15 Mayıs 2020 Cuma

HURAFELER ŞEHRİ KONYA

- ‘Gez dünyayı gör Konya’yı, cümlesini, ‘Gez dünyayı gör Konya’yı tarihe ihanet nasıl oluyormuş anla’ şeklinde değişirdik. Dün, dünyanın ilim merkezleri arasında olan Konya’nın bugün hurafeler şehri Konya olduğuna hep birlikte şahitlik ettik-
Konya
Türk Eğitim Derneği “Kültür Gezisi” ekibi olarak Selçuklu’nun izlerini Amasya’dan beri sürerek geldik Konya’ya (01/05/2016). Kültür Gezimizin adı ‘Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri'. Amasya, Kars (Ani harabeleri), Erzurum, Sivas, Kayseri, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Afyon derken Konya’da final yapacaktık. Konya bizi hayal kırıklığına uğrattı. “Gez dünyayı gör Konya’yı’ derler. Bugünkü Konya için bu söz söylenemez herhalde.
Aslında, devrin ünlü bilginlerini, filozoflarını, şairlerini, mutasavvıflarını, hocalarını, musikişinaslarını da bağrına basmış bir şehir Konya. Bahaeddin Veled, Mevlâna Celaleddin, Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevî, Şahabeddin Sühreverdî gibi bilginleri, Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıfları da varmış Konya’nın. Bu ilim adamları verdikleri eserlerle şehri ilim ve kültür merkezi haline getirmişler. Nasreddin Hoca da güldüren ve düşündüren fıkraları ile Konya’nın kültür ve sosyal hayatının gelişmesinde emeği olan bir bilge kişisidir Konya’nın. Bunlar unutulmuş. Yok farzedilmişler.
Selçuklu İmparatorluğu’na yaklaşık 200 sene başkentlik yapmış olan Konya. (1096-1277) Kurduğu medeniyetle dünyada kendisinden söz ettiren, ilme ve irfana önem veren, Nizamiye Medreseleriyle ilim dünyasında yepyeni çığırlar açan, Selçuklu İmparatorluğu’nun Payitahtı Konya. Bugün O Muhteşem Selçuklu’dan geriye kadri kıymeti bilinmeyen kırık dökük birkaç eser kalmış. Dünyaya, medeniyetin ne olduğunu öğreten Selçuklu’dan geriye kalan sadece kırık dökük birkaç eser.
Geçtiğimiz yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı’ndan tarumar olarak çıkan Avrupa ülkeleri toparlanmışlar, yaralarını sarmışlar, bugün elbirliği içinde imece usulüyle birbirlerinin yardımına koşuyorlar. Aralarındaki sınırları da kaldırmışlar. Kendi medeniyetlerini kurmuşlar, hem de Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kurduğu alt yapıyla. Geçen bu 100 yıllık süre içinde onlar Müslümanların değerleriyle seviyelerini yükseltirken Müslümanlar kendi değerlerine küfretmekle, o değerlerin üstünü örtmekle meşgul olmuşlar.
Selçuklular dönemi Konya’sına bakarsak ve özellikle XII. Yüzyılın ilk yarısında Sultan Alaeddin Keykûbat (1219-1236) devri ve sonrasında, dünyanın ilim ve sanat merkezlerinden biri haline gelmiştir. Türk-İslam Dünyası´nın her tarafından gelen bilim ve sanat adamları Konya´da toplanmışlardır. Kütüphaneler, Tarih, Edebiyat, Felsefe, Sanat, Tıp, Kozmografya, Hukuk ve Din alanında büyük tarihi ve kültürel atılımlar var; bu altyapıya bağlı olarak Medreseler, camiler, türbeler, çeşmeler, kaleler, hanlar, hamamlar, çarşı ve bedestenler, köprüler, saraylar, şifahaneler, kervansaraylar yapılmış Konya’ya. Bunlar unutulmuş. Bunların yerine, Ateşbâz-ı Veli, Tavus Baba, İplikçi Kadın, Mevlâna, sakalı şerif gelmiş. Hurafeler şehrine dönmüş Konya.
Sadece Mevlâna’sıyla kendisinden söz edilir bir şehir haline gelmiş Konya. Varsa yoksa Mevlâna. Mevlâna da olsun elbet, ama o koca imparatorluk Mevlâna’dan ibaret değildi ki. Ben Alaeddin tepesinde Selçuklularla ilgili ve özellikle Selçuklu Sultan-ı Alaeddin Keykubat’la ilgili bir panoramanın yapılmasını isterdim.
Cumhuriyet Dönemi yöneticileri Türkiye’ye ihanet etmişler. Harf devrimiyle bir gecede bütün Türkiye okuma yazma bilemez hale getirilmiş. Türk insanı mezar taşlarını bile okuyamıyor bugün. Türkiye’nin kültür varlıklarına sahip çıkılmamıştır. Kıymet biçilemeyecek kadar değerli olan o muazzam eserler, bugün maalesef Avrupa ülkelerinin müzelerinin vaz geçilmez eserleri arasındadır. Türkiye’de kalanlar da bakımsız vaziyettedir. Medeniyetin ne olduğundan bîhaber olan ufuksuz insanlar, çapulcular; Türk halkını geçmişinden koparmak için uğraşmayı kendilerine hedef seçtikleri için, Türkiye’nin yaralarına merhem olamamışlardır. Konya’da bizler bu ihaneti gördük ve içimiz cız etti… O ilim şehri olan güzelim Konya hurafeler şehrine dönmüş.
Gece şehir turu
Otel şehrin merkezinde. Mevlâna Meydanı’nın hemen yakınında. İlk şoku otelde yaşadık. Odalara sigara kokuları sinmiş. Yorganlar ve yastıkta da aynı koku var. Çarşafların değiştirilmesini istedik yöneticilerden duymazlıktan geldiler, ilgilenmediler. Burası çiftçilere hitap eden bir otelmiş. Sigara kokması normalmiş. Bu saatten sonra çarşafları da değiştiremezlermiş. Çaresiz, otele yerleştik. Sonrasında yemek salonuna indik. Servis sıfır. Naylon poşet içinde getirdiler ekmeği masalara. Bir kişi var restoranda, o da çalışıp çalışmama konusunda kararsız. Yüzü zaten sirke satıyor. Zavallı belki de saat kaçtan beri çalışıyor orada, bilmiyoruz, onu da anlamak gerekiyor.
Yemeğimizi yedikten sonra şehir turuna çıktık. Işıl ışıl bir cadde. Ana caddeymiş orası. Mevlâna Caddesi. Konya, zaten bu caddeden ibaret gibi. Karşımızda Mevlâna Türbesi var. Kocaman bir meydandayız. Işıklı bir tabela koymuşlar meydanın ortasına. Konya yazıyor üzerinde. Anlaşılan fotoğraf çekilmek isteyenler için hazırlanmış bu yazı. Deklanşörlere basıldı. Herkes birbirinin fotoğrafını çekmeye başladı. Meydanda sadece biz yokuz, başkaları da var. Fotoğraf çekilmek için sıraya girmek gerekiyor.
Taş meydan
25 sene önce eşim ile geldiğimde oturduğumuz meydan burası. Ama o zaman daha güzeldi. Çiçekler vardı bu meydanda, ağaçlar vardı. Hatta döner kavşak bile vardı. Rengârenk çiçeklerin arasında, oturmuşsunuz bankın üzerine, Mevlâna Türbesi’ni almışsınız karşınıza, seyrediyorsunuz. Ne romantik değil mi… Şimdi o güzelim çiçekler sökülmüş, ağaçlar kesilmiş, yerlere taş döşenmiş. Anlayacağınız cascavlak bir hal almış meydan. Diyelim, belediye görevlileri böyle absürt bir karar aldılar, bu karar uygulanırken Konya halkı neredeydi? Demek ki, kel başa şimşir tarak. Yazık olmuş. Dünyayı gezip de sakın Konya’yı görmeye gitmeyin, hayal kırıklığına uğrarsınız. O eskidenmiş. Şair derki: “Taş taş değildir/ Kalbindir taş senin/ Söyle nereni nasıl yaksın/ Bu ateş senin.”
Alâeddin tepesi
Fotoğraflar çekildikten sonra, rotamızı çevirdik Alâeddin Tepesi’ne. Tepeden Konya’yı seyretmek harika. Bütün Konya ayağınızın altında kalıyor. lşıl ışıl bir şehir. Seyrederken keyif alıyorsunuz.
Alaeddin Tepesi bir höyükmüş, yani eski çağlarda insanlar tarafından oluşturulmuş ve üzerine yerleşim yerleri kurulmuş. Yapılan araştırmalarda bu tepenin geçmişi Bakır Çağı’na kadar uzanırmış. Tam o tepeye bir saray yaptırmış Selçuklu Sultan-ı Alâeddin Keykubat, Konya’ya altın çağını yaşatan O Koca Sultan. Bir de cami var. Bugün, saraydan geriye koruma altına alınmış gibi görünen bir duvar ve bir de cami kalmış. Ertesi gün gördük ki, cami tamir halinde. İçindeki tarihi sütunlardan biri yıkılmış, dışarıya çıkarmışlar ve ortalık yere atıvermişler. Ayak altında, üzerine çıkmak, oturmak serbest. O sütunun yerine de betondan bir direk yapmışlar, ucûbe.
Hava serin olduğu için, kapalı bir mekân aradık ve de bulduk, tam tepede, attık kendimizi o mekâna. İçerde Türklerden daha çok Araplar var.
Demlikler hemen geldi. Çay mükemmel. Sohbet de ona göre uzayıp gitti. Ahmet Yumuşağın çay parası bana aittir demesine rağmen, Fatma Mıdık gizlice ödemiş çay parasını, hakikatli kız vesselam.
Rehberle tanışma
Otele dönünce Konya rehberimiz Kâmil Bey’le tanıştık. Kibar ve beyefendi birisi. Ancak ertesi günü işin ehli olmadığını anladık. Hatasını yüzüne vurmadık. Ayrılırken kucaklaşarak ayrıldık. Rehberler giyim kuşamlarına da dikkat etmeliler değil mi...
Sabah 7.30’da yola çıkmamız gerekiyormuş. Konya’yı gezmeye dışardan başlayacakmışız. Rehberimiz öyle söyledi. Hedef Sille Köyü.
Yola çıkar çıkmaz başladı anlatmaya rehber Kâmil Konya’yı: “Konya’nın evleri 140, 150 metre kare genişliğindedir. Konyalılar zevklerine düşkün insanlardır. Konya’nın etli ekmeği ve bamya çorbası meşhurdur. Bamya Konya’da yetişmez aslında, Manisa’dan gelir. Düğün yemeklerinde pilav üstü et kavurması verilir. En az et kavuran bir ton kavurur...” Bir Konyalı kızla evlenmek oldukça masraflı olmalı.
Ve Sille köyü
“Sille, Karamanlı Ortodoksların mübadele öncesi yaşadığı şirin bir Rum köyüdür. Sille’nin nüfusu Cumhuriyet sonrası mübadele döneminde azalmış. Rumlar gidince de eski tadı kalmamış.
Sille muhtelif kültürlerin harman olduğu bölgelerimizden birisidir. Halk şairleri, âşıkları ve testiciliği ile meşhurdur.
Sille insanı hassas ve aynı zamanda da sanatkâr ruhludur. Bu arada Sille’de pek çok da müderris, hattat ve tasavvuf erbabı insan yetişmiştir. “Arkeolojik veriler yerleşkenin 6.000 yıl öncesinde kurulduğu yönündedir.
Sille (Silenos); kaynayıp, coşarak köpürüp akan, önüne gelene silip süpüren su demektir. Roma, Bizans, Kudüs yolu üzerinde yer aldığı için önemli bir dini merkezmiş. Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarından biri olan Ak Manastır (“Hagios Khariton Manastırı”, “Deyr-i Eflâtun”) bu köydedir ve yaklaşık 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir.
Sille köyü, Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de tarihi İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Cumhuriyet öncesinde 18.000’e ulaşan nüfus, bugün 3.700 civarındadır. 1913 yılında Sille’de 60 adet kilise varmış. Bugün 7 kilise ve 7 cami ayakta duruyor.”
Köyde yumuşak volkanik kayalara oyulmuş pek çok küçük kilise de varmış. Aya Elena Kilisesi, Hz.İsa’nın doğumundan 327 yıl sonra Bizans imparatoru Konstantin’ in annesi Helena tarafından yaptırılmış. Yakın zamanda restorasyonu yapılmış. İkinci katında kadınlar için yer de ayrılmış. Sermahfil. Camilerdeki sermahfil uygulamasının kaynağı demek ki Hristiyanlıkmış…
Evlerin kimisi yıkılmaya yüz tutmuş, kimisi de restore edilmiş, hâlâ kullanılıyor. Butik oteller, kafeler, sanat atölyeleriyle kıpır kıpır bir köy Sille. Köyün içerilerine doğru ilerlerken eski taş köprü çıkıyor karşımıza. Sanki Mostar Köprüsü’nü alıp Sille Köyü’ne koymuşlar gibi.
Biraz erken gelmişiz köye. Kilise saat 10’ da açılıyormuş. Bizden önce gelenler de var. Manisa’dan gelmişler. Açılış saatini bekleyemediler, geriye döndüler. Elbette rehberlerin kilisenin 10’ da açılıyor olduğunu bilmeleri lazımdı. Ama bilmiyorlar işte. Bizim rehber de bilmiyormuş.
Despot
Bizim gezimizin adı kültür ve araştırma gezisi. Buraya kadar gelip de M.S. 327 yılında yapılan kiliseyi görmeden gitmek olmazdı. Beklemeye karar verdik. Zamanı değerlendirip yaşam alanı olarak oyulmuş kayalara çıktık. Rehberimiz Kâmil bizimle geldi. Kilise olarak kullanılan bir kaya oyuğu var, odalar ve mezar oyukları var, odalar arasına geçişi sağlayan daracık oyuklar bunlar. Bu oyuklardan Kapadokya Bölgesi’nde de görmüştük. O günün insanları paganların zulmünden kurtulmak için bu mağaralara sığınmışlar. Gerçekten zor şartlarda yaşamışlar. Tevhid inancına sahip olan insanların ortak kaderi bu olsa gerek.
Rehberimizin anlattığına göre, mağaradaki kilisenin ikonları ve bazı malzemeleri aşağıdaki müzeye taşınmış, bir kısmı da aslına uygun olarak birebir yapılmış. Mağarada, despotun oturduğu koltuk ve önündeki iki suçlu için kazılmış kuyular hâlâ duruyor. Ancak bakımsız. Suçlular papazın kontrolünde 3 gün o kuyularda kalırlarmış. Bu süre içinde durumlarında iyi hal görülürse çıkarılırmış kuyudan ve normal yaşamlarına dönerlermiş, iyi hal görülmezse hapishaneye götürülürlermiş. Beyhan’ı kuyuya attık, ama iyi halini gördüğümüz için üç gün beklemeden çıkardık kuyudan. Yunus bir ara ayrılmıştı bizden, köydeki cami ve hamamın fotoğraflarını çekmeye gitmiş. Hamamın halini görünce yüreği burkulmuş. Gençlerin gayri meşru yaşamları ve alışkanlıkları için kullanılır durumdaymış. Biz de merak ettik ve gittik oraya, âtıl halde bırakılmış o tarihi eserler. Vurdumduymaz bir millet olmuşuz, bu kayıtsızlığı Anadolu’nun her yerinde görmek mümkün.
Müze açıldı
Burası aslında kilise, Kilisenin giriş kapısının üstündeki kitabede, M.S 327 yılında İmparator Konstantin’in annesi Helena tarafından yaptırıldığı ve 2. Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde onarım gördüğü yazılı. Roma, Bizans, Kudüs güzergâhı üzerinde yer alan bu köy, Sille köyü, önemli bir uğrak yeriymiş. ‘Kutsal Haç’ yolcuları için uğramadan geçilmeyen bir konaklama yeri. İnşa edilen büyük mabetler, hanlar hamamlar, çarşılar, pazarlar, kaleler, kışlalar ve ilim sanat hayatı ile bütün bunların sonucu artan refah seviyesi Sille’yi, mamur ve müreffeh hale getirmiş. Ancak, Sille Köyü mübadeleden sonra önemli ekonomik sarsıntılar geçirmiş. Usta ve sanatkârlarını kaybetmiş ve fakirleşmiş.
Bayıldık Sille Köyü’ne. Burada daha çok vakit geçirmek istiyoruz ama zaman kısıtlı, Konya’da gezecek görecek çok yerimiz var. Hemen yola koyuluyoruz.
Tavus Baba
Tavus Baba Türbesi’ndeyiz. Türbe Meram Bağları’nda. Yeşili bol, düzenlemesine de özen gösterilmiş ormanlık bir alan burası. Küçük de bir çay geçiyor içinden. Meram Çayı. Konyalılar yazın buraya piknik yapmaya gelirlermiş.
Burada Tavus Baba Türbesi var. “Tavus Baba’nın asıl adı Mehmet, memleketi Hindistan. Anadolu Selçuklu sultanlarından Rükneddin Süleyman ve Alâeddin Keykubat dönemlerinde yaşamış. Selçuklu sultanlarının kültür adamları ile tasavvuf erbabına gösterdikleri hürmetten dolayı Konya’ya gelip yerleşmiş. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemekte. Kadın mı, erkek mi yoksa kuş mu, bu konuda da şüpheler var. Kimisine göre Tavus, bir kadındır. Kimisine göre Bektaşi şeyhidir. Kimisine göre Mevlâna’yı görmeye gelmiş bir âşıktır, burada vefat etmiştir. Vefatından hemen sonra cenazesi tavus kuşu tüylerine dönüştüğü için, ona Tavus Baba adı takılmıştır. Türbesini ona hürmetinden dolayı Mevlâna yaptırmıştır.”
Hurafeler bir yana, önemli olan, burada yatan zatın, asırlardan beri halk arasında bir Allah dostu olarak bilinip anılmasıdır.
Burada Erol Mert çocuklarını kaybetti. Herkes bulmak için seferber oldu. Kısa sürede bulundu. Bazı arkadaşlarla, Erol’u beklerken Meram Bağları’ndaki taş köprünün etrafında kısa bir tur attık. Keşke turlamasaydık. Derenin köprüden yukarısı Meram Parkı’na doğru tertemiz. Hoşumuza da gitti. Köprüden aşağısı ise pislik içinde. Hemen karşıda valinin, belediye başkanının ve emniyet müdürünün evleri varmış. Her gün orada oturmalarına rağmen bu derenin pisliğini görmemeleri anlaşılır gibi değil.
Âteşbâz-ı Velî Yusuf
Ateşbâz-ı Velî ya da gerçek adıyla Yusuf bin İzzeddin, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin aşçısı ve Mevleviliğin önemli isimlerindendir. Ateşbâz-ı Veli olarak ün yapmış. Ateşbâz-ı Velî; ateşle oynayan demekmiş. Onun Mevlâna ve Mevleviler arasında önemli bir yeri varmış. Türbe klasik Selçuklu kümbetleri tipinde. İki katlı olan türbenin altı cenazelik üstü ibadethane. Artık Selçuklu eserlerini tanıyoruz, bize yabancı değiller.
Rehberimizin anlattığına göre, hikâyesi şöyle Ateşbâz-ı Velî’nin: 'Bir gün mutfakta odun tükenir, misafirler vardır, yemek pişirilmesi lazımdır. Ateşbâz (aşçı), Mevlânâ’ya gider, durumu anlatır. Mevlâna; “Git ayaklarını ocağın altına koy yemeği pişir” der. Emri yerine getiren Ateşbâz, ayaklarından çıkan ateşle yemeğin kaynamaya başladığını görür. Ne var ki biraz sonra bu iş nasıl oluyor diye gözünü sol başparmağına doğru çevirir, acaba ayağım “Yanar mı?” diye şüpheye düşer ve sol başparmağı o an yanmaya başlar. Ancak yemek pişmiştir. Durumu Mevlâna’ya anlatırlar, Mevlâna mutfağa gelerek niçin şüpheye düştün anlamında “Hay Ateşbâz hay!” der ve Ateşbâz-ı Velî’ ye; “Tuzunu alanlar huzur bulsun, ziyaret edenlerinin her derdi iyi olsun. Aşları artsın, eksilmesin, taşsın dökülmesin” diye dua eder.
O da utanarak sağ başparmağını yanan parmağının üzerine kapatır. O günden beri Mevlevi dervişler semâya başlamadan önce Ateşbâz-ı Veli’yi saygıyla yâd ederler. Semâya başlamadan önce sağ ayak başparmaklarını sol parmaklarının üzerine basarak başlarlar semâya. Bu olaydan sonra Yusuf bin İzzeddin ateşle oynayan mânâsına gelen “Ateşbâz” ünvânıyla anılmaya başlar.'
Türbenin altında küçük bir delik var. Türbedar bana delikten “içeriye bak ne göreceksin bakalım” dedi. Baktım. “Ne gördün” dedi. Taş gördüm dedim. “Senin kalbin taşlaşmış” diyerek hışımla çekti gitti yanımdan.
Türbenin içinde bir tabakta, tuz bulunmaktadır. Ziyaretçiler bu tabaktan tuz alıp yanlarında götürüyorlar. Bu tuzun sofraya bereket getirdiğine inanıyorlar. Bu bir gelenekmiş, hurafe böyle bir şey insanı hemen esir alır.
İnce Minareli Medrese
“Medrese 1254’de yapılmıştır. Selçuklunun taş işçiliği şaheserlerindendir. Giriş kapısının üzerinde kabartmalı geometrik ve bitkisel bezemeler var. Ayrıca Selçuklu sülüsüyle yazılmış “Yasin ve Fetih” sureleri var. Binanın iç mekanları avlu, dershane, ve öğrenci odalarından oluşuyor. Minaresi çift şerefeli. 1901 ‘de yıldırım düşmüş ve birinci şerefeye kadar yıkılmış. 1956 yılında müze olarak açılan medresede Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Dönemine ait taş ve ahşap eserler teşhir edilmekte. Mükemmel bir işçilik. Taş işçiliğinin en güzel örneği demek yanlış olmaz.”
Böylesine mükemmel bir eseri ağız tadıyla dinleyemiyoruz rehberimizden. Konyalı Erol Mert kardeşimin ‘Ben bu medreseyi bugüne kadar görmemiştim, çok şeyler kaçırmışım, Allah razi olsun Türk eğitim Derneği’nden.’ dediği o şaheserin fotoğraflarını da rahat rahat çekemiyoruz gelip geçenden. Gelen tosluyor giden tosluyor.
Belediye, Medresenin önüne park yasağı koysa da ziyaretçiler rahat rahat fotoğraflarını çekseler ve medrese ile ilgili anlatılanları rehberlerinden iyi bir şekilde dinleyebilseler ne güzel olurdu. Yayalar da kabalaşıyor burada. Misafir olduğumuz belli, fotoğraf çekiyoruz, rehberden bilgi alıyoruz, biraz da temaşa eyliyoruz medresenin taş kapısını, minaresini, bütün bunları görmek için 3.000 kilometreden gelmişiz, orada duraklamak zorundayız. Yabancı olduğumuz her halimizden belli, “Yolu kapatmasana kardeşim!” diye bağırmanın alemi nedir… ‘Bunlar Selçuklu torunu olamaz’ diye karar vermek yanlış olmasa gerektir. Belki onlar da Erol gibi oranın ne olduğundan bile habersizler. Bu konuda belediye görevini yapmalıdır. Nasıl bir çözüm bulunacaksa bulunmalı ve dünyada eşi ve benzeri olmayan o medrese ağız tadıyla ziyaret edilebilmelidir. Alt geçit yapılamaz belki, tepenin çökme ihtimalinden dolayı ama üst geçit yapılabilir. Veya trafiğe kapatılabilir.
Medresenin yıkılan minaresinin hâlâ yapılmamış olması da ayrı bir bahis.
Alâeddin tepesi
Selçuklu Hükümdarı I. Alâeddin Keykubat’ın sarayı varmış burada. Alâeddin Tepesi adını oradan alıyormuş. Saray yıkılmış. Sadece küçük bir duvarı kalmış, üzerine koruma amaçlı kubbemsi bir yapı yapılmış. O da yakında yıkılacak gibi duruyor. Saray aslına uygun olarak yeniden yapılabilirdi. Ve biz geldiğimizde ibret alacak başka güzellikler, anlamlı işçilikler, sanat eserleri görebilirdik ve övüncümüz göğsümüzü kabartırdı. Ama olmadı. Bu ilgisizlik karşısında ister istemez, Kültür Bakanları ne işe yarar Türkiye’de diye düşünmeden edemiyoruz.
İplikçi Camii
Rehber Kâmil kardeşimiz anlatıyor,” İplikçi Camii’nin yapımı ile ilgili efsaneler çoktur, bir tanesi şöyle; bir iş adamı “Ben kimseden yardım almadan bu camiyi yaptıracağım, sevabı da sadece benim olacaktır” dermiş. Sözüne de sadık kalır. Başlar caminin inşaatına. Bu arada bir kadın gelir, camiye az da olsa katkıda bulunmak ister. Kadının yardım yapmasına müsaade edilmez, yalvarmaları boşunadır. Buna rağmen kadın ısrarcıdır, usanmadan her gün gelir isteğini tekrar edermiş. Her seferinde aynı cevabı alır ve geriye dönermiş. Kadın geçimini iplik bükerek sağlarmış, onun için de kadının lakabı iplikçiymiş. Bir gün kadın büktüğü iplikleri kırpık kırpık yapmış, gece gizlice gelerek iplik kırpıklarını caminin duvarının örüldüğü harca karıştırmış. Aradan aylar geçmiş, cami inşaatı bitmiş. Bu arada camiyi yaptıran iş adamı bir rüya görmüş. Bir “pîr-i fâni” kendisine, ‘Camiyi sen yaptırdın ama, caminin sevabı sana yazılmadı. Harçlara ipliğini karıştıran kadına yazıldı’ demiş. Araştırmış, soruşturmuş ve caminin duvarından örnekler aldırmış, inceletmiş. Görmüş ki, söylenilen doğrudur. Yaptığı yanlışın farkına varmış ve bu caminin adı, “İplikçi Camii” olsun’ demiş. O gün bugündür caminin adı İplikçi Camii olarak anılır.”
Doğrudur, yanlıştır bilinmez ama, ibretlik bir hikayedir bu. Bahçesinde bir şadırvan var. Akustik sanatının zirve yaptığı bir şadırvan. Nasıl bir şey olduğunu anlamak için o şadırvanı ayakta tutan sütunların yanına karşılıklı olarak durmak ve konuşmak yeterlidir. Sesler o kadar net duyuluyor ki; şaşırmamak elde değil. Fısıltıyla bile konuşsanız yine duyuluyor konuşmalar. Hepimiz teker teker denemeler yaptık ve hayranlığımızı gizleyemedik. Rehberimiz anlatmasa biz o özelliği bilemeyecektik. Oraya, şadırvanın görülebilecek bir köşesine bilgilendirme yazısı yazılabilirdi.
Mevlâna Türbesi
Taşların, çiçeğe ve ağaçlara tercih edildiği Mevlâna Meydanı’ndan geçerek türbeye ulaştık. Çok kalabalık var. ‘Cumartesi olduğundandır’ dediler. Ziyaret için 30 dakika zaman verildi. 30 dakikada oradan ancak transit olarak geçilebilir, bilgi edinme amaçlı ziyaret yapılamaz. İçerdeyiz, Mevlâna’nın mezarı oğlunun mezarından daha yüksek duruyor. Aslında yapılırken böyle yapılmış. ‘Oğlu defnedilince Mevlâna ayağa kalktı.’ şeklinde anlatılanlar hikâyeymiş. Rehberimiz öyle anlattı. Dualarımızı yaptık ve oradan ayrıldık.
İçeride öyle bir izdiham vardı ki görmeyin gitsin. Nedir bu kalabalık, ne yapıyorlar burada diye yaklaştık o tarafa doğru. “Sakal-ı Şerif” dediler. Ellerini yüzlerini oradaki muhafazaya sürmeye çalışanlar, göz yaşı akıtanlar, ağlamak için kendilerini zorlayanlar, sakal şişesini karşıdan selamlayanlar. Aman Allah’ım ne kadar da ilkel ve kötü bir manzara. Bir anda bunlar Pagan mı acaba diye düşünebiliyorsunuz. Müslümana yakışmayan bir manzara. Bu kalabalık içerideki trafiği de aksatıyor. Sonra, Mevlâna Müzesi’nde Sakal-ı Şerif’in ne işi var? Diye düşündük, ona da anlamak veremedik. Ne nedir, niçin yapılıyor anlaşılması oldukça zor bir mesele.
Dışarıda, bahçenin içinde müridlere ait odalar var. Neyler, ritim sazlar, giysiler, mutfak eşyası sergileniyor. Onları gördük. Fotoğraflarını çektik. Tarihe kısa da olsa bir yolculuk yaptık ve Mevlâna için dua ettik: “Yarabbi bu kulunun varsa bir günahı hayra tebdil eyle, sen affedicisin, merhameti bol olansın” dedik. Mevlâna’nın yüzü suyu hürmetine kendimiz için bir şey istemedik, onu vesile kılmadık.
‘Müzeye giriş ücretsiz, Davutoğlu’nun emri’ dediler. ‘Vardır bir bildiği başbakanımızın’ ( o zaman başbakan idi) dedik amma, ‘yanlış bir uygulamadır’ diye de şerhimizi koyduk.
20 sene önce gittiğimde müzenin tabanı taş döşeme idi. Şimdi tahta döşemişler. Yıprandığı için olabilir elbet. Ama tahta yerine aslına uygun olarak taş veya mermer döşemek zor olmasa gerektir. Tarihi dokuyu koklayamıyorsunuz türbede. Tarihi dokuları tahrip etmede oldukça maharetli bir milletiz anlaşılan. Afyon hemen yanı başında Konya’nın, oradan mermer getirilebilirdi. Belki de ücretsiz verirlerdi Mevlâna Türbesi için…
Kalabalığı ve izdihamı önlemek için, ziyaretçiler 25 er kişilik gruplar halinde, belirli aralıklarla ve rehber eşliğinde müzeye salınabilir. Ücretsiz olacağına, ücretli olur ve alınan ücretlerle fazladan rehber görevlendirilir. İçeriye giren ziyaretçiler de Müze’den bir şey öğrenerek çıkar, Mevlâna’yı biraz daha yakından tanıma fırsatını yakalar. Onu vesile kılarak dua etmez. İhtiyaçlarına, sıkıntılarına vesile kılmaz. Müze’yi ücretsiz yapıp izdiham yaratmak mı daha iyidir, yoksa ücret alarak fazladan rehber istihdam etmek, müzeye girenleri memnun etmek ve öylece uğurlamak mı? Ferman başbakanımızındır. Ne diyebiliriz başka… Belki de oy hesabı vardır başbakanımızın…
Karatay medresesi
“Sultan II. İzzeddin Keykavus devrinde Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmış. Mimarının Muhammed bin Havlan olduğu tahmin edilmektedir. Osmanlılar devrinde de kullanılan medrese XIX. Yüzyılın sonlarında kaderine terk edilmiştir. Anadolu Selçuklu devri çini işçiliğinde önemli yeri bulunan Karatay medresesi 1955 yılında ‘çini eserler müzesi’ olarak ziyarete açılmıştır. Medresenin iç mekânları mozaik ve plaka çiniler ile kaplanmıştır. Medrese Sille taşıyla inşa edilmiştir. Tek katlıdır. Taş işçiliğinin eşsiz eserlerinden biridir. Medresenin Selçuklu devrinde Konya’nın kültür hayatında önemli bir yer tuttuğu, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî çağı derviş ve fakihlerinin bir buluşma ve toplantı yeri olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır. Celâleddin Karatay’ın sandukası burada bulunmaktadır.”
Celâleddin Karatay, I. Alâeddin Keykubad ve halefleri döneminde devletin önemli mevkilerde bulunmuştur. Alâeddin Keykubat’ın yanında göreve başlamadan önce bir gulâmhaneye eğitilmek üzere alınan Celâleddin Karatay, sonra saraya getirilmiş ve burada kendisine önemli bir makam verilmiştir. Celaleddin Karatay'ın devlet hizmetinde etkin hale gelmesi özellikle II. İzzeddin Keykâvus dönemlerine rastlamaktadır. Daha sonra da devletin dört direğinden biri olarak saltanat veraseti ile vezirlerin ve öteki görevlilerin atanmasına karar vermede önemli rol oynamıştır.
Onun Moğollara karşı takip ettiği denge siyasetiyle Selçuklu devleti Moğollara karşı direnebilmiştir. Celaleddin Karatay 1254’te vefat etmiştir.
Şems-i Tebrizi
“Şemsi Tebrizi Mevlana’yı Mevlânâ yapan kişidir. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlânâ ile üç yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onu ilahi aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak aşığı yapmaya muvaffak olmuştur. Şems-i Tebrizi Şam'a döndüğünde, Mevlânâ Celaleddin için onun yokluğu dayanılmazdır. Şems'in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlânâ Celaleddin'e ileri geri laflar etmişlerdir. Bir süre sonra Şems, Celaleddin'in oğlu Sultan Veled‘in çağrısı üzere Konya'ya geri gelir. Celaleddin, bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu evlenmeye ikna eder; bu kız Celaleddin'in evinde evlâtlık olan Kimya Hatun'dur. Kimya Hatun'a gizliden âşık olan Alaaddin bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlar.
Mevlâna’da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler, onun Mevlâna’dan ebediyyen ayrılmasına sebep olurlar. Şems Hicri 645 Miladi 1247 tarihinde şehit mi edildi, yoksa geldiği gibi, kimseye haber vermeden Konya'yı mı terk etti kimse bilmez.
Bugün Konya'da Şems makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevilerce Mevlâna türbesinden önce ziyaret edilen bu mescit-türbe de mevcut olan sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Şems gerçekten burada mı medfûndur bu da bilinmez. Bilinen gerçek odur ki, Allah dostlarının kalplerde yaşadığıdır.”
Etli ekmek
Etli ekmeğimizi ve bamya çorbamızı yiyerek Konya’dan ayrıldık. Konya’nın etli ekmeği de bamya çorbası da lezzetliydi. Ete biraz kıyabilselerdi daha da lezzetli olabilirdi. Et fiyatları yüksek olduğundan olabilir diye yorum yaptık. Konya’nın o büyük büyük beyaz şekerlerinden almayı da ihmal etmedik. Bamya yemeyen Dilruba ve Beyhan’a da bamya yedirebildik Konya’da. Çok lezzetli buldular.
Akşehir/Nasrettin Hoca
Akşehir’e doğru yönümüzü döndürünce başladık gülmeye. Nasrettin Hoca’dan fıkralar anlatmaya başladı arkadaşlarımız. Akşehir’e kadar gülerek geldik. İbretlik fıkralardı bunlar.
Nasrettin Hoca; 1208’de, Sivrihisar’ın Horto köyünde doğmuştur. Öğrenimini sürdürmek için Konya’ya gelir. Sonra Akşehir’e yerleşir ve 1284’de, 76 yaşında iken vefat eder. Akşehir’in en eski Selçuklu mezarlığına gömülür.
Önce türbeyi ziyaret ettik. Mezarın üzerine, 6 sütuna oturan, kubbeli bir türbe yapılmıştır. Türbe gayet sadedir, mimari açıdan herhangi bir özelliği yoktur. Dualarımızı yaptık ve Nasrettin Hocayla baş başa kaldık bir müddet. Onun hayır duasını aldık. İbretlik nasihatlarından dinledik kendisinden, istifade ettik. Uzun yoldan geldiğimiz için bize özel ihtimam gösterdi Hoca. Türbe ziyareti yaparken bile güler mi insan, ziyaret ettiğiniz türbe Nasrettin Hocanın türbesi ise gülüyorsunuz.
Çocuklarımla ve eşimle yıllar önce gelmiştim buraya. Kızım Dilruba “Aaa Hatun ölmüşş yazıık!“ diye üzülmüştü. Bu ziyaretimizde, o gün türbe yolunda yürürken çekildiğimiz fotoğrafın aynısını çekildik. Sevgili Beyhan çekti fotoğrafımızı. Bir nostalji işte. Bir de Denizli’ye gelin giden bir çift vardı orada. Hoca’dan dua almak için gelmişler. Hoca da onlara bir ömür boyu mutluluklar dilemiş. “Birbirinize saygılı olun, ufak tefek meseleleri büyüterek aile yuvanızın tadını kaçırmayın” demiş. Onlarla birlikte fotoğraf çekildik. Akşehir’de böyle bir adet varmış. Gelin ve damat mutlaka Nasrettin Hocaya uğrar onun hayır dualarını alırlarmış. Adetlerin yaşaması, yaşatılması ne kadar da anlamlı.
Sonrasında Gülmece Parkına girdik. Nasrettin Hoca’nın heykelleri ve fıkralarından örnekler var parkta. Her birinin başında fotoğraf çekme yarışına giriştik.
Emin’in düdüğü acı acı çalmaya başladı yine. Biz Nasrettin Hoca’ya doyamadık… Ama düdüğe de kulak vermek gerek. Sonunda ikna ettik Emin’i ve hediye alma zamanı aldık kendisinden. Hem hediyelerimizi aldık, hem de dükkân sahibinin ikramı olan çay ve salepten içtik. Yarım saatlik serbest zaman çok iyi geldi bize.
Nasrettin Hoca komedyen değildir
Konya’da kocaman bir yanlış daha var. Bu yanlış Nasrettin Hoca’ya hakaret anlamı taşıyor. Akşehir’de bir park var. Gülmece parkı. Nasrettin Hoca komedyenlerle birlikte bu parkta, komedyen seviyesine düşürülmüş. Nasıl mı; Nasrettin Hoca’nın heykellerinin bulunduğu parka cumhuriyet dönemi komedyenlerinin de heykellerini koymuşlar. Hiç de yakışık almamış. Nasrettin Hoca gibi bir değer nasıl olur da komedyenlerin seviyesine indirilir, bu nu anlamak mümkün değil. Nasrettin Hoca’ya bundan daha büyük hakaret yapılabilir mi. Bu komedyenlerin içinde Nasrettin Hocayla yan yana gelmesi bile düşünülemeyen Müjdat Gezen bile var. Varın ötesine siz karar verin.
Kültür merkezi
Nasrettin Hoca maalesef, Mevlâna ve diğer Velî olarak bilinen zatlar kadar önemsenmemiş. Akşehir’de Nasrettin Hoca Kültür Merkezi hâlâ yok. Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan Kültür Bakanlığı’na ait bir kitap bir CD ve onun tanıtıldığı bir tanıtım noktası da yok. Oysa Akşehir’e Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan bir panorama bile yapılabilirdi. En azından bir salonda bildik giysileriyle film olarak çekilmiş fıkralarını dinleyebilirdik.
Elveda Konya
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın taktik toplantısını Akşehir’de yapmış. Sonra da Afyon Kocatepe’den, ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!’ demiş. Biz de aynı heyecanla ayrıldık Akşehir’den ve Afyon’a doğru gidiyoruz. Yolda Konya’nın değerlendirmesini yaptık. Selçuklunun neredeyse tamamen göz ardı edilerek ignore edilmesini, unutulmasını ve 200 senenin yok sayılmak istenmesini, tarihi değerlerimizin alt üst edilmesini yadırgadık.
Gittiği her yerde medeniyetler kuran ve kurduğu medreselerden dünya çapında ilim adamları yetiştiren, O kocaman Selçuklu’nun neden Osmanlı kadar belleğimizde yer etmemesini daha anladık şimdi. Alaattin Tepesi’ndeki sarayın ayakta kalmış olan tek duvar örneğine gösterilen ihtimam(!) ın bu fikrimizi desteklediği kanaatine vardık. ‘Nasrettin Hoca ile komedyenleri aynı parkta yayana getiren zihniyetin ciddi projelerin altına imzasını koyamayacağı aşikardır.’ dedik. Aradan geçen yüzyılda geldiğimiz noktadan geriye bakılırsa bu acı gerçeği görmemek mümkün değildir.
Böylece, geçmişini bilmeyen ve geçmişine sahip çıkmayan milletlerin, medeniyet sahnesinde, siyaset sahnesinde söz sahibi olamayacaklarının altını da kalın bir şekilde çizdik. ‘Gez dünyayı gör Konya’yı, cümlesini, ‘Gez dünyayı gör Konya’yı tarihe ihanet nasıl oluyormuş anla’ şeklinde değişirdik. Dün, dünyanın ilim merkezleri arasında olan Konya’nın bugün hurafeler şehri Konya olduğuna hep birlikte şahitlik ettik.
Rüştü Kam

7 Mayıs 2020 Perşembe

ZEKÂT -Berlin’den yükselen çığlık-

Ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde 2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 9 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu üç sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, bakalım:

Maddeye tamahkâr olmamak lazımdır

Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden tutmamız gereken aydır. Bu ay reddi kelam etmemiz gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “ Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet tekin)

Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler de kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesi öngörülmüş olmalıdır. Peygamberimiz tarafından belirlenen miktar %2.5 iken bugün bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Buyruk şöyledir:

Zekât malları ancak;
temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin,
Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların,
İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri İslâm’a ve Müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin,
Başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir ve kölelerin,meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da, elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların,
Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, İslâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış ama ihtiyaç içinde olanların,
Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır.
Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve hepinizin uyması gereken bir yasadır. Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir.
O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut kısa).

Ancak Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir.

Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına da çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “
Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed)

Dolayısıyla yardımlarınızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim.

Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Her gün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî  otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. 

Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim.

Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel çalıştırıyorlar ve onların maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz.

Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım.  4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım.  

Almanya’da tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor

Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor.  
Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü?
Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor…

Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak.

Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. 

Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. 

Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı)
Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Kültür merkezleri kurmalıyız.

Ölüm haktır, dünya fanidir

İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir.

Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. 

Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır.

Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi

Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. 

Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarınızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir.

Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak 

Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar  olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken,  bu vurdumduymazlık niyedir. 
Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Altarnatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk)

Pislik; 
-kaos demektir, 
-anarşi demektir, 
-aşağılanma demektir, 
-tepelenme demektir, 
-kölelik demektir, 
-açlık demektir, 
-sefalet demektir, 
-gözyaşı demektir, 
-kan demektir…

Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. 

Bu paralarla Almanya’da neler yapılabilirdi

1. Bu paralarla vakıflar kurulurdu. 
2. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi.  
3. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. 
4. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, 
5. Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi 
6. İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. 
7. Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. 
8. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. 
9. Çocuk yuvaları açılırdı. 
10. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. 
11. Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca’ya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye. 
12. Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi.
13. Türkçe dil kursları açılırdı, 
14. Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. 
15. Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı. 
16. Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu v.b. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen o 6 madde de işlerlik kazanırdı.

Sonuç:

1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcı’nın elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir.  

2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 

3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100 Euro zekatımızın olduğundan hareket edelim. 100:8=12,50 eder. 
“1-Fakire   12,5+
 2-Miskine 12,5= 25 yapar.  Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. 

Ancak, kalan %75’den direk olarak fakirin hakkı/payı yoktur. Dolaylı olarak vardır:

1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 

2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerin, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 

3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır.

4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin)

5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fi sebilillah)

6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60)

Ve bu payların yaşanılan yerin/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. 

Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. 

Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım.

Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir.

Unutmayalım;
bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim:
“Davası olanın, destekçisi Allah’tır.
Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur.
Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar
Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur.
Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
En etkili davet temsildir.
Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.
Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’”

Rüştü KAM





5 Mayıs 2020 Salı

ORUÇ VE KEFÂRET 2020

-Dinin belirli yasaklarının ihlâli durumunda yapılması istenen malî veya bedenî ibadet, İslâm Ansiklopedisi’nde böyle tarif ediliyor kefâret-
Rüştü KAM
Kefâret; sözlükte “örtmek, gizlemek, inkâr etmek” mânasındaki küfr kökünden gelen kefâret (keffâret) günah ve hataları örtücü, telâfi edici kurban, sadaka, oruç gibi davranışları ifade etmektedir. Kefâret kelimesinin Arapça’ya, “günahları telâfi etme, ortadan kaldırma” anlamına gelen İbrânîce kappârâ ve onun kökü olan kipperden geçtiği ileri sürülmektedir.
Kefâretin kaynağı konusunda dinler arasında farklılıklar vardır. Bazı dinlerde, Tanrı’nın yapılan yanlışı telâfi etmeye yönelik emri ve günaha düşenlerin vicdanı kefâretin kaynağı olarak görülmektedir.
Kefâretin kaynağını sadece toplumsal felâket ve hastalıklardan kurtulma arzusuna dayandıran inançlar da vardır. Bu anlayışın en belirgin örneklerine ilkel kabile inançlarında rastlanır. Aslında birçok dinde toplumun başına gelen felâket ve hastalıklar, insanların Tanrı’nın istemediği bir işi yapmak suretiyle O’nu öfkelendirmesinin sonucu olarak görülür. Bu öfkeyi toplumdan uzaklaştırmak, Tanrı ile yeniden barışmayı sağlamak ve O’nun nimetlerinden mahrum kalmamak maksadıyla çeşitli kefâret eylemleri yapılır. Bu eylemler yalvarma, takdimeler sunma, kurbanlar kesme ve günahları kurban olarak seçilen hayvanlara yükleme ritüelleri şeklinde icra edilmektedir.
Hinduizm, günahı dünyanın nizamına karşı işlenmiş bir suç diye gördüğü ve onu hastalık gibi sirayet edici maddî bir şey olarak algıladığı için kefârete oldukça fazla önem vermiştir.
Hinduizm’de dolunayla başlayarak bir ay süreyle oruç tutmak, bazı kutsal ırmaklarda yıkanmak, hac mekânlarını ziyaret etmek, fakirlere yardımda bulunmak gibi kefâret uygulamaları vardır.
Zerdüştîliğe göre günah işlememek günahın kefâretini ödemekten daha iyidir. Fakat kişi bir defa günah işlediyse yapacağı en iyi şey vakit geçirmeden kefâretini ödemektir. Samimi bir duyguyla yerine getirilen kefâret Ahura Mazda (Baş Tanrı) ile insan arasındaki ilişkiyi yeniden düzeltir. Kefâretin en pratik yollarından biri yatmadan önce kısa bir tövbe duası okumaktır. Diğer bir uygulamaya göre günahkâr kişi Dastur adını alan rahibin önünde günahlarından tövbe eder. Ayrıca çeşitli hayırlarda bulunmak da kefâretin gerekli şartlarındandır.
Japon halk dini Şintoizm’de kötülük, kirlilik olarak algılandığı için kötülüğün çaresinin de tövbede değil arınma ve temizlenme ritüellerinde olduğuna inanılmaktadır. Şintoizm’de kefâret maksadıyla yapılan âyinlerden biri de mâbeddeki sunağa tanrılar için takdimeler bırakmaktır.
Konfüçyüsçülük öğretisinde ise her günahın mutlaka karşılığının görüleceği belirtilmektedir. Bu sebeple günah işleyen kişi günahının karşılığını ödeyerek telâfide bulunmalıdır.
Yahudiliğin ilk dönemlerinde kefâret gününde başrahibin idaresinde çeşitli arınma âyinleri yapılmakta ve kurbanlar takdim edilmekteydi. Başrahip kendisi ve ruhban teşkilâtı için günah itirafında bulunarak kurban sunmakta, ardından toplumun günahlarına kefâret olacak âyinlere başlamakta, bu amaçla getirilen iki tekeden kura ile seçilen birini toplumun günahları için kurban ettikten sonra elini “günah keçisi” denilen diğer keçinin başına koyarak toplumun günahlarını ona yüklemekteydi. Daha sonra günah keçisini mâbedin kapısına çıkarıp görevlilere teslim etmekteydi. Böylece bu görevliler de günah keçisini çöle sürüp günahları toplumdan uzaklaştırmış olmaktaydı (Levililer, XVI).
Hıristiyanlık, kefâreti, sadece fert veya toplumun işlediği günahları affettirmeye yönelik bir davranış olarak değil aynı zamanda Hz. Âdem’den gelen “aslî günah”ın Hz. Îsâ tarafından ortadan kaldırılması olarak görmektedir (Matta, XXVI/26-28; Markos, VIII/31; X/33-34, 45).
Hıristiyanlığa göre insanlığın atası Âdem’in işlediği ilk günah ve onun cezası olan ölüm bütün nesillerine sirayet etmiştir (Romalılar’a Mektup, V/12, 19).
Doğrudan doğruya Tanrı’ya karşı işlenen böyle ağır bir günahı ancak Tanrı’nın kendisi giderebilirdi. Bu sebeple Tanrı biricik oğlu Îsâ’yı insan şeklinde yeryüzüne göndermiş, Îsâ insanlığın günahlarına kefâret, tek ve gerçek kurban olarak kendisini sunmak suretiyle insanlığı aslî günahın tahakkümünden kurtarmış, Tanrı ile insanlık arasında barışı tesis etmiştir.
Bu kurtuluş ve barış ortamına kavuşmak ancak Îsâ’ya iman ederek vaftiz olmakla mümkündür. Vaftizle kişi, Îsâ’nın kefâretiyle oluşan inâyete iştirak ederek bundan pay almakta, böylece aslî suçtan ve diğer günahlarından arınmaktadır (Telfer, s. 18).
İslâm’da kefâret, dinin belirli yasaklarını ihlâl eden kimsenin hem ceza hem de Allah’tan mağfiret dilemek maksadıyla yükümlü tutulduğu köle âzat etme, oruç tutma, fakiri doyurma ve giydirme gibi malî veya bedenî nitelikli ibadetlerin genel adıdır. Kefâret, işlenen kusurlu davranış, hata ve günah dolayısıyla Allah’tan af ve mağfiret dileme mânasına geldiğinden geniş anlamıyla tövbenin bir türüdür. Kişiyi gönüllü olarak şahsen olgunlaştırmayı ve eğitmeyi, bu vesileyle ayrıca sosyal yapının da güçlendirilmesini hedef alır.
Kur’an’da kefâret kelimesi üç âyette dört defa geçmekte olup bunlardan kısastan söz eden âyette, yapılan bağışlamanın ya da malî fedakârlığın işlenen günah için kefâret olacağı bildirilir (el-Mâide 5/45).
Diğer âyetlerde bilerek yapılan yeminin (el-Mâide 5/89) ve ihramda iken avlanma yasağını ihlâlin cezası açıklanır (el-Mâide 5/95).
Ancak Kur’an’da kefâret kavramına atıf bundan ibaret olmayıp hacda tıraş olmak, hatâen adam öldürmek ve zıhâr yemini gibi belirli kural ve hak ihlâlleri halinde de kefâret kelimesi kullanılmaksızın bu mahiyette bazı yükümlülükler getirilir (el-Bakara 2/196; en-Nisâ 4/92; el-Mücâdile 58/2-4).
Ayrıca Kur’an’da genel bir anlatımla, işlenen günahların ve yapılan kötülüklerin Allah hakkına taalluk eden kısmının tövbe, iyi davranışlar, iman ve sâlih amelle bağışlanıp örtüleceği sıkça tekrarlanır ve müminlerin de böyle dua etmesi öğütlenir (Âl-i İmrân 3/193, 195; en-Nisâ 4/31; el-Mâide 5/12, 65; el-A‘râf 7/153; el-Enfâl 8/29; Hûd 11/114; et-Tegābün 64/9).
Bu âyetlerde kullanılan “tekfîr” kalıbının dinî terminolojideki kefâret kavramıyla hem kök hem anlam birliği vardır.
Oruç Kefâreti
Kur’an’da yer almayıp Hz. Peygamber tarafından vazedilen oruç bozma kefâreti, herhangi bir mazereti bulunmaksızın Ramazan orucunu kasten bozan kimseye gereken kefâreti ifade eder. İslâm’ın beş temel şartından biri olan oruç ibadetini yerine getirmekte zorlanan kimselere bir dizi kolaylık ve ruhsat getirilmiş, ayrıca kasten oruç tutmayan veya başladığı orucu meşrû bir mazerete binaen bozan kimseye de tutulmayan orucu kazâ etmesi imkânı tanınmıştır. Bu ruhsat ve imkânlardan sonra başladığı ramazan orucunu hiçbir mâkul ve haklı görülebilir sebep yokken bilerek ve isteyerek bozan kimsenin durumu ağır bir kusur ve suç kabul edilmiş, böyle kimselere, bu hatalı davranışlarından dolayı Allah’tan af dileyebilmeleri için biri yine oruç cinsinden olmak üzere üç tür ibadetten biri kefâret olarak öngörülmüştür. (Geniş bilgi için bkz., TDV. İslâm Ansiklopedisi, Kefâret Maddesi)
İslâm Ansiklopedisi’nin verdiği bu bilgilerden anlaşıldığına göre hem vahye dayalı olmayan dinlerde hem de vahye dayalı olan dinlerde kefâret uygulaması vardır. Tanrı’ya karşı işlenen bir suçun telafi edilmesi için uygulamalardır bunlar. Suçlu sayılan kişiyi cezalandırma yöntemleridir.
Oysa Kur’an, yemin, zıhar, kâtil, hac ve umre ibadetlerindeki kefâretten bahsederken, kişinin hür iradesiyle iftar etmesini/orucunu bozmasını dışarıda bırakır. Fakat geleneksel fıkıh kitaplarımızda orucunu bile isteye bozan Müslümana verilecek cezadan özel başlık altında bahsedilir. Çünkü, bu kişi günah işlemiştir. Bu günahtan kurtulabilmesi için Ramazan ayından sonra kesintisiz olarak 60+1=61 gün oruç tutacaktır.
Bu anlayış sözü edilen dinlerden esinlenerek oluşmuş bir anlayıştır. O dinlerde işlenen her suça kefâret cezası veriliyorsa biz de vermeliyiz anlayışı.
Hüküm Koyucu, her ne sebeple olursa olsun orucunu bozan Müslüman için 1 gün kaza etmesini buyurduğu halde, Peygamberimiz de bu yolu takip ettiği halde bu böyledir. Sonradan bu yol terkedilmiş ve Hüküm Koyucu’ya kendi dinini öğretme küstahlığına soyunulmuştur.
Burada Allah adına, O’nun kullarına işlemediği bir suçtan dolayı ceza vermek gibi bir zulüm vardır. Böyle bir zulmün, Allah’ın dinine fatura edilmesi manidardır. Oysa, Hüküm Koyucu’nun hükmü oldukça açıktır:
” İçinizden her kim (Ramazan ayında) hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca daha sonra oruç tutsun.” (2/Bakara Suresi 184; çeviri Mustafa Öztürk)
Allah rızası için oruç tutan Müslümanın, öyle veya böyle, hiçbir mazereti yokken orucunu bozması mümkün değildir. Mazereti vardır ki, orucunu bozmuştur, iftarını yapmıştır.
Oruçlu bir Müslüman, özel durumuna göre, kendini mazeretli görürse, mazeretli sayarsa, orucunu bozar/ iftarını yapar. Bu ruhsattır ve mazeretli Müslümana Allah tarafından verilmiştir.
Kur’an’ın buyruklarına göre Müslüman, ibâdet yapıp yapmama konusunda hürdür. İbâdet bu hürriyet içerisinde yapılırsa bir anlam kazanır. Allah kimsenin başına bekçi tayin etmemiştir, peygamberi de dahil. Buyruk şöyle, “Biz seni, onlar üzerinde koruma memuru, denetçi ve inzibat olarak görevlendirmedik. Sen onların adına Allah'a karşı savunma yapamazsın; Allah adına onların üzerinde zor da kullanamazsın.”(6/En’am 107; çeviri, Ahmet Tekin)

Katı’ut-tarik (yol kesen, eşkiya) Kur’an’da kendisine delil bulamayınca, Kefârete delil olarak şu hadisi gösterir:
– Bir adam Peygambere gelerek” Mahvoldum!”dedi,
– Peygamberimiz; Seni mahveden şey nedir ?
– Adam; Ramazan da hanımımla ilişkide bulundum.
– Peygamberimiz: Köle azâd edebilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Altmış fakiri doyurabilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Adama biraz hurma vererek al bu hurmaları dağıt dedi.
– Adam: Bizden fakiri var mı ki ben bu hurmaları dağıtayım?
– Peygamberimiz: Güldü ve adama, git bunları ailene yedir dedi.”(Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Prof.Dr.İbrahim Canan c.9 s. 529)
Bu hadis ışığında kefâreti ilim adamları değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişler:
1- İmam Hanefi, kasten bozulan orucunu bozan kişiye 61 gün ceza verilir, demiş.
2- İmam Şafiî, keffâret sadece, kendi isteğiyle cinsi münasebet yapan erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir, kadının kaza yapması gerekir, demiş.
3- İmam Malik, hadisteki sıra takip edilir, demiş.
4- İmam Nevevî, keffâret erkeğedir, kadına hiçbir şey gerekmez demiş. Çünkü keffâret mehir gibidir, mehir de erkeğe mahsustur, demiş.
5- İmam Hanbel, kadına da erkeğe de kefâret gerekir, demiş.
6- Bazı âlimler de sadaka vermek yeterlidir, demiş. Avf ibn. Malik el-Eşcai, Abdullah ibn. Rihem bunlardandır.
(Fıkh-us Sünne c.II s.47-48, Seyyid Sâbık; çeviri Tayyar Tekin. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi c.III s. 173, Prof.Dr.Vehbe Zuhayli;çeviri Ahmet Efe…, Kütüb-ü Sitte Muhtsarı Prof.Dr.İbrahim Canan c.9 s. 530)

Sonuç:
1- Kefâret, ilim adamlarının çoğunluğunun ortak görüşüne göre orucu bozan diğer hususlarla ilgili değildir. Sadece cinsel ilişki ile ilgilidir ve de erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir. Her ne sebeple olursa olsun oruç bozulduğu zaman, güne gün, oruç tutmakla farz yerine getirilmiş olur. Fetva bu yöndedir.
2- Kefâretin umûmîleştirilmesi ve farz hükmünde görülmesi Allah adına hüküm koymak olur, yanlıştır. O sahabe ile Peygamberimiz’in konuşmalarının sonunda hurmalar o sahabeye kaldı. Adam cezalandırılma yerine mükâfatlandırıldı. Peygamber’in huzuruna eli boş gelen adam, eli dolu olarak geri döndü ve Peygamberimiz’i de keyiflendirdi.
3- Orucu kendi hür iradesiyle bozan/iftar eden bir Müslüman için verilen kefâret cezası, İslâm’dan önceki dinlerden esinlenerek Müslümanların literatürüne katı-ut tarik tarafından özellikle sokulmuş olmalıdır.
Dolayısıyla orucunu hür iradesiyle bilerek ve isteyerek bozan kimse için kefâret cezası yoktur. Kur’an bu konuda tamamen suskun kalmıştır.
Hüküm Koyucu, kişi tutamadığı o orucu Ramazan ayından sonra kaza edecektir, demişse; sonrası ‘kraldan çok kralcı olmak’ anlamına gelir…