü eşliğinde girdik Muş’a. Koro halinde söyledik bu türküyü. Aradan geçen zaman unutturmamış Yemen’e giden kınalı kuzuları. Nesilden nesile nakledilip geliyor acılarımız. Yemen türküsünde vurgulanan yerin Muş olmadığını biliyoruz. Muş yerine “Huş” denileceğini de biliyoruz. Buna rağmen Muş demeye devam ediyoruz. Alışkanlıklar öyle kolay kolay terkedilmiyor. Tabi ki Yemen’e giden askerlerimiz de oralardan dönmeyince... Birçok ailenin ocağına ateş düşmüş, kolay değil. Muş, telaffuz olarak Huş’a da yakın olunca “Burası muştur yolu yokuştur, giden gelmiyor acep ne iştir” şeklinde ağıt yakmak o kadar da zor olmamış. Öğle yemeğinde İbo Kardeşlerin mekânında idik. Ciğer yedik orada. Ocak başında ciğer. Ocağın başındaki görevli kişiye, ciğer, şişe takılmış olarak veriliyor o da pişirip elinizdeki lavaşa koyuyor. Ben bir şiş yerine iki şiş koydurdum lavaşa. Ciğer yediğim belli olsun istedim. Birkaç lavaş arka arkaya yenilince sonradan sıkıntı doğdu. Ocak başında taze ciğer yerseniz ve biraz da abartırsanız olacağı budur. Aç gözlü olmamak gerekiyor. Soda falan içerek şişkinliği düşürmeye çalıştım ama fayda etmedi. Mekân sahipleri ve çalışanları güler yüzlerini ve tebessümlerini bizden esirgemediler. Biraz sohbete dalınca işçilerden bazıları yanımıza yaklaştı ve Almanya’ya nasıl gidebileceklerini sordular. Demek ki Almanya Türkiye’den bakınca hâlâ cazibesini sürdürüyor. Cumhuriyet caddesindeyiz. Caddede yenileme çalışması yapılıyor. Ortalık toz duman. Terör yavaş yavaş sona ermeye başlayınca, esnafın yüzü gülmeye başlamış. Ticaret gelişmekteymiş. Şehrin çehresini değiştirme çalışmaları başlamış. Emin para bozdurmak isteyenlerin Muş’ta bozdurmaları gerektiğini söyledi. Bundan sonraki uğrayacağımız şehirlerde müsait zamanımız olamayabilirmiş. Akşam şehre geç vakitte varılacak ve sabah da erkenden yola çıkılacakmış. Tavsiyeye uyduk ve paramızı burada bozdurduk. Emin, Muş’ta tarihi ve kültürel dokunun fazla olmadığından bahisle yemekten sonra yola devam etmemiz gerektiğini söyledi. Malazgirt Meydan savaşını da otobüste anlatınca Emin, yolumuza devam ettik. Hedefimizde Elâzığ var. Akşam Elâzığ’da konaklayacağız. Bingöl üzerinden geçeceğimiz için önce yüzen adalara varacağız. Yüzen adalar, Bingöl’ün Solhan ilçesinin Hazarşah Köyünde. Daracık sokaklardan yokuş aşağı iniyoruz otobüsle. Köy evlerinin arasından. Köylüler gelip gidenlere alışmış olmalılar ki; otobüsle oradan geçiyor olmamız onları fazla ilgilendirmedi. Bizim oradan geçiyor olmamız tavukları, koyunları, inekleri de ilgilendirmedi. Bakmadılar bile yüzümüze. Hepsi kendi alemindeydi. Madem turizme açtınız yüzen adaları, yollarını bari düzenlesenize, onu da yapmamışlar. Bırakın yolları düzenlemeyi, çevre düzenlemesi de yapmamışlar. Oraya bir kahve açmışlar. Başına bir de görevli kişi koymuşlar, her şey olmuş bitmiş. Biz adalardan önce o kahveye uğradık. Bir Türk kahvesi içelim istedik. Görevli kişi “o konuda hazırlığım yok” dedi. Çay içmemizi önerdi. “Çaykur çayı” mı? Diye sordum. Hayır, kaçak çay dedi. Çay içenlerimiz oldu. Doğanın güzelliğini doya doya yaşayalım, içimize bolca oksijen çekelim kahve eşliğinde dedik ama olmadı. Öyle her şey istemekle olmuyor. Mekân da ormanların içinde olduğu halde dokuyla uyum değildi. Kahveyi işleten görevli orta yaşlarda biri. Biz yukarıdan gelirken mekânda Kürtçe müzik çalıyordu. Son ses. Ormandaki börtü böcek- kuşlar ve hayvanlar da dinlesin diye ses o kadar yüksek açılmış olmalı. Kahvenin terasına girdiğimizde müzik Türkçe olarak değişti. Ben görevliden Kürtçe müziğin devam etmesini istedim. “Peki abey” dedi. Ayrıca volümü de düşür dedim. Ona da ”peki abey” dedi. Anladık ki, Hâlâ oralarda Kürtçe-Türkçe ayırımı yapılıyor. Bu konuda ayırım yapan kendini bilmezler vardır elbet. Önce tuvalet ihtiyacımızın giderilmesi için gösterilen yere gittik. Türkiye’de genelde görmeye alıştığımız manzarayla karşılaştık. Koku ve pislik. Burada biraz daha abartı var. Görevli kişiye tuvaletin neden bu kadar pis olduğunu sordum, aldığım cevap, “Abey sizden önce bir grup vardı, arkasından siz de gelince temizlemeye vaktim olmadı.” Çaylar da yolcu işi. Ortalık darmadağın. Üçüncü bir personel istihdam edecek kadar yoğunlukta gruplar geldiğini sanmıyorum. İki kişi çalışıyormuş, birisi adalardan sorumluymuş öbürü de kahveden. Madem oranın görevlilerisiniz, ortalığa çeki düzen verin be adamlar. Gölde yüzen üç tane ada var. Göl dedimse öyle gözünüzde büyütmeyin, bir su birikintisi işte. Görevlinin dediğine göre derinliği 50 metreymiş. Hatta adalardan birinin üzerinde ağaç bile var. Diğerlerinin üzerinde değişik otlar ve çimler yetişmiş. Etrafı çit ile çevrili. Yaşlı bir görevlisi var. Elinde kocaman bir değnek, dışarıdan adaları küçük dokunuşlarla hareket ettiriyor. En fazla bir metre oynuyorsunuz yerinizden. Hepimiz çıktık adaya. Aslında eğlenceli. Alışılmadık bir durum. Adacıklar topraktan ve gölden bağımsız bir şekilde oluşmuşlar. Görevli küçük küçük dokunuşlarla bir oraya bir buraya iteledi bizi. Fotoğraflar çekildik, adaklar diledik. Göl ıslah edilirse, balık falan atılırsa, çevre düzenlemesi yapılırsa ve işin ehli kişiler orada istidam edilirse, sırf yemek yemek için bile oraya gidilir. Saat 18 civarında otele geldik. Eşyalarımızı yerleştirdik. Elâzığ’ı keşfetmek isteyenler şehre gittiler. Ben ve Zülfikar otelde kaldık. Yıllar sonra kadim dostum Rüştü Emir’le buluştuk otelde. Eski defterleri karıştırdık. Güncel konulara değindik, biraz da siyaset…Rüştü çok dertli. Eskiden de dertliydi. O derdi ona Çameli’ne balık çiftlikleri kurdurdu. Elma ve kiraz bahçeleri yaptırdı. Vizyon getirtti Çameli’ne. O zamanlar Çameli’nde ziraat müdürü olarak çalışıyordu. 1980’ li yıllar. “Çameli’ne bir ziraat müdürü gelmiş, namaz kılıyormuş, oruç tutuyormuş, hanımının başı da kapalıymış” diye tanıttılar bana onu. O dönemler, halkın Müslümanlıkla alakası olan bir devlet memuruna hasret kaldığı dönemler. Hatırlıyorum, siyah beyaz televizyonun çıktığı o tarihleri. Devleti yönetenlerden birisi inşallah derse, Allah’a ısmarladık derse; “aaa inşallah dedi, Allah’a ısmarladık” dedi diye sevgimiz akıveriyordu o tarafa. “Müslüman adam be. Baksana İnşallah dedi…” 700 sene dünyaya Müslüman olarak nizam ver, sonra da torunların kendi yöneticilerinden ‘inşallah’ kelimesini duymaya hasret kalsın… Nereden nereye… Sevgili Adaşım, cevizli sucukların lezzetliydi. Severek yedik onları. Senin kulağını da çınlattık. Sevgili Adaşım, dosttan gelen tavsiyelere kulak tıkamayacağını ümit ederek derim ki; olanlara, olup bitenlere biraz sükûnetle mi yaklaşsan, ne dersin?... Devam edecek

DOĞU ANADOLU GEZİSİ VII: ELAZIĞ/HARPUT

Rüştü Kam Ha-ber.com Elazığ (Harput)’da yeni bir rehber katıldı ekibe. Cem Kaya. Cem Kaya Malatya Üniversitesi Öğretim Görevlisi. Asıl mesleği Arkeolog. O yöreyi çok iyi tanıyan bir akademisyen. Malatya’ya kadar bizimle olacakmış. Rehberliği severek yaptığı her halinden belli. Arkadaşlarla kısa sürede kaynaştı. Malatya’da bir gün öncesinden işi bittiği halde, ertesi gün otele kadar gelerek bizleri uğurlama nezaketini gösterdi. Kendisine şükranlarımızı sunuyoruz. Elazığ’da bir de misafirimiz katıldı gruba. Niğmet Balcı. Onu Berlin’den tanıyoruz. Doğu Anadolu turu yapacağımızı öğrenince eskimez dostlarını görmek ve onlarla hasret gidermek için çalıştığı işyerinden kısa süreliğine izin alarak aramıza katıldı. Hakikatli kızdır Niğmet. Gazetecidir. Berlin’de olduğu süre içinde Mocca Dergisi ekibinde çalıştı. Çok güzel çalışmalar yaptık onunla. Niğmet kızımız, Allah seni güzel insanlarla tanıştırsın ve ayağına taş değdirmesin… Cem Kaya kendisini tanıtarak başladı işe. Önce Tunceli’ye gitmemiz gerekiyormuş. Harput dönüşte ziyaret edilecekmiş. Programa sadık kaldık. Tunceli dönüşü Harput’taydık. Harput’a girer girmez aracımızı park ettik. İhtiyaç molasından sonra rehberimizin etrafında toplandık. Tunceli’ye gidip gelmek bizleri yormasına rağmen anlatılanları can kulağıyla dinledik: “Harput (Elâzığ), Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan bir ilimizdir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1067 metredir. Harput; “Taş Kale" demektir. Tarihi Harput şehrinin, yerleşime elverişli olmaması ve tabiat şartlarının zorluğu nedeniyle, 1834 yılında, Reşid Mehmet Paşa tarafından bugünkü yerine taşınmıştır. İsmi de Ma’muretül-Aziz olarak değiştirilmiştir. Elazığ’ın tarihi yeni olmakla beraber bölgenin tarihi oldukça eskidir. Bu nedenle Elâzığ tarihini onun menşei sayabileceğimiz Harput'un tarihi ile ele almamız gerekiyor. Şehrin çekirdeğini Harput oluşturur. Etrafı derin uçurumlarla çevrili bir Kalesi vardır. Harput Kalesi. Kalenin ilk defa milattan önce 2.000 yılında yapıldığı tahmin edilmektedir. Sonraki dönemlerde kalenin eteklerinde de yerleşme olmuştur. Sonra da yeni oluşan şehrin etrafı tekrar surlarla çevrilmiştir. Ancak parlak bir tarihi geçmişe sahip olan Harput, bugün neredeyse terk edilmiş bir harabe görünümündedir. Yörenin tarihi, yapılan arkeolojik kazılarla M.Ö 10.000’lere (Paleolitik -Yontma Taş Devri) tarihlenmektedir. Harput, tarihi süreç içinde Bizanslılar ile Sasaniler arasında pinpon topu gibi gidip gidip gelmiştir. Hazreti Ömer döneminde (634-644), Harput ve yöresine Arap akınları başlamıştır. Harput ve çevresi 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türkler için vatan toprağı haline gelmiştir. Harput Koleji 19.yüzyılın ikinci yarısında ve 20.yüzyılın başlarında Ermeniler arasında Protestanlığı yaymak amacıyla Amerikan Misyonerleri buraya yerleşmişler ve 1876’da bir kolej açmışlar. Bu kolej, Elâzığ halkı arasında Harput Amerikan Koleji/ Fırat Koleji olarak bilinir. American Board of Commissioners for Foreign Missions (ABCFM) misyonerlik teşkilatı, 1810’da Amerika'nın Boston eyaletinde kurulmuştur. Bu teşkilat Osmanlı topraklarında 1820’den itibaren faaliyetlerine başlamıştır. Robert Koleji”ni (1863) kuran da aynı misyonerlik teşkilatıdır. Temel eğitim kurumları (eğitim hizmeti) haricinde, kilise (dini hizmet), yetimhane (sosyal hizmet), hastane (sağlık hizmeti) ve matbaa (basın hizmeti) açarak farklı alanlarda faaliyetlerini etkin bir şekilde sürdürmüşlerdir. Halka her alanda nüfuz edebilmişlerdir. Başlangıçta sadece erkek öğrencilere eğitim veren Ermeni Kolej (1878), daha sonra ayrı bir binada, kız öğrencilere de eğitim vermeye başlamıştır (1881). Osmanlı hükümetinin isteğiyle, Ermeni Koleji ismi 1888’de Fırat Koleji olarak değiştirilmiştir. Kolejin açılması için 180.000 dolardan fazla para harcanmıştır. Bunun 40.000 Doları yerli Ermenilerden toplanmıştır. Kolej 1915 yılına kadar yaklaşık 600 öğrenci mezun etmiştir. O dönemde Harput'ta Amerikan konsolosluğu da bulunmaktadır. Konsolosluk ve misyonerler aracılığı ile birçok Ermeni vatandaşımız Amerika’ya gönderilmiştir. O dönemlerde Amerikan Koleji’nin haricinde Harput'ta bir de Fransız Koleji vardır. Bu yapılar günümüze kadar ulaşamamıştır. V. Cuinet, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru Harput’ta 12.600 Müslüman, 4850 Gregoryen, 1845 Protestan, 252 Katolik ve 453 Ortodoks’un yaşadığını yazar. Şemseddin Sami ise 2670 ev, 843 dükkân, on cami, on medrese, sekiz kütüphane sekiz kilise on iki han ve doksan hamamın olduğunu kaydeder. Bugün, kalesi, camileri, türbeleri, tarihi evleri, çeşmeleri, hamamları, diğer tarihi kalıntıları ve piknik alanlarıyla, yerli ve yabancı turistlerin ve hatta yöre halkının en çok ziyaret ettikleri mekân haline gelmiştir Harput.” Bir taraftan yorgunluk öbür taraftan soğuk. Harput’un hikayesini içimize sindirmemize mani oldu. Amerika 1776 yılında kurulmuş. Kuruluşundan 100 sene sonra Osmanlı topraklarında kolejler açmaya başlamış. İlk koleji İstanbul’da açmış. Roldschild ailesi finanse etmiş bu koleji. İkinci kolej 1876 da İskenderun’da açılmış. Üçüncü kolej de Harput’ta. Amacı, parçalamak istediği ülkelerdeki etnik yapıyı dini yapıyı, sinir uçlarına dokunarak parçalamak olmuş. Anlaşılan o ki, emeklemeye başlar başlamaz, hedefine kendisinden 477 yıl önce kurulan Osmanlı İmparatorluğunu koymuş. Amerika bugün aynı alışkanlığını devam ettirmektedir. Parçalıyor ve yutuyor. Bazen kılçıkların boğazına takıldığı da oluyor. Her milletin bir eceli olduğunu söyler Yüce Mevla’mız. Amerika’nın devlet oluşunun üzerinden 246 yıl geçmiş. Zirveye doğru yaklaşmış. Büyüklerimiz “zulümle âbâd olanın akıbeti berbat olur demişler.” Bu söz boşuna söylenmiş olamaz… Akıllarını vahyin emirine teslim etmeyenler, hakikati göremezler, hak ve batılı ayıramazlar. Unutmayalım ki, imtihan olduğumuz bu dünyada, insanlara tek bir soru sorulmaktadır. Hak’tan yana mısınız, batıldan yana mı? İnsanlar hür iradeleriyle bu soruya verdikleri cevaba göre hareket ederek, imtihanı ya kazanacaklar ya da kaybedeceklerdir. “Hak gelince batıl zail olacaktır.” Kurşunlu Camii “Harput’ta birçok eser inatla hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bunlardan biri ve en önemlisi Harput Kurşunlu Camii’dir. Osmanlı devri camilerinin en güzel örneklerinden biridir. Ulu Cami’ye ait olan ve burada muhafaza edilen ahşap minber 4. Murat tarafından hediye edilmiştir. Ağaç oyma sanatının örneklerinden biridir. Abanoz ağacından kündekâri tekniği kullanılarak yapılan minber, görülmeye değer eşsiz bir sanat eseridir. Kündekâri; küçük ölçüde ahşap geometrik parçaların birbirine geçmesi ile elde edilen, oymalı, çatmalı, tutkalsız ve çivi kullanmaksızın yapılan ahşap işlerinde kullanılan bir bezeme ve yapım tekniğidir. Caminin harim kapısı yonca yaprağı şeklindedir. Son cemaat mahalli üç kubbelidir. Kubbelerin üzeri kurşunla kaplıdır. Caminin minaresi eğri bir şekilde durmaktadır. Kimilerine göre kalın gövdeli ve gittikçe daralarak inşa edilen bu minare bilinçli olarak eğri inşa edilmiştir, kimilerine göre ise bir deprem sonrasında minare eğri bir şekle dönüşmüştür.” Üzülerek söylemem gerekiyor; maalesef caminin iç duvarlarındaki restorasyon o tarihi esere hakarettir. Bilmiyorsan yapmayacaksın. Sorumlu kişiler de yaptırmayacaklar. Ecdat emek vermiş, yapmış, yaptırmış. Torunları da ecdadının bıraktığı mirası hovardaca harcamamalıdır. Minberin süpürgelik kısmındaki yazıdan, ustasının Kazvinli İsmail oğlu Ebu Sa'id, hattatının da Sa'd Ali olduğu anlaşılıyor. Hicri 582 (M. 1186) yılında yapılmış. Aslında minber, Harput Ulu Camii'ne aitmiş. Güvenlik nedeniyle sonradan Kurşunlu Camii'ne taşınmış. Ulu Camii, Harput'un en önemli ve eski camisiymiş. Bugün, Kurşunlu Camii’nde bulunan minberi, Türk ahşap sanatının şaheserlerinden biriymiş. Minberin iki yanı birbirinden ayrı motiflerle süslenmiş. Kufi yazıları da oldukça dikkat çekicidir. Artukoğulları dönemine ait olan bu cami 1156-1157 yıllarında Fahrettin Karaaslan tarafından yaptırılmış. Çınar Ağacı Caminin ilgi çeken diğer özelliği de avlusundaki çınar ağacı. Ağaç, camiyle aynı yaştaymış. Çınar 1.60 çapında gövdeye sahipmiş. Anıt ağaç olarak tescillenip, koruma altına alınmış. Cami avlularına çınar ağacı dikilmesi Osmanlı geleneği imiş. Çınar ağaçları paratoner işlevi görürmüş. Nemi seven kökleri sayesinde, cami duvarlarını nemden korur, yaprakları havadaki tozları tutar, zamanla geniş bir alana yayılan dal ve yaprakları cami cemaati için gölgelik oluştururmuş. Yaprakları dahil, çok kıymetli bir ağaçmış. Yaprağı suyla kaynatılıp içilirse birtakım rahatsızlıkları giderirmiş. İlgili olanlar bunu bilirmiş. Günün her saatinde çınarın üstünde kuşlar, altında vatandaşlarımız, burada oturur ve dinlenirlermiş. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey de rüyasında çınar ağacı görmüştü. Şeyh Edebali tabir etmişti rüyayı. Osmanlı ile bütünleşen ve sembolleşen çınar ağacının ülkemizdeki tek yaygın türü olan "Doğu Çınarı"nın ömrü 600 küsür yılmış. Osmanlı'nın ömrünün de 600 küsür yıl olması ilginç bir tevafuk olmalı. Arap Baba Mescidi “Arap Baba mescidi 1279 yılında, Yusuf Bin Arap Şah Bin Şaban tarafından yaptırılmıştır. Arap Baba (kesik baş) mescidi aynı zamanda türbedir. Arap Baba türbesi. Arap baba, üzeri yeşil kumaşla örtülü camdan bir sanduka içerisindedir. Cesedi çürümemiştir. Kesik başı da sandukanın içindedir. Çürümemiş cesedi görmek isteyen ziyaretçilere sandukanın örtüsü açılarak gösterilmektedir. Biz geç kaldığımız için maalesef göremeyeceğiz. Arap baba Allah dostlarındandır. Arap Baba hakkında pek çok efsane anlatılmıştır. Bunlardan en çok bilineni şöyledir: Harput ve yöresinde bir yıl yağmur yağmaz. Kuraklık başlar ve ardından kıtlık kapıya dayanır. Halk perişandır. Alacalı mescidin yanındaki bir evde Selvi adında yaşlı bir kadın ikamet etmektedir. Birgün rüyasında Arap Baba'nın kesik başı bir dereye atılırsa, yağmurun yağacağını görür. Yaşlı kadın önceleri buna pek bir anlam veremez. Ancak aynı rüyayı üç gece üst üste görünce karar verir ve bir gece Arap Baba'nın kesik başını sandukadan alır ve dereye atar. Yağmur yağmaya başlar. Ama ne yağmur… Yağmur değil adeta tufan, dereler coşar, seller-sular alır başını gider. Yağmur bu sefer de dinmek bilmez. Yağmuru dört gözle bekleyen insanlar muzdarip olurlar. Selvi kadın bu sefer rüyasında Arap Baba’yı görür. Arap Baba kadına “git başımı attığın yerden al getir, yağmur da kesilsin” der. Sabahleyin Selvi hatunun ilk işi o kesik başı yerine koymak olur. Yağmur durur.” Bu tür hikayelerin genelde uydurulduğunu biliyoruz. Ama halk bu hikayeleri elbette durduğu yerde uydurmamıştır. Ateşin olmadığı yerden duman çıkmazmış. Mescidin Kitabesinde şöyle yazıyor: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazlarını kılan, zekâtlarını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler yapar ve imar ederler, umarım ki, bunlar doğru yolu bulmuş ve hidayete ermiş kimselerdir. Bu metin ve âli bina, Selçuklu Sultanlarından din ve dünyası ma'mur ve âbâdan olan büyük Sultan Kılıç Arslan’ın oğlu Keyhusrev’in zamanında ve onun istek ve emirleriyle, Şaban’ın torunu ve Arabi Şah’ın oğlu Sahib’ül- Atâyâ ve’l -İhsân olan Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini rica eden Yusuf tarafından hicretin 678 inci yılında yapılmıştır.” Sâre Hatun Camii “Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sara (Sâre) Hatun tarafından 1465 yılında yaptırılmıştır. Külliye olarak inşa edilen Sâre Hatun Camii’nden günümüze sadece cami gelebilmiştir. Kare planlı cami dört büyük kemerin taşıdığı kubbe ile örtülüdür. Son cemaat mahalli üç kubbelidir. Minarenin merdiven kısımları koyu renkli, diğer kısımları ise beyaz taştan yapılmıştır (1897). Minaredeki zarif işçilik dikkat çekicidir. Cami, Selçuklu dönemindeki taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Minaresi de renkli taş işçiliğinin eşsiz örneğidir. Günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Caminin bitişiğinde hamam bulunmaktadır; Cemşid Bey Hamamı. Yavuz Sultan Selim Han'ın sipahi beylerinden Cemşid Bey tarafından XVI. asrın ilk yarısında yaptırılmıştır. Günümüze sadece kalıntıları ulaşan hamam hakkında Evliya çelebi şöyle yamıştır (17.yy): "Kale Hamamı, Cemşid Hamamı bunlar has olan hamamlardır. Yüz yirmi adet hanedan hamamları dahi vardır." Ayrıca Şemseddin Sâmi'nin Kamus’û-l Âlâm (1889-1898) isimli eserinde; “Harput'ta 90 tane hamam, 2670 ev, 843 dükkân, 10 cami, 10 medrese, 8 kütüphane, 8 kilise ve 12 adet han” bulunduğunun bilgisi vardır. Temizlik ve toplumsal hijyen, Selçuklu ve Osmanlı kültüründe önemli bir yere sahipmiş. Hamam kültürü oldukça yaygınmış. Hamamlardan bir kısmı şehrin girişine inşa edilmiş. Şehre gelenler önce hamamda temizlenirler sonra şehre alınırlarmış. Harput’ta, o hamamlardan günümüze kadar ulaşan iki tane hamam kalmış. Hoca Hasan Hamamı ve Cemşid Bey Hamamı. Üzerleri kubbe ile örtülü olan hamamlar, soyunma odası, ılıklık odası ve yıkanma yerlerinden müteşekkilmiş. Harput Kalesi “Kale milattan önce 8. yüzyılda Urartular tarafından inşa edilmiştir. Kale, Harput’un günümüze ulaşan en eski tarihi kalıntısıdır. İç kale ve dış kale olmak üzere iki ayrı bölümden oluşmaktadır. Kaleyi, 1115 yılında Artuklu emiri Belek (Balak) Gazi hükümet merkezi olarak kullanmıştır. Yerleşmeye elverişli olmayışı, tabiat şartlarının zorluğu, iaşe teminindeki güçlük Harput’un daha fazla gelişmesini önlemiştir. 1834’de doğu eyaletlerini ıslah etmek üzere görevlendirilen Reşid Mehmed Paşa, şehri aşağıya, ovaya taşımıştır ve ismini de değiştirerek Mamuretül-Aziz yapmıştır. Fakat telaffuzu güç olduğundan halk arasında kısaca “Elaziz” olarak söylene gelmiştir. 1937 yılında şehre gelen Atatürk, şehrin ismini değiştirmiş, “azık” ili anlamına gelen “Elazığ” adını vermiştir. Kale, ovaya hâkim yalçın kayalar üzerinde bulunmaktadır. Kale hakkında çeşitli efsaneler anlatılır. Rivayete göre; kalenin yapımı sırasında kuraklıktan dolayı, harcın hazırlanmasında su yerine civarda beslenen koyun ve diğer büyükbaş hayvan sürülerinden günlük sağılan sütler, tahta oyuk kanallarla kale inşaatının yapıldığı alana akıtılır ve içine yumurta katılarak, beyaz kireçle karıştırılır. Böylece Horasan harcı elde edilir ve elde edilen bu özel harç taşların arasına konarak kale inşa edilir. Bu efsaneye istinaden Harput Kalesi, halk arasında “Süt Kalesi” olarak da anılır. Harput’un, İç Kale'deki kurtarma ve arkeolojik kazılarına 2005 yılında başlanılmış. Kazılar, halen devam etmektedir. Bu kazılar sonucunda; mahalle mektebi, Kale Cami ve çevresindeki ticarethaneler, konutlar, atölyeler, tüneller ve 36 m derinliğinde 100 basamaklı taş merdivenli su sarnıcı gün yüzüne çıkarılmıştır.” Gördüğümüz ve anladığımız kadarıyla Harput, antik çağlardan günümüze kadar uzanan tarih ve kültür kentidir. Birisi gelmiş o gelince de öbürü gitmiş. Her gelen orada bir eser bırakmış. O eserler bazen yıkılmış ve talan edilmiş de olsa orada iz bırakmışlar. Böylece tarihi doku oluşmuş. Bugün baktığımızda sanki açık hava müzesi gibi. Urartular, Hititler, Hurriler, Moğollar, Araplar, Selçuklular, Ermeniler, Bizanslılar, Osmanlılar hepsi oradaymış. Müslüman Araplar ve Türkler orada binlerce şehit vermiş. Sinesinde onlarca evliyayı barındırmaktaymış. Evliyalar diyarı Harput. Harput, yüzyıllar boyu, İslâm’ın hoşgörüsüyle Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Süryani ve Rum kimliklerini bir arada yaşatan bir şehirmiş. ‘Aziz’ bir şehir. Doğu Anadolu’yu gezmeden, görmeden, o toprakların suyunu içmeden, ekmeğini yemeden, insanıyla oturup konuşmadan, tarihi dokularına dokunmadan, Türkiye'yi anlamak, Türkiye'nin üzerinde oynanan oyunları anlamak mümkün değildir. Ben bunu bilir bunu söylerim. Balak Gazi Parkı Harput’un girişine güzel bir park yapılmış. Balak Gazi Parkı. Oradaki heykel de Balak Gazi'nin heykeli imiş. Heykel, 1965’ te heykeltıraş Nurettin Orhan’a yaptırılmış. Halk arasında Balak Gazi diye anılan Belek Gazi’nin tam adı Nûrü’d Devle Belek bin Behram Bin Artuk’muş. Balak gazi, İslam ve Türk tarihine kahramanlıklarıyla damga vurmuş büyük bir komutanmış ve Harput’un en önemli simgelerinden biriymiş. 1124 yılında Suriye'de, Membiç Kalesi’nin kuşatılması esnasında kaleden atılan bir okla şehit düşmüş. Türk Tarih kurumunun kurucularından, Büyük tarihçi Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç diyor ki: "Balak bütün ömrünü gaza ve cihad içinde geçirmiş, ülkesinde emsalsiz bir sükûn ve asayiş temin etmiş, adalet ve kanunu hâkim kılmış, dindar ve mütevazi bir emir idi. Ölümü, Müslümanlık ve Türklük için hakiki bir ziyan ve musibet olmuş ve mağlup olmaya başlayan Haçlıların yeniden kalkınmalarına sebebiyet vermiştir. Haçlılar böylesine bir düşmandan kurtuldukları için çok sevinmişlerdir. Balak, yalnız Suriye tarihinde değil, Anadolu tarihinin seyir ve cereyanı üzerinde de tesir icra etmiştir." Harput’u yürüyerek dolaşıyoruz. Tunceli’den kalan yorgunluk yavaş yavaş kendini belli etmeye başladı. Biraz da hava soğuk olunca, grubu bir arada tutmakta zorlandı Emin. Cem bey de kendisiyle birlikte yol alabilenlere açıklamalar yapmaya başladı. Arkadan gelenleri beklemiyordu artık. Bekleseydi Harput turunu tamamlayamazdı. Başta verilen genel bilgi yetmiş olmalı ki; herkes bir yerlere dağıldı veya takıldı. Fatma Mıdık yine alacak bir şeyler bulma peşinde olmalı. Türk Eğitim Derneği’nin eksiksiz bütün turlarına katılan Mıdık, aldığı eşyalarla evinde bir müze oluşturmuştur herhalde. Harput tam Gülcan hanımın aradığı yer. O da kedilerin ve köpeklerin karınlarını doyurmak ile meşguldür. Buluşma yeri otobüsün yanı. Sonunda nasıl olsa oraya geleceklerdir. Biz, Cengiz ve Eşi Funda hanımla kalakaldık. Birlikte dolaşıyoruz. Anlatılan tarihi eserleri takip etmeye çalışıyoruz. Balak Gazi’nin hemen yanında bir kahve var. Oraya attık kendimizi. Bir baktık ki, oraya sığınan sadece biz değiliz. Bizim grup orada. İçerisi oldukça kalabalık. Türk kahvesi içiyorlar. Kumda kahve. Türkiye'nin her tarafında kumda kahve pişirmek meşhur. Bazı yörelerde fincanda kahve de pişiriyorlar. İçimi çok hoş. Bol köpüklü. Kahvesini alıp Balak Gazi’nin gölgesinde içenler de var. Elâzığ’ı kuşbakışı seyrediyorlar. Hureyre ve nişanlısı Zelifa bunlardan. Yanınızda sevdiğiniz, sevgiliniz varsa gezinin tadı başka oluyor elbet. Biz de kahvemizi sipariş ettik ve dışarıya çıktık. Kahvenin hemen karşısında hediyelik eşya satan dükkanlar var. Funda hanımın kahve içerken gözü oraya takıldı. Böyle gezilerde beğendiğiniz bir şeyi başka yerde alırım diye almaktan vazgeçerseniz ileride o şeyi bir daha bulamazsınız. Hemen almalısınız. O da öyle yaptı. Gitti aldı… Meryem Ana Kilisesi “Anadolu'nun en eski kiliselerinden biri olan Meryem Ana Kilisesi, Kızıl Kilise ve Yakubi Kilisesi adlarıyla da anılmaktadır. M.S 179 yıllarında kaledeki putperestler tarafından tapınak olarak inşa edilmiş. Süryaniler daha sonra burayı kiliseye çevirmişler. Meryem Ana Kilisesi, günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiş en önemli antik kiliselerden biridir. Yaklaşık 20m x 8m boyutlarındaki kilise, Harput kalesinin hemen yanında yüksek bir kayanın üzerinde bulunmaktadır. Kilise, kayaların içine gömülmüş gibidir.” Ağa camii Ağa Camii, Harput'un girişinde. Zaman içinde yıpranan cami tamir edilerek 1998 yılında tekrar ibadete açılmış. Yalnız minaresine dokunulmamış, öylece duruyor. Onu da elden geçirmek lazım. Alacalı Camii Alacalı Camii, Balak Gazi Parkı’nın girişinde. Cami de yıpranmış ve çeşitli tarihlerde onarım görmüş. Bakınca anlıyorsunuz, ehil ustaların elinden çıkmamış tamirat. Muhtelif devirlerin izlerini taşıdığı her halinden belli. Yonca yaprağı şeklindeki giriş kapısı üzerinde, merdiven ve minare bulunmakta. Minaresi enteresan, şerefeye kadar sıra ile siyah-beyaz taşla, şerefenin üstü ise dama şeklinde siyah-beyaz kesme taşlarla örülmüş. Karanlık iyice çöktü. Harput kahvelerinde çay kahve içmek başka bir zevk. Ayrılmak istemedik aslında oradan. Ama akşam yemeğine otele ulaşmamız gerekiyor. Parkın içinden yürüyerek otobüse doğru ilerliyoruz. Herkes ikişerli üçerli gruplar oluşturmuş, kendi arasında sohbet ediyorlar. Oradaki tarihi eserler üzerinde konuşuluyor. Rehberlerimize de sorular soruluyor bu arada. Böyle olunca grup ilerleyemiyor. Rehber ile yapılan grup gezilerinin önemi burada biraz daha öne çıkıyor. Derken otobüsümüze geldik. Zülfikar, Kadir ve Kaptan Sezgin bizi bekliyorlar. Biraz da sitemliler, üşümüşler… Yolda bazı arkadaşlar ev yemeği yemek istediler. Bu alışkanlık güzel bir alışkanlık. Grup olarak gittiğimiz bölgelerde yöresel yemekleri tercih ediyoruz. Otelde standart menüler olduğu için kahvaltı dışında otel yemeklerini fazla tercih etmiyoruz. Cengiz, grubunu aldı ve gitti. Ancak günümüz yorucu geçtiği için bazı arkadaşlar oteldeki akşam yemeğini tercih ettiler. Sonradan öğrendiğimize göre o arkadaşlar geç kaldıkları için istedikleri yemekleri bulamamışlar… Harput yazısını güzel bir Harput türküsüyle noktalayalım: Kar mı yağmış şu Harput'un başına Kurban olam toprağına taşına Küçük yaşta bir yar sevdim vay nenni O da girmiş on üç on dört yaşına Bir ah çeksem karşıki dağlar yıkılır Bugün posta günü canım sıkılır Ellerin mektubu gelmiş okunur Benim yüreğime hançer sokulur Küçük yaştan bir yar sevdim zulmü var Benim gibi bahtı kara kul mu var Küçük yaştan bir yar sevdim vay nenni Görmek için düşmanlardan yol mu var Devam edecek

26 Aralık 2022 Pazartesi

 FROHE WEINACHTEN

Ich gratuliere allen Christlichen Freunden/innen, Nachbarn, und Mitmenschen anlässlich heutigen Festtag und die Nacht und wünsche Euch allen ein fröhliche Weihnachten! Ich bete Gott, dass Die Menschheit Gott und sich selbst und die Natur besser erkennen und gute Werken tun.. Jesus, Sohn von Jungfrau Maria von Hsuse Imrans , war ein besonderer Mensch mit offenen Wundern, die vom Gott ihm gegeben wurden. Friede sei Über Jesus von Nazareth, seine Mutter Maria, und alle Hause Imrans jetzt und immer wann sie gelebt hatten und auch bis jüngsten Tage , wo er und seine Familie wieder auferstehen werden mit den anderen Menschen! Hristiyan arkadaşlarımızın, Komşularımızın ve Vatandaşlarn bu günkü Noel bayramlarını tebrik ediyorum... Nasıra'lı Meryem oğlu İsa'ya, Onun Pak Annesi bakire Meryem'e, Zekeriya ve Yahya ya ve temiz İmran Ailesine Selam olsun!

21 Aralık 2022 Çarşamba

GÖNLÜMÜN SULTANI'NA

Rüştü KAM Sultanım günler çok çabuk geçiyor. Senin, cisminle aramızdan ayrılalı 3 yıl oldu. Ancak ruhunla her daim bizimlesin. Bir an olsun seni unutmadım. Unutmadım değil unutamadım. Nasıl unutayım ki; 46 yıl aynı yolu beraber yürümüşüz. Acı ve tatlı günlerimiz olmuş. Zorluklara birlikte karşı gelmişiz. Sen ebedi istinatgâhına gittin kurtuldun. Ya ben. Beni hiç düşünmedin. O kadar da söyledim Sana, beni bırakıp gitme dedim. Dinlemedin. Gittin. 46 yıllık yol arkadaşını bıraktın gittin. Çocukların da unutamadı Sen’i. Ne zaman Sen’den söz etsek, hepsinin gözleri doluyor. Hemen konuyu değiştiriyoruz. Çocuklarımızdan sual edecek olursan; ben, Zülfikar’ımızla birlikte yaşıyorum. Hureyre’miz Amerika’da Jale Üniversitesi’nde Hocalık yapıyor. Bir sene sonra geriye dönecek inşallah. Kızımız Dilruba Üniversiteyi bitirdi. Şimdi Baden Wüttenberg Eyaletinde Eğitim Bakanlığında memur olarak çalışıyor. Hepsi bir yerde. Gurbet içinde gurbeti yaşıyoruz. Hani derler ya doğduğun yer mi doyduğun yer mi? Meğer sorunun cevabı doyduğun yermiş. Sultanım, biz seni çok özledik. Hem de çok. Bir keresinde çocuklara; albümlere bakıp da hatıralarımızı canlandıralım mı ne dersiniz? Diye teklif ettim. “Baba daha şimdi değil” dediler. Bir daha o konuyu açmadım. Demek ki yaralar daha taze. Aradan 3 sene geçmiş olmasına rağmen taze. Albümlere bile bakacak cesaretimiz yok daha. Ben, bana bıraktığın emanetlerinle teselli oluyorum. Onların varlığı benim yaşam sevincim. Onlar da olmasaymış, Sen’den sonra bu dünyada yaşamanın başkaca anlamı olmayacakmış. Güzelim, Sana bir sır söyleyeyim ama çocuklara söyleme; çocuklarımızın seninle olan muhabbetleri, sarmaş dolaş olmaları, aynı şekilde benimle olmuyor. Ana şefkati bir başka oluyormuş. “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz” deyimi boşuna söylenmemiş. Dokuz ay on gün göbek bağıyla bağlı olmanın avantajı olsa gerek bunlar. Gönlümün Sultanı, az kalsın unutuyordum, sıkı dur, sana bir müjdem var. Hani Sen durmadan dertlenirdin ya; “ne olacak bu çocukların hali, neden evlenmiyorlar, neden yuvalarını kurmuyorlar” diye. Senin o dertlenmelerin dua yerine geçmiş olmalı. Gözün aydın ağaç orta yerinden filiz verdi. Hureyre evlendi. Hem de güzeller güzeli bir kızla. Adı Zelifa. Mardinli. Birlikte taş otelin terasına oturup ta uçsuz bucaksız ovasını seyrettiğimiz Mardin. Dünürlerin de iyi insanlar. Şimdi sırada ağacın iki ucu var. En kısa zamanda o iki uç da filiz verirse soluğu Senin yanında alacağım inşallah. Bekle beni. Düğünlerini de yaptık onların. Berlin’de yaptık. Bütün sevdiklerin, dostların hepsi oradaydı. Bana, başka kimler vardı? Diyorsun, iyi de hepsini teker teker nasıl sayayım. Mesela, 25 sene emek verdiğin öğrencilerin oradaydı. Bizi dost bilen bizim de kendilerini dost bildiklerimiz oradaydı. Türk Eğitim Derneği’nin üyeleri oradaydı. Gazetecilerden; Ahmet Külahçı, Sefa Doğanay ve Mustafa Ekşi eşleriyle birlikte oradaydı. Hureyre’nin Hocası Ömer Özsoy oradaydı. Hem de güzel bir dua yaptı onlar için. Hureyre’nin arkadaşları oradaydı. Dilruba’nın, Zülfikar’ın arkadaşları oradaydı. Serap kızımız yine geldi ve düğünde de çok emeği geçti. Sanki evin kızı gibiydi. Bil bakalım Hureyre’nin sağdıcı kimdi? Evet, doğru bildin, Serdar... Ben bir açılış konuşması yaptım, misafirlerimizi selamladım. Sonra Kur’an okudum ve açıklamasını yaptım. Dilruba kızımız da Almancasının açıklamasını yaptı. Sonrasında Hureyre’nin arkadaşları, Fuat, Serdar ve Aydın birlikte sahne aldılar. Sazlarıyla Türk sanat Musikisinden örnekler sundular. Kızımız Dilruba ve Serap da sazların eşliğinde solist olarak birer şarkı söylediler. Ah bir görseydin, ne kadar da duygulandım. Biliyorsun ben sulu gözün biriyimdir. Gittim lavaboda bir güzel ağladım. Ağladığımı kimseciklerin görmesini istemiyordum. Ayrıca Büyükelçimiz Ahmet Başer Şen’de misafirlerimizin arasındaydı. Güzel bir konuşma yaptı. Sonra da gidip gelin ile damadı tebrik etti. Ayaküstü sohbet de ettiler. Sen onu, Türk Eğitim Derneği’nin her yıl düzenlediği Kurban Şenliğimizden tanıyorsun. Her sene şenliğe gelir konuşmasını yapar ve sizlerin pişirdiği gözlemelerden yerdi. Sonra da sizlerle uzun uzun muhabbet ederdi. Sen de ona evine de götürmesi için bir gözleme paketi hazırlardın. O zaman başkonsolostu. Şimdi büyükelçi oldu. Başkonsolosumuz Rıfkı Olgun Yücekök de misafirlerimiz arasındaydı. Eşi Fulya hanımla birlikte gelmişler. Fulya Hanım Elçi Müsteşar. Özel arabalarıyla gelmişler. Benim aşağıya kadar kendilerini uğurlamama müsaade etmediler. Ben ısrarcı oldum, olmaz mıyım, oldum elbet. Ancak ısrarım fayda vermedi. İkisi de çok tatlı insanlar. Başkonsolosumuz da güzel bir selamlama konuşması yaptı. Sonra da gelin ve damatla birlikte fotoğraf çekildiler. Unutmadan onu da söyleyeyim; Fulya Hanım, Mocca Dergisinin sıkı okuyucularındandır. Her sayısından özellikle istiyor. VIP düğünü gibi olmuş değil mi? Düğüne gelemeyip de mesaj gönderenler, telefon açanlar da çok fazlaydı. Bülent Arınç, İlhami Güler, İsrafil Balcı, Akif Koç, Şaban Ali Düzgün, Mehmet Azimli, Vehbi Başer, Latif Çelik, Ali Aygören, Ali Mürteza bunlardan bazılarıdır. Teyzelerinden, amcalarından, dayılarından bir temsilcinin gelmesini çok istedik ama gelmediler. Yapacak bir şey yok. İşleri çok olabilir, paraları olmayabilir, vize alamamış olabilirler… Kız, ben gördüm, Sen de oradaydın. Hem de gelinin ve oğlun ile aynı masadaydın. Misafirlere hoş geldin diyor ve onları selamlıyordun. Şimdi gelelim senin en çok merak ettiğin konuya; “salon nasıldı, kaç kişi geldi, yemekler lezzetli miydi falan…?” Ben Sen’i bilmez miyim, her şeyin mükemmel olmasını istersin. Cevap veriyorum: Her şey mükemmeldi. Gümüş Saray’da yaptık düğünümüzü. 300 kişilik güzel aydınlık bir salon. Pırıl pırıl. Doldu Elhamdülillah. Salon sahipleri çok iyi insanlar. Denizlili bir müdürleri var, Mustafa. Sağ olsun birebir misafirlerimizle ilgilendi. Ona dedim ki; Berlin’e iki horoz fazla, ya sen git buradan ya da ben. Gülüştük… Salon iki ortağa ait. Ali ile Mustafa. Mustafa o gün Hollanda’ya gitmiş ama Ali oradaydı. Ali ile çok eskiden tanışıyormuşuz. Gıyaben tanıyordum ben onu. Bir sene önce yüz yüze tanışmıştık. Uzun zaman önce Türk Eğitim Derneği olarak ona maddi ve manevi yardım yapmıştık. Onu unutmamış. “Yap iyiliği at denize, balık bilmezse Halik bilir demişler” ya. Ne kadar da anlamlı bir söz. Ali vefalı bir genç maşallah. Mustafa ile de dernek faaliyetlerinden tanışıyoruz. O da hakikatli bir delikanlı. Yemeklere gelince; yemekleri Halil yaptı. Türkiyem restoranın sahibi Halil. Bir de kardeşi var Hasan. Biz onlara Engizli deriz. Senin öğrencilerinin çoğu da Engizli’ydi, bilirsin. Yemekleri çok lezzetliydi. Özene bezene yapmışlar. “Hocam senin için özel olarak yaptık, afiyet olsun” dediler. Misafirlerimiz çok beğendi yemeklerini. Yemek öncesi için soğuk meze de yapmışlar. Birkaç çeşit yapmışlar. Misafirlerimiz “soğuk meze yeterliymiş yemeğe ne gerek vardı” dediler. O kadar lezzetliymiş. ‘Miş’, diyorum çünkü ben misafirlerin masasını dolaşırken, yemek yemeyi unutmuşum. Meyveler, içecekler, çerezler birinci sınıftı. Kişiye özel olarak hazırlandığı belliydi. Teşekkür ettim elbet… Sultanım iki de üzücü olay yaşadık düğün öncesinde ve sonrasında. Onları da sana anlatmam gerek. Biz seninle öyle anlaşmıştık. Ne olursa olsun birbirimize anlatacağız, birbirimizden bir şeyler gizlemeyeceğiz diye. Öyle de yaptık. Zararını da görmedik. Zeynep Hanım ve benim hala kızları Gül Sefa, Esra, Ayşe ve Sultan; sarma, börek, salata, poğaça gibi aperatif şeyler hazırlamışlar. Cengiz’le beraber o yiyecekleri almaya gittik evlerine. Dönüşte feci bir kaza yaptık. Ecelimiz korudu bizi. Hani derler ya “insanı ölümden eceli korur” diye. Ertesi gün düğün var. Bir gün öncesinde böylesine büyük bir kaza. Bizlere bir şey olmadı elhamdülillah. Ufak tefek sıyrıklarla atlattık. Polisler “siz bu arabadan mı çıktınız” sorusunu yöneltiyordu bize. Olanlara inanamadılar. Allah korudu bizleri. Yemekler birbirlerine karışmışlar tabi. Arabayı çöpe attı Cengiz. Şimdi her sohbet açıldığında söylüyorum arkadaşlara; önde de otursanız arkada da otursanız mutlaka kemerleriniz takın. “Bir musibet bin nasihatten iyidir” diye boşuna dememişler. Düğün bitti elhamdülillah derken, ertesi gün bir haber aldık. Kardeşin Gülay vefat etmiş. Hüsamettin verdi haberi. Başımdan vurulmuşa döndüm. Biliyorsun çocukluğumuz beraber geçmişti. Severdim Gülay’ı. Sen de çok severdin onu, birbirinizi büyütmüştünüz. Kalp krizi demişler. Allah rahmet eylesin. Ben niçin anlatıyorum ki; siz zaten orada çoktan buluşmuş olmalısınız. Güzelim, biz burada azalıyoruz, sen orada çoğalıyorsun. Önce baban, sonra sen, sonra annen, şimdi de Gülay. Ölümlü dünya. Babanın yaşı 63 idi. Sen’in yaşın da öyle. Gülay’ın yaşı da. Çocuklarla birlikte taziyeye gideceğiz inşallah. Seni de ziyaret edeceğiz. Şimdiden yap hazırlığını. Gelinini de getireceğim sana. Sultanım, evimin neşesi, çocuklarımın annesi; Oğlumuz Zülfikar ve kızımız Dilruba ile birlikte düğünün üstesinden geldik gelmesine de, benim için çok zor oldu. Arkadaşlar, hocam ne bu hal biraz sakinleş diyorlardı. O kadar belli oluyormuş ki sıkıntım. Önce korktum. Nasıl baş edeceğim ben bu işle, nasıl çıkacağım dostlarımın karşısına? diye çok endişelendim. Biliyor musun, gece rüyamda bile düğün yapıyordum. Amca yok-dayı yok, teyze yok- hala yok, kimsecikler yok. Gurbet elde yalnızım. Şair boşuna dememiş, ”gurbet o kadar acı ki, ne varsa içinde.” İşte gurbetin acı yanı tam da burasıymış. Yalnızlık ve çaresizlik… Ama bak şimdi üzüldün, ben, sen üzülesin diye anlatmadım bütün bunları. Gizlimiz saklımız olmasın diye anlattım. Kavilleştiğimiz gibi. Hem soruyorsun hem de üzülüyorsun, yapma bunu… En kısa zamanda görüşmek ümidiyle, hoşça kal…

10 Aralık 2022 Cumartesi

ŞEREFSİZE ŞEREFSİZ DENİR

"Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soyu bozuktur. Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman o, "Öncekilerin masalları!" der. Yakında biz onun burnunu damgalayacağız." (Kalem suresi) Bunlar şerefsizlerdir. Şerefsiz; onursuz demektir, hayvandan da aşağıda olan demektir. Bu şerefsizlerden bu onursuzlardan, her toplumda vardır. Bir toplumun bütün üyelerini şerefsizdir diye aynı kazanda kaynatamazsınız. Ancak aynı kazanda kaynatılacak şerefsiz her toplumda vardır. Bu şerefsizlerden dindarların içinde de vardır, Atatürkçülerin içinde de vardır, solcuların içinde de vardır, sosyal demokratların içinde de vardır... Biraz daha parçacı yaklaşırsak; bu şerefsizlerden tarikatların içinde de vardır, mezheplerin içinde de vardır, cemaatlerin içinde de vardır, etnik grupların içinde de vardır. Velhasıl insanın olduğu her yerde vardır. Şerefsizliğin azı çoğu da olmaz. Şerefsiz şerefsizdir. Şerefsizlik şerefsizliktir. Şerefsizler şerefsizliklerini gizli de yaparlar açık da. Bazı şerefsizler kendi şerefsizliklerini gizlemek için başkalarının şerefsizliklerinin arkasına sığınırlar bunlar iki kere şerefsizdir. Bir tarikatın bir cemaatin, bir grubun üyelerinin hepsini aynı kazanda kaynatmaya çalışanlar ise üç kere şerefsizdir. Şerefsizler savunulmaz. Benim şerefsizim senin şerefsizinden şereflidir denilmez. Şerefsizler koruma altına alınmaz. Şerefsizler kazığa oturtulacak aşağılık mahluklardır. Şerefsiz kravatlı da olur, sarıklı da. Şerefsizler çarşaflı da olur, mini etekli de. Şerefsizler İstiklal Marşı da okur sosyalist enternasyonal de. Şerefsizler zengin de olur fakir de. Şerefsizler hükümetlerin içinde de olur muhalefettekilerin içinde de. Yani o şerefsizdir. Altı yaşındaki kız çocuğunu evlendirenler de şerefsizdir, altı yaşında olmadığı halde altı yaşındaymış gibi göstererek menfaat devşirmeye çalışanlar da. O kimse, kimse, kimin nesiyse, kimin tokmakçısıyla, kimin değirmeninin su taşıyıcısıysa, nemenem bir mahluksa, farketmez şerefsizdir. On kere şerefsizdir, bin kere şerefsizdir...O savunulmaz, onu savunan ile aynı masada oturulmaz. Çünkü o; şerefsizdir. Ben böyle bilir böyle derim...

7 Aralık 2022 Çarşamba

DOĞU ANADOLU GEZİSİ V

DOĞU ANADOLU GEZİSİ ( V ) -Kürt halkı Müslüman olmasaydı, bugüne kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu çoktan Türkiye’den ayırmışlardı. Türkiye’yi parçalanmaktan kurtaran, Kürtlerin Müslümanlığıdır. Terör örgütüyle Kürtleri, Ali’siz Alevilerle gerçek Alevileri birbirinden ayırt etmeden Türkiye’de sular durulmaz. Ben böyle bilir böyle söylerim- Rüştü KAM BİTLİS Bitlis'te Beş Minare Osmanlı Devleti'ni hasta adam olarak nitelendiren sömürgeci devletler, yaptıkları çok gizli anlaşmalarla ülkemizi bölge bölge pay etmişler. Ülkenin neresi hangi devlete düşecek önceden karar verilmiş. Bu paylaşımlara göre güney illerimiz Fransızlar, Akdeniz yöremiz İtalyanlar, Karadeniz yöremiz İngilizler ve Ege yöremiz de Yunanlılar tarafından birer birer işgal edilmiş. Ruslar da doğu illerimizi işgal etmiş. Yıl 1916. Sayısız cephede çarpışan Türk milleti uzun süren savaşlar ve yetersiz silah, erzak ve de hastalıklar sebebiyle bitkin düşmüş. Zaten bu kadar fazla cephede, bu kadar çok düşmana karşı hangi millet dayanabilir ki? Anadolu’da ne yiyecek, ne giyecek, ne silah ne de savaşacak erkek kalmış. Aziz Türk milleti, kadınıyla-kızıyla, çoluğuyla-çocuğuyla, dedesiyle- ninesiyle işgal güçleriyle savaşmak zorunda kalmış. Onlara, kazmalarla, küreklerle, sopalarla karşı koymuşlar. Ruslar doğu illerimize, içerideki işbirlikçi-hain Ermenilerle birlikte saldırmışlar. Çok insanımız katledilmiş. Van ve Bitlis bu vilayetlerimizdenmiş. Ölenler şehit olmuş, geri kalanlar da düşman eline düşmemek için yayan yapıldak daha içerilere doğru göç etmişler. Şehirler adeta ıssız örenlere dönüşmüş. Bu aziz millet sonunda mücadeleyi kazanmış, gelen geldiği gibi gitmiş. Ruslar da Bitlis’i, Van'ı terk etmiş. İşgal sırasında Bitlis’ten yaralı ve perişan halde göç eden baba ve oğul, savaş sonrasında geri dönmüşler ve şehre hâkim konumdaki Dideban Dağı eteğine gelmişler. Baba, şehirde bir canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre göndermiş... Kendisi orada hasta ve bitkin bir halde beklerken bir süre sonra oğlu gözyaşları içinde geri dönmüş ve uzaktan babasına seslenmiş: “Baba, baba şehri yerle bir etmişler, kimsecikler kalmamış şehrimizde. Sadece beş tane minare kalmış...” Bunu duyan baba oğlunu yanına çağırarak bitkin bir halde şu ağıtı yakmış... “Bitlis'te beş minare, beri gel oğlan beri gel Yüreğim dolu yâre, beri gel oğlan beri gel İsterem yanına gelem, beri gel oğlan beri gel Cebimde yok beş param, beri gel oğlan beri gel Tüfengim dolu saçma, beri gel oğlan beri gel Sevdiğim benden kaçma, beri gel oğlan beri gel 99 yarem var, beri gel oğlan beri gel Bir yare de sen açma, beri gel oğlan beri gel” Bütün bu olup bitenler daha dün olmuşken, her şey bütün çıplaklığıyla ortadayken, göz önündeyken; o günlerin işgal kuvvetleriyle iş tutarak o güzelim toprakları onlara peşkeş çekmek neyin nesidir? Geçmiş yüzyılda olup bitenler bu kadar çabuk mu unutulacaktı? Provokatörlerin, hainlerin oyununa gelerek, “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı atmak neyin nesidir? “Bizi Araplar arkamızdan vurdu” diyerek Arap düşmanlığı yapılırken; çoluk-çocuk, genç- ihtiyar, kadın-kız demeden Türk Milletini katleden, o günün işgal kuvvetleriyle hiçbir şey olmamış gibi sarmaş- dolaş, kol-kola olmanın anlamı nedir? Ulaşılmak istenen ve bir türlü ulaşılamayan o “muasır medeniyet” nasıl bir şeydir? Çanakkale savaşı, Kurtuluş savaşı, Antep’in, Maraş'ın, Doğu Anadolu'nun işgali o ulaşılmak istenen muasır medeniyet(!)e sahip olan, o devletler tarafından yapılmadı mı? Doğu Anadolu’da tam olarak nelerin olup bittiği, bu aziz milletin çocuklarına neden öğretilmez? Kars'ta neler olmuştur, Bitlis’te neler olmuştur, Erzurum'da neler olmuştur, Erzincan’da neler olmuştur, Van’da neler olmuştur? Evet, neler olmuştur? Oralara gidip yöre insanlarıyla birebir yüz yüze konuşarak 100 yıl önce nelerin olup bittiğini öğrenmeye-öğretmeye çalışanımız var mı? Nereden çıktı bu Kürt -Türk düşmanlığı, nereden çıktı bu Alevi -Sünni düşmanlığı? Kimler ekti bu tohumları 1000 seneden beri kucak kucağa yatan bu milletin arasına? Kürt halkı Müslüman olmasaydı, bugüne kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu çoktan Türkiye’den ayrılıp gitmişti. Türkiye’yi parçalanmaktan kurtaran, Kürtlerin Müslümanlığıdır. Terör örgütüyle Kürtleri, Ali’siz Alevilerle gerçek Alevileri birbirinden ayırt etmek lazımdır. Ben böyle bilir böyle söylerim. Tatvan Tatvan, Bitlis iline bağlı bir ilçe. Nüfus olarak bağlı olduğu ilden daha büyükmüş. Biz Tatvan’da konaklayacağız. Sezgin kaptan yanaştı otelin önüne. Orada inşaat var. Trafik sıkışık. Valizleri alelacele indirdik ve otelin salonuna öylece koyverdik. Güneş batmadan Nemrut dağına krater göllerini görmeye gideceğiz. Acele edişimiz ondan. Otobüsü de otelin yakınlarına bir yere park ediverdi Sezgin kaptan. Minibüslerle ancak çıkabilirmişiz zirveye. Oldukça zorlu bir yolculuk bekliyormuş bizi. 2935 m. yüksekliğe çıkacakmışız. Minibüsler geldi ve hemen çıktık yola. Minibüsler yırtınıyor dağın zirvesine çıkmak için ve de başarıyorlar. Nihayet dağın zirvesindeyiz. Dağın bu tarafından Tatvan’ı seyre dalıyoruz. Nemrut’un zirvesinden bakınca, Tatvan’ın zarif bir gerdanlık gibi Van Gölü'nün boynunu sardığını görüyoruz. Aman Allah’ım, bu ne güzellik böyle. Bundan dolayı Tahtıvan derlermiş eskiden Tatvan’a. Van'ın altı demekmiş. Dağın, öbür tarafında ise krater gölleri. Buharlar öbek öbek yükselmiş. Sanki uçuktayız da altımızda bulut kümelerini seyrediyoruz. Arada bir yeşili de görüyoruz elbet. Kayaların arasından çıkan buharlar, sönmüş sanılan yanardağ patlamasından kalmaymış. Burada oturup da çay içilmez mi şimdi? İçilir elbet. Hele eşinizle veya sevgilinizle birlikteyseniz, baş başa, omuz omuza verip bu manzarayı seyre dalmışsanız… Peki, eşiniz yoksa sevgiliniz de yoksa o zaman ne yapacaksınız? O zaman da eşli olanları seyredip hayallere dalacaksınız… İçinizi çekeceksiniz… Nemrut Krater Gölü Dünyadaki en büyük ikinci krater gölü Bitlis’teymiş. 1400 yılında Nemrut Yanardağının patlamasıyla 4 göl oluşmuş zirvede. Nemrut Krater Gölü, Türkiye'nin en büyük krater gölüymüş. Göl, ismini Babil Kralı Nemrut’tan almış. Dağın zirvesindeki göllerden birisinin suyu sıcak diğerlerinin suyu soğukmuş. Sıcak olanında yüzmek mümkünmüş. Termal su. Gölün üzerinde sis var gibi görünüyor ama sis değil, suyun buharı. Nemrut Krater Gölü, özellikle bahar ve yaz aylarında adeta bir görsel şölen sunarmış meraklılarına. Çeşitli göçmen kuş türleri yaşarmış buralarda. Sırf onların gelişlerini ve gidişlerini çekmek için fotoğrafçılar yazın buraya kamp kurarlarmış. Onlar için ideal bir mekânmış burası. Ayrıca doğa yürüyüşü, piknik, kamp, yüzme gibi aktivite meraklıları da bu cennette kendilerine yer bulabilirlermiş. Bizi dağa çıkaran minibüsün şoförü bizden önce bir arkeoloji ekibini dağın öbür yamacına götürmüş. Orada lavların yavaş yavaş akmaya başladığına şahit olmuş. Bu lavlar Nemrut Dağı’nın patlamaya hazır bir yanardağ olduğunun deliliymiş. Bilirkişiler öyle söylemişler. Büyük gölün yanına kadar indik. Suyun sıcaklığı 40 derece imiş. Elimizi soktuk. Bazı arkadaşlarımız yüzlerini de yıkadı. Rehberimiz uyardı “aman dikkat, gölün etrafı çamurdur. Görünüşe aldanmayın. Suya ulaşılan özel yerler var, oralardan ulaşmaya çalışın suya.” Gençlik başka oluyor, kanı deli akıyor gençlerin, duramıyorlar yerlerinde, oradan oraya zıplayıp duruyorlar, dedim ya kanları deli akıyor. Oğuzhan da genç olunca, başladı oradan oraya zıplamaya. Bir baktık çamur gölünün içinde. Hepimiz telaşlandık, o tarafa doğru koşmaya başladık, el uzatanlarımız da oldu. O bizlere el vermiyor ve habire debeleniyor çamurun içinde. Bir de baktık ki kendi çabasıyla oradaki taşın üzerine zıplamış. Ohhh dedik, tamam dedik. Tamam dedik demesine de bir de baktık Oğuzhan yine çamurun içinde. Hep beraber yine o tarafa koştuk. Yine el verdik, almadı. Oradan da zıpladı ve bu sefer nasıl yaptıysa kenara çıkıverdi. Hele şükür dedik. Ayakkabı ve pantolon çamura batınca, olan olmuş tabi. Değiştirmek gerek. Hava da soğuk. Neyse ki şoför tedarikliymiş, gerekeni yaptı hemen. Sık sık buna benzer vakalarla karşılaştıkları için tedarikli olurlarmış. Hepimizin yüreği ağzında… Oradan öbür göle gittik. Bal aldık. Çay da içecektik ama görevli kişi o gün gelmemiş. Tatvan’a geldik. Alışveriş merkezleri kapanmak üzere. 5 kişi birden Oğuzhan’a yeni bir bot almak için seferber olduk. Sonunda Oğuzhan’ın da beğendiği bir bot aldık. Gerçekten güzel bir bot. Çamura düşmenin faydası işte... Ahlat Ahlat, Bitlis'in bir ilçesi. 34.000 nüfusu varmış. Kadim bir yerleşim merkezi imiş. Urartulardan Osmanlılara kadar çeşitli devletlerin idaresinde kalmış. Halife Hz. Ömer zamanında Halit Bin Velid tarafından fethedilmiş(639). Bazen Romalıların bazen de tekrar Müslümanların eline geçmiş. En son Selçuklularda karar kılmış ve bir daha el değiştirmemiş. Rehberimiz burada 8500’ ün üzerinde Selçuklu mezarı olduğunu söyledi. Daha gün yüzüne çıkarılmamış mezar taşları varmış. Rehberimiz, kurgan tipi mezarların varlığından bahsetti. Eski Türklerde cenaze, eşyalarıyla birlikte konurmuş mezara. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra bu geleneklerini sürdürmeye devam etmişler, tek farkla; eşyalarını yanına koymazlarmış. Girişte bir mescid var. Bu mescidi Emir bayındır yaptırmış(1481). Mescidin hemen yanında bir de kümbet(Kurgan) var. Emir Bayındır Kümbeti. Emir Bayındır Akkoyunlu Türkmen beylerindenmiş. Oradaki kitabeye göre kümbetin mimarı Ahlatlı Baba Can’mış. Kümbet Ahlat’ın sembolüymüş. Ahlat kümbetleri şekil olarak Orta Asya Türk Çadırını andırmaktaymış. Kümbetler çadır mimarisinden esinlenerek yapılmış. Güzel de yapmışlar. Şehirleşmek, modernleşmek gelenekleri askıya almak olmamalı. Türk demek çadır demektir. Ahlat kümbetleri genel olarak iki katlıymış. Alt kat mezar odası, üst kat dua ve ibadet odası olarak düzenlenmiş. Ahlat’ın, Asya’dan Avrupa’ya uzanan yol üzerinde kurulmuş bir yerleşim merkezi olması, Doğu Anadolu’ya göre ılıman iklime, bereketli topraklara sahip olması, bina yapımına elverişli yapı malzemelerinin bulunması, Ahlat’ı her devirde önemli kılmış. Bu nedenle tarihi süreç içinde başından kara bulutlar hiç eksik olmamış. O güzelim tarihi eserler, her el değiştirmede maalesef tahrip edilmiş. Ahlat, hırpalandıkça, yağmalandıkça, unutulmuşluğa terk edildikçe direnmiş, hem de ne direniş, ”Ben burada Anadolu Türk tarihinin en önemli tanığıyım." Ahlat’ın bu ıstırabına yüzyıllar boyunca kulak veren olmamış. Öylece kendi haline terk edilmiş. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Abdurrahim Şerif Beygü nihayet bu sesi duymuş ve Ahlat ile ilgili bir eser kaleme almış, eserinde şu cümlelere yer vermiş: “Türk Tarihi içinde hazineler değerinde olan bu âsâr ve mahlukatın şimdiye kadar Türk alemi irfanınca az tanınmış olmasına müteessir olmamak mümkün değildir.” Böylece Şerif Beygü, Ahlat’ın tanıtılması için bir tarihçi olarak kendi üzerine düşeni yapmış. ‘Ahlat Kitabeleri’ adlı eserini yazmış. Eserini Anadolu Türk tarihi ile ilgilenenlerin bilgisine sunmuş. Bir zamanlar, Orta Çağın büyük şehirleri olan Bağdat, Halep, Şam, Kahire, Musul ne idiyse Ahlat’ta o gün öyleymiş. Ahlat bugün, dünyanın en büyük Türk-İslam açık hava mezarlığına ev sahipliği yapıyor. Zamana meydan okuyan mezar taşları ve özellikle kümbet tipi mezar yapıları, Ahlat’ı cazibe merkezi hâline getiriyormuş. Taş işçiliğinin zirveye ulaştığı yermiş, Ahlat Mezar taşları ve kümbetleri. Bir zamanlar Ahlat’ta 100'ü aşkın kümbet varmış. Bugün o kümbetlerden 15 tanesi ayakta kalabilmiş. Ahlat’ı Türk yurdu yapan Çağrı Beymiş. Alparslan Malazgirt Savaşı öncesi karargâhını bu bölgeye kurmuş (1071). Savaşta şehadet şerbetini içerek şehit olanlar buraya defnedilmiş. Bu topraklar Kayı Boyu ’nu 170 sene ağırlamış. Osmanlı’yı kuran Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi, Ahlat doğumluymuş ve 20’li yaşlara kadar burada yaşamış. Van Gölü, asırlar boyunca Ahlat Denizi olarak anılmış. Evliya Çelebi, Ahlat Denizi’nden tutulan balıkların Acem tüccarlarına satıldığını, elde edilen parayla da Van çevresindeki askerlerin maaşlarının ödendiğini yazarmış. Ahlat zamanla önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş, ticaretin gelişmesi sanat ve kültürün ilerlemesine de vesile olmuş, tıptan astronomiye dek çeşitli alanlarda bilginler yetiştirmiş. Ahlat, bastonuyla da meşhurmuş. Anadolu'daki ilk büyük Türk şehri unvanına sahip olan Ahlat, gerek tarihî ve doğal zenginlikleri gerekse mutfak kültürüyle görülmeyi fazlasıyla hak eden bir yer. Anadolu'nun Türk Yurdu olmasında çok önemli bir görev üstlenen Ahlat, sinesinde barındırdığı tarihi eserleri ile ziyaret edilmeyi ve tanınmayı beklemektedir. Ahlat’tan ayrılırken Sezgin kaptan yine bir türkü havalandırdı: “Ahlat'ın başındayım/ On altı yaşındayım/ Kınamayın vay dostlar/ Gül kızın peşindeyim Güley güley/ Gül hanım/ Gel otur benim canım/ Sensin benim dermanım/ He canım he malım. Ahlatın kara taşı/ Yandı bağrımın başı/ O yar burdan gideli/ Durmaz gözümün yaşı/ Güley güley/ Gül hanım/ Gel otur benim canım/ Sensin benim dermanım/ He canım he malım.” Gezilip görülmesi gereken ilk bölge Ege ve Akdeniz bölgesi değildir; Doğu Anadolu bölgesidir. Doğu Anadolu, Türklerin Anadolu'ya giriş kapısıdır. Doğuyu gezip görmeden- anlayıp dinlemeden, Türkiye ve Türkiye’de olup bitenleri anlamak oldukça zordur. Bunu, Türkiye’yi dokuz bölgeye ayıran ve 2009 yılından beri teker teker her bölgeyi gezen-dolaşan, kısmen de olsa incelemeye çalışan ve üzerine yazılar yazan ben söylüyorum. Rüştü Kam. Devam edecek

27 Kasım 2022 Pazar

DOĞU ANADOLU GEZİSİ IV

Biz yapılacakları yapıyor ama tanıtımınıyapamıyoruz. İnsan, oraya, o anıta  tarihi iyi bilen birkaç uzman kişi görevlendirir veonlar da her gün orda ziyarete gelenlere Ermeni Mezalimi Anıtı’nın nedendikildiğini anlatırlar. İnsanlar anıta bakıp fotoğraf çektirip oradanayrılmazlar. Ayrıca, müze içerisinde anlamlı bir müzik çalınmalı.Ermeni vahşeti video görüntüleri ile salonda anlatılmalı. Ama nerede…!!! İçeridesadece bir güvenlikçi var. Onun da kendisinden haberi yok. Zavallı hizmetettiği yer ile ilgili gerekli bilgilerle donatılmamış ki, o ne yapsın.   Rüştü Kam IĞDIR  Iğdır, Türkiye'nin Doğu AnadoluBölgesi'nde. Yapılaşma çok kötü. Çarpık yapılaşma derler ya işte ondan. Nüfusuköy ve belde nüfuslarıyla birlikte 200 bin civarındaymış. Iğdır, Türkiye'nin üç ülkeyle sınırı olan tek iliymiş.Ermenistan, Nahcivan Özerk Cumhuriyeti ve İran ile sınırkomşusuymuş. Iğdır, tarih öncesi çağlardan bu yana önemli bir yerleşimmerkeziymiş ve verimli bir ovaya sahipmiş. Ova, Karasu ve Aras Nehirleritarafından sulanırmış. Iğdır ovası Ağrı Dağı tarafından koruma altına alınmış.Ortalama sıcaklık 11.6 derece imiş. Kışlar ovada daha yumuşak, yazlar isedaha uzun ve sıcak geçermiş. Her türlü meyve sebze yetişirmiş Iğdır Ovası’nda. AkdenizBölgesi’ne benzermiş iklimi. Bilhassa Iğdır Kayısısı kayda değer bir aromayasahipmiş ve bu kayısı dünyada sadece Iğdır’da yetişirmiş. Şehrin en büyük nüfusyapısını Azeriler ve Kürtler oluşturmaktaymış. Günlük konuşulan dil, Azerice veKürtçeymiş. Nevruz ve Muharrem ayı kutlamaları önemli kutlamalardanmış. Iğdır’ınsembolü leylek imiş. Şehrin girişinde iki tane devasa leylek heykeli misafirlerini selamlıyorlar. Xoş gəldiniz, sevinc gətirdiniz... Iğdır,her yıl mart ayı itibarı ile göçmen kuşların konaklama ve geçiş yeri haline gelmiş.Iğdır ülkemizde bulunan 486 kuş türünün 325’ine ev sahipliği yapmaktaymış.Bunların içinde en ilgi çekici olanı Iğdır’ın sembolü haline gelen leylekmiş. Iğdır yöresinde leylek hakkında birçokinanış varmış. Mesela:  Leylek bacalaraveya evin yakın bir yerine yuva yaparsa o evin kötülüklerden korunduğuna, tabiatta bulunan zararlılarıtemizleyerek de bereketi getirdiğine inanılırmış. Leyleği ilk defa havada görenlerin o yıl çok seyahat edeceğine, evinin çatısına leylekkonanların da yakın zamanda ev sahibi olacağına inanılırmış. Çok seyahat edenlere “Leyleği havadagördün galiba…” deyimi buradan gelirmiş.  İşteAnadolu, işte benim ülkem. Neresine giderseniz gidiniz ayrı bir hikâyesi ayrıbir iklimi ayrı bir güzelliği var. Ülkemizi tanıdıkça ne diye bu ülkeyi ısrarlabölüp parçalamak istiyorlar daha iyi anlıyoruz. Ülkeyi yönetenleredir sözüm:“Ne olur özellikle çocuklarımıza, gençlerimize ülkelerini tanıtın. Yerindetanıtın. Okul gezileri düzenleyerek tanıtın. Her yıl bir başka bölgeyerehberler eşliğinde geziler düzenleyerek tanıtın. Bu gezileri cüz’i bir ücretkarşılığı yapın, işadamlarından destekleyici olmalarını isteyin. Ama mutlaka bugezileri düzenleyin. İnsan tanımadığının bilmediğinin düşmanı olurmuş. Okulkitaplarında yazılanlarla ülke tanınmıyor. Oralara gitmek lazımdır, sıcaktemasların kurulması lazımdır, arkadaşlıklar edinilmesi lazımdır.  Bizim bugezimiz Türkiye’ye yaptığımız dokuzuncu gezidir. Her yıl bir bölgesinigeziyoruz ülkemizin. Türk Eğitim Derneği üyeleri yapıyor bu gezileri. Geziyekatılan üyelerimiz Türkiye’ye hayran kalıyorlar. Neden bu yaşa kadar bizburalara gelmemişiz diyorlar. Tanıtmayınca tanınmıyor, teşvik etmeyince degidilmiyor…   Soykırım Anıtı veMüzesi Bu anıt 1915-1920 tarihleri arasında bölgedeyaşayan Ermeni saldırılarını sembolize edermiş.  Türkiye'nin en yüksek anıtıymış. 1997-1999 tarihinde hizmetegirmiş. Müzede Ermenilerin yaptıkları toplu katliamları ispatlayan belgeler veeşyalar varmış. Bilhassa işkence gören insanların işkence aletleriyle birlikte sergilenenkemikleri varmış. Rehberimizin anlattığına göre 4 sene önce kemikler oradaymış.Anıt tamire girince o kemikler oradan kaldırılmış. Resimleri de yok edilmiş.Sadece yazılarla anlatılmış olanlar (2022).  Müzenin giriş kapısı Selçuklu geleneklerine göre yapılmış. Suni bir tepeninortasında konuşlandırılan 5 kılıcın eğri uçları yukarıda birleşerek kubbeşeklini almış. Kabzaların dış yüzlerindeki her kılıçta birer asker figürüvar. Figürler farklı. Her kılıç kabzasında bir tarihi devrin askeri tasviredilmiş. Bunlar sırasıyla, Hun, Göktürk, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye askerleriymiş.  Ermeni katliamlarıyla ilgili, Tarihçi JustinMcCarthy şöyle demiş: “Kafkasya'da Ermeniçeteleri tarafından Türkler ve Kürtlere katliamlar yapılmıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndaErmeniler, Doğudaki 6 vilayetin (Sivas, Mamüret'ül Aziz, Diyarbakır, Bitlis, Van ve Erzurum) kendilerinin olduğunu iddia ediyorlardı. Oysa otarihte o vilayetlerde nüfusun yüzde 17'si Ermenilerden, yüzde 78'iMüslümanlardan oluşuyordu. Ermeniler katliam yaparak nüfusu düşürmek istediler.“ Biz yapılacakları yapıyor ama tanıtımınıyapamıyoruz. İnsan, oraya, o anıta  tarihi iyi bilen birkaç uzman kişi görevlendirir veonlar da her gün orda ziyarete gelenlere Ermeni Mezalimi Anıtı’nın nedendikildiğini anlatırlar. İnsanlar anıta bakıp fotoğraf çektirip oradanayrılmazlar. Ayrıca, müze içerisinde anlamlı bir müzik çalınmalı.Ermeni vahşeti video görüntüleri ile salonda anlatılmalı. Ama nerede…!!! İçeridesadece bir güvenlikçi var. Onun da kendisinden haberi yok. Zavallı hizmetettiği yer ile ilgili gerekli bilgilerle donatılmamış ki, o ne yapsın.  Anıtın hemen yanı başında iki tane de apartmanvar. Orada ucube gibi duruyorlar. O ucubeler yıkılmalıdır. Silueti bozuyorlar. Buşehrin, valisi, belediye başkanı, kültür müdürü yok mudur Allah aşkına?Ayrıca böylesine anlamlı bir anıtmüzenin lavabosu olmaz mı? Olur, elbet ama yok. Gerçekten yokmuş. Ben güvenlik görevlisininyalancısıyım. Sordum güvenlik görevlisine, sen nasıl yapıyorsun tuvaletmeselesini? “Bir şekilde yapıyorum işte” dedi. Beklide orada tuvalet var amaaçmıyorlar. Yoksa en yakın yer 10 dakika yürüme mesafesinde. Engellilerin ve yaşlıların müzeye nasılçıkacakları da maalesef düşünülmemiş. Anıt müzesi yapılmış yapılmasına da, tanıtımınaönem verilmemiş. Yazı ve resimlerin dışında görmeğe değer bir şey yok müzede. Sorumsuzsorumlular yönetici olursa böyle oluyor galiba… Muradiye Şelalesi Tendürek Dağı'ndan beslenen Bend-i Mahi Çayı üzerindekigörkemli bir şelale, Muradiye Şelalesi. Şelale, Muradiye ilçe sınırlarıiçerisinde. Van şehir merkezine 80 kilometre uzaklıkta. Şelale adını, Bağdatseferine çıkan Osmanlı Padişahı IV. Murat’tan almış. Şelalenin yüksekliği 18metreymiş. Orada bir de asma köprü bulunmakta. O köprüden geçişi korkusuz vemarifetli olanlar başarabilirmiş. Şelalenin çevresinin biraz daha düzenliolması ve temizliğine önem verilmesi gerekiyor. Şelale kışın-20 dereceleredüşen havada donarmış. Gün batarken geldik şelaleye, o insanı dinlendiren suçağıltısını sindire sindire dinleyemedik. Çağıltıya sebep olan suyun 18metreden düşüşünü de maalesef seyredemedik. Biraz da hava soğumaya başlayıncaEmin‘in düdüğü acı acı çalmaya başladı. Hemen yola koyulduk. Kaptan Sezgin “Vanlıyam”türküsünü havalandırdı. Bizler de koro halinde eşlik ettik. “Giderem Van’a doğri Yolum İran’a doğri Kes başım kanım aksın Kıymet bilene doğriVanlıyam, şanlıyam, kılıcı kanlıyam Bu dağın karı benem Gün vursa erimenem Yedi yıl yerde yatsam Aşığam çürümenemVanlıyam, şanlıyam, kılıcı kanlıyam” Van’a girerken Oğuzhan’ıamcalarına teslim etmemiz gerekiyordu. Babasının isteği böyleydi. İsteğe uyduk.Bir gün sonra kaldığımız otele getirecekler. Oğuzhan‘ın dedesi Çaykaralı. Heyelantehlikesinden dolayı 1965 yılında Çaykara’dan iki köy göç ettirilmiş. Türkiye’nindeğişik bölgelerine göç ettirilmişler. Kimisi Muş’a kimisi Hatay’a kimisiÇanakkale’ye hatta Kıbrıs’a bile göç ettirilenler olmuş. Oğuzhan’ın dedesi deVan’a göç ettirilenlerden. Oğuzhan’ın babası Yunus anlatmıştı bunları.  Bulunduğunuz yerden biryere göç etmişseniz veya göç ettirilmişseniz artık geriye dönüş olmuyor. Birşekilde kök salıyorsunuz, sonra da orada öylece kalıyorsunuz. Bizler de göçedenlerden değil miyiz? Hangimiz geriye gidebiliyoruz. Buralara kök salmışızbir kere, nasıl gideceğiz. Torun torba derken kalıyoruz işte gurbet ellerde. Gurbetelde kalmak istemeyenler uçağın bagajında dönebiliyorlar geriye. Acı ama gerçek…  Van Van, Van Gölükıyısında toprakları verimli, akarsuları bol, iklim koşulları oldukça elverişlibir yerleşim merkeziymiş. Bu yüzden tarihin eski çağlarından beri birçokmedeniyetin kurulduğu yer olmuş. Şehri ilk kuran Asur Kraliçesi Semiramis'miş. Urartular zamanında ise şehir birimparatorluk merkezi haline gelmiş ve Urartuların başkenti olmuş.  O zaman Van’a Tuşpa derlermiş. Urartukralı I. Sarduri Tuşpa’yı başkent yapmış. Urartulardan kalma TuşpaKalesi 3000 yıldır hâlâ ayakta. Kaleye şeytan basamaklarından yürüyerek çıkılıyor.Dik ve zor tırmanıldığından bu adı almış olmalı. Çıkamayanlar aşağıda kaldılar.Hediyelik eşyaların satıldığı yer var orada. Lavabonun yanında, çay kahve deiçilebiliyor.  Urartu Krallığı'na MÖ 612yılında Anadolu'ya gelen Medler son vermişler. Evliya Çelebi, Van Kalesi’nişöyle tanıtmış: “300 kadar yeniçeri ve topçu iç kalede yaşar. Suluk Kulesiüzerindeki bölme hisarlarda evli askerler dururdu. Kale içinde kiliseden bozmaSüleyman Han Camii, saray ve medreseler vardır. Van Kalesi’nin yüksekduvarlarına ok eriştirmek imkânsızdır. Ancak, IV. Murat, Revan Savaşı’ndandönerken Pehlivan Sarı Sulak ile Hacı Süleyman’a ok attırmış ve onların okları kaleduvarlarını aşmıştır.“  Osmanlı döneminden kalanSüleyman Han Camii ve minaresi ile askeri amaçlı kerpiç ve taştan çeşitliyapılar hâlâ ayaktadır.   Kalenin etrafında yerleşimmerkezi varmış. Kaleden bakınca ayakta kalan minareler ve bazı duvarlarla gözgöze geliyorsunuz. O size bakıyor siz de ona. Sadece bakışıyorsunuz. Ruslar nevar ne yoksa hepsini yakmışlar, yıkmışlar (1918). Ani harabelerinde de aynı şekildekatliama şahit olmuştuk. O katliamları da Ruslar yapmıştı. Tarihi eserlerinkatliamı. Moğollar gibi. Türklerin geçmişindetarihi eser katliamı yokmuş. Hatta yıkılan eserler var ise onları inşa etmegeleneği varmış. Türklerin en fazla yaptıkları, kiliseyi camiye çevirmekmiş.  Rehberimiz olmasaydıöylece etrafa bakacaktık, bakışacaktık ve fotoğraf çekilerek geriye dönecektik.Maalesef rehbersiz tarih ve kültür gezisi yapmak çok yanlış, boşuna masraf. Bazıarkadaşlarımız kendi başlarına geziler yapıyorlar. Aslında onları tebrikediyorum. En azından gezip görmek istiyorlar. Koşa koşa köylerine varıp oradanyine koşa koşa geriye dönmüyorlar. Yeni yeni yerler tanımak istiyorlar. Nekadar güzel. Bu güzelliğe bir güzellik daha katmak gerekiyor; madem oralarakadar gidiyorsun, masraf yapıyorsun, oradan bir de rehber tedarik etsen nekadar da güzel olur. Rehber tedarik edemiyorsan en azından bir broşür alıpokusan veya önceden internetten o yerler hakkında bilgi edinsen geziniz daha daanlamlı hale gelmez mi?  Her ilde ve ilçedekültür müdürlükleri var. Oraya gidip başvurmanız yeterli. Sizin yanınıza birrehber katacaklardır. Ancak ücretini ödemek gerekiyor. Van Kalesi, kayalarınüzerine inşa edilmiş. Van’a hâkim bir kayalığın üzerine. Kalenin eteklerinegeldiğimizde otobüs sağa yanaştı ve kalenin yamaçlarındaki Urartulardan kalmabazı adetleri anlattı Emin. Eski devirlerde Göl ile birleşik olduğuanlaşılan bu kayalığın batı ucunda Madır Burcu adı verilen ve I. Sadurtarafından yaptırılan bir iskele varmış. Bu iskelenin inşa kitabesinde çiviyazısı ile şunlar yazılıymış: “Ben, Sarduri Lutipri’nin oğlu; büyük kral, güçlükral, dünyanın kralı, Nairi ülkesinin kralı, eşsiz kral, savaştan yılmayankral, ben derim ki; ben bu taş bloklarını -ortalama 35 ton ağırlığında-,Alniunu kentinden getirdim ve bu duvarı inşa ettim.“ Aşağıdan baktığımızdaUrartu Kralı Argişti’nin ve başkalarının kaya mezarlarını da görebiliyoruz. Dikkatlicebakınca sunakları da görebiliyoruz. Urartular Tanrılarınakurbanlar keserlermiş. Orada yamacın böğründe duran bir kapı var. Taç kapıdenirmiş o kapıya. O kapıda hangi Tanrı’ya kaç tane kurban kesilmiş ise yazarmış.  O kurban ritüellerinin yapıldığı yerlertemizlense ve biz de orijinal haliyle oraları görsek ne kadar anlamlı olurdu.Yüce Mevla’mız “yeryüzünde gezin görün ve ibret alın“ diyor ya. İşte o zaman ibretalınabilecek hale gelir bu eserler. O insanlar neler yapmışlar, nasıl birinanca sahiplermiş, niçin kurban keserlermiş, aile yapıları, mutfak kültürleri,ölülerine gösterdikleri ihtimam, sosyal yaşam vb.Tarihi eserler yeni yenikoruma altına alınmaya başlanmış. Ancak kazılar yavaş ilerliyormuş. İradeoluşmuş oluşmasına da, bu sefer de para yok ve eleman yok diyorlarmış.  Van Kedisi Van Kalesi’nden sonra kedibarınağına gittik. Van kedisi barınağı. 40 yaşlarında bir delikanlı yapmış bubarınağı. Van kedisi, kökeni Van Gölü bölgesine dayanan ve bu sebeple VanKedisi adını alan kedi ırkıymış. Bir gözünün mavi diğer gözünün kehribar veyayeşil olması ve tüylerinin beyaz olması sıklıkla rastlanan bir durummuş. Yurtdışına çıkarılması izne bağlıymış. Giriş 10 TL. içeride 20kadar kedi var. Oradan oraya koşuşup duruyorlar. Çok tatlılar. İnsanlara daalışkın olmalılar, kaçmıyorlar. Birisini omuzuma bile aldım. Barınak sahibidaha büyük bir barınak yapmak istiyormuş ama gerekli desteği alamıyormuşdevletten. “Bizim barınaklarımız var senin de ayrıca bir barınak yapmana gerekyok boşuna masraf“ diyorlarmış. Devletin verdiği cevap böyle midir yoksabaşkaca şartlar var da bize aktarılan bu kadar mıdır? Onu bilemiyorum.  Van kedisinin göz rengiüç gruba ayrılırmış: 1-Her iki gözü mavi(daima turkuaz mavisi), 2-Her iki gözü kehribar(Sarı renk ve tonları, çok nadiren kahverengi) 3-Tek-göz, yani birgözü mavi diğer gözü kehribar renkte olanlar.  Yavru kedinin doğumundan25 gün sonra göz renkleri farklılaşmaya başlarmış ve 40 gün sonra da gözrenkleri netleşirmiş. İki kulağı arasında bir veya iki adet siyah nokta bulunanVan kedisi yavrularının çoğu tek-göz olurmuş. Bu siyah noktalar âdeta tek-gözkedilerin mührü olarak tanımlanırmış. Mehmet Kuşman Mehmet KuşmanÇavuştepede bizi bekliyormuş. Eskisi gibi zamanını Çavuştepede geçirmiyormuşartık. Arayanlar olursa özel olarak gelip onlarla sohbet ediyormuş. Bizimprogramın içinde önceden var olduğu için verilen saatte orada olmamız gerekiyordu.Olamadık. Bir saat gecikmeyle Çavuştepeye ulaştık. Mehmet Kuşman elindebelgeleriyle bizi bekliyordu. Hoş-beşten sonra hemen konuya girdik. Uzun uzunkonuştu bizimle. Çavuştepedeki kazıları da gösterdi ve de heyecanla anlattı. 82yaşında olmasına rağmen bizden hızlı tırmanıyordu tepeye. Yaşamının büyük bir bölümünü Urartucayaadayan 82 yaşındaki Mehmet Kuşman dertli hem de çok dertli. “Gelin bu yazıyısize öğreteyim” diyormuş gelen olmuyormuş. “Üniversitede bana yer verin oradaöğrencilere yardımcı olayım” diyormuş bakarız diyorlarmış. Yine de olmuyormuş. Birtürlü bakamıyorlarmış vesselam. Mehmet Kuşman, kendi çabaları ile öğrenmiş Urartu alfabesinive dilini. 82 yaşındaki Kuşman, dünyada Urartuca yazan, okuyan ve konuşan 12insandan biriymiş.Hakkında birçok araştırma yapılan, kitaplaryazılan, belgeseller çekilen, yurt dışında birçok seminere davet edilen Kuşman,ender yetişen insanlardan birisi. Tam bir alaylı. Mehmet Kuşman, Çavuştepe Kalesinde önce işçi olarak çalışmayabaşlamış, sonrasında da bekçi olarak işe devam etmiş. Sonrasını şöyle anlattı:"Çavuş Tepe’de kazılar yapılmaya başladı. Kazılar sırasında orada birkitabe bulundu. Fakat hocalar o kitabeyi okuyamıyorlardı. Şaşkın şaşkınbirbirlerine bakışıyorlar ve kara kara düşünüyorlardı. Ben de o dönem profesörolanların bu dünyada her şeyi bildiğini düşünüyordum. Fakat öyle değilmiş. O andaben Urartucayı, öğrenmek için karar verdim ve başladım çalışmaya. Bazıkurumlardan yardım istedim. Hatta kazı ekibinden yardım istedim. Bana ödenek ayıramadılar.Beni desteklemediler. Hatta bana güldüler bile. Kendi imkânlarımla yaklaşık 3 yılda Urartu alfabesini biraraya getirdim ve öğrendim. Urartu alfabesini ortaya çıkarabilmek için, İran,Ermenistan, Suriye ve Türkiye’nin birçok şehrine gittim. Üç yıllık bir çalışmasonucunda Urartu alfabesini ortaya çıkardım ve kazı ekibine de takdim ettim. Hemyazıyorum hem de okuyorum. Benim 11 çocuğum var. Şu anda memur olan bir oğlum var.Urartucayı sadece o biliyor. Ona öğretebildim. Fakat o da işi gereği çok fazlauğraşamıyor. Dünyada bu dili bilen çok az sayıda kişi kaldı. Tahmin ediyorumen gençleri de benim ve 82 yaşındayım. Diğerleri benden yaşlılar. Ben 58 yıldırUrartu Kalesi'nde bu işle uğraşıyorum. Yaşlandım ve artık bu işi yapmaktazorluk çekiyorum. Urartuca dili diğer diller gibi üniversitelerin ilgilibölümlerinde ders olarak okutulmalıdır. Yoksa bunca emek yok olup gidecektir. ”Dedim ya Mehmet Kuşman dertli. Hem de çok dertli… Bugüne kadar Türkiye, hangi değerine sahip çıkmış daMehmet Kuşman’a sahip çıkacak.  Keledoş Mehmet Kuşman’dan sonra serbestzaman verildi. Sabah 08:00’ e kadar isteyen istediğini yapabilir.  Önce yemek zamanı. Keledoş yememiz lazım.Van’a özel bir yemekmiş. Biz taksi ile gittik restorana. Yaya gidenler deolmuş. Restoranda buluştuk. Kuşhane Restoranı. Atıştırmalıklardan sonra anayemek geldi. Mis gibi tereyağı kokusu ise önden geldi. En üstte kavurma et var. Etin altında dövülerek ezilmiş özelhazırlanmış bir karışım var. Nohut, ak pancar, kurut, yeşil mercimekten oluşanbir karışımmış. Üzerine bir de tereyağı dökülmüş.  Muhallebi kıvamında özel bir lezzet. Buyemeğin adı Keledoş. Yeme de yanında yat derler ya işte o cinsten.  Bizler gezi süresince ev yemekleriyapılan restoranları arıyoruz. Bu arayışımız rehberleri fazla mutlu etmiyor amabiz yine de arıyoruz. Bulursak orada yemek yiyoruz bulmaz isek rehberlere tabioluyoruz. Keledoş ile ilgili anlatılanlar doğruydu. ”Van’a galip de Keledoşyemeden gidilmez. Gidilirse Van’a geldim dememek lazımdır.“ demişlerdi.gerçekten doğru demişler. Servis yapan gençler de nazik olunca… Yemekten sonra alışverişmağazalarını dolaştık. Hureyre nişanlısı ile birlikte damatlık almak için bizdenayrıldılar. 17 Aralık 2022’de düğünü var. Ben de otele çekildim ve Eminkardeşimle öbür günün gezi güzergâhını gözden geçirdim.    Sabah hareket zamanında herkes yerinialmış. Artık grup, grup disiplinine alışmaya başladı. Dolayısıyla da cezakesilemez oldu. Bir taraftan seviniyoruz grup disiplinine uyulduğu için öbürtaraftan üzülüyoruz geç kalanlara ceza kesemiyoruz. O cezalarla bütçe oluşturupbazı mekânlarda gruba çay kahve ziyafeti çekiyorduk.  Akdamar Sabah 08’de yola koyulduk. HedefimizdeAkdamar Kilisesi var. Akdamar Adası Gevaşİlçesi’nin sınırları dâhilinde yer alıyormuş. Adaya tekne ile geçtik. Kilise buadada. Hava oldukça güzel olunca ve tekne de denizde yüzmeye başlayınca gençlerdurdukları yerde duramıyorlar. Kaptan da gençleri tetikleyen türkülerihavalandırınca gençler başladı halay çekmeye. Her yaşın kendine göregüzellikleri var işte. Ne güzel. Bazen insan keşke ben de genç olsaydımdiyebiliyor.Önce adanın etrafında bir tur attık.Sonrasında yaklaştık iskeleye. Kiliseye ulaşmak için yokuş yukarı tırmanmakgerekiyor. Ortodoks kilisesi. Ermenilere ait bir kilise.  Kutsal Haç adına Vaspurakan Kralı I. Gagiktarafından 915-921 yılları arasında yaptırılmış. Kilise, mimarisi yanında dışcephelerindeki figürlü taş plastiği ile dikkat çekmekte. Kilisenin figürlürepertuarı oldukça zengin. Harita gibi. İncil ve Tevrat'tan alınmış çeşitlisahneler var. Yunus Peygamber’in denize atılması, Hz. Meryem ve kucağında İsa, Âdemile Havva'nın Cennet'ten kovulması, Hz. Davut ile Kral Goliat'ın mücadelesi,Samson Filistinli ikilisi, ateşe atılan üç ibrani genci,  bunlardan başlıcaları. Bunlardan başkacephenin alt ve üst kesimlerinde, asma sarmaşığından oluşan kuşaklardolanmaktadır. Bu kuşakların içlerinde çeşitli dünyevi sahneler işlenmiş. Avsahneleri, çeşitli hayvanlar, güreşçiler ve sarayla ilgili birçok sahneye yerverilmiş. Ayrıca asma sarmaşığı bordürünün içerisinde Abbasi Halifesi Muktedir,başı haleli, bağdaş kurmuş vaziyette bir elinde kadeh, diğer elinde üzüm tutarvaziyette, tasvir edilmiş. Ayrıca hayvan figürleri de hayranlıklaseyredilebilecek figürler arasındadır. Harika bir Kilise. Bu figürlerin açıklamalarıiçin mutlaka iyi bir rehbere ihtiyacınız olacak.  Alçak bir kapıdan eğilerek kiliseye giriyor.Saygı için kapı alçak yapılmış. Asıl kiliseye merdivenlerle çıkılıyor.Kilisenin içerisini de günümüzde büyük ölçüde bozulmuş olan freskler süslemekte.Bu fresklerde genel olarak Hz. İsa ile ilgili konular işlenmiştir. Dönüşte öğle yemeği için balık restoranagittik. İnci Kefal yiyecekmişiz. Van Gölü’ne has bir balıkmış.  İnci Kefali  İnci Kefali, VanGölü’nün tuzlu ve yüksek derecede sodalı sularında yaşayabilen, endemik birbalık türüymüş. Adı kefal olmasına rağmen, aslında o sazangillerin bir üyesiymiş.Son yıllara kadar, göl çevresinde yaşayan insanlar ve bazı bilim insanlarıdışında kimse varlığından haberdar değilmiş. Çünkü o, iç sularımızda bulunanonlarca türden sadece birisiymiş. En fazla yedi yıl yaşar ve üç yaşında üremeyebaşlarmış. Üremek için sürüler oluşturarak akarsulara göç edermiş. Üremedöneminde, büyük sürüler halinde akarsulara göç ettiği için tüm dereler balıkladolarmış. İnci Kefal, Uçanbalık, Van Denizi’nin tuzlu-sodalı sularında yaşayabilen tek canlı türüymüş.  Dünyada sadece bu kapalı havzada bulunmaktaymış.Kış aylarında gölün 75 m derinliklerine kadar inebilirken, yaz aylarında 10-15m derinliklerde beslenmeyi tercih edermiş. Eşsiz Bir Yaşam Döngüsü varmış UçanBalık Van Balığının. Her yıl büyük sürüler halinde göç edermiş. Çünkü VanDenizi’nin tuzlu-sodalı suları üremesine imkân vermezmiş. Van Balığı’nın geleceği güvencealtındaymış. Geleneksel hale gelen Uçan Balık Festivali her yıl Haziranın ilkhaftasında Erciş İlçesindeki Deliçay suyu kenarında bir karnaval havasındakutlanmaktaymış. İşte bu balıktan yedik biz. Biraz kılçıklıydı ama oldukçalezzetliydi. Gülü seven dikenine katlanıyor… Devam edecek

22 Kasım 2022 Salı

BÜYÜKELÇİLİK SALONUNDA ANLAMLI BİR TOPLANTI

Rüştü Kam 17 Kasım 2022 tarihinde Türkiye'nin Berlin Büyükelçiliğinde yapılan öğrenci toplantısına davet edildim. 2022-2023 akademik yılının başlaması münasebetiyle tertip edilmiş bu toplantı. Eskiden kalma bir alışkanlık olarak resepsiyon da diyorlar bu toplantıya. Davetliler, Almanya'da bulunan, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri, akademisyenler ve öğretmenler. Önemli bir toplantı. Türkiye'nin geleceğinin inşasında rol alacak bu gençler. Gençlerimiz cıvıl cıvıl. Kızlı erkekli. Umut vaadediyorlar. Kimisinin başı örtülü kimisinin açık. Kapı da “başörtülü olarak sizi resepsiyona alamayız” diye ikna odaları kurulmamış olmalı ki; başörtülü kızlarımız da resepsiyondalar. Çok geriye gitmeye gerek yok. Daha 30 yıl önce devrin başbakanı başörtüsüyle milletvekili olarak seçilen bir bayana, "Burası devlete meydan okuma yeri değildir. Bu hanıma haddini bildirin" diyebiliyordu. Halkın seçtiği bir vekile meydan okuyordu, yine halkın seçtiği bir başbakan. Hem de halkın meclisinde yapıyordu bunu. Partisinin adı da “Halk Partisi” idi. Halkının çoğunlığu Müslüman olan bir ülkede oluyordu bütün bunlar. Kısa sürede nereden nereye geldik. Ey güzel Allah’ım! Sen nelere kadirsin. Resepsiyonda, Büyükelçi Ahmet Başar Şen’den önce Eğitim Müşavir vekili Sayın Erdal Tanas Karagöl ve Başkonsolos Sayın Rıfkı Olgun Yücekök birer selamlama konuşması yaptılar ve öğrencilere başarılar dilediler. “Yalnız değilsiniz arkanızda devletiniz var” mesajını verdiler. Daha sonra kürsüyü teşrif eden Ahmet Başar Şen konuşmasına 13 Kasım'da İstiklal Caddesi'nde yapılan terör saldırısını kınayarak başladı. Şen, Kendisinden örnekler vererek konuşmasını sürdürdü. “Şu anda sizin yürümekte olduğunuz yollardan ben 1990-1996 yıllarında yürüdüm, hem ailemden ve hem de yurdumdan uzaktaydım. Tıpkı sizlerin gibi. Tecrübeli bir büyüğünüz olarak sizlerin heyecanınızı duygularınızı paylaştığımı belirtmek isterim. Burası sizin evinizdir. Bizler de sizlerin aileniziz. Biz sizlerin başarılarınızdan gurur duyacağız. Sizleri destekleyeceğiz. Yaşadığınız zorluk ve sorunlarda yanınızda olacağız. Almanya ile asırlara dayalı ilişkilerimiz var. İlk Büyükelçi Ahmet Resmi Efendi’nin 1763’te Berlin’e gelişiyle başlayan diplomatik ilişkiler yüzyıllar içinde bugünkü stratejik dostluk ve ortaklığa ulaştı. Yani Almanya da sizlere yabancı bir ülke değildir. 2022 yılında ikili ticaretimiz Cumhurbaşkanımızın koyduğu hedefe göre 50 milyar Dolar’a ulaşacaktır. Almanya’da 3.5 milyon, Berlin’de ise 350 bin Türk yaşıyor. Üniversite okumak için 10 bine yakın Türkiye’den gelen öğrencimiz var. Almanya'da yaşayan Türk öğrencilerin de 40-50 bin civarında olduğunu tahmin ediyoruz. 258 öğrencimiz doktora ve master çalışması yapıyor. Her biriniz aynı zamanda burada “kültür elçilerimizsiniz“. Sakın bu görevinizi unutmayınız. Sizleri kimlikli kılacak olan bu görevinizdir. Bugün burada yakından tanışarak, ilişkiler kurarak birbirinizle kaynaşacağınızı umuyorum. Bu vesileyle hepinizi gözlerinden öpüyor ve yapacağınız çalışmalarda başarılar diliyorum.“ Bir baba şefkatiyle yaklaştı Büyükelçimiz öğrencilere. Ancak bu toplantının ikinci toplantı olması oldukça manidar geldi bana. Bundan önce üniversite okuyan öğrenci yok muydu Almanya'da? Türkiye’den üniversite okumak ve akademik çalışılma yapmak için gelen öğrencimiz yok muydu? Elbette vardı. Ancak o günkü büyükelçilerin, başkonsolosların ve eğitim müşavirlerinin bu taraklarda bezleri yokmuş demek. Onlar halksız bir demokrasinin halksız bürokratlarıymış demek. Boşuna monşer dememişler onlara. Yurtdışı eğitimi başlatan ilk Osmanlı padişahı Sultan II. Mahmut’muş (1830). Değişik Avrupa ülkelerine 150 öğrenci gönderilmiş o zaman. Prusya’da (Almanya) tahsil yapanların sayısı II. Mahmut devrinde üç kişiyle sınırlı kalmış. II. Abdülhamid devrinde iki ülke arasındaki siyasi yakınlaşmayla gelişen işbirliği neticesinde bu ülkeye birçok öğrenci gönderilmiş. Gayrimüslim ve Müslim ayrımı yapılmamış. Kendi bütçesiyle tahsile gidenlerden zor duruma düşüp, yardım talep edenlere bile burs bağlanmış ve memlekete döndüklerinde devlet müesseselerinde istihdam edilmişlerdir. Eğitime ve bu alandaki yatırım ve reformlara büyük önem veren Sultan II. Abdülhamid devrinde yurt dışına gönderilen toplam talebe sayısı 315’e erişmiş. Bunun 109 tanesi Almanya’ya gönderilmiş. Tabi ki bu öğrencilerin kahir ekseriyeti yurt dışına tahsil için gönderiliş amacına sadık kalmışlar ve devlette değişik kurumlarda görev almışlar. Bir kısmı da amaç dışına çıkarak maalesef yemek yedikleri tabağa pislemişler. Ben salonu dolduran o pırıl pırıl genç arkadaşlarıma derim ki; kim olduğunuzu unutmayınız. Nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi de unutmayasınız. Türkiye’nin aydınlık geleceğini inşa edecek olan gençlerin içinde sizler de olacaksınız. Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen’in altını çizdiği “kültür elçiliği” sizin asıl misyonunuzdur. Yolunuz açık olsun gençler.

18 Kasım 2022 Cuma

DOĞU ANADFOLU GEZİSİ III

DOĞU ANADOLU GEZİSİ (lll) AĞRI Doğubeyazıt -Madem uzman değilsiniz ne demeye parmak atıyorsunuz sarayın orasına burasına. Yazıklar olsun. Yazıklar olsun o uzman kimlikli maymunlara. Yazıklar olsun o güzelim saraya tecavüz edilmesine göz yuman yetkililere. Binlerce kez yazıklar olsun. O sarayı aslına uygun olarak restore etmek bu kadar zor muydu bre gafiller?! Kaldırın başınızı da etrafınıza bir bakın, Avrupa’da bu işler nasıl yapılıyor bir göz atın- Rüştü KAM Sabah 08:00 de herkes otobüste yerlerini almış. Emel kızımız Kars Doğu Anadolu Bölgesi’nin en soğuk bölgesinde yer almaktadır. Kars'ta kışları uzun ve sert, yazları ılık hatta serin geçen bir iklim vardır. Kışın sıcaklıklar zaman zaman -39 °C'ye kadar düşer. Karla kaplı gün sayısı ortalama 120'den fazladır. Sık sık çığ düşer. Yol kenarlarında gördüğünüz şu çitler kar yağdığında yolun kapanmaması içindir. Kars bozkırında 1250'ye yakın bitki çeşidi vardır. Bitkilerin en az 100 tane endemiktir, bu bitkiler dünyada sadece Kars bozkırında yetişir. İlkbaharın gelmesi ile birlikte yörede rengârenk çiçekler açar. Kardelenler ve düğün çiçeklerinin güzelliği bozkıra ayrı bir güzellik katar. da sayımını yapmış, tekmilini de verdi. Herkes tamamdı. “Allah’ım bizleri kazasız belasız menzilimize ulaştır. Âmin.” Dualarımızı yaptık ve Yüce Mevla’mıza sığındık. Kaptan Sezgin aynı duyarlılıkla çevirdi kontağı. Celil beyi yine yoldan aldık. Onun otobüse girişini alkışlarla karşıladık. Bir gün öncesinden hepimizin sempatisini kazanmıştı zaten. Hemen başladı anlatmaya: “Bu yolculuğumuzda rakım 2200 den 2600’e kadar ulaşacak. Zirveye ulaşınca otobüsümüzü sağa çekeceğiz ve tabelayı fotoğraflayacağız. Kars topraklarının büyük çoğunluğu bazaltik, kestane ve kahverengi topraklardan oluşmaktadır. Akarsu vadileri boyunca sıralanan ovaların arasında yer alan Platolar*, Sarıkamış'ın hemen güneyinden başlayarak, doğuda Arpaçay Vadisi’ne, kuzeyde Başgedikler Düzlüğü ’ne kadar uzanır. Sadece arpa ve buğday yetiştirilen ovalarda, son yıllarda sulamanın da ön plana çıkması ile şeker pancarı önemli ürünler arasına girmiştir. Kars'ta en önemli geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Çayır ve otlak alanlarının geniş yer kaplaması küçük ve büyük baş hayvancılığı geliştirmiştir. Kümes hayvancılığı da oldukça gelişmiştir. Kars kazı, Kars peyniri ve Kars balı sayabileceğim önemli gıdalardandır. Kars Ermenistan’a sınırı olan bir ilimizdir. Ermenistan’ın Türkiye’ye 325 kilometrelik bir sınır hattı vardır. Kars ikinci derece deprem bölgesidir. Dünyanın en büyük fay hattı Etiyopya’dan Karsa kadar uzanır ve Amik Ovası’ndan Türkiye'ye giriş yapar. Ülkemizdeki kısmına Doğu Anadolu Fayı adı verilir.” Yol boyunca sık sık polis çevirmesine takılıyoruz. Sezgin Kaptan bu çevirmelerden bizlerin hasar almadan geçmelerini sağlıyor. “Komutanım bu dördüncü çevirme, biz de bir yanlışlık olsaydı zaten sizleri haberdar ederlerdi.“ Diyor çevirme noktalarına gelince. Diyor demesine de jandarma yine de otobüsün içine girip bir göz atıyordu. Hayırlı yolculuklar dilemeyi de ihmal etmiyordu. Doğu ve Güneydoğu deyice akan sular duruyordu. 50 yıldır terörle mücadele eden bir ülke Türkiye. Düzeni sağlamak kolay olmasa gerek. Bu kadar can gitti. İşin ekonomisi terörün kökünü kazımak için harcandı. Terörle mücadelede sona gelinmiş olmalı ki; bugün biz Doğu Anadolu gezisi yapabiliyoruz. Elhamdülillah. Rehberimiz eliyle işaret ederek, “orada, solda, ilerde kubbesi görünen bir kilise var. Ortodoks kilisesinin en büyük haç’ı oradadır.” Dedi. “Büyük Selçuklu Alpaslan“ dizisinden hatırladım o haçı. Törenle göndermişlerdi ait olduğu yere. O yer bu yer olmalı. Arkadaşlara sordum hatırlayan var mı? yok. Seyretmiyorlarmış o diziyi. Gerekçe; kılıçlarla insanları kesiyorlarmış. Mazeretleri kabahatlerinden daha büyük. Amerikan filmlerinde kan gövdeyi götürüyor, çocuklarımızın elindeki bilgisayar oyunlarında aynı sahneler yer alıyor, bir şey olmuyor. Türk dizisi olunca “ o dizlerde kan var biz dayanamıyoruz o sahnelere“ deniyor. Bu ne yaman çelişkidir Allah’ım böyle. Platonun ortasından etrafımıza baka hızla ilerliyoruz. Arazinin oldukça taşlı olan yerleri de var. Siyah siyah taşlar. O taşları öbek öbek oluşturarak tarıma elverişli hale getirmeye çalışmışlar. Farklı bir toprak yapısına sahip Kars. Zaman zaman da yer kabuğunun altına giriyoruz. Yollar çok sakin, sanki sadece bizim geçmemiz için yapılmış. Digor Celil Hocanın anlatımları o kadar akıcı ki, yolculuğun nasıl geçtiğini bile anlayamadık. Bir ara “şurası Digor” dedi. Vadinin içinde bir ilçe. Rakım 1450. Güneyinde volkanik yağlıca dağı varmış. Yer kabuğunun altından gidişimizin sebebini şimdi daha iyi anlıyoruz. Önceleri Digor’da 8 kilise varken şimdi bir kilise kalmış. Kars merkezine uzaklığı 40 km. Nüfus 3.000 civarındaymış. Anlatılanlara göre, depremler ve PKK, Digor’u fena vurmuş. Yakın geçmişte PKK oradaki askeri birliğe füze bile fırlatmış. Ancak patlamamış. Yeni yeni toparlanmaya başlamış Digor. Digor’a kuşbakışı bakıyoruz. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerleşim merkezi gibi görünüyor. Kars’la birlikte 40 yıl Rus işgalinde kalan Digor; 22 Ekim 1920 tarihinde Rus işgalinden kurtarılmış. Halıkışla köyü Halıkışla Köyü Digor’a bağlıymış. Köyün yarısı Ermenistan tarafında yarısı Türkiye tarafındaymış. Çayın öbür tarafındaki Ermeni köyünün adı Bagaran. Arpaçay, köyü ikiye ayırıyor. Yol kenarında sağda sandıklar görüyoruz. Elma sandıkları, kırmızı kırmızı elmalar. Alt alta üst üste dizilmişler. Kendilerini göstermek için mücadele veriyorlar. “Bizleri almadan geçmeyin” mücadelesi bu. Bizler de gördük olup bitenleri. Kaptan Sezgin otobüsü sağa yanaştırdı. Hep birlikte indik otobüsten. Güneş bütün cömertliğiyle yüzünü gösteriyor, ne güzel. Rüzgâr da püfül püfül esiyor. Başında kimse yok elmaların. Derken bir bayan geldi. Hoş geldiniz dedi. Belli ki elmaların sahibesi. Evi 100 metre ileride. Bahçenin içinde bir ev. Ünal iki sandık elmanın hepsini satın aldı ve arkadaşlara elma ziyafeti çekti. Zaman zaman arkadaşlar böyle cömertlikler yapıyorlar. Elmalar sulu ve oldukça lezzetli. Uzun zamandır böyle elma yememiştim. Aile hayvancılıkla uğraşıyor olmalı. Koyunlar ve ineklerin peşinde bir kız çocuğu gördüm. Başı yarım örtülmüş, basmadan fistanı var. Elinde de değneği. Kendisiyle konuşmak istedim, yaklaştım, kaçtı benden. Hem de koşarak. 15 yaşlarında olmalı. Ya biz ona güven veremedik, ya da o bölgelerde insanlar hâlâ tedirgin yaşıyorlar. Köyün içine girmek köylülerle konuşmak iyi olurdu ama vaktimiz yoktu. Tuz Mağarası Rehberimiz bundan sonraki durağımızın tuz mağarası olduğunu anons etti. “Oradaki sosyal tesislerin ihtiyaç molası için uygundur” dedi. Yüksekçe bir dağ. Görkemli bir girişi var mağaranın. Uzun yıllar Doğu Anadolu bölgesinin sofralık, sanayi ve karla mücadelede kullanılan tuzu buradan çıkarılmış. İçeriye girdik. Yol kenarlarında irili ufaklı mağaralar görüyoruz. Tuz çıkarmak için kazılmış buralar, adeta örümcek ağı gibi. Mağara ışıklandırılmış, pırıl pırıl. Sonuna kadar yürüdük. En sonda biraz yukarıda merdivenle çıkılan bir yer var. Orada sunum yapılıyor belli ki. Oturmak için özel yerler yapılmış. Rehberimize sorduk bu neyin nesidir, burada sunum da mı yapılıyor? “Üniversite öğrencileri ve özel konuklar olduğu zaman veya nefes darlığı çeken hastaları bilgilendirmek, mağarayı ve tuzu tanıtmak için yapılmış. Ancak ben bugüne kadar burada sunum yapıldığına şahit olmadım. Daha ziyade birilerinin para kazanması için yapılmış gibi duruyor.” Tuz mağarası, terapi merkezi olarak kullanılıyormuş. Daha da geliştirmeyi düşünüyorlarmış. Bilhassa solunum yolu hastaları için önemli bir merkez olacakmış. Dışarıya yapılan sosyal tesisler de aynı amaç için yapılmış. Terör belasından yeni yeni kurtulmaya başlayan bölge, kendine gelmeye başlamış. Bölge turizm açısından çok fakirmiş. Oysa turist çekecek zenginlikler oldukça fazlaymış. Bizim de gözlemlemelerimiz o yönde. Mesela tuz mağarasının önünde yapılan tesisler yeni yapılmış. Yeni yapılmış yapılmasına da, sadece tesis yapmak için yapılmış. Düşünülerek planlanarak yapılmamış. Engelliler ve yaşlılar için bir imkân düşünülmemiş. Türkiye’de engelliler ve yaşlılar yok farz ediliyor galiba. Gittiğimiz her yerde aynı sıkıntı. Tuvaletler uygun değil ve pis. Alaturka tuvaletler yapılmış. Bir iki adet de alafranga tuvalet bir de engelli tuvaleti yapılsa kıyamet mi kopardı? Tuvalet kâğıdı da yok. Parayla peçete satın alabiliyorsun. Tesisler yeni de yapılsa, kafa eski olunca işe yaramıyor. İsteyen arkadaşlarımız orada satılan tuzlardan aldı ve yolumuza devam ettik. Doğu Beyazıt Doğubayazıt Ağrı iline bağlı bir ilçe. İran’a otuz beş kilometre uzaklıkta. İshak Paşa Sarayı bu ilçede yapılmış. Osmanlı mimarisinin, Anadolu’da günümüze ulaşabilen tek sarayıymış. Dağın eteğine, ovaya hâkim bir yere yapılmış. Ova ayağının altında. Üç tarafı sarp dik bir tepe üzerinde inşa edilmiş. Tepenin üzerine konmuş bir kartal edasıyla seyrediyor ovayı. Tüm heybetiyle görenleri kendisine hayran bırakıyor. Sarayın temeli 1685 senesinde atılmış, 99 sene sonra 1784 tarihinde tamamlanmış. Saray 7600 metre kare alana kurulmuş. İshak Paşa Sarayı bir sarayda bulunması gereken; harem, hamam, toplantı ve eğlence salonları, cami, muhafız koğuşları gibi tüm bölümlere sahip olarak inşa edilmiş. Her bir odada ocak ve dolap yerleri var. Sarayın dikkat çekici özelliklerinden biri de saraydaki ısıtma yöntemiymiş. Dünyanın ilk kalorifer tesisatı bu sarayda yapılmış. Şöyle ki; ocaklarda ısıtılan sıcak suyun, toprak künkler vasıtasıyla yapı içerisinde dolaştırılmasıyla bir nevi kalorifer sistemi oluşturularak iç mekânların ısıtılması sağlanmış. Özellikle bölgenin iklim koşulları da göze alındığında, o dönem itibarıyla ne kadar ileri bir ısıtma sistemi olduğu bugünün ilim adamları tarafından hâlâ şaşkınlık ve hayranlıkla karşılanıyormuş. Sarayın, bazı bölümleri tek, bazı bölümleri iki, bazı bölümleri ise üç katlı. Zemininden kaynaklanan bir durum olmalı. Sarayın 366 odası varmış. Odaların kendilerine açıldığı iki büyük avlusu var. Saray öylesine büyük ki, içinde barındırdığı cami, divan odası, fırın, mutfak, ahırları ve hamamıyla sanki küçük bir şehir... Topkapı sarayına benzetenler de varmış İshak Paşa sarayını. Konumu, görkemli mimarisi, anıtsal taç kapıları, taşa hayat veren motifleriyle tam bir sanat abidesi. Bu taş yapının her karesinde Selçuklu sanatının karakteristik özelliklerini görmek mümkün. Birinci avludan ikinci avluya anıtsal taç kapıdan geçiliyor. Taç kapı başta olmak üzere, sarayın birçok bölümünde ve mezarlığında servi ağacı motifi var. Uzun ömrü temsil edermiş. Başka kabartma tekniği ile yapılan değişik figürler, geleneksel Türk - İslam sanatının güzel örnekleri de var. Sarayda bir de türbe var. Türbenin İshak Paşa’ya ait olduğu düşünülüyormuş. Sekizgen planlı türbe, hareketli cephesiyle dikkat çekiyor. Ayrıca avluda, bölge halkı arasında 'süt çeşmesi' olarak bilinen, bir musluğundan süt, bir musluğundan su aktığı söylenen bir de çeşme bulunuyor. Attığımız her adımda tarih, baktığımız her bir köşede sanat, incelediğimiz her bir motifte Türk - İslam kültürüyle yoğrulmuş Selçuklu sanatının geleneksel örnekleri karşısında hayran kalıyor ve büyüleniyoruz. Zülfikar’ın saraya inmesi oldukça zor olduğundan onu yukarıda dinlenme tesislerinin yanında bırakmıştık Kadir ile birlikte. Sarayın içine girince mutlaka bu muhteşem eseri Zülfikar’ın da yakından görmesi gerektiğini düşündüm. Emin kardeşimle bu düşüncemi paylaştım. Biraz sonra baktım, Zülfikar gruba dâhil olmuş. Fevkalade duygulandım. İyi ki varsın Emin kardeşim. Çok teşekkür ediyorum. Bu vesileyle bütün grup arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Zülfikar ile yakından ilgilendiler. Hatta Kars’ta otelin salonunda Funda Hanımla uzun uzun sohbet ettiklerine şahit oldum, çay eşliğinde… Sarayı gezmek bizim 3 saatimizi aldı. Müthiş bir yapı, eşsiz bir işçilik, sanat abidesi gibi orada öylece duruyor ve yıllara meydan okuyor. Okuyor okumasına da tabi ki zamanla yorulmuş. 350 seneden beri ayakta duruyor. Kolay değil. Yorgunluğunu giderecek bir dost da bulamamış. Birileri gelmiş, senin biraz yükünü alalım, ağrıyan yerlerine ilaç olalım demiş. İnanmış ona ve kendini teslim etmiş. O da ağrıyan tüm azalarını, kolunu, bacağını, kaburgalarını kırmış. Şimdilerde inim inim inliyor, zor nefes alıyor, gözyaşı döküyor. Kurtarın beni bunların elinden diye her gelene dert yanıyor, yardım istiyor onlardan. Derken, birileri de bu sesi duymuş, tamam ben uzmanım senin yaralarını sararım demiş. Kuyuya düşen yılana sarılır derler ya, o da sarılmış. İnandırmış onu. Oysa onun asıl maksadı para tırtıklamakmış. O da yaralarını tedavi etmek yerine pansuman yapmış ve iyice kötürümleştirmişler o güzelim sarayı. Maalesef ilklerin altına imza atan o muhteşem eseri tanınmaz hale getirmişler. Sarayın restorasyonundan bahsediyorum. Bre gafiller, hiç mi vicdanınız yok sizin, madem uzman değilsiniz ne demeye parmak atıyorsunuz sarayın orasına burasına? Yazıklar olsun. Yazıklar olsun sizin gibi uzman kimlikli maymunlara ve o maymunların o güzelim saraya tecavüz edilmesine göz yuman yetkililere. Binlerce kez yazıklar olsun. O sarayı aslına uygun olarak restore etmek o kadar mı zor bre gafiller? Kaldırın başınızı da etrafınıza bir bakın, Avrupa da bu işler nasıl yapılıyor bir göz atın. Ahmed-i Hani Sarayın biraz yukarısında yaklaşık 500 metre uzakta Şeyh Ahmed-i Hani’nin türbesi var. Yanı başında bir de cami. Ahmed-i Hani 1651 yılında Hakkâri yakınlarında Han köyünde doğmuş. Hâni, Doğu Anadolu’nun birçok yerini dolaşarak Arapça, belâgat ve dinî ilimleri okumuş; ayrıca astronomiyle ilgilenmiş. Bilhassa Suriye medreselerinde antik Yunan Felsefesini, Mezopotamya ve İran medreselerinde tasavvufu, astronomi, şiir ve sanat tekniğini okumuş. Ahmed-i Hâni Arapça, Farsça ve Kürtçe‘ye hâkim bir ilim adamıymış. Mem-û Zîn adlı mesnevisini Cizre‘de yazmış. Ahmed-i Hâni 1707'de Doğubayazıt'ta Hakka yürümüş. Eminin düdüğü acı acı çalmaya başladı, gitme zamanı. Allah rahmetiyle muamele etsin. Bu bölümü Ahmed-i Hâni’nin şiirlerinden örneklerle bitirelim: “Fakat sıradan insanların çoğunluğu bilgisizdir, Kendi nefislerini bilmez, tanımazlar. Olgun değil, ahmak ve akılsızdırlar, Ya da zahit, sofu ve din bilginleridirler, Onlar cahil, kara cahil ve sefildirler, Mürşitsiz, öncüsüz ve kılavuzsuzdurlar.” ****** “Meclisin emiri gülmüyorsa, mutripler ne yapsın? Gülümseyen bir gonca yoksa sevdalı bülbüller ne yapsın? Öğrencinin öğrenmekte, yetişmekte gözü yoksa Bilgenin dağarcığındaki bilgiler ne yapsın? Hâni’nin şiirleri birer incidir, birer uyarıdır ama Memlekette okuyucu yoksa şairler ne yapsın?” *- Plato; rakım açısından yüksek yerlerde, akarsuların yıllar boyu akması sonucunda oluşturduğu hafif engebeli veya düz olan yeryüzü şekilleridir. Akarsular yıllar boyu akarak yeryüzünde derin yarıklar meydana getirir. Bu oluşan yarıkların içerisine girmeyen bölgeler ise yüksekte kalır. Bu şekilde yüksekte kalan yeryüzü şekillerine plato adı verilmektedir.- Devam edecek