27 Haziran 2025 Cuma
HİCRİ 1447 VE HİCRET
HİCRET: YENİ YILA ADIM DEĞİL, YENİ BİR YÖN TAYİNİ
Rüştü Kam
2025 25 Haziran / 1447
Zaman yeniden dönüyor. Takvimler bir Hicrî yılbaşı daha gösteriyor. Miladi takvimde yapmadığımız, yapamadığımız şeyleri bu takvimde de yapmazsak, sadece sayılar değişecek ama biz aynı kalacağız. Oysa “hicret”, sadece bir takvim başlangıcı değildir; yön değiştirmek, yer değiştirmek, karar değiştirmek, kader değiştirmektir.
Peygamber Neden Hicret Etti?
Peygamber hicret etmedi; hicrete mecbur bırakıldı.
Mekke’de on üç yıl boyunca inandığını anlatan bir adam, sadece “Oku” dediği için, sadece “La ilahe illallah” dediği için dışlandı, baskı gördü, boykota uğradı, taşlandı, itibarsızlaştıldı. Onların düşündüğü gibi düşünmediği için yapıldı bunlar. Ama asıl hicret gerekçesi fiziksel tehdit değildi, fikrî tıkanıklıktı. Çünkü Mekke’de sadece can güvenliği değil, söz hakkı da kalmamıştı. Konuşmaya bile müsade etmiyorlrdı.
Mekkeliler davetin gelişmesini değil, boğulmasını istiyorlardı. İşte bu yüzden hicret bir kaçış değildi, zulümden kaçış hiç değildi. Yapılamayanlara yapabilme süreciydi, bir yeniden inşa süreciydi. O, Medine’ye yerleşmedi; Medine'yi inşa etti.
Sahabenin Hicreti Nasıl Anladığı
Kurucu ümmet için hicret(Ashab) için hicret, ev değiştirmek değil, hayat tarzı değiştirmek demekti. Malı, evi, eşi, çoluk- çocuğu, akrabayı arkada bırakarak; yalınayak baş açık o çöl sıcağında 400 km ileriye gitmek kolay bir iş değildi; ama onlar, “değişmeden kurtulunmaz” gerçeğini içselleştirmişlerdi.
Onlar için hicret, yeni bir iklimde huzura kavuşmaktan ziyade, yeni bir sorumluluğun içine doğmaktı. Bu yüzden Medine’ye varınca dinlenmediler; inşa etmeye başladılar: Mescid inşa ettiler, pazar kurdular, kardeşlik tesis ettiler. Hicret, onlar için bir varış değildi yeni bir, başlangıçtı.
Hicretin Bedeli Ne Oldu?
Mekke'den Medine'ye uzanan yolun taşları, açlıkla, belirsizlikle ve yoksunlukla döşenmişti. Muhacirler, geride bıraktıkları mallarını kaybettiler; Ensar ise bölüşmeye razı oldular. Ama daha derin bir bedel vardı: Görünür gücün yerini görünmeyen imtihanlar alacaktı.
İlk yıllar kolay geçmedi. Dış tehditler devam etti, içeride nifak kendini gösterdi. Hicret, yalnızca coğrafî değil, sosyolojik bir kırılmaydı. Düşman değişti, ama düşmanlık değişmedi sadece biçim değiştirdi.
Hicretin Kazanımları Ne Oldu?
Ama her hicret, doğruya doğru, geleceğe doğru, kendi doğrularıyla yeni bir imkan üretir. Medine, sadece İslam'ın yayıldığı değil, İslam’ın yaşandığı bir şehir olmalıydı ve oldu da. Peygamber, Medine'de sadece tebliğ etmedi, vır vır konuşmadı, hava atmadı, insanlara şöyle olacak demedi, olacak olanı önce o yaptı; adalet dağıttı, anlaşmalar yaptı, toplum inşa etti.
Hicret, Müslümanlara sadece emniyet değil, inşa fırsatı da sundu. Çünkü asıl zafer sağlam ilkelerle kurulan bir toplumdan geçebilirdi. Hicretin hemen ardından bireysel inançlar, kamusal varlığa dönüştü. Öyle de olmalıydı. Kurumsal varlığı olmayan cemaat ne işe yarayacaktı.
Bugün de Hicret Gerekir mi?
Gerekir elbet. Hem de acilen. Her Müslüman hicret etmelidir. Her Müslümanın Taifi mutlaka olmalıdır. Taiflere uğramadan oralarda mücadele vermeden, taş yağmuru altında ıslanmadan hicrete zemin hazırlanmaz.
Bugün elbette hicret gerekir ama hicretin yönünün değiştirğini bilerek hücret edilmelidir. ‘Nerede olduğunuzu bilmezseniz; nereye gideceğinizi tayin edemezsiniz’ gerçeğini bilerek hicret edilmelidir.
Bugün hicret, sadece coğrafya değiştirmek değildir. Bugün hicret, hâlden hâle geçmektir. Zulmün iktidar olduğu yerde, hakkı konuşabileceğin bir alan yaratmak ve oraya çekilmektir. Suni toplumlar oluşturmaktır.
Bu gün hicret, ahlaksızlığın alenileştiği yerde, mahremiyeti savunmaktır. Tembelliğin yüceltildiği yerde, sorumluluk almayı tercih etmektir. Kalabalığın ortasında yalnız kalan vicdan için, yalnızlığı göze almaktır.
Ev değiştirmek kolaydır, iş değiştirmek kolaydır; zihni değiştirmek zordur. Mekân değiştirmek marifet değildir; marifet olan yön değiştirmektir o da irade ister, fedakarlık ister.
Bugün hicret, bir şehri terk etmek değil; bir benliği terk etmek olmalıdır.
Hicret: Yıl değiştirmek değil, Yön Değiştirmektir!
Bir takvim başı daha geldi. Eğer bu yılbaşında sadece rakamlar değişecekse, o zaman hicreti hâlâ anlamamışız demektir.
Eğer bu yılbaşında kopyele yapıştır mantığıyla, sosyal medyadan herkesin 1447. Yılı kutlanacaksa; hicret hâlâ anlaşılamamış demektir.
Hicret, yeni bir yıl demek değildir; yeni bir yön, yeni bir öncelik, yeni bir duruş demektir.
Çünkü asıl hicret, Mekke’den Medine’ye değil; yanlışın içinden doğrunun iklimine yapılan yürüyüştür.
Ve bu yolculuk, her çağda yeniden başlamalıdır.
“Ben neyi geride bırakıyorum ve ne uğruna nereye yürüyorum?” cevaplanacak soru budur.
23 Haziran 2025 Pazartesi
ÖZBEKİSTAN VIII 2025
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VIII)
"Semerkant’ım… Senin gözlerin neden bu kadar nemli? Seni fena hırpalamışlar. Her güzelin başına gelen, senin de başına gelmiş. Rus işgaliyle başlayan, ardından ideolojik kırılmalarla derinleşen yaralar aldın, bunu biliyoruz. Diyeceksin ki: ‘Madem biliyordunuz, neden el uzatmadınız?’ Elimizi uzattık aslında. Ama gücümüz yetmedi. Çünkü senin başına gelenler, bizim de başımıza geldi."
Rüştü Kam, 2005
SEMERKAND I
Berlin Türk Eğitim Derneği olarak, Özbekistan ve Türkistan’a düzenlediğimiz 12 günlük kültür gezimizin önemli duraklarından biri Semerkant’tı. Bu şehre, bir rüyaya yürür gibi geldik. Çünkü Semerkant, bizim için sadece bir yer değil; bir medeniyetin aklı, ruhu ve hafızasıydı.
Gecikmiş bir vuslattı bu. Yıllar boyunca kitaplarda okuduk, haritalarda izledik, zihnimizde yaşattık. Şimdi o satırlara, o taşlara, o kubbelere dokunabiliyoruz. Gönlümüz her zaman buradaydı. Kaşgarlı Mahmud’un sözlerinde, Birunî’nin satırlarında, Uluğ Bey’in gökyüzüne açılan bakışlarında Semerkant’ım seni hep hissettik. Bugün o izlerin peşindeyiz.
Senin yetiştirdiğin ilim ve irfan sahipleridir dünyaya yön verenler. Gökbilimin, tıbbın, matematiğin, felsefenin temelleri senin bağrında atıldı. Bugün dünya onların mirasıyla ayakta duruyor; çoğu zaman da onları anmadan. Ne hazin bir nankörlük...
Bibi Hatun Camii’nin avlusunda taşların yüzyıllık suskunluğu arasında dolaşıyoruz. Her köşe, her kemer geçmişin zarafetiyle örülmüş. Registan Meydanı’nda her adım bir çağın izini taşıyor. Medreseler arasında yürürken zamanın içinden geçiyoruz. Uluğ Bey Medresesi'nin duvarları hâlâ bir bilgi uğultusunu saklıyor gibi…
Ama Semerkant, senin gözlerin hâlâ nemli. Her güzel gibi sen de örselenmişsin. İsimlerin değiştirilmiş, seslerin bastırılmış, hatıraların silinmeye çalışılmış. Eskiden öğrencilerin sesleriyle çınlayan medreselerde şimdi hediyelik eşyalar satılıyor. Diller susturulmuş, kimlikler törpülenmiş. Ve sen hâlâ ayaktasın. Çünkü bir milletin hafızası duvarlardan önce yüreklere kazınır. Sessiz ama onurlu bir direnişle mesajını vermeye devam ediyorsun.
Ey Semerkant! Seni anlamak, kendimizi anlamaktır. Çünkü sen sadece Özbekistan’ın değil; Türk-İslam dünyasının ve insanlık tarihinin ortak mirasısın. Seninle buluşmak bir geçmişe selâm duruş değil sadece, geleceğe karşı verilen bir sözdür. Senin önünde minnetle ve hürmetle eğiliyoruz.
Registan’da üç ayrı mimariye sahip üç medrese. Üç çağ, üç bakış, üç ruh. Her biri seni anlamamızda birer anahtar. Bu yolculukta bize rehberlik eden iki güzel isim var: Hüseyin Bağır ve Yıldız Amangaldiyeva. Anlatmakla yetinmeyip, yaşatan; bilgiye zarafet katan iki yoldaş. Onların sayesinde gördüğümüz her yapı, duyduğumuz her cümle daha anlamlı hâle geldi.
Hoş bulduk Semerkant. Geç de olsa geldik, gördük, tanıştık.
Semerkant’a Gecikmiş Bir Selâm
Taşkent’e ayak bastığımız andan beri zihnimizde hep sen vardın, ey Semerkant! Her durakta adın anıldı, her sohbet seninle başladı. Kitaplardan, hatıralardan tanıdığımız isminle geldik sana. Ama karşımıza çıkan, beklediğimizden çok daha fazlasıydı.
Meğer sen, köklü bir medeniyetin omurgasıymışsın.
Taşlarında ilim varmış, kubbelerinde hikmet. Sokaklarında ise ağırbaşlı ve onur varmış, vakar varmış.
Ama yorgunsun. Sesin kısılmış. Gölgelere itilmişsin.
Bizler seni ihmal etmişiz. Dinlemeyi, anlamayı, sahip çıkmayı ertelemişiz.
Belki de asıl eksik olan sendeki değil, bizdeki sessizlikmiş.
Bu topraklarda doğan Emir Timur’un hikâyesi; köklerine sırt çevirmeyen bir liderin hikâyesiymiş. Yalın ayak başı açık dolaştığı sokakları hiç unutmamış, onları terk etmemiş. Bugün onun adı; geçmişinden utananlara, halkına mesafe koyanlara bir uyarı gibi duruyor.
Çünkü Timur, yalnızca büyük bir imparator değilmiş; aynı zamanda geldiği yere sadık bir aklın, onurlu bir vicdanın adamıymış.
Ey Semerkant!
Sana geç de olsa geldik. Ama boş gelmedik.
Gönlümüzde bir selâm vardı, dilimizde bir dua, gözlerimizde bir hayranlık...
Geldik. Gördük. Ve bir söz verdik: Bundan sonra seni unutmayacağız.
Harika bir metin; güçlü bir anlatımı var. Şimdi bu metni tashih ederek sadeleştirdim, duygu ve düşünce yoğunluğunu bozmadan ritmini düzelttim. Gereksiz tekrarlar kaldırıldı, bazı cümleler daha kısa ve akıcı hâle getirildi. İşte revize edilmiş son hâli:
Metnin içeriği güçlü, dili yer yer etkileyici; fakat senin de sezdiğin gibi bazı yerlerde duygu, bilgi ve anlatım dengesi tam oturmamış. Bu da "bir şey eksik" hissi veriyor. Şimdi metni yeniden düzenledim. Anlatımı daha tutarlı, ritmi dengeli, duygusu daha içten bir hale getirdim. Aşağıda yeni hâlini bulabilirsin:
Uluğ Bey’e Gelince...
“Bugün size bir emiri değil, bir yıldızkâşıyı tanıtacağım. Gökyüzüne sevdalı bir hükümdarı. Adı: Uluğ Bey.”
Rehberimiz Yıldız böyle başladı söze. Ardından taş duvarların gölgesine düşen medreseyi gösterdi. Zaman, mozaikleri örselemiş ama hâlâ göz kamaştırıcı. Burası bir sultanın değil, bir bilgenin mekânı gibiydi.
Uluğ Bey, Timur’un torunu, Şahruh’un oğludur. 1409’da Semerkand’ın idaresini devraldı. Fakat o, dedesi gibi fetihler peşinde koşmadı. Ordularla değil, yıldızlarla ilgilendi. Semerkand’ı bir ilim merkezine dönüştürdü. Bu medrese, onun bu hayalinin ilk adımıdır.
Yıldız, o tanıdık titrek sesiyle devam etti:
“Kurduğu rasathanede, 1018 yıldızın konumunu kayda geçirdi. O zamanki teknik imkânlarla bu, olağanüstü bir başarıydı. Yıldızları gözlemlemek için yere dev bir sekstant inşa ettirdi. Işığı özel açılardan geçiren şeffaf şişelerle çalıştı. Bu yöntem, ışığın kırılma özelliklerini anlamak için eşsizdi. En meşhur öğrencisi Ali Kuşçu’dur. Bugün göğe bakarken gördüğümüz yıldızların bir kısmını ilk defa o hesapladı.”
Sonra bir iç çekti ve ekledi:
“Ama ne yazık ki bu gökyüzü dostu adam, yeryüzünün ihanetine uğradı. Kendi oğlu tarafından öldürüldü. Bu, yalnızca bir babanın değil, bir düşüncenin infazıdır. Ne yazık ki bu topraklar bazen, göklerin dilinden anlayanları yere gömmekte bir beis görmemiştir.”
Yanımda duran İsmail Kıratlı hafifçe eğilip kulağıma fısıldadı:
“Yani bu adam hem emir hem âlim öyle mi? Bizde olsa, biri diğerine fazla gelir vallahi!”
Gülümsedim. Ama sözlerinin içinde ince bir gerçek vardı. Çünkü Uluğ Bey de sonunda kendi evladının ihanetiyle tahtını ve canını kaybetmişti.
Medresenin avlusunda sessizlik hâkimdi. Taş duvarlar, geçmişten kalan bir kararlılıkla ayaktaydı. Bugün o rasathaneden geriye sadece sade bir duvar kalmıştı. Sessizdi ama anlam yüklüydü.
Çünkü o duvarın altında yalnızca yıldızlar değil; sabırla geçirilmiş geceler, düşünceyle yoğrulmuş saatler, akılla inşa edilmiş bir gelecek yatıyordu. Belki de bize şunu hatırlatmak için hâlâ orada duruyor:
Zaman her şeyi siler, ama akılla kurulan medeniyetin izlerini silemez.
Bugün Uluğ Bey’in Semerkand’daki heykeli, meydanda ziyaretçilerini karşılamaya devam ediyor. Gözleri göğe dönük vaziyette. Sanki hâlâ bir şeyler hesaplıyor gibi…
Uluğ Bey’in hikâyesi, yalnızca geçmişte kalmış bir dehânın portresi değildir. O, bilgisiyle siyasete, aklıyla iktidara yön veren ender örneklerden biridir. Semerkand’daki rasathanesi, bir çağın gökyüzüne yazdığı en parlak satırlardan biridir. Bugün oradan geriye sadece bir duvar kalmış olabilir. Ama o duvar, hâlâ göğe bakmayı bilen gözler için bir çağrıdır: O iktidarıyla değil; ilmiyle Uluğ Bey olmuştur. İktidar geçicidir, ilim kalıcıdır.
Bibi Hatun Camii
Yıldızın peşindeyiz. Çubuğu takip ederek ilerliyoruz. Semerkand’ın göbeğinde, yaya yürüyoruz. Bibi Hatun Camiinin önüne geldik ve arkadaşların toplanması için biraz soluklandık. Fotoğraf çekmek ve hediyelik eşyalarla ilgilenmekten dolayı toplanmamız biraz uzan sürebiliyor.
Rehber Yıldız başladı anlatmaya:
“Ey Anadolu Kervanı! Şimdi önünüzde duran yapı, Timur’un rüyasıydı. Burası Bibi Hatun Camii. Adını Timur’un eşi Bibi Hatun’dan aldığı söylenir. Aşk, ihtişam ve yıkımın iç içe geçtiği bir hikâyesi vardır buranın. Bu devasa giriş kapısının gölgesindeyiz. Sadece büyüklüğüyle değil, zarafetiyle de insanı içine alan bir mekân burası. Caminin yapımına 1399’da başlandı. Timur, o sırada Hindistan Seferi’nden yeni dönmüştü. Delhi’den sadece ganimetlerle değil, sanatkârlar ve mimarlar da getirmişti. Semerkand’ı İslam dünyasının en gözde başkenti yapmak istiyordu. Bu cami de o büyük planın bir parçasıydı. Temelini Timur attı ama inşaatın devamı ve özellikle süsleme işlerinin gözetimi, eşi Bibi Hatun’a emanet edildi.
Efsane işte tam burada başlıyor. Rivayete göre, Bibi Hatun bu camiyi Timur seferden dönmeden bitirtmek ister. Sevgilisine sürpriz yapacaktır. “Ben Timur’a layık bir eşim” anlamında. Ancak inşaat çok zordur. Bibi Hatun da mimarı durmadan sıkıştırır. Israrlara dayanamayan baş mimar, yapının zamanında tamamlanması için ondan bir öpücük ister. Bibi Hatun önce direnir ama sonra bu isteği kabul eder. Durum bir öpücükten ibaret olmasa gerektir. Timur döndüğünde bu durumu öğrenir. Öfkeyle mimarı yargısız infaz eder. Bazı anlatılara göre Bibi Hatun’u da saraydan uzaklaştırır.”
Hikmet, bu hikâyeyi duyunca yanıma yaklaştı ve kulağıma fısıldadı: “Yani cami tamamlandı ama aile dağıldı desene Hocam…”
Yıldız eliyle devasa kapının giriş kemerini işaret ederek sözüne devam etti: “Bu kapının bir sırrı daha vardır. Akustik. Dış mekânda olmasına rağmen, burada sesinizi yükseltmeden konuştuğunuzda bile sesiniz 15 metre mesafeye kadar net bir şekilde duyulur. Bu, taşların iç bükey düzende yerleştirilmesiyle sağlanmış özel bir seslendirme tekniğidir. Sadece estetik değil, teknik bir dahilik de barındırır içinde.”
O an içimden geldi ve akustiği denemek istedim. Sela okumaya başladım. Sesim yankılanmadı; taşların içinden geçercesine yumuşak bir şekilde yayılıverdi etrafa. Orada ötede duran Zeynep Bozkurt ve Yeliz Gezer başlarını salladılar ve akustiği onayladılar. “Sesin buraya kadar net bir şekilde geliyor Hocam” anlamında. Demek ki anlatılan gerçekmiş.
“Timur, ustalara bu yapının ‘taşı taşa vurmadan’ yapılmasını emretmişti. Göğe saygı göstermek için… Ama bu verilen emir yanlış olmalı ki, bazı taşların tam oturmamasına neden olur. Gösterişli kubbesi vardı var olmasına da sağlam temeller üzerine oturmamıştı. Caminin çatısı, Timur hayattayken bile çatlamaya başlamıştı.”
Hindistan’dan mimar getiriyorsun ama mimara müdahale ediyorsun. İşi ehline bırakmamak. Büyük hata…
Orada bir taş rahle var, kocaman bir rahle, önünde durduk. Bu nedir demeye kalmadan Yıldız devam etti:
“Avlunun ortasındaki bu büyük taş, rahledir. Zamanında Osman Mushafı’nın bir nüshası konmuştu üzerine. Halk burada dua eder, rahlenin etrafında dönerek dilek dilerdi. Bugün bile hâlâ gelip o niyetle dolaşanlar var. Üstünde Osman Mushafı olmasa da.”
Nihayet o devasa kapıdan caminin içine girebildik. “Caminin Kubbe yüksekliği 41 metredir. Timur, sadece ibadet etmek için yapmadı aslında bu camii, bu olağanüstü yükseklikteki kubbeyle, halkına göğe nasıl bakılacağını göstermek istedi. Ama zamanla mimarların Timur’un izni olmadan değiştirdiği süslemeler, Çinli ustaların aşırı detaylara yönelmesi ve aceleyle yapılan uygulamalar bu yapının ihtişamını maalesef zayıflattı. Bu sorumsuzluklara rağmen Bibi Hatun Camii, ihtişamını yine de korumaktadır. Ancak bu cami, ihtişamın, gururun, hırsın, işi ehline bırakmamanın; çöküşe ne kadar yakın olabileceğini de anlatır.”
Oraya, avlunun bir köşesine oturuverdim. Taşlar sessizdi ama yine de bir şeyler anlatıyordu bana: “Göğe yükselmek isteyen her yapı, önce kendi içini sağlamlaştırmalıydı. Dışarıdan mükemmel görünen her şey sağlam olmayabilirdi. İçine kurt düşen yapının çöküşü yakın demekti...” Alacağımı aldım ben taşların öğüdünden. Kubbeyi çatlatan bir aşk, rahlenin etrafında dönmenin kurtuluşa vesilesi olacağına olan inanç ve hikâyelerle dolu efsane bir şehir Semerkant.
Her köşede bir sır, her duvarda yarım kalmış bir aşk ve dua var. Burada ihtişam sadece mimaride değil, yıllar yıllar sonra hatırlanışın gücünde de saklı.
Bazen bir öpücük, bir kubbeyi sarsıyor; bazen bir kelâm, yüzyıllar boyunca taşın hafızasında yankılanıyor.
Semerkand’ın taşları yalnızca tarihin yükünü değil, insan kalbinin hafızasını da taşıyormuş meğer.
Bibi Hatun Camii; ihtişamla tevazunun, aşk ile aklın, güç ile kırılganlığın kavşağında duran bir taşın destanıymış meğer.
Registan Meydanı
Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz. Emir Timur’un aşkının adaletsizliğe sebep olacak kadar büyük olduğunu düşünerek ilerliyoruz Yıldız’ın peşinden. Zamanımızda böyle aşkların neden olmadığını da düşünüyorduk. “Belki vardır da biz şahit olmuyoruzdur,” diyenler de oldu. Derken Semerkand’ın kalbine, yani Registan Meydanı’na gelmişiz. Geniş bir meydan, zemin taşlarla döşeli. Sanki gökyüzünü bile dizginleyen bir dengeye sahip, o kadar. Yıldız, gözlerini oradaki birbirinden farklı üç anıtsal yapıda gezdirerek konuşmasına başladı. O da etkilenmiş olmalı Emir Timur ve Bibi Hatun’un aşkından:
“Burası Registan. Farsçada ‘kumluk yer’ demektir. Bu toprakta zaman, kum gibi dağılmamış; taşa işlenmiş. Bu gördüğünüz üç medrese, Semerkand’ın üç ayrı dönemine ayna tutar. Uluğ Bey’den başlayalım:”
Uluğ Bey Medresesi (1417–1420)
“Bu medrese Emir Timur’un torunu, astronom ve hükümdar Uluğ Bey tarafından yaptırılmıştır. Gökbilim derslerinin verildiği ilk büyük medreselerden biridir. Öğrenciler burada yalnızca dinî ilimleri değil, matematik, felsefe ve astronomi de öğrenirdi. Uluğ Bey’in anlayışı şuydu: ‘Cami ibadet içindir, medrese akıl içindir.’ Bu anlayıştan dolayı ferman buyurmuştur; “Camiyi küçük medreseyi büyük tutun.” Buyruk yerine getirilmiştir. İçeriye girdiğinizde göreceksiniz.”
Şirdar Medresesi (1619–1636)
“Bu medresenin kapısındaki aslan figürleri hemen dikkatimizi çeker. Bu medrese, Şeybanîler döneminde yaptırıldı. İlginçtir; İslam sanatında genelde canlı figür çizilmez ama burada bir aslan (şîr) ve güneş tasviri vardır. ‘Şîr-dâr’ yani ‘aslanlı’ anlamına gelir. Aslanın sırtından doğan güneş, bilgeliğin gücünü simgeler. Figür, sembolik değil mitolojik bir anlatım taşır. Burada figür yasağını aşmak için aslanın gözlerini yukarı çizerler. Böylece canlı değil, hayalî bir varlık olduğunu söylerler.” Sanatla fetva arasında ince bir denge…
Tilla Kari Medresesi (1646–1660)
Yıldız, üçüncü ve en görkemli medreseye döndü. “Ön yüzü kadar içi de altın yaldızlıdır. Tilla Kari, yani ‘altınla kaplı’ demektir. Bu medrese sadece eğitim değil, aynı zamanda ana cami işlevi de görmüştür. İçindeki mihrap ve kubbe altın varaklarla süslenmiştir. Şehrin kalbindeki bu altın, hem dinin hem ilmin parıltısını simgeler.”
Biz içeri girerken sessizliği Yavuz bozdu: “İçerisi dua, dışarısı hesap... Adamlar bu dengeyi nasıl kurmuş, inanılır gibi değil Hocam.”
Semerkand Halısı
“Şimdi size ilim kadar emek isteyen bir sanatı göstereceğiz,” dedi ve bizi Afgan asıllı ustaların çalıştığı bir halı imalathanesine götürdü Hüseyin ve Yıldız. Kıvrıla kıvrıla uzanan dar sokaklardan geçip küçük ama özenle düzenlenmiş bir halı imalathanesine vardık. Mekânın sahibi, Afgan asıllı bir aileymiş. Bizi güler yüzle karşıladılar. Sonra da halı imalathanesine götürdüler. Yaşlı bir adam -babalarıymış- elindeki düğüm ipliğini bıraktı, biraz dinlenir gibi yaptı ve sonra o hiç dinmeyen sesiyle söze girdi:
“Bir halıyı dokumak, zamanı düğümlemektir evlatlar. Her ilmekte sabır, her motifte dua vardır. Biz sadece halı değil, hafıza dokuruz burada.”
Odada birden sessizlik oldu. Duvarda asılı halılar, canlı tablolar gibiydi. Her biri bir öykü anlatıyordu; kimi dağın taşını, kimi sevgilinin gözünü, kimi sadece sonsuzluğu.
Fiyatları sorduğumuzda ise dudağımız uçukladı. En küçüğü 5 bin dolardan başlıyor, bazıları 40 bin dolara kadar çıkıyordu. Bir anlık suskunluk oldu, herkes birbirine baktı, dudak büktü ve ardından Zeynep Tel’in sesi duyuldu: “Bu sadece halı değil, bildiğin servet.” Hümeyra’da annesine şöyle bir baktı ve “Ben bir tanesini isterim anne” der gibi.
O sırada Esra ciddi ciddi halıları incelemeye başlamış ve bir tanesini de almış. Bize hayırlı olsun demek düştü.
Yıldız “Özel bir sebep için mi?” diye sorunca, Esra gülümsedi ve “Evleneceğim. Yeni evime yakışır”dedi. Allah mesut etsin… Herkes bir anda gülümsedi. Kimimiz "yakışır" dedi, kimimiz “en güzel çeyiz bu” dedi. Halının değeri artık sadece dolarla ölçülmeyecekti. Artık o, bir ömürlük hatıraya dönüşmüştü
Günün yorgunluğu ve hayranlığı iç içe geçmişti. Akşam yemeği için doğruca restorana geçtik. Gözlerimizde halı ve çini, aklımızda hesap, içimizdeyse garip bir huzur vardı. Çok şeylere şahit olmuştuk bugün. Yemekler servis edildi. Çatal bıçak seslerine günün anlatısı karışıyordu… Yemekler mükemmeldi.
Registan Meydanı’nda akşam bir ışık gösterisi olacakmış, geç kalmamak için acele etmemiz gerekiyormuş. Hüseyin acele ediyordu ama bazen ihtiyaçların da alınması gerekiyor. Fatma Mıdık restorandan çıkar çıkmaz daldı yakındaki alışveriş merkezine. Babasına ayakkabı alacakmış. Biz de peşinden girdik. Çaresiz, Hüseyin de geldi arkamızdan.
Yemekten sonra girdiğimiz o alışveriş merkezinde Mehmet Mıdık Amca için ayakkabı baktık. Buhara’da camiden çıkarken yanlışlıkla başkasının ayakkabısını giymişti ve o ayakkabı da ayağını sıkıyordu. “Yeni bir ayakkabı almamız lazım,” dedi kızı Fatma. Aldılar bir ayakkabı. Aldıkları ayakkabının da ayağını sıkacağını, başka bir model denemesi gerektiğini söyledim ama dinlemediler beni. “bu iyi” dediler. Üzerindeki dikişler sert, hemen gevşemez desem de fayda etmedi. Yine de onu aldılar. Dediğim gibi de oldu. Öbür gün şikayetler başladı. O zaman niye yenisini aldın ki; öbürü de sıkıyordu zaten…
Uzun yolculuklarda küçük bir ayakkabı detayı bile tüm günü etkileyebilir. Ayakta geçirilen saatlerin sonunda çarşıların, müzelerin, meydanların tadı bazen bir çift rahat ayakkabıya bağlıdır.
Bu arada valiz alanlar da oldu. Hediyelik eşyalar valizlere sığmamaya başlamıştı. Valizler dolunca bu kez sırt çantaları devreye girdi. Çünkü ağırlığı dengede tutmak gerekiyordu. Ve ne zaman valizler dolarsa, bilin ki gezinin sonu yaklaşmaktadır…
Hızlı adımlarla dükkândan ayrıldık, çünkü akşamki ışık gösterisini kaçırmak istemiyorduk. Meydandaki kalabalığı ve hazırlığı görünce anladık ki, gösteri başlamış bile.
Müthiş bir gösteri. Projeksiyonla üç medresenin cepheleri, yüzyıllar önceki hâllerine bürünüyordu. Renkler çinilerden taşlara, kubbelerden mihrablara akıyor; sanki tarihin kendisi canlanıyordu. Arada göğe doğru uzanan o meşhur göz figürü beliriyordu, kimileri için Tanrı’nın gözü, kimileri için Semerkand’ın kendini hâlâ izlediğinin bir simgesiydi. Belki de bir mesajdı bu: “Biz buradayız. Tarih hâlâ burada yaşıyor.”
“Siz ne yaparsanız yapın gözümüz her zaman üzerinizde olacak.” Yorum sizindir.
Gösteri bitince gruptan bazıları yürüyerek otele döndü. Biz birkaç kişi, yorgunluğun da etkisiyle otobüsü tercih ettik. Ama kafamız hâlâ oradaydı. Çünkü o meydan, görülenin değil, hissedilenin meydanıydı.
Burada akıl ile iman, bilim ile gelenek, ışık ile gölge bir arada duruyor. Ve bir akşam vakti, medreselerden biri size göz kırparsa bilin ki, Semerkand size şunu fısıldıyordur: “Ben hâlâ buradayım. Ya sen neredesin?
Devam edecek
18 Haziran 2025 Çarşamba
ÖZBEKİSTAN VII
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI)
- Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil.
Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi…
Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu.
Bir ruh vardı.
Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı…
İlimle yoğrulmuş, edep ile şekillenmiş, irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da-
Rüştü KAM
2025 Nisan
BUHARA III
Otelde yaptığımız mükemmel bir kahvaltının arkasından valizlerimizi aşağıya indirdik. Gezip görülecek yerlerden hemen sonra hızlı tirenle Semerkand’a müteveccihen yola çıkacağız. Önce Leb-i Havuz (Lyabi-Hauz). Havuz başı demek.
Lyabi-Hauz Meydanı.
“Lyabi” Farsça’da “kenar”, “hauz” ise “havuz” anlamına geliyor. Yani kelime anlamıyla “havuz başı” demektir. Ama aslında sadece bir havuz değil, çok daha fazlası. Meydan, 17. yüzyılda Nadir Divan Beği tarafından düzenlenmiş. O dönemlerde Buhara’da su kaynakları çok olduğundan. Şehirde yüzlerce havuz bulunurmuş. Bu havuzlar yalnızca su ihtiyacını karşılamaz, aynı zamanda halkın buluşma noktası da olurmuş. İnsanlar burada toplanır, sohbet eder, dinlenir, çay içerlermiş. Leb-i Havuz, günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış, en büyük ve en bilinen havuzlardanmış. Etrafındaki gördüğünüz çınarların çoğu da asırlıkmış.
Meydanın çevresinde üç önemli yapı yer alır. Birincisi, Kukeldaş Medresesi 1568 yılında yapılmış ve Buhara’daki en büyük medreselerden biridir. Sol taraftaki.
İkincisi, sağdaki binadır. Nadir Divan Beği Medresesi, 1622 yılına tarihlenir. Gördüğünüz gibi cephesi kuş motifli çinilerle süslüdür. Cami gibi görünüyor ama aslında bir medresedir.
Üçüncüsü, Nadir Divan Beği Hanegâhıdır. Dervişlerin inzivaya çekildiği, zikir yaptığı tasavvuf mekânıdır. Burası geçmişte hem âlimlerin hem de halkın bir araya geldiği buluşma noktasıymış. Medrese ilminin ciddiyetiyle hanegâhın maneviyatı, bu havuz başındaki gündelik hayatla iç içe geçmiş. Şimdi de o ruhu yaşatmaya devam ediyorlar. Çayhaneler, kitapçılar, sokak müzisyenleri, yerel sanatçılar... Gördüğünüz gibi hepsi o ruhun peşindeler.” Böyle anlattı rehber Yıldız Havuz Başını ve devam etti.
Buhara’nın Nasreddin Hoca’sı
“Buhara sokaklarında yürürken bir köşede durup gülümsediğinizi fark ederseniz, muhtemelen Hoca'yı görmüşsünüzdür.
Buhara’daki Hoca’nın, başında kavuk yok…
Üstelik eşeğe de ters binmemiş, gayet usulüne uygun binmiş.
Ama yüzündeki o ifade yok mu? Sanki daha soruyu sormadan cevabını “bildim ben,” der gibi… İşte Buhara'nın göbeğinde, Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen köşesinde, Özbekistan’ın Nasreddin Hoca’sı duruyor.
1979’da dikilmiş bu anıt buraya.
Bizim Hoca, sizin bildiğiniz Anadolu fıkralarının ötesindedir. Bizim Hoca hem mizah yapar, hem Özbek pilavı yer! Her yıl, şehrin sokakları onun anısına düzenlenen bir mizah festivaline ev sahipliği yapar. Gülmek serbest, fıkra anlatmak serbest, eşeğe binmek ise özellikle çocuklar için neredeyse şart! Çünkü burada şöyle bir söz vardır:
“Bir çocuk Hoca’nın eşeğine binerse, hayatı şaka gibi geçer ama tatlısından! Bu söz Buhara halkının, görgüyü, bilgeliği ve mizahı nasıl iç içe yaşadığını gösterir. Hoca Nasreddin’in mirasıyla dalga geçilmez; onunla birlikte gülünür. Çünkü onda hem akıl vardır, hem kalp. Eğer çocukken gülmeyi, düşünmeyi ve hayata tersinden bakmayı öğrenirsen; hayat seni üzmez. Şaka gibi geçer. O şaka, seni büyüten bir şaka olur. Tatlı bir hayat bilgeliğidir bu.
Şunu da unutmayın: Hoca’ya sadece bakmak yetmez. Onunla göz göze gelmektir anlamlı olan. Çünkü o gözlerin içinde öyle bir bilgelik saklıdır ki, sanki fıkranın sonunu sizden önce biliyor gibi. Sanki hafif yana eğilmiş gülümsemesiyle size bir şeyler fısıldıyor gibi: “Dünya ciddiye alınmayacak kadar komiktir, evlat...
Yani kavuğu yokmuş, ne olmuş yoksa, varsın olmasın. Eşeğe ters binmemişmiş, varsın binmesin daha iyi ya!”
Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen yanı başında, tarihi havuzun kıyısında duran bu heykel ilk bakışta sade ama etkileyici. Hoca genç olmasına rağmen, yaşını almış ama aklını yitirmemiş bir bilge gibi oturuyor eşeğinin üzerinde. Ne gösterişli bir kavuk var başında, ne de abartılı bir duruş.
Üzerinde Özbek usulü bir ceket, yüzünde ise “Ben sana bir şey anlatacağım ama önce sen gül bakalım,” der gibi kurnaz bir gülümseme.
Eşeği ise en az Hoca kadar bilgece bakıyor insanlara. Sanki o da fıkraların yarısını duymuş, diğer yarısını da o anlatmış gibi. Çocuklar etrafında koşturuyor, gençler selfie peşinde, büyüklerse hafifçe tebessüm edip kendi çocukluklarına dalıyorlar sanki.
Heykel susuyor, ama yüzü her şeyi anlatıyor: Mizah burada hâlâ hayatta!
Çar Minar
Fotoğraf çekilmek için on dakikalık bir serbest zaman verildi. Etrafı saran medreseler bir kenarda dururken, arkadaşlarımızın tercihi Nasrettin Hoca heykeliyle poz vermek oldu. Ardından yaya olarak “dört minare”ye, yani Çar Minar’a doğru yürüdük. Hava hafifçe çiseliyordu. Şemsiyesi olanlar açtı, olmayanlar ise arkadaşlarının yanında kendilerine bir köşe buldu.
Dört minaresiyle misafirlerini selamlayan bu zarif yapı ne tam anlamıyla bir medrese, ne külliye, ne de bir camiye benziyor. Sadece dört küçük minare...
Rehberimiz Yıldız, bu yapının Hindistan kökenli zengin bir tüccar olan Halif Niyazkul tarafından 1807 yılında inşa ettirildiğini anlatıyor. “Çar Minar, Farsça'da “Dört Minare” anlamına geliyor. Aslında burası büyük bir medresenin giriş kapısıymış, ama medrese kısmı zamanla yıkılmış; geriye sadece bu dört minareli kapı kalmış. Her minare, İslam dünyasındaki dört mezhebi temsil edecek şekilde tasarlanmış. Mimari ayrıntılar farklılık gösteriyor ama hepsi bir bütünün parçası gibi duruyor. Aslında bu küçük minareler, mezheplerin farklılığını değil, birlikte ne kadar güçlü olduklarını temsil eder. Her biri kendi üslubuyla ama aynı yapının üstünde birlikte yükseliyorlar göğe. Sanki taşla yazılmış bir mezhep ansiklopedisi gibi.
Sözün bittiği yerde taş konuşuyor. Buhara’nın kalabalığından bir adım uzaklaşıp burada birkaç dakika durmak, geçmişin düşünce iklimine kapı aralamak gibi. Çar Minar, sadece mimari bir yapı değil; bir fikir, bir duruş, hatta belki bir çağrı: Anlam, büyüklükte değil; derinlikte. Öyle bakmak lazım.
Minarelerin merkezinde kubbeli bir giriş bölümü bulunuyor. Burası bir zamanlar medreseye açılan kapıymış. Minareler, bu kapının üzerine öyle bir yerleştirilmiş ki; göğe uzanırlarken ilim aşıklarıyla gökyüzü meleklerini buluşturmak istemişler adeta. Bugün bu bölümde, maalesef küçük bir hediyelik eşya dükkânı var.
Minarelerin süslemeleri dikkat çekici bir incelikle işlenmiş. Mavi çiniler, işlemeli tuğlalar ve minarelerin tepelerindeki zarif kubbecikler... Yapının, küçüklüğüne rağmen etkileyici bir ruhu var. Minareler adeta birbirine “Sakın devrilmeyin, yoksa dengemiz bozulur!” der gibi kenetlenmiş.
Sanki her minare bize ayrı bir şeyler fısıldıyor; biri geçmişi anlatıyor, biri geleceği, biri dünyanın çeşitliliğini, biri de huzurun ortasında durmanın sırrını: “Bizler yüksek değiliz ama anlamımız derindir. Çünkü bizler, ilmin giriş kapısının süsleriyiz.”
Çar Minar’ın önünde, biraz yukarıda, yüksekçe bir yerde, iri taşlardan yapılmış bir irimin üstünde duruyoruz. Yanımda Yunus var. Elinde fotoğraf makinesi, bir yandan çerçeveyle uğraşıyor, bir yandan da deklanşöre basıyor. Bense olan bitene, geçmişin ve mimarinin bu garip kesişim noktasına dalmışım. Tam karşıdan bakarsanız iki minare görülüyor biraz sağa ve sola hareket ederseniz dört minare görülüyor.
İçimden geçen ilk şeyi söyledim Yunus’a:
-Bu kadar küçük bir yapı, bu kadar derin bir anlamı nasıl taşıyabiliyor Yunus?
Yunus, her zamanki Yunusça tavrıyla gözünü objektiften ayırmadan cevap veriyor:
-Soran, sorulandan daha iyi bilir Hocam.
Gülümsüyorum ve devam ediyorum. Sevgili Yunusum; dört farklı medeniyetin sesi aynı yapıda yankılanabilir mi? Cevabı gözümüzün önünde duruyor işte. Demek yankılanabilirmiş. Yeter ki niyetler halis olsun. Bir tüccarın hayal gücüyle doğmuş bu küçük yapı, belki de Buhara’nın en derin düşünceli yapısı. İşte Özbekistan! Her bir köşesinde ayrı bir zarafet…
Buhara’nın heybetli medreselerinin, göğe uzanan minareleri arasında, Çar Minar ilk bakışta sanki sadece güzel bir esermiş gibi duruyor. Dikkatle bakınca, bir duruşunun olduğunu fark ediyor insan. Gösterişsiz ama kendinden emin. Sanki yüzyıllardır olduğu gibi, yine soranlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
Halif Niyazkul adında bir tüccarın hayalinden doğan bu eser, sadece mimarî bir dengeyi değil, sanki dört farklı dünya görüşüne sahip olan insanların bir arada barış içinde nasıl yaşayabileceğini de anlatıyor. Her biri ayrı bir sesi fısıldıyor gibi: Geçmiş, gelecek, çeşitlilik ve iç huzur. Bu simetrik ama özgün duruş, bize şunu söylüyor Yunusum: “Farklılık içinde denge mümkündür.”
Yirmi birinci yüzyıldayız. Bizden 208 yıl önce insanlar, taşla tuğlayla, yalnızca yapı değil, fikir, anlam ve incelik inşa etmişler. Dört minareli küçücük bir yapının içinde bile dünyaya bir medeniyetin imzasını bırakmışlar. Ve biz bugün, o kubbelerin altında magnet ve hediyelik eşyalar satıyoruz…!
Dönüş yolunda arkadaşlar da aynı şeyleri tartışıyorlardı. Gezip görmek ve ibret almak böyle bir şey olsa gerek…
Havuz Başı’nda Yemek Molası
Hem Çar Minar’ı konuşuyoruz hem de yürüyoruz. Havuz Başına gelmişiz. Rehber Yıldız ve Hüseyin, iki saat serbest zaman verdiler. Bu zaman öğle yemeği için verilmişti. Her birimiz ayrı ayrı yerlere dağıldık. İki saat çok fazla zaman gibi geliyor ama öyle değil; önce ne yiyeceğinize karar vermelisiniz, sonra da yiyeceğiniz o restoranı bulmalısınız. Diyelim ki buldunuz aradıklarınızı, yeni bir sıkıntı başlıyor; restoranlardaki çalışanlar ağır kanlı, aceleleri yok. Bir saatte anca önünüze siparişler geliyor. Geriye kalan zamanda da yemek yiyip buluşma yerine gelmek kolay olmuyor.
Sebahattin ve Selda hanıma zaman yetmemiş olmalı ki, 20 dakika sonra çıkageldiler…Mazeret gösterdiler ama Yavuz ve Mıdık artık affetmiyorlardı. 20 Euro ceza…
Bahâeddin Nakşibend Külliyesi
Bu gezi boyunca ilk kez bir şeyhin türbesini ziyaret ediyoruz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin türbesini. Burası sadece türbe değilmiş; Buhara şehir merkezinin birkaç kilometre dışında, yemyeşil ağaçların gölgesinde kurulmuş mütevazı ama derin anlamlar taşıyan bir külliye. Hemen önünde durdu otobüsümüz. Girişte, hemen sağ tarafta toplandık. Sırtımızı duvara dayadık ve oturduğumuz yerden rehberimizi dinliyoruz:
“Değerli Anadolu kervanının aziz yolcuları, kıymetli misafirlerimiz...” Rehberimiz, sözlerine her zamanki zarafetiyle başlıyor. “Şu anda yalnızca Buhara’nın değil, Orta Asya’nın manevî kalbindeyiz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin Külliyesi’ndeyiz. 14. yüzyılda bu topraklarda yaşamış olan Şeyh Muhammed Bahâeddin Nakşibend, Nakşibendiyye Tarikatı'nın kurucusudur. Tasavvuf tarihinde derin izler bırakmış büyük bir sufidir. Onu diğer mürşidlerden ayıran temel ilke şu sözde mündemiçtir: ‘Halk içinde Hak ile olmak.’ Yani o, inzivaya çekilmeden, şehirden kaçmadan; aksine hayatın tam içinde, çarşıda, pazarda, insanlar arasında yaşarken kalbi Allah ile beraber tutmayı öğütlemiştir. Gördüğünüz Külliye; bir türbe, mescid, zikir alanları ve çevresinde adım adım yönelen ziyaret yollarından oluşuyor. Her yıl yüz binlerce kişi buraya geliyor; ama burada ne bir telaş görürsünüz ne de yüksek perdeden sesler duyarsınız… Sessizlik burada terbiyedir, edeptir.”
Daha içeriye girmeden, türbenin önünde dua edenler vardı; içeriye girince değişik pozisyonlarda insanları görüyoruz, aslında hepsi dua ediyor. Kimileri ellerini semaya kaldırmış, kimileri sadece oturuyor, kimse konuşmuyor ama herkes sanki kendisiyle hesaplaşıyor. Burası, dış dünyadan çok iç dünyaya açılan bir kapı gibi. Galiba konuşmak değil, dinlemek için geliyor insanlar buraya… Kendini, kalbini, Allah’ı dinlemek için. Rehberimiz, bu mekânın insanda bıraktığı etkiyi şöyle dile getirdi:
“Külliyeye girerken iki kapıdan söz edilir: Biri dış âleme kapanan kapı, diğeri kalbinize açılan kapı. Hangi kapıdan girerseniz girin, çıkarken artık siz eski siz değilsinizdir.”
Türbe ziyareti sırasında, otuz dört kişilik grubun sanki dili tutuldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir şeyler hissetmiş olmalı. Kendiliğinden oluşan bir edep haliydi bu. Bahâeddin Nakşibend’in türbesi bir taştan ibaret değil; adeta bir ayna gibi. Bakan, kendi kalbini görüyordu. Oturduğum yerden kafamı kaldırdım, gözüm duvarda yazan şu cümleye takıldı: “Kalpte olan dile gelir, dilden gönüle geçer.”
Grubun hepsi dua halinde. Rehberimiz Hüseyin telefonla annesini bile aramış ki, annesine; “Ben şu an huzurdayım,” diyordu. Demek ki annesi tarikat ehli. Diyarbakır nere, Buhara nere… Yavuz bile suskundu, ilk kez. Mehmet amca cebinden bir mendil çıkarırken bizlerden gözlerini kaçırıyordu. Hümeyra ise türbenin taşına usulca dokundu ve fısıltıyla ekledi: “Dünya, bu güzel insanlar sayesinde dönüyor olmalı…”
Buhara’nın en sessiz yeri, belki de en yüksek sesle şöyle haykırıyordu dünyaya: “Her şey bir edep üzeredir.” İnsanın hayatında bazı duraklar vardır; oralarda, oraya neden geldiğini değil, oradan nasıl ayrıldığını hatırlarsın. Bahâeddin Nakşibend Külliyesi de işte tam öyle bir yer. Sessizlik burada yalnızca dış dünyanın sesinin kısılması değil, iç sesinizin yükselmesi demek.
“Halk içinde Hak ile olmak”… Ne kadar çok duyulmuş bir deyimdir; ancak aynı zamanda ne kadar yaşandığı da tartışmalı bir sözdür. Gözüm orada her bir köşede, dua edenlere, öylece kendinden geçmiş halde oturanlara, duvara yaslanarak kendini arayanlara takıldıkça şunu düşündüm: Belki de modern hayat bizi hep görünür olmaya zorluyor; hakikat, görünmeden yaşamayı bilenlerin kalbinde saklıymış meğer.
Düşünsenize, aradan yedi asır geçmiş. Yedi yüz yıl! Ama türbe hâlâ capcanlı. Sadece taşlarıyla değil, hâlâ orada edilen dualarla, yaşatılan ahlakla, suskun ama mesaj yüklü bir duruşla… Bütün dünya tanıyor artık Şah Nakşibend’i. Her tarafta müritleri var. Bu kadar zamandır unutulmamış bir ismin arkasında
ne vardır dersiniz? Üzerinde düşünmek gerekmez mi?
Bu külliyede gösteriş yok, mimarîde abartı yok; her şey yerli yerinde, ölçülü ve anlamlı. Asıl tesir belki de burada saklı: Göze değil, gönüle seslenen bir sadelik.
Bazen bir türbe taşı, sana koca bir aynadan daha çok şey gösterir. Çünkü insan, gerçekten bakmaya razı olduğunda en çok kendini görür.
Buhara’dan Ayrılırken
Şah Nakşibendi’n hocasını ziyaret edecektik, planımız öyleydi ama zaman yetmedi. Treni kaçırmamamız gerekiyor. Hüseyin birkaç kez uyardı, uyardı uyarmasına da insanlar türbeden ayrılmak istemediği için ağırdan alıyorlar.
Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil.
Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi…
Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu.
Bir ruh vardı.
Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı…
İlimle yoğrulmuş, edep ile şekillenmiş, irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da.
Kalan Minaresi’nden bakarken, sadece yüksekliği değil, direnci gördük.
Mir Arap Medresesi’nde suskun duvarlardan bile bilgeliğin sızdığını fark ettik.
Nakşibend Külliyesi’nde sessizliğin aslında ne kadar çok şey söylediğini dinledik.
Sitorai Mohi-Hosa Sarayı’nda bir medeniyetin zarafetine tanık olduk.
Ve Ark Kalesi’nde bir gücün nasıl vakar ve dengeyle yürüdüğünü öğrendik.
Ve şimdi…
Arkamızda tozlu yollar, yüzyılların yükünü taşıyan kubbeler, içimize işleyen bir sessizlik kaldı.
Önümüzde ise mavi çinilerin göğe değdiği, rüyayla gerçeğin birbirine karıştığı başka bir şehir var:
Semerkand. Öğle ile ikindi namazımızı cemederek çıktık yola.
Yol uzun değil belki, ama anlamı derin.
Buhara bize kalbimizin neyle dolması gerektiğini fısıldadıysa,
Semerkand da, gözün neyle kamaşacağını gösterecek.
Ey Semerkand, geliyoruz bekle bizi!
Devam edecek
13 Haziran 2025 Cuma
ÖZBEKİŞSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ VI
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI)
Rüştü KAM
2025 Nisan
BUHARA II
Buhara’nın en önemli kültür değerlerinden biri olan Ark Sarayı ve Sitorai Mohi Hosa bugün ziyaret edeceğimiz yerler arasında. Kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Yavuz ve Fatma Mıdık bu sefer işi sıkı tutuyorlar. Taşkent’te yaşadığımız aksaklıkların tekrarını istemiyorlar. Bu kez geciken ben oldum; ceza: 10 Euro. Eyvallah deyip yerime geçtim. Otobüsün en arkasında Yunus’la oturuyoruz. Önümüzde Şükrü Bey ve eşi Hatice Hanım var.
Buhara kusursuz bir şehir desem, yeridir. Caddeleri geniş, yeşilliği bol, tertemiz bir şehir. Bir noktaya kjadar otobüsle gittik. Sonrasında yolumuza yaya olarak devam etmemiz gerekiyormöuş. Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz, Hüseyin ise arkayı toparlıyor. En yaşlılarımız Mehmet ve Ramazan amcalar ama maşallah, gençlere taş çıkartacak kadar dinçler. Yıldız’ın hemen arkasından ayrılmıyorlar. Ark Sarayı’nı teğet geçtik; dönüşte ziyaret edilecekmiş.
Bolo Havuz Camii
Rehberimiz Yıldız, caminin önündeki o ağacın altında toplanmamızı istedi ve maksat hasıl olunca da başladı anlatmaya: “Şimdi tam karşınızdaki bu harika esere bakın. Buhara’nın Emirlik dönemine ait camilerinden biridir bu gördüğünüz yapı. Adı: Bolo Havuz Camii. Halk arasında 'sütunlu cami' olarak da bilinir. Ark’ın hemen karşısında, şehir meydanına hâkim bir noktadadır. Bu, ön cephede sıra sıra dizilmiş ince- uzun ahşap sütunlar caminin en dikkat çekici bölümüdür. Bu sütunların içinde dikildiği günden beri ayakta duran orijinal sütunlar da vardır.
Caminin adını aldığı ‘havuz’ ise hemen önünde yer alan gördüğünüz şu küçük, dikdörtgen bir su birikintisidir. Bolo-Havuz Camii, Emir'in eşinin emriyle 1712'de inşa edilmiştir. Bugünkü sütunlu revak kısmı ise 20. yüzyılın başında, Emir Alim Han döneminde eklenmiştir.
Emir, cuma namazlarını burada kılarmış. Sütunlar Hindistan’dan getirilen ağaçlardan yapılmış; her biri farklı motiflerle süslenmiş. Tavan, renkli desenlerle bezenmiş. İç kısım ise daha sadedir ve ferahtır. Dışarıdaki keşmekeşe inat içeriye serinlik ve sükûnet hâkimdir. 20 dakika serbest süreniz var.”
Havuzun suyuna yansıyan sütunlar zamanı tersine çeviriyor gibiydi. Gösterişsiz ve vakur bir yapı. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik. Loş ışıklar altındayız. Özbek kültürünü yansıtan rengarenk ipek halıların üzerinde yürüyoruz. Müthiş bir duygu. Ses var ama yankı yok. Duvarlar sesimizi emiyor sanki. Caminin içinde sessizlik kendi başına bir varlık. Belki de bu cami, anlamını kalabalıktan değil, sessizlikten alıyor. Ziyaretimizin şahidi olarak, iki rekât şükür namazı kılanlarımız oldu. Dualarımız arş-u âlâya yükseldi. Allah kabul etsin. Dönüş yolumuzda Ark Kalesi var.
Ark Kalesi
Özbek Türkçesinde 'Buxoro Arki', Türkçe'de ise 'Buhara'nın Gemisi' olarak anılan kaledir. Kalenin o ihtişamlı kapısından içeriye girdik ve yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Her adımda saraya yaklaşıyorduk ve nefes alışverişlerimiz de hızlanıyordu. Yokuş yukarı çıktığımız için midir yoksa saraya yaklaştıkça duyduğumuz heyecandan mıdır kararı varın siz v erin! Yukarı çıkarken bizden önce yukarıya çıkanlarla karşılaştık, aşağıya iniyorlar. Yol vermesi gereken onlar olsa da edeben biz kenara çekildik.
“Sevgili Anadolu Kervanı!” dedi Yıldız; “Ark, sadece bir saray değil, yüzyılların tanığıdır. Emirler burada doğdu, burada hükmetti, burada sustu ve bazıları da burada öldü. Ark Sarayı, Orta Asya’nın en eski yönetim merkezlerinden birisiydi. Bu kale de Buhara’nın kalbiydi. Temelleri 5. yüzyıla kadar uzanır. Süreç içinde defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. Bugünkü formunu 16. yüzyılda kazanmıştır. Kalenin surları kalındır. Güvenlik açısından işte bu yüksek tepe üzerine kurulmuştur. Giriş kapısı heybetlidir. Kapıdan içeri girince kendinizi tarihin ortasında bulursunuz. Bugün yürüdüğünüz bu taş döşemeler; bir zamanlar cariyelerin fısıltılarını, emirlerin sert buyruklarını, vezirlerin endişeli ayak seslerini duymuş olabilir. Dikkatlice dinlerseniz sizler de duyarsınız. Çünkü, tarih susmaz. Hele Ark gibi mekânlar hiç susmaz.”
Kale’nin tepesine ulaştığımızda gözlerimiz Buhara’nın eşsiz manzarasıyla karşılaştı. Uzakta yeşil kubbeli Mir Arap Medresesi, hemen yanında Kalan Camii, Abdülaziz Han Medresesi ve görkemli Kalan Minaresi görünüyordu. Dün onlarla tanışmıştık.
“Zamanında Cengiz Han’ın bile dokunamadığı minare işte orada zamana meydan okumaya devam ediyor. Rüzgâr burada başka türlü eser. Burası sadece güzel bir saray değil; aynı zamanda düşündürücü bir mekândır. Buhara’daki her kubbe, her minare, Buhara’nın yüzyıllardır sönmeyen kandilleridir.”
Kaledeki bazı bölümlerde hâlâ arkeolojik kazılar sürüyor. Özellikle harem kısmında ve eski askerî bölgelerde Emirlik dönemine ait seramik parçaları, günlük eşyalar, mühürler ve bazı el yazmaları yavaş yavaş gün yüzüne çıkarılıyor.
Avluda dolaşırken dikkatimizi çeken yapılar arasında mahkeme salonu, taht odası, cami, harem bölümü ve bir de zindan vardı.
Zindan
Kısa bir yürüyüşle Ark’ın zindanına ulaştık. Alçak ve kemerli bir kapıdan içeriye girdik. Kalın duvarlarla çevrili o zindana. Bizi rutubetli bir hava karşıladı. Yerde ve duvarlarda işkencede kullanılan ‘paslı’ işkence zincirlerinin örnekleri var. Hücreler basık ve havasız. Hırsızlar, asi askerler ve hatta fikir suçluları burada cezalarını çekmiş olmalılar. Şairin dediği gibi “zindan iki hece...” Zindan, her yönetimin karanlık yüzüdür. Buraya düşmek yalnızca bedenin değil, sözün de susturulması demektir.
İçeride fazla kalmadık ama birkaç dakika bile yetti bize. Zindanlar burada da soğuktu; taşlar sadece taş değildi, cansız tanıklardı. Bu yapılar insana, tarihin her zaman adil işlemediğini düşündürüyor. Belki de adaleti sağlamak için bu mekânlara ihtiyaç duyulmuştu. Bilemiyoruz.
Cami
Zindandan çıktıktan sonra derin bir nefes aldık. Sırada kale içindeki cami varmış. Emir ve saray mensupları burada namaz kılarmış. Cuma hutbeleri burada okunurmuş. Geniş değildi ama düzenliydi. Ahşap sütunlar dikkat çekiciydi. Mihrabı sade, tavan işlemeleri zamanla kararmış ama izlerini koruyordu.
“Bu cami, kalenin içindeki zamanı dengelermiş. Savaş zamanı da olsa, barış zamanı da olsa vakit gelince herkes burada Rabbine yönelirmiş.”
Hazine Odası
Son olarak hazine odasına girdik. Tek kapılı, korunaklı bir oda. Küçük ama titizlikle korunmuş. Camekânlarda birkaç sikke, mühür, eski bir kemer vardı. Bir zamanlar Buhara’nın serveti burada saklanırmış. Her şey kayıt altındaymış, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış.
Bu odada insan ister istemez kendine soruyor: Bu kadar ihtişamlı bir yaşamdan sonra geriye ne kalmış? Altınlar mı, kayıtlar mı, yoksa sadece boş raflar mı?
Kabul Salonu
Emir’in kabul salonu ise kalenin kalbi gibi. Diğer yapılara göre daha geniş ve aydınlık. Tavan yüksek, duvarlarda haritalar asılı. İşlemeli halılar, birkaç ahşap sandalye ve ortada büyükçe bir minder… Emir burada kararlar alırmış, elçilerle görüşürmüş, bazen dostluklar kurulurmuş bu salonda, bazen de dostluklar bozulurmuş.
Bir de halka açık bir kabul salonu var. Kral yukarıdan nazar edermiş halka. Açık kapı günü gibi düşünün. Bir isteği olan salona alınırmış. İsteğini halkın önünde dile getirirmiş. Huzurdan ayrılırken de sırtı duvara çarpıncaya kadar arkası arkasına gider, sırtı duvara çarpınca da çıkar gidermiş. Salondan çıkarken, krala sırtını dönmek olmazmış. Sırf bu iş için en arkaya hemen çıkış kapısının yanına bir duvar yapılmış, müstakil. Sırtı duvara değinceye kadar arkası arkasına gider, sonra da salonu terk edermiş.
Grup üyelerinden bir kısmı kralın koltuğuna oturarak resim çektirmek için sıraya girdiler. Ben de sıraya girdim ama sıra gelmeyince de fazla ısrarcı olmadım.
Ark Kalesi Yorgun
Ark Kalesi’nin taşları hâlâ yorgun ama ayakta. Her köşesinde devletin yükü var.
Ark Kalesi sadece duvarlardan, odalardan, taş döşemelerden ibaret değil. Her adımda sessizce akan bir zaman duygusu var burada. Zindanında suskunluk, camiinde sükûnet, kabul salonunda endişe hissediliyor. Her yapı bir başka kavramı fısıldıyor: Adalet, dua, hesap ve karar… Bu kale, yalnızca tarihî eser değil; geçmişten bugüne uzanan bir yönetim ahlâkının izlerini de taşıyor.
Ark tepesinden şehre baktığımızda taşların yerini kubbelerin aldığına şahitlik ettik. Buhara, yalnızca zamana direnmiş değil; zamana da anlam katmış. Belki de en çok bu yüzden, bu şehirde dolaşırken insan kendini yalnızca bir turist değil, tarihle göz göze gelen bir tanık gibi hissediyor.
Deve Keyfi
Şimdi yavaş yavaş başka bir yöne, aynı dönemin ama farklı bir duygunun mekânına yürüyoruz. Emirlerin hükmettiği yerden, onların dinlendiği yere…Sitorai Mohi Hosa Sarayı’na. Yani “Ay ve Yıldızın Buluştuğu Yer” e.
Ark Kalesinin çıkışında birkaç deve bekliyordu. Yanlarında bakıcılarıyla. İsteyenler bu develere binerek hatıra fotoğrafı çektirebiliyor. Binmek için normalde devenin çöktürülmesi gerekir ama burada öyle değil; merdivenle biniliyor deveye… O Buhara’nın yakıcı sıcağında, açık alanda para kazanmak için bekleyen o karayağız delikanlılar bezgin bir halde. Belki de iççiler.
Bizim “Altın Kızlar” ve Sultan, deveye binmek istediler, istekten de öte rica ettiler. Grup otobüse doğru ilerlemeye başlamıştı ama ben onları kıramadım. Yardımcı oldum, deveye bindirdim, hatıra fotoğraflarını da çektim. Tabii bu deveye binme hikâyesinin bir de bedeli oldu: Yavuz affetmedi...
Bazen bir fotoğraf için zaman çizelgesinden saparsınız. Ama bazı anlar, programın değil, hatıraların parçası olur. Buhara’da deveye binmek bir turistik etkinlikten fazlası oldu: Çocukluktan gelen bir merakın, bir yolculuğun içindeki küçük sevinçlerin izleriydi bunlar. Yeter ki dönüş yolunu unutmayın; çünkü her Yavuz’un bir ajandası mutlaka vardır.
Ay ve Yıldızın Buluştuğu Saray: Sitorai Mohi Hosa Sarayı
Ay ve Yıldızın Buluştuğu saraydayız. Sarayın bahçesine kadar otobüsle geldik. İçeriye girebilmek için ücret ödememiz gerekiyormuş. Her müzede olduğu gibi rehber Yıldız bileti yine grup adına aldı ve sıra beklemek zorunda kalmadık. Hem de zamandan tasarruf ettik. Yıldızın dediğine göre bu saray; ihtişam ve güç gösterisi için değil, zarafet için inşa edilmiş. Buhara’nın en gösterişli ama aynı zamanda en duygusal köşelerinden biriymiş.
Doğru söylemiş Yıldız; Saray gerçekten etkileyici. Her ne kadar zamanla bazı duvarlarına bakımsızlık sinmiş olsa da ihtişamı hâlâ kendini gösteriyor. Yazın kavurucu sıcağına, kışın ayazına, fırtınasına direnmiş ve böylece yıllardır ayakta kalmasını bilmiş, üstelik her gelen ziyaretçinin karşısına tekrar tekrar çıkmasına rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, özel bir yapıdan söz ediyoruz. İçeriye girer girmez hemen sağda sarayın bahçesinde toplandık ve saray hakkındaki bilgileri rehberimizden almaya başladık.
“Bu saray yalnızca bir dinlenme mekânı değil; aynı zamanda değişen zamanın, modernleşme arayışının bir ifadesidir. Emir Alim Han, klasik doğu saray mimarisini koruyarak Batı’dan gelen estetik dokunuşları burada birleştirmiştir.”
Sarayın bahçesi, daha ilk adımımızda içimizi açtı. Ağaçlar bir ölçüye göre dikilmiş, özenle dikilen rengarenk çiçekler, harika bir bahçe. Burada yalnızca bir sarayın değil, zarafetin sınırları içinde yürüdüğümüzü hissediyoruz. Bahçe, içeride bizi bekleyen renkliliğe bir hazırlık gibi.
Sarayın içine adım attığımızda, ilk dikkat çeken şey ışıklandırma sistemi oldu. Aynalar, mozaikler, tavan süslemeleri... Hepsi ışığı çoğaltıyor; duvarlar sessiz ama gösterişli. Tavanlardan süzülen yansıma, zaman duygusunu kırıyor; insan bir anda hem geçmişte hem şimdide yürür gibi oluyor.
Emir’in kabul salonu, sarayın en etkileyici bölümlerinden biri. Tavanlar ince ince işlenmiş ayna mozaikleriyle kaplı. Duvarları alçı süslemeleri çevreliyor. Divanlar desenli kumaşlarla örtülmüş; hiçbir şey rastgele değil.
“Bu ihtişam güce değil, görgüye dayalıdır. Emir burada politik ağırlığını değil, medenî inceliğini de göstermiştir. Bu saray, onun yalnızca bir hükümdar değil; aynı zamanda bir zevk sahibi olduğunu da ortaya koyar. Burada güç, estetikle dengelenmiştir.”
Sarayın bazı odalarında, döneme ait günlük eşyalar sergileniyor: İşlemeli kaftanlar, yazı takımları, aynalar, el yapımı halılar…
Yıldız dediği gibi; bu sarayda elinde sopasıyla sesini yükselten bir güç yokmuş; kendini hissettiren bir incelik, bir nezaket varmış. Böyle bir yerde kim yaşamak istemez ki; bunun için kral mı olmak gerekiyor…?
Sarayların sessizliğinden, kalelerin gölgesinden çıkarak şimdi Buhara’nın atar damarlarına karışıyoruz. Esnafın sesi, bakırın tınısı, baharatın kokusu… Söz şimdi sokaklarda.
Serbest Zaman
3 saat serbest zamanımız var. Sokakları arşınlayacağız. Esnafı tanıyacağız. Alışveriş yapacağız. Yemek yiyeceğiz, çay -kahve içeceğiz …
Çarşıya girdiğimizde ilk hissedilen şey sadece kalabalık değildi; bir düzenin, bir alışkanlığın kokusuydu bu. Yüzlerce yıldır aynı taş döşemelerin üzerinde yürüyen ayaklar, aynı sabırla örülmüş halılar, aynı tınıyla dövülen bakır kaplar… Her biri geçmişten bugüne hiç kopmamış gibiydi.
“Bu sokaklarda yürürken aslında zamanla birlikte yürürsünüz, bakın şurada bir bakırcı var; dedesi de buradaymış, onun dedesi de. Hiçbir tabela taşımayan ama kök salmış bir aidiyet var bu çarşılarda.”
Sarayın aynalı tavanlarından sonra bu sokakların tozlu taşları daha samimi geliyor insana. Lüks yok burada ama samimiyet var. Bir çocuk elindeki pamuk şekeriyle koşturuyor; bir ihtiyar kumaş tartıyor, Evet, Özbekistan’da ve genel olarak Orta Asya'nın bazı bölgelerinde geleneksel kumaş alışverişinde kumaşlar metreyle değil, ağırlıkla – yani teraziyle – tartılarak satılıyormuş.
Sanki Buhara’nın kalbi burada atıyor; taş duvarlar değil, yorgun eller konuşuyor. Kokular, sesler, dokular birbirine karışıyor. Kalabalık ama yorucu değil. Her köşe bir hikâye anlatıyor, sessizce.
Buhara çarşılarında dokuma, bakır işçiliği, takı ve seramik atölyeleri yerli halkın el emeğini yansıtıyor. Özellikle sabah saatlerinde esnaflar daha sakin ve sohbet etmeye daha meyyal olurlarmış.
Sokaklar kalabalıktı ama karışık değildi. Herkesin kendine göre bir yönü, bir alışkanlığı vardı sanki. Biz de çarşının kalbine doğru yürüyoruz. Dükkanların önü renkliydi. Halılar, takılar, seramikler, bıçaklar… Hepsi göz hizasında ve dokunulacak kadar yakındı.
Özlem hanım kaşla göz arasında girmiş halı dükkanlarından birine. Ve de kıyasıya pazarlık yapmış. Güzel bir halı almış hem de ipek. Tabii makine halısı. El ile dokunan halılar el yakıyor.
14 haziranda kızım Dilruba’nın düğünü olacak. Onun için de bir halı almasını istedim. Kabul etti. Çiseleyen yağmura aldırış etmeden halıcı dükkanının yolunu tuttuk. Bir halı beğendik. Özlem hanım hemen pazarlığa tutuştu yine ve sonunda satıcıyı pes ettirdi. Aldık halıyı. Hakikatli kadındır Özlem Hanım. Sonra da buluşma yerinin yolunu tutuk.
Baktık, bizim grup orada bir dükkânda çoğalmışlar. Biz de daldık içeriye. Bıçakçı dükkânı. Bıçakları elinde yaparmış. Tezgâhta çeşit çeşit el yapımı o bıçaklardan vardı. Sapları kemik, ahşap ya da boynuzdan; ağızları tek çelik dövmeymiş. "Tek çelik dövme", tamamı tek parça çelikten yapılmış ve geleneksel dövme yöntemiyle şekillendirilmiş anlamına gelirmiş. Desenleri de el ile işlenmiş. Bıçakçı habire anlatıyordu. Gayesi bıçak satmak. Nereden bulacak böyle kalabalık bir grubu bir daha.
“Çeliği önce ateşe koyarım. Kızarınca örste döverim. Sapını oyar, yerleştiririm. Desenleri de tek tek işlerim. Hepsi el işidir.”
Herkes, birer ikişer bıçak aldı. Hem işçiliği güzel hem de kullanışlı görünüyorlardı. Ben de Recai’ye aldım. Ne de olsa eski müdürümüz.
Çarşının çıkışına yakın bir yerde, sade bir restoranda yemek yedik. Buhara pilavı söyledik, yanına da ayran. Ne fazla ne eksik; yerli yerinde bir öğle yemeği oldu. Tam öğle sayılmaz, neredeyse akşam olacak…
Verilen saat yaklaştığında herkes buluşma noktasındaydı. Ellerinde küçük torbalar, yüzlerinde yorgun ve de memnun ifadeler vardı. Günün en hareketli kısmı bitmişti. Otobüse binip önce restorana sonra da otele geçtik. Bugün çarşıdan sadece eşyaları taşımadık, bir çok malumat da koyduk heybemize. Sabah erkenden kalkılacakmış ve önce Lyabi-Hauz Meydanına varılacakmış, sonrası Allah Kerim… Talimatı Hüseyin verdi…
Devam edecek
6 Haziran 2025 Cuma
KURBAN BAYRAMI HUTBESİ 2025
KURBAN BAYRAMI HUTBESİ
Rüştü KAM
(Berlin Türk Eğitim Derneği-2025)
Muhterem Müslümanlar,
Bayram sabahının bu ilk ışıklarında, bizleri bir araya getiren Rabbimize hamdolsun. Hepinizi en kalbî duygularımla selamlıyorum. Kurban Bayramınız mübarek olsun.
Bugün sadece bir ibadeti yerine getirmek için değil, aynı zamanda birliğimizi, kardeşliğimizi, insanlığımızı yeniden hatırlamak için buradayız.
Kurban, sıradan bir hayvan kesimi değildir.
Kurban, Hz. İbrahim’in teslimiyetini,
Hz. İsmail’in sadakatini sembolleştiren bir ibadettir.
Kurban, Allah’a yakınlaşmak demektir.
Yani sadece hayvanı değil; nefsimizi, bencilliğimizi, şımarıklığımızı ve gururumuzu da kurban etmek gerekir.
– Bir öğrencinin eğitimine destek olmak,
– Bir yetimin yüzünde gülümsemeye vesile olmak,
– Bir annenin duasında yer bulmak da kurbandır.
Bugün kesilen her kurban, bize şunu hatırlatır:
“Allah’a ulaşacak olan ne onların etidir, ne de kanı... Allah’a ulaşacak olan takvanızdır.” (Hac, 37)
Kurban Bayramı, sadece dinî bir vecibe değil; aynı zamanda bir kültürdür, aidiyettir, hafızadır.
Bayramlarda büyüklerimizi ziyaret etmek, küçükleri sevindirmek, küsleri barıştırmak ve kurbanımızı komşuyla paylaşmak gerekir... Bunlar sadece gelenek değil, manevî görevdir.
Bayramlarda bir araya gelmek, kucaklaşmak, hâl hatır sormak, bayramlaşmak, toplumsal dokunun yeniden örülmesidir.
Sevgili Müslüman kardeşlerim,
Ne yazık ki bugün dünya Müslümanları acı içinde kıvranıyor; ülkesini, doğup büyüdüğü yerleri terk ediyor; savaş ve yoksullukla boğuşuyor.
Gazze, Sudan, Arakan, Doğu Türkistan, Suriye, Irak bu ülkelerdendir... Bayram sevinci bugün oralara uğramayacaktır.
Biz burada huzur içinde bayram yapabiliyorsak, bu Rabbimizin bizlere bir lütfudur. Bu lütfun karşılığı olmalıdır; bedelsiz değildir bu lütuflar. Bu lütuflar beraberinde sorumluluk getirir.
O bölgelerdeki bir çocuğun elinden tutmak, oradaki bir annenin duasına katılmak, o insanların sofrasında bir lokma ekmek, bir yudum su olmak hepimizin görevidir.
Değerli dostlar,
Kurban Bayramı yalnızca bir ibadet değil; aynı zamanda bir vicdan muhasebesidir.
Türk Eğitim Derneği bu muhasebeyi yapan bir kurumdur. Yalnızca bilgi öğreten bir kurum değil; iyiliği çoğaltan bir yuvadır. Bu yuvada büyüyen her birey, sadece aklıyla değil, yüreğiyle de yol almalıdır.
Bugün kurban etini paylaşarak toplumsal bir ibadeti yerine getiriyoruz, bu önemlidir. Bu kadar önemli olan bir ibadet daha vardır; zamanımızı, emeğimizi, bilgimizi ve imkânlarımızı paylaşmak. Bunlar da ibadettir. Hem de diğer ibadetlerin kabulüne vesile olacak çok önemli ibadetlerdir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz.”
(Âl-i İmrân, 3/92)
Ve yine der ki:
“Onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları; Allah’a ulaşan yalnızca sizin takvanızdır.” (Hac, 22/37)
İşte bu yüzden, paylaştığımız her şey aslında niyetimizle ölçülür; kalbimizle tartılır.
Allah Resûlü şöyle buyurur:
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”
Ve yine der ki: “Sadaka, belâyı def eder.” (Sünenü’d-Dârimî, Zekât, 1)
Bunlar, çağımızın en sessiz ama en derin sadakalarıdır.
Kur’an bize der ki:
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar yok mu, işte onların Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2/274)
Bu bayramda sadece sofraları değil, kalpleri de doyuralım.
Unutmayalım: Veren el, alan elden daima üstündür. Ve bazen bir sadaka, sadece bir ekmek değil; bir hayatın istikametidir.
Ama şunu da unutmayalım:
Yardımda öncelik en yakınımızdadır. Kur’an bu konuda çok nettir:
“Ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışa verin.” (Bakara, 2/177)
Yani bir Müslüman için yardım, evinden başlar, çevresine yayılır. Sadaka vermeye önce en yakın çevreden başlanır. Buyruk böyledir. Ailemizi, mahallemizi, ülkemizi ihmal ederek dünyaya yetişemeyiz.
Kur’an, önce bulunduğumuz yere merhametle yaklaşmayı ve sonra da adaletle muamele etmeyi emreder. Dinin buyruğu böyledir.
Bu noktada, Müslüman; duygularla değil, akılla ve vicdanla karar vermelidir.
Gerçek bir imanlı, sorumluluk taşır; çünkü o, sadece bireyi değil, geleceği inşa etmeyi hedefine koymuştur.
Müslümanın kendi sokağında, kendi derneğinde, kendi mahallesinde tedavi edilmeyi bekleyen dertler, çözülmesi gereken sorunlar varken, o uzak diyarlara yelken açarak öncelik sırasını unutmamalıdır; unutmak sorumsuzluk demektir.
Kendi evinde yangın varken, komşusunun evindeki yangına koşan kişi iyi niyetlidir belki; ama döndüğünde evini yerinde bulamayabilir.
Şuurlu Müslüman, sadece duygularıyla değil, aklıyla ve adalet ölçüsüyle hareket etmek zorundadır.
Kendi yaşadığımız yerde çözülmeyi bekleyen birçok sorun varken uzak yerlere, başka coğrafyalara giderek şov yapmanın anlamı yoktur. Şov diyorum, çünkü kalıcı olmayan günlük coşkulara şov denir.
Paylaşmak duygusal bir refleksle yapılmamalıdır; bilinçli bir şekilde organize edilerek yapılmalı ve uzun ömürlü olmalıdır.
Değerli kardeşlerim,
Bizler Berlin’de, ehl-i kitap olan bir toplumun içinde, azınlık Müslümanlar olarak yaşıyoruz. Bu durum bize hem ayrıcalık hem de sorumluluk yüklüyor. Sorumluluğumuzun bilincinde olmamız gerekiyor.
Kur’an der ki:
“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz.
Şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (Mümtehine, 8)
Yani;
Müslüman, inancına sadık kalarak, yaşadığı toplumla barış içinde olması gereken bir kişidir.
Müslüman; komşusundan selamı esirgemeyen, işini hakkıyla yapan, imkânlarını komşularıyla paylaşan, tebessümüyle örnek olan sorumluluk sahibi bir bireydir.
Kurban Bayramı, komşularımızla ilişkilerimizi güçlendirmek için de bir fırsattır. Komşuya kurbandan bir pay vermek, tebessümünü ondan esirgememek; istenilen manevî iklimi oluşturmak için yeterlidir.
Temsil ettiği kimlik, Müslümanın en büyük tebliğidir.
Şimdi Dua Zamanıdır
Ya Rabbi,
Bizi yalnızca ibadet eden değil,
ibadetinin hakkını veren kullarından eyle.
Kurbanlarımızı sadece kanla değil,
kalple sunmayı nasip eyle.
Gönlümüze merhamet,
elimize cömertlik,
sözümüze hikmet ver.
Verirken unutmamayı,
alırken ezilmemeyi,
paylaşırken büyümeyi öğret bize.
İmkân verdiysen,
imtihanı da hatırlat.
Görev verdiysen,
sorumluluğumuzu da unutturma.
Kazandıklarımızı sadece kendimize değil,
yoksula, yetime, öğrenciye de rızık kıl.
Her sofrada bir başkasının açlığını,
her neşede bir başkasının hüznünü,
her sahip olduğumuzda bir başkasının hakkını fark etmeyi nasip eyle.
Bizleri, veren el eyle, bekleyen el değil.
Umut olan eyle, unutan değil.
İyiliği büyütenlerden eyle, sıradanlaşanlardan değil.
Ya Rabbi,
Evlatlarımıza güzel örnek,
çevremize güzel dost,
toplumumuza faydalı insan olmayı nasip eyle.
Ve bizi her bayramda,
sadece sevinçle değil;
şükürle, bilinçle ve sorumlulukla buluştur.
Güzel Rabbim, kurbanlarımızı,
dualarımızı, niyetlerimizi takdim ediyoruz, kabul buyur.
Birliğimizi daim, gönüllerimizi geniş, sofralarımızı bereketli eyle.
Bayramımızı;
barışa,
kardeşliğe,
merhamete
ve dayanışmaya vesile kıl.
Bu mübarek bayramın;
milletimize, İslam dünyasına ve bütün insanlığa
hayırlar getirmesini diliyorum, dileğimi geri çevirmeyesin.
Âmin...
Bayramınız mübarek olsun.
3 Haziran 2025 Salı
ÖZBEKİSTAN V
BERLİN TÜRKEĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (V) - Türk Eğitim Derneği üyeleri olarak çıktığımız Özbekistanve Türkistan yolculuğu; bir coğrafyayı gezmenin çok ötesindeydi. Aslında biz,bu yolda kendimizi arıyorduk. Gördüğümüz her taşta bir iz, her durakta birhatıra saklıydı. Bu gezi, sadece bir kültürü tanımak değil; geçmişimizi,kimliğimizi ve bizi biz yapan değerleri tanımak ve titreyerek kendimize gelmek içinyapılan bir yolculuktu - Rüştü KAM18 Nisan2025ha-bar.com
Hiva’dan Buhara’ya Sabah saat dokuzda Hiva’dan ayrılıyoruz.Güzergâhımızda Buhara ve Semerkant var. Önce Buhara. Özbekistan’ın iki parlayanyıldızı derlermiş Buhara ve Semerkand için. Her birinin ışığı ayrı, havası ayrıymış.Otobüsle gideceğiz Buhara’ya. Kızıl Kum Çölü’nden geçerek. Yolculuğumuz yaklaşık7 saat sürecekmiş. Öğle yemeğini de çölde bir restoranda yiyecekmişiz. Viva’da, konakladığımız butik otelinönündeyiz. Arkadaşların toplanmasını bekliyoruz. Kimimiz ayakta sohbet ediyor,kimimiz bir taşın üzerine oturmuş, telefonuyla meşgul. Sabahın mahmurluğuüzerimizde; bir de güneşin ilk huzmeleri eklenince, adeta uyur gezer gibiyiz.
Viva’daki son dakikalar... Bazı arkadaşlarımız, “Bir gün daha kalmalıydık,”diye dertleniyor ama yapacak bir şey yok. Yol bizi bekliyor.
Otel sahibi çıkageldi; memnun kalıp kalmadığımızı sordu, röportaj havasındasordu. Muhtemelen sosyal medyada paylaşacak. Arkadaşlar da içtenlikleyanıtladı.
Üzerimizdeki rehavetle Hiva’ya veda etmeye hazırlanırken, sohbet birden yöndeğiştirip tarihe uzanıverdi. Osmanlı’nın beceriksizliğinden söz edildi,hainliğine kadar gidildi. Ardından Cumhuriyet’e, oradan da Mustafa Kemal’egeldi dayandı. Sonunda sanki tatlıya bağlandı gibi göründü ama birkaç gönül,hafiften kırıldı gibi. Tartışma usulünü de bilmediğimiz için kalpler çabukkırılabiliyor. Şunun şurasında sohbet ediyoruz değil mi? İnsan düşünüyor ister istemez... Üç gündürÖzbekistan’dayız; adım attığımız her yerde İslâm’dan ilham alan mimarlarınyaptığı eserlerle karşılaşıyoruz. Her biri hayranlık uyandırıyor ve önlerindesaygıyla eğiliyoruz. Bu mimarinin, bu estetiğin, bu ruhun benzerleri bizim ülkemizde de yapılmış. Aynıruhla yapılmış. Aynı milletin evlatları yapmış, dedelerimiz yapmış. Altı Yüz yılboyunca gittikleri her yerde aynısını yapmışlar.Zamanla Osmanlı‘ya muhalif olanlar güçkazanmışlar, acımasızca saldırmaya başlamışlar. Osmanlı da bir gün gelmiş tökezlemişve beklenen son gelmiş. Özbekistan’ın da bir dönem yaşadığı gibi… Ama Özbekhalkı, tarihine sırt çevirmemiş. Geçmişine sahip çıkmış ve bugün yeniden ayağakalkmış. Timur’a küfreden yok burada. Oysa bizde, ne acıdır ki, geçmişine öfkeduyan, onu yok sayan bir kesim var.
İnsanın kendi tarihine, kendi köklerine yabancılaşması kadar yıpratıcı bir şeyolabilir mi? Merak ediyorum doğrusu: Kendi geçmişine bu kadar mesafeli yaklaşanbaşka bir millet var mıdır? Ayıptır, günahtır. Unutmayalım: Kurtuluş Savaşını verenler,Osmanlı ordusunun subaylarıydı, askerleriydi. O yıllarda devletin adı hâlâOsmanlı’ydı, başında padişah vardı ve başkomutandı. Tarihimizle kavga etmeyibırakmalıyızAraplar Müslüman olunca, İspanya’da veSicilya’da medeniyet kurdular. Üstelik bu medeniyet dokuz yüz yıl sürdü.Türkler de Müslüman olduktan sonra, Asya’da ve Balkanlar’da büyük medeniyetlerinşa ettiler; o da altı yüz yıl boyunca ayakta kaldı.
Şimdi sormak gerekiyor: Türk, Müslümanlıktan uzaklaşınca hangi medeniyetikurdu? Varsa, bilen anlatsın…
Bir milletin ayağa kalkması, sadece bugünü inşa etmekle değil, geçmişiyle barışiçinde yaşaması ile mümkündür. Özbekler, Timur’u bağrına basıyor. Bizde ise hâlâtarihine küfredenler var. Oysa ne Osmanlı’ya küfrederek Cumhuriyet anlaşılır,ne de Cumhuriyet’i görmezden gelerek Osmanlı... Bu toprakların hikâyesi,ayrıştırarak değil, anlayarak tamamlanır.Türk, İslâm’dan uzaklaştırıldıkça, sadecekendi kimliğinden değil, dünyanın dengesinden de bir şeyler eksildi. Bugün dünyanınyeniden Orta Çağ karanlığına sürüklendiği açıkça ortada.
Afganistan, Ukrayna, Suriye, Irak, Keşmir, Filistin, İran, Kırım, Libya, Mısır,Yemen, Can Azerbaycan… Hepsi gözümüzün önünde, hepsi cayır cayır yanıyor.
Bu kadar kötü örnek varken önümüzde hâlâ olanları görmemek, hâlâ susmak...Etmeyin, eylemeyin. Yazıktır, günahtır. Kendi topuğunuza sıkmayın… Hatıraları çoğaltarak devam ediyoruz Türk insanı, yıllardan beri aynı konubaşlıkları etrafında dönüp duruyor dolap beygiri gibi: Din, Osmanlı, siyaset,Atatürk... Tartışmalar hep bu eksende. Oysa çoğumuzun bu konularla bilgisi de yok.Daha çok sezgilerimizle konuşuyoruz, aidiyetlerimiz belirliyor fikirlerimizi. Kendimizihangi siyasi eğilime ve mezhebe, tarikata yakın hissediyorsak, onun görüşünüsavunuyoruz. Muhalif safta olan kimsenin konuştuklarını yanlış görüyoruz. Hatta,doğru da söylese yanlış diyoruz. Aynı otobüste yolculuk etmek demek, aynışehri gezmek değildir sadece. Bazen bir bakışta, bazen bir cümlede birbirimizetemas ederiz. Bu yolculuklar, şehirlerden çok insanı tanıma fırsatıdır. Enkıymetlisi de kırmadan, kırılmadan yapılandır. Biz o kıymetli olanı yaptık.Bazen insan ne aradığını bilmeden yola çıkar.Yol boyunca gördükleri, duydukları ve yaşadıklarıyla fark eder neyin peşindeolduğunu. Bizim hikâyemiz de böyle başladı. Kültür turuydu yaptığımız. Taşkent’in,Hiva’nın sokaklarında yürürken, medreselerinde yankılanan sesleri dinlerken,sadece tarih ile değil, kendi benliğimizle de yüzleştik.
Daha da önemlisi, birbirimizin sesine, bakışına, suskunluğuna alışmaya başladık.Kimi zaman bir tartışmanın eşiğinde, kimi zaman bir hatıranın gölgesinde durdukve orada soluklandık. Ama her seferinde yeniden toparlandık. Çünkü biz buyolculuğa sadece bir grupla değil, bir niyetle çıktık: Anlayacaktık, öğrenecektik,hatırlayacaktık…Yol devam ediyor, bizler de öğrenmeye devam ediyoruz. Hatıralarıçoğaltarak devam ediyoruz yolumuza. Bazen fark etmezsin neyi aradığını, kendindiraslında aradığın. Yola çıkınca her adım, sendeki bir hatırayı uyandırır. Herdurak, seni biraz daha sana yaklaştırır.Hiva geride kaldı. Otobüsün lastikleri yolaalışkın, biz ise sessizliğe… Otobüs ilerledikçe, gözlerimiz dalıyor,zihinlerimiz yavaş yavaş başka bir hikâyeye hazırlanıyordu ama Hiva bizibıramıyordu. Bazı şehirler geride kalmaz; yola çıktığında bile seninle gelir.Hiva da o şehirlerden biri. Amu Derya Bir başka kapı, bir başka zaman aralığı.Hiva’dan aldığımız hissiyat, Buhara’da yeni sorulara dönüşecek belki. Gözlerimizi açtığımızda, kendimizi uçsuzbucaksız bir çölün ortasında bulduk. Rehberimiz Yıldız, kum fırtınalarının yolukapatmaması için yol kenarlarına çöl bitkileri dikildiğini anlatıyordu. Bubitkiler daha küçüktü ama görevlerini de icra ediyorlardı. Kısa bir yürüyüş molası verdik. Çöle ayakbasmak, bu tenhalığın ortasında yürümek farklı bir histi. Fotoğraflar çekildik,birbirimizle şakalaştık. İçimizdeki çocuk ortaya çıktı: Koşanlar, bağıranlar,kahkahaya boğulanlar...Aman ne güzel. İnsan kaç yaşına gelirse gelsin bir yanıbiraz çocuk kalıyormuş… Bu mutluluk uzun sürmedi. Yıldız, “Fazlaoyalanırsak Buhara’da Özbek pilavını kaçırırız,” deyince hemen toparlandık.Otobüs yeniden yola koyuldu. Camdan dışarıyı seyretmek bile başlı başına birkeyif; çöl bitkileri bizimle beraber akıp gidiyordu yanımızdan. El sallar gibi…Bir süre sonra önümüzde kocaman bir demirköprü belirdi. Çölün ortasında böyle bir köprü. Şaşırdık kaldık. Ön tarafageçip fotoğraf çekmek istedik ama şoför izin vermedi. Yasakmış. "Rejim komünistolunca birçok şey yasaklanıyor demek ki," dedi biri önden. Gülümsedik.Meğerse Ceyhun Nehri’nin, yani Amu Derya’nınüzerinden geçiyormuşuz. Amu Derya Boru Hattı Köprüsüymüş bu. 1964 yılındayapılmış. Özbekistan’ın Harezm ili ile Türkmenistan’ın Lebap ilini birbirinebağlıyormuş.
“Amu Derya, Orta Asya’nın en büyük nehirlerinden biridir. Tarih boyunca birçokmedeniyete hayat vermiştir. Üzerinden geçtiğimiz Amu Derya Boru Hattı Köprüsü,Sovyetler Birliği döneminde (1964) inşa edilmiştir. Hem karayolu hem de boruhattı taşımacılığı için kullanılan bu köprü, Özbekistan ile Türkmenistan’ıbirbirine bağlar. Çölün ortasındaki bu demir dev, hem coğrafyanın zorluğuna hemde dönemin mühendislik anlayışına dair ipuçları sunar. Fotoğraf çekmenin yasakolması, Sovyet döneminden kalan güvenlik alışkanlıklarının bir yansımasıdır.”
Yemek zamanı geldi. Yol üzerindeki o malum restorana varmışız. Zahratun (Çölakşamı) restoran. Masalara oturduk, garson bekliyoruz. Öyle hemen gelmiyorlarmasaya garsonlar. Hüseyin garsonu çağırdı ve birlikte siparişleri aldılar. Aldılaralmasına da yine karıştırılmış. Arkadaşlardan seslerini yükseltenler oldu“kardeşim ben bunu sipariş etmedim!” “Ben bu işin böyle olacağını biliyordum”diyerek sitem etti Hüseyin cevaben. Belki haklıydı ama siteme de gerek yoktu.Garson tekrar masaya davet edilerek sorun çözülürdü. Öyle de oldu zaten. Grupgezilerinde ufak tefek sıkıntılar olur elbet. Sabır böyle zamanlardagereklidir. Yemeklerimizi yedik, sonra da tek sırayagirerek ödemelerimizi yaptık. Namazlarımızı da burada cem ederek kıldık ve duamızıyaparak yolumuza devam ettik.
BUHARA “Arkadaşlar, Buhara’ya girdik” anonsuylauyandık uykudan, yemekten sonra ağırlık çöküyor insanın üstüne. Uyumuşuz. İçimizkıpır kıpır oldu. Yıllarca kitaplardan okuduğumuz, hocaların anlata anlatabitiremediği, o şehre gelmişiz. Kolay değil, İmam Buhârî’nin, İbn Sînâ’nındoğup büyüdükleri, çelik çomak oynadıkları topraklardayız. Düşünsenize, öndegiden ve de önden giden o büyük insanlar bu sokaklarda yürüdü, buranın havasınısoludu. Şimdi (2025) biz de o havayı teneffüs ediyoruz. Ne kadar şükretsek azdır... Saat 18.00’de restoranda olmamız gerekiyormuşama önce otele uğrayacakmışız. Otobüs otele yaklaşınca dışarıda birhareketlilik başladı. Resmi kıyafetli sanatçılar karşıladı bizleri. Ellerinde ‘Karnay’larla,gökyüzünü de haberdar ediyorlar bizim Buharaya geldiğimizi. -Karnay; dörtmetre kadar uzunluğunda bir zurna düşünün altın renginde, işte o karnay. Tokbir sesi var- Kırmızı halı bile serilmiş yere. Açıkçasıhoşumuza da gitti. Herkes bize bakıyor, “Kim bunlar?” der gibi. Eh, bizizelbette: Berlin Türk Eğitim Derneği! Koltuklarımız kabarmadı dersem yalan olur. Otele eşyaları bırakır bırakmaz tekrar yolaçıktık. 18.30’da restoranda olmamız gerekiyordu. Sadece bize özel olarak osaate kadar açık kalmış restoran. İçeri girince koca koca kazanlarda kaynayanÖzbek pilavı karşıladı bizi. Servisler hemen yapıldı. Üstüne güvercin yumurtasıda kondurmuşlar. Lezzetliydi vallahi. Pilavı bitirdik, yeşil çayımızı da içtik.Sonra otele döndük. Sabah erken kalkacağız, çünkü Buhara bizi bekliyor.Sokaklarda yürürken yüreğimiz kıpır kıpırediyor. Şaka gibi. Buhara’dayız. İmam Buhari’nin şehrinde. Bu şehir sadece taş,toprak değil. Her kemer, her kubbe bir şeyler anlatıyor bizlere. Sadece tarihinağırlığı değil bu; sanki insanlığın vicdanı konuşuyor bu sokaklarda.İmam Buhârî’nin ilimdeki titizliği, İbnSînâ’nın aklı ve hikmeti, bir de Şah-ı Nakşibendî Hazretleri var ki; “Halkiçinde Hak ile olmak” anlayışı tam da buraya yakışıyor. İlim dediğin sadeceakılla değil, kalple, sabırla, adanmışlıkla taşınır. Bu insanlar sadeceBuhara’ya değil, koskoca bir medeniyete yön vermişler.Şimdi kendi kendimize soruyoruz: Biz bumirasa ne kadar layığız? Çocuklarımızı bu ruhla nasıl tanıştıracağız?
Çünkü Buhara’ya gelmek, sadece geçmişi görmek değil; aynaya bakmak gibi birşey. O taşlara sinmiş sükûnet, o türbelerdeki vakar gerçekten bizde var mı? Busorulara samimiyetle cevap vermek lazım. Asıl mesele şu: O insanların yürüdüğübu dikenli yolda biz nasıl yürüyeceğiz, hangi izleri bırakacağız?Unutmayalım, bazen en derin hakikatler ensessiz yollarda, duvarlarda, minarelerde gizlidir. Yeter ki, kendimizi tanıyalım, silkinelimve kendimize gelelim. Yeter ki, bizim olana, bizden olana sahip çıkalım. Buhara deyince ne geliyor aklımıza? İmamBuhârî, İbn Sînâ, Şah-ı Nakşibend... Her biri kendi alanında birer yıldız.600.000 hadis derleyen bir İmam’dan, tıbbın babası kabul edilen bir hekimden,milyonların gönlünü etkileyen bir tasavvuf büyüğünden söz ediyoruz. Batı ona“Avicenna” dermiş, desin dursun; biz onu İbn Sînâ diye biliriz. Güneşi balçıklasıvayamazsınız.Ve işte biz, bu büyük insanların yürüdüğüsokaklarda yürüyoruz bugün. O insanlarla aynı havayı soluyoruz, aynı yollardayürüyoruz, aynı camide cuma namazı kılıyoruz. Daha ne ister insan?
Şükürler olsun Mevla’mıza, bize bu günü de gösterdi ya... “İslam’ınKubbesi” Orta Asya’nın kalbinde, İpek Yolu’nun tamortasında bir şehir var, Buhara. Buhara; 2.500 yıllık geçmişiyle tarih boyuncaticaretin, bilimin ve maneviyatın merkezi olmuş. İlk dönemlerinde Soğdlar’ınyaşadığı bu topraklar, Zerdüştlükten Budizme oradan İslam’a uzanan geniş birinanç yelpazesine tanıklık etmiş bir şehir.674’te İslam’la tanışan Buhara, 9.yüzyılın sonlarında Sâmânîler Devleti’nin başkenti olmuş ve bu dönemde altınçağını yaşamış. Medreseler kurulmuş, minareler yükselmiş, kitaplar yazılmış ve çoğaltılmış.İmam Buhârî, İbn Sînâ, El-Bîrûnî gibi âlimler bu dönemin ikliminde yetişmişler.Buhara artık sadece bir şehir değil, “İslam’ınKubbesi” olarak anılmaya başlanmış. Sonrasını rehberimizdendinleyelim: “Moğol istilasıyla büyük bir yıkım yaşayanBuhara, kısa sürede toparlandı. 14. yüzyılda Bahâeddin Nakşibend öncülüğündedoğan Nakşibendiyye Tarikatı, şehri tasavvufun kalbine dönüştürdü. Ardındangelen Şeybânîler ve Buhara Hanlığı dönemlerinde şehir, yeniden siyasi vekültürel bir cazibe merkezi oldu.1920’de Sovyetler tarafından işgal edildi vezorlu bir döneme girdi. Dinî yapılar kapandı, geleneksel hayat baskılandı. Amaşehir ruhunu kaybetmedi. 1991’de bağımsız Özbekistan’ın bir parçası hâlinegeldi.Bugün hâlâ Buhara’nın dar sokaklarındayürürken taşlara değil, tarihin sesine basarsınız. Medreseler, türbeler,sinagoglar, çarşılar... Her biri bu şehrin çok katmanlı ruhunu taşır. Buhara’daher an sessizliğe karışmış bir Yahudi ezgisiyle ya da bir havuz başında oturan birihtiyarla karşılaşabilirsiniz. İslâm’ın Kubbesi olarak anılan bu şehir, sadecebir şehir değil; yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkan bir hafızadır.”
Şamar oğlanı gibi her gelen vurmuş, kimisi sağdan kimisi de soldan vurmuş.Tökezlemiş, sarsılmış, yıkılmış, vücudu yara bere içinde kalmış ama o Buharaolarak ayakta kalmasını becermiş..
İsmail Samanî Türbesi “Kıymetli Anadolu Kervanı; önündebulunduğumuz bu türbe sadece Buhara’nın değil, bütün Orta Asya'nın en önemlitarihî yapılarından biridir. İsmail Samanî Türbesi.Bu yapı, 9. yüzyılınsonlarında inşa edildi. Sâmânîler Devleti’nin kurucusu ve ilk büyükhükümdarı olan İsmail Samânî için yaptırılmıştır. Dikkat ediniz türbetaşla değil, tuğlayla örülmüş. Ama öyle bir ustalıkla yapılmış ki, sanki tuğladeğil de geometrik motiflerle işlenmiş bir sanat eseri gibi duruyor. O dönemdebu kadar sağlam, bu kadar zarif bir yapı yapmak gerçekten büyük bir mühendislikbaşarısıdır. Bu yapı Orta Asya İslâm mimarisinin ilk örneklerindenbiri kabul edilir. Hem sadeliğiyle hem de taşıdığı anlamla öncü biryapıdır. Daha önceki geleneklerden de izler taşır: Zerdüştlerin ateşgede planıburada İslamî bir forma dönüşmüştür. Yani bu türbe, bir geçiş dönemininsembolüdür. Moğol istilasından bile sapasağlam çıkmış nadir yapılardanbiridir. Burada sadece bir kişinin mezarı yok; bir medeniyetinözü yatıyor.
Bu türbe, sadece mimarisiyle değil, başından geçenlerle de çok kıymetlidir.Pişmiş tavuğun başına bile gelmemiş türbenin başına gelenler. 1220 yılındaCengiz Han’ın orduları Buhara’yı işgal ettiğinde şehir tarumar edilmiş. Camiler,medreseler, kütüphaneler… Hepsi yakılmış, yıkılmış.Ama bu türbe hâlâ ayakta. Neden mi? ÇünküBuharalılar Türbeyi kurtarmak için onu toprakla örtmüşler. Adeta birtümseğe çevirmişler. Moğollar da burayı tepe sandıkları için dikkat etmeden yanındangeçip gitmişler. Yani bu yapı, bir halkın sevgisiyle, sahiplenmesiyle korunmuş.Bugün burada bu türbeyi görebiliyorsak, biraz da o isimsiz kahramanların zekâsıve cesareti sayesindedir. O kadar anlamlı ki; bir türbeyi kurtarmak için onutoprağa gömmek... Bugün gördüğümüz her detay, biraz sabır, biraz sadakat ve pazarlıksızbir inançla ayakta kalabilmiştir.”
Rehberimiz Yıldız bu konuşmayı yaparken neredeyse ağlayacak gibi oldu. Sesi titredi.Çekilen sıkıntıları yaşamasa da anlatılanlarla büyüdüğü için ve samimi bir dinve vatan sevgisiyle büyüdüğü için olsa gerektir. Kalan Camii ve Minaresi “DeğerliAnadolu Kervanı, kıymetli misafirler, şimdi bulunduğumuz yer Kalan Camii(Ulu Camii) ve Kalan Minaresi. Burası, Buhara’nın kalbi sayılır. Zaten “Kalan”demek, “büyük” ya da “yüce” demektir… İsmi gibi yüce bir yapı. Caminininşası 16. yüzyılda, Şeybânîler döneminde tamamlanmıştır. Önümüzdeki bubüyük avlu ve çevresindeki revaklar klasik Orta Asya cami mimarisinin en güzelörneklerinden biridir. Cami 10.000 kişiyi alabilecek kadar geniş bircemaat alanına sahiptir. Kalan Camii, İbn Sînâ’nın zaman zaman inzivayaçekildiği, tefekküre daldığı camidir. Onun yalnızca bir hekim değil, aynızamanda bir mutasavvıf ve düşünür olduğunu hatırlarsak, bu mekânın onun için neifade ettiğini daha iyi anlarız. Kalan Camii, sadece namaz kılınan bir yerdeğildir; ilmin, irfanın, içe dönmenin mekânı olmuştur yüzyıllar boyunca.Ama asıl dikkat çekici olan yapı, şu karşımızdagöklere doğru uzanan görkemli minaredir...Kalan Minaresi. 1127 yılındaKarahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılmıştır. 46,5 metreyüksekliğindedir. Öyle sağlam inşa edilmiş ki, ne zaman bir düşman ordusuBuhara’ya yaklaşsa, bu minare bir direniş sembolü gibi karşılarmış düşmanı,dimdik... Kalan Minaresi’yle ilgili meşhur bir efsane vardır...
Yıl 1220. Cengiz Han, Buhara’yı fethetmiş. Şehir yerle bir edilmiş neredeyse.Saraylar, medreseler, camiler... Ne varsa yakılmış, yıkılmış. Ama bu minareyedokunulmamış. Dokunulmamış ki gördüğünüz gibi hâlâ ayakta duruyor. Neden mi? Sebebişu anlatacağım olayda gizli.Cengiz Han, ordusuyla birlikte Buhara’yagirerken bu minarenin önüne gelmiş ve başını yukarıya doğru kaldırmış. Minareye,“sen ne kadar ihtişamlı da olsan benden büyük değilsin,” der gibi bakmış minareye.Tam o sırada, başındaki miğfer ya da şapkası — rivayete göre altın işlemeli birbaşlık — başından yere düşüvermiş.Cengiz Han eğilip şapkasını almak isterken, vezirlerindenbirisi uyarır: “Han’ım, sakın eğilmeyin! Bu sizin, minarenin önünde saygıylaeğildi şeklinde anlaşılmanıza sebep olabilir.”Cengiz Han doğrulur, duraksar ve şöyle der: “Benbu minarenin güzelliğine değil, onu yapan ve yaptıran akla saygı duyarım.”Ve emreder, “bu minareye dokunulmayacak.” Buhara yıkılmış, yakılmış ama KalanMinaresi ayakta kalmış. Cengiz Han, savaşçıydı, düşmandı ama aklı da takdireden bir düşmandı.Cengiz Han’ın eğilmemek için durduğu o an, biryapının değil, bir medeniyetin kurtuluşu olmuş. Kalan Minaresi, sadeceyükselerek değil, anlaşılmayı hak ederek ayakta kalmış olabilir.Ben derim ki; Kalan Minaresi, bir duruşunsembolüdür. Zamana ve İslam’ın yüceliğine doğru sessizce yükselir; adetabize bir şeyleri hatırlatmak ister. Yanındaki cami ise sadece bir ibadet yerideğil, aynı zamanda bir sığınaktır. Rivayete göre İbn Sînâ buraya gelipyalnızca susmuş ve kalbini dinlemiştir. Bu da bize şunu gösterir: Bazen enderin bilgi, sessizliğin içinde saklıdır. Mir Arap Medresesi “Şimdi tam karşımızda duran yapı, MirArap Medresesidir. 16. yüzyılın ortalarında, Şeybânîlerdöneminde inşa edilmiştir. Yani bu medrese yaklaşık 500yıllık bir ilim yuvasıdır.Medresenin banisi, dönemin önemliisimlerinden Mir Arap adlı bir din âlimi ve Nakşibendî şeyhidir. Buyapı sıradan bir medrese değildir. Özbekistan'da Sovyet döneminde bilekapatılmayan nadir medreselerden biridir. Komünist rejim, pek çok camiive medreseyi kapatırken burası bir şekilde ayakta kalmayı başarmış ve birdönem, ülkenin tek resmî dinî eğitim kurumu olmuştur. Sanki duvarları size osesi hâlâ fısıldıyor olmalı: Oku!"
Po-i Kalan Kompleksi’nden biraz ötede Uluğ Beyve Abdülaziz Han Medreseleri varmış. Yıldız’ın çubuğunu takip ederek orayaulaşıyoruz. Medreseler karşı karşıya. Gayeleri aynı olmasına rağmen aralarındangeçen yol, onları birbirinden ayırıyor. “Kıymetli Anadolu Kervanı, Hani demiştim ya,Buhara bir ilim şehridir diye… İşte şimdi bunun en güzel örneğikarşımızda: İki medrese ve iki farklı çağın temsilcisi.
Solunuzda Uluğ Bey Medresesi, sağınızda Abdülaziz HanMedresesi duruyor. Bu yapılar sadece karşılıklı duran iki bina değil; aynıideale hizmet eden, ama bunu farklı yollardan anlatan iki anlayışın yansımasıdır. Birisade ve düşünce odaklı, diğeri gösteriş ve estetik ağırlıklı.Sol tarafta gördüğünüz bu yapı; Timur'untorunu, büyük astronom ve devlet adamı Uluğ Bey tarafından 1417yılında yaptırılmış. Buhara’daki en eski medreselerden biri olmaözelliğini taşıyor. Süslemelere dikkat ederseniz, oldukçasadedir. Çünkü Uluğ Bey’in anlayışı da sadelik üzerine kuruluydu: Bilgi önplanda, gösteriş ikinci planda.
Bu medresede matematik, astronomi ve mantık dersleri verilirmiş. Çünkü,Uluğ Bey’in amacı sadece bir bina yapmak değil; ilmi, hayatın merkezine almakmış.Şimdi de sağ tarafınıza, yani AbdülazizHan Medresesi’ne bakın;
Bu yapı, 1652 yılında, Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısına inşa edilmiş.Sanki Uluğ Bey’e bir cevap gibi…Ama bu cevap, tartışmak için değil; aynıhakikatin başka bir yüzünü göstermek için verilmiş olmalı.Abdülaziz Han Medresesi ilk bakışta farkınıbelli ediyor.
Çünkü bu yapıda ön planda olan estetik, detay ve görkem.
Süslemelerde çini yerine alçı işçiliği ve altın varak kullanılmış.
Duvarlardaki çiçek motifleri ise neredeyse barok bir hava taşıyor.
Geleneksel çizgilerle ama göz alıcı bir şekilde…Bu medrese, sadece bir ilim yuvasıdeğil; sanatın ve zarafetin de bir değer olduğunu hatırlatan bir yapıdır.
Yani bir yanda sade ve derin bilgi, diğer yanda görkemli veetkileyici bir estetik.
Biri aklı besliyor, diğeri ruhu. İlk bakışta bu iki yapı birbiriyle yarışıyorgibi görünebilir.
Ama gerçekte bir çatışma değildir bu; aynı hakikatin iki farklı yüzüdür,birbirini tamamlayan iki yüz. Biri aklın sadeliğini, diğeri ruhunestetikle ifade bulan zarafetini taşıyor.”
Ben derim ki; iki medrese arasındaki farkı anlamak için orada biraz durun ve kendinizidinleyin. Size, birinin “anlam” önemlidir, diğerinin ise “hayranlık” önemlidir”dediğini duyacaksınız, lisan-ı halleriyle.
Ve kendinize şu soruyu soracaksınız: Biz bugün neyin peşindeyiz?
Sessizce derinleşen bir hakikatin mi, yoksa göze ve duygulara hitap eden birparıltının mı?
Devam edecek
29 Mayıs 2025 Perşembe
KUR'AN MEALLERİNE YASAK GELİYOR
KUR’AN MEALLERİ VE YASAKÇI ZİHNİYET
-Türkiye'de Kur'an meallerine yönelik yasaklama geliyor. Demokrasiyi içine sindirdiğini düşündüğümüz Müslüman Türkiye’de yapılıyor bu yasaklama. Bazı mealler yasaklanırken yerine kimlerin mealleri gelecektir? Diyanet bu işin içinde ise bu durum laiklik ilkesine aykırıdır-
Rüştü Kam
Ha-ber.com
Bir ülkenin gerçekten modern olup olmadığını anlamak için ne inşa ettiği binalara ne de sahip olduğu teknolojik araçlara bakılır. Asıl ölçüt, bireyin düşünce ve inanç dünyasına tanınan özgürlüktür. Düşüncenin serbestçe ifade edilemediği, fikirlerin suç kapsamına alındığı ve bireyin kutsal metinlerle kendi diliyle, aracısız bir şekilde temas kurmasının engellendiği bir toplumda, maddi ilerlemeden söz edilebilir; ancak bu ilerleme, zihinsel ve ahlaki düzeyde bir çöküşü de içinde taşır. Modernliğin özü, özgür birey fikridir. Eğer bir toplumda bireyin kendi kutsalını anlama hakkı dahi devletin veya belirli dini otoritelerin iznine tabi kılınıyorsa, orada sadece kitaplar değil, vicdanlar da sansürlenmektedir. Ve bu, modernliğin değil, otoriterliğin alametidir.
Bugün Türkiye’de bazı Kur’an mealleri yasaklanıyor. Gerekçe mi? “İslam’ın temel niteliklerine aykırı” olmak. Bu gerekçeyi görünce sormadan edemiyoruz: Hangi İslam? Hangi temel nitelikler? Kim karar verdi buna? Ve en önemlisi: Neye dayanarak?
Kur’an, Müslümanlar için Allah’ın doğrudan hitabıdır. Ancak bu hitap, Arapça bilmeyenler için mealler yoluyla anlaşılır. Meal, yani anlam. Bu anlam çabası, bin dört yüz yıldır süregelen bir düşünsel arayışın ürünüdür. Her yeni meal, bir yeni bakış demektir. Kimi dilsel, kimi felsefî, kimi mistik bir yaklaşımla metni kavrar. Ve tam da bu yüzden İslam, tarih boyunca birden fazla yorumun içinde yaşayabildi.
Bugün İslam’ın tarih boyunca taşıdığı bu yorum zenginliği, yerini devletin ya da belirli dini grupların dayattığı tek ve resmî bir yoruma bırakılmak isteniyor.
Tek bir anlayış. Tek bir devlet onayı. Tek bir “doğru” İslam. Geri kalan her şey “yasak.” Bu, artık sadece bir dini yorum meselesi değil; doğrudan bir siyasal müdahaledir.
Siyasi iktidar, dini kontrol altına almak istiyor. Ama doğrudan yapamıyor bunu. O yüzden tarikatların, cemaatlerin ve sözde “alim”lerin talepleri üzerinden ilerliyor. Tarikatlar bastırıyor, Meclis uyguluyor. Bir grup seçkin! halkın neye inanması gerektiğine karar veriyor. Halkın elinden önce Kur’an’ın anlamı, sonra da kendisi alınıyor.
Bu yaşadığımız garabeti tarih daha önce gördü: 1933’te Almanya’da Naziler kitap yaktı. 15. yüzyılda Engizisyon kitap yaktı. Bağdat’ta Hülagü, binlerce cilt kitabı Dicle’ye attı. Bugün bizde “yakmak” yerine “toplatmak” var; ama amaç aynı: Bilgiye erişimi engellemek. Düşünmeyi durdurmak. Mutlak itaati sağlamak.
Üstelik bu yasak, Meclis eliyle yapılıyor. Demokratik olduğunu iddia eden bir meclisin eliyle... Oysa demokrasinin ilk şartı, bireyin kendi vicdanıyla baş başa kalma hakkıdır. Kur’an’ı okuyup anlama ve yorumlama özgürlüğü, sadece bir dini hak değil, aynı zamanda temel bir insan hakkıdır. Bu hakkı devlet değil, Allah verir. Devletin vazifesi bu hakkı korumaktır, gasp etmek değildir.
Bugün bir Kur’an meali yasaklanıyorsa, yarın bir ilmihal, sonra bir fıkıh kitabı, ardından belki bir düşünce yazısı, sonra da susturulmuş bir toplum gelir. Düşünce yasaklandığında dua da susar, çünkü dua düşüncenin bir biçimidir.
Bu yasağa sessiz kalmak, sadece kitaplara değil, geleceğe ihanettir. Bugün “anlamı” yasaklıyorlar; yarın “hakikati” unutturacaklar. Bizler susarsak, bir gün çocuklarımız Kur’an'ı sadece duvarda asılı bir süs, devletin onayladığı bir metin, düşüncesiz bir ritüel olarak tanıyacak.
Bu yüzden, bugün Kur’an meallerine yapılan bu saldırıya, yalnızca bir yayın yasağı olarak değil; halkın dinle, Allah'la ve vicdanla doğrudan bağını koparma teşebbüsü olarak bakmalıyız.
Bu bir tarikat zaferidir. Bu bir devlet zafiyetidir. Bu bir toplum trajedisidir.
Ve bu, susulacak bir şey değildir.
İlahiyat Fakülteleri neden suskundur. Aklı başındaki din hizmetlileri neden suskundur. Susmayın! Sizler sustukça sıra size de gelecektir.
25 Mayıs 2025 Pazar
ÖZBEKİATAN IV
BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ(IV)
-Bazı mekânlar yalnızca taştan tuğladan ibaret değildir; içine binlerce ses, hayal ve dua da sinmiştir. Eğer bir gün yolunuz Hiva’ya düşerse, Emin Han Medresesi’nin avlusunda biraz durun. Oturun bir köşeye. Gözlerinizi kapatın. Belki siz de bir öğretmenin sesini duyarsınız. Belki sizin de içinizde yarım kalan bir meslek, bir hayal, bir öğrencilik anısı kıpırdar. Ve belki, tam da o an, bir kitabın sayfalarını çevirmek gelir içinizden. Sadece bilgi için değil; kendinize, geçmişinize ve hatıralarınıza yaslanmak için-
RÜŞTÜ KAM
14.04.2025
HAREZM BÖLGESİ
Emir Timur’la uzunca bir sohbetimiz oldu, Taşkent’teki Hürriyet Meydanı’nda. Bir hayli dikleştik. Konu elbette Ankara Savaşı’ydı (1402). Farklı bir kişilik Emir Timur. Biz ona Aksak Timur diyoruz, yani Timurlenk. Savaş için zaman zaman ülkesinden ayrılmış ama hiçbir zaman yurduna eli boş dönmemiş. Ülkesini seven bir devlet adamıymış Emir Timur.
El koyduğu topraklardan eli kalem tutanları, sanatkârları, ilim adamlarını, kitapları ve ne yenilik varsa hepsini toplamış, getirmiş Özbekistan’a. Getirdiği o ilim ve sanat erbabına ise imkân tanımış: Paraysa para, elemansa eleman, devlet desteğiyse devlet desteği… Ne gerekiyorsa önlerine sermiş. Sonra da “Haydi bakalım, yürüyün!” demiş.
Ülkesi için iyi şeyler yapmış. Hem de çok iyi şeyler. Yapmış yapmasına da bütün bu yaptıkları bizim nazarımızda onu bütünüyle aklamaya yetmedi. Kendi ülkesini güzelleştirmek adına, bir başka ülkeyi—hem de Müslüman kardeşinin ülkesini—yerle bir etmek, yakışmamıştı Emir Timur’a. Ayrılırken cümlemizi şöyle tamamladık: “Buna rağmen…”
Akşam yemeği için başka bir restorana gittik. Albenisi yüksek, hayli kalabalık bir yerdi. Yerlerimiz Hüseyin tarafından önceden ayrılmıştı. Uzunca bir masa… Bir ucuna ben, öbür ucuna da Hüseyin oturdu. Gün boyunca gezdiğimiz yerleri değerlendiriyoruz, bir yandan da mezelerden atıştırıyoruz.
Aslında şu meze işini, yeniden gözden geçirmek lazım. Ana yemek gelene kadar karnımız doyuyor; sonra da yemeğin yarısı masada kalıyor. Hele ki restorana gelmeden önce geç vakitte bir de samsa yemişseniz, zaten pek aç olmuyorsunuz.
Birdenbire… Öyle bir gürültü koptu ki, sorma gitsin! “Ne oluyor?” diye başımızı sesin geldiği yöne çevirdik. Garsonlar müzik ve dans eşliğinde bize doğru geliyor, ama ne olup bittiğine bir türlü anlam veremiyoruz.
Otobüste Hüseyin’e sormuştuk, “Bugün menüde ne var?” diye. O da “Sürpriz,” demişti. Meğer sürpriz buymuş!
Yaklaşık on garsonun omuzlarında taşıdığı dev bir şiş... Adana kebabından kuzu şişe, tavuk şişten envai çeşit et dizilmiş şişe. Sonradan öğrendiğimize göre bu şiş tam 12 metreymiş! Daha önce en fazla 6 metre yapmışlar; bu şiş rekormuş yani. Grup 34 kişi olunca şiş de 12 metre olabiliyor…
O güzelim ekmeği bir kenara bıraktık; sırf etler ziyan olmasın diye yaptık bunu ama nafile... O güzelim etlerin bir kısmı yine şişte kaldı. “Paket yaptırsak nereye götüreceğiz, nerede yiyeceğiz?” derken vazgeçtik.
Orta Asya mutfağı, görkemli sunumları ve doyurucu lezzetleriyle tam anlamıyla bir kültürel şölene dönüşebiliyor. Özellikle misafirperverliğin baş tacı edildiği bu coğrafyada, yemekler yalnızca karın doyurmak için değil; aynı zamanda bir gösteri, bir paylaşım vesilesi. Turizme yeni yeni açılıyor olmalarının da etkisi var elbette bu cömertlikte. Bizim yaşadığımız o 12 metrelik şiş sürprizi de bunun canlı bir örneği.
O kadar yemekten sonra hemen yatılmaz elbet. Biz de yatmadık zaten. Bir grup arkadaş, otele kadar yürümeyi tercih ettiler. Yediklerini hazmetmek istediler. Ama ben o cesareti kendimde bulamadım; otobüsle dönmeyi seçtim.
Otele vardık. Günü noktalamadan önce bir kahve iyi gider diye düşündüm. Ne var ki Türk kahvesi henüz buralara uğramamış. Yerine “Americano” dedikleri, pek de ciddiye alınmayacak bir kahve veriyorlar. Ama insan, yemekten sonra şöyle sade bir fincan kahve içmek istiyor. Uyduruk da olsa, kahve kahvedir dedik ve başladık yudumlamaya.
Kahve eşliğinde yapılan akşam sohbeti ise gerçekten enfesti. Yorgunluk yavaş yavaş çökerken bir yandan günün muhasebesi yapılıyor, bir yandan da kahkahalar gece karanlığını delip geçiyordu. Taşkent’te gün boyu yürüdük, öğrendik, hayran kaldık, şaşırdık, yorulduk. Restorandan otele yürüyenler sessizliğe eşlik ettiler, benim gibiler geceyi otobüsün penceresinden seyretmeyi tercih ettik.
Her yolculuğun sonunda insan biraz daha susmayı öğreniyor. Belki yorgunluktan, belki içimizdeki sesi daha iyi duyabildiğimizden... Taşkent’in bu son gecesinde, kahve fincanında telve gibi biriken hatıralarımızı fal bakmadan bıraktık yerli yerinde.
Taşkent’teki son gecemizdi… Midemiz dolu, ruhumuz yorgun ama gönlümüz huzurluydu. Şehir, bize sadece tarihî meydanlarını, ihtişamlı müzelerini değil; akşam yürüyüşlerini, garsonların dansını, kahkahaların yankılandığı uzun sofraları da armağan etti. Otele döndüğümüzde içilen bir fincan kahve, belki de günün en sessiz ama en anlamlı anıydı.
Burada öğrendiğimiz şeylerden biri de şu oldu: Her güzel şehir, kendine has bir ritimle veda edermiş misafirine. Taşkent bunu bir fincan kahveyle yaptı. Telvesiyle değil ama hatırasıyla iz bıraktı bizde.
Yarın yeni bir şehir, yeni bir sabah, yeni hikâyeler…
Hiva’ya gidiyoruz
Sabahın saat dördünde kaldırdı rehberimiz Hüseyin grubu. Uçakla Ürgenç’e, oradan da karayoluyla Hiva’ya geçecekmişiz. Otelde kahvaltı için kumanya hazırlanmıştı. Havaalanında uçuşu beklerken yedik onları, otobüste yiyenler de oldu. Çünkü uçağa sokmak yasakmış.
Uçuş kartlarımızı alıp beklemeye koyulduk. Küçük bir havaalanı. Hüseyin, aldı sazı eline, vurdu teline, teline. Arka arkaya Bektaşi deyişleri okumaya başladı. Güzel okuyordu, hem de çok güzel. Anlattığına göre müzik eğitimi de almamış. Alaylı. Kabiliyet meselesi. Ama sabah sabah, o saatte, insanın içine işleyen bir cazibesi olmuyor. Olmuyor olmasına da yine de eşlik ettik Hüseyin’e. Müzik bu, icra edildiği yerde hemen etkisini gösteriyor. Özbekler de dinleyiciler arasına katılınca havaalanının bekleme salonu birden bire konser salonuna dönüşüverdi.
Ürgenç’e gelince beklemeden hemen otobüse atladık. Bavullarımız Taşkent’te kalmıştı. Sadece el bagajı olunca alandan dışarıya çıkmak uzun sürmüyor. Hiva’ya yaklaştıkça içimizdeki heyecan da artıyordu. Şehri bugüne dek yalnızca fotoğraflardan tanımıştık; şimdi ise gerçeğiyle yüzleşecektik. İç kaleye doğru ilerlerken rehberimiz anons etti: “Hiva’ya geldik!”
O an gözlerimiz ister istemez sağa sola kayıverdi. “Neresidir acep bu Hiva?”
O bildik turkuaz çinili minareler, kubbeler ortalıkta yoktu. Önümüzde yalnızca toprak yığınından yapılmış, sade bir kale duvarı duruyordu. Burası, hayalimizdeki Hiva değildi.
Omuz çekip dudak bükerek, otobüsten indik; içeriye araç girişi yasakmış. Bavullar görevliler tarafından otele taşınacakmış. Toplandık rehberimiz Yıldız’ın etrafında. İki rehberimiz var. Türkistan’a geçince rehberimiz üç olacak. Rehberimizin biri de Taşkent’te eşlik etmişti bize.
“Ey Anadolu kervanı, Orta Çağ’dan kalma bir şehirde dolaşmaya hazır mısınız?” dedi ve elindeki çubuğu havaya kaldırarak yürümeye başladı Yıldız. Biz de arkasından.
Kalenin içine adım atar atmaz başka bir dünyaya geçtik. Uzaktan bakınca sıradan görünen bu şehir, yaklaştıkça geçmişin büyüsünü göstermeye başladı. Denizde, uzaktan sadece bacası görünen bir gemi gibi... Görmek istediğimiz o muhteşem manzarayla burun buruna geldik. Gerçekten de Orta Çağ’dan kalma bir şehir burası. Hem de öylece bırakılmış değil, özenle korunmuş bir şehir. Doğru demiş Yıldız.
Kerpiçten yapılmış küçük küçük evler, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklar... Hatta bazı yerlerde taş da yok; toprak yollarda yürüyoruz. Asfaltın uğramadığı bu coğrafyada zaman sanki yavaşlamış gibi. Meğer dış görünüş gerçekten de aldatıcıymış.
Otele ulaştık. Yeni yapılmış ama şehrin dokusuna uygun, küçük bir butik otel. Giriş işlemlerimiz tamamlandı. Akşam yemeğini terasta yiyecekmişiz. Tüm şehir ayaklarımızın altında olacakmış. Belki biraz serin olurmuş; yani, çöl iklimi malum.
Daha fazla oyalanacak zaman yoktu. Vakit kaybetmeden daldık şehrin içine. Hüseyin, işlemleri tamamlamak için geride kaldı. Bizler, Yıldız’ın çubuğunu takip ederek yürümeye devam ettik.
Sokak aralarında müşteri bekleyen satıcılar…
Çekik gözlü karayağız insanlar, sıcak iklim…
Medreseler, saraylar, kervansaraylar ve camiler rengârenk mozaiklerle süslenmiş.
Binaların arasından göğe yükselen turkuaz renkli minareler sanki birbirleriyle yarışıyorlar. Kimisi 55 metreye kadar yükselmiş, kimisi de ona ulaşmak için arkadan yükselmeye devam etmiş ama kader orada ağırlığını koymuş, Han ölmüş, minare de 25 metrede kalmış. Olsun, böyle de güzel.
Ve kapılar…
Bambaşka bir güzellik.
O nasıl bir işçiliktir öyle! Sert ağaçların üzerine ince ince işlenmiş desenler; âdeta bir kanaviçe gibi. Sabırla, emekle, duyguyla, nezaketle…
Hiva, Orta Asya (Türkistan)’nın kadim şehirlerinden biriymiş. Tarih boyunca önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Hanlar şehriymiş. İç kale ve dış kale olarak ikiye ayrılıyormuş. İç Kale, açık hava müzesi olarak niteleyebileceğim bir şehir. Efsanelere göre Hiva şehri, Nuh’un oğlu Sam tarafından çölde kazdığı bir kuyunun etrafında kurulmuş. Bu kuyu, lezzetli suyu nedeniyle zamanla kervanların uğrak yeri olmuş; şehir de böylece gelişmiş, İpek Yolu’nun merkezi hâline gelmiş. Yıldız anlattı bunları.
Etrafı surlarla çevrili bu tarihî miras, Türk-İslâm medeniyetini ayne’l-yakīn içimizde hissetmemizi sağladı. Müthiş bir Orta Çağ şehri. Daha Özbekistan turunun başındayız ama buraya kadar anladığımız o ki, Özbekistan mutlaka görülmesi gereken bir ülkeymiş meğer.
Geç kalmışız. Hem de çok geç.
Rehberimiz Yıldız başladı anlatmaya:
Yıldız Hivalı. Burada doğmuş ve burada büyümüş. Hâlâ burada yaşıyormuş. Bir Orta Çağ şehrinde... Tam şehrin ortasında ve de sokağın ortasında durduk ve Yıldız’ın etrafında toplandık. Merakla ne anlatacağını dinlemek istiyorduk:
“Hiva, Harezm bölgesinin en eski yerleşimlerinden biridir. Arkeolojik bulgular, şehrin tarihinin en az M.S. 6. yüzyıla kadar uzandığını gösterir. Ancak gerçek anlamda tarih sahnesine çıkışı, 9. ve 11. yüzyıllar arasında gerçekleşir. Bu dönemde Hiva, sadece bir yerleşim alanı değil; aynı zamanda astronomi, matematik ve kimya gibi bilimlerin öğretildiği önemli bir kültür ve eğitim merkezidir.
İpek Yolu üzerindeki stratejik konumu sayesinde şehir; ticaret, sanat ve ilmin merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Zerdüştlükten İslam medeniyetine kadar pek çok kültürün izini taşıyan Hiva’nın, Orta Asya'nın belleğinde özel bir yeri vardır.
Ne var ki bu aydınlık dönem, 1220 yılında Cengiz Han’ın ordularının istilasıyla kesintiye uğrar. Şehir büyük ölçüde talan edilir. Bu yıkımdan sonra yüzyıllar boyunca Hiva’da taş üstüne taş konulmaz. 16. yüzyılın başlarında kurulan Hiva Hanlığı, bölgeyi yeniden canlandırmaya başlar. 1603 yılında Arap Muhammed Han, hanlığının başkentini resmen Hiva’ya taşımasıyla şehir, idarî, siyasî ve kültürel anlamda yeniden canlanır. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda mimarî ve şehircilik açısından altın çağını yaşar; bugün hâlâ ayakta olan birçok anıtsal yapı bu döneme aittir.”
Evet, Müslüman böyledir: Yıkmaz, inşa eder; öldürmez, yaşatır. Moğolların Orta Çağ’da yaptığını, şimdilerde modern dediğimiz bu dünyada modernistler yapıyor. Demokrasi adına yapıyor, çağdaşlık adına yapıyor, insan hakları adına yapıyor. Ne diyeyim ben şimdi böyle medeniyete...?!
Tarihin İzinde Hiva
“Yirminci yüzyılın başında tarih bir kez daha yön değiştirir. 1917’deki Ekim Devrimi’nin ardından Hiva Hanlığı yıkılır ve yerine Harezm Sovyet Halk Cumhuriyeti kurulur. Ancak bu yapı da uzun süre ayakta kalamaz; 1924 yılında Hiva, yeni kurulan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanır.
Bugün Hiva, bir zamanlar hüküm süren hanlıkların, büyük bilginlerin ve eşsiz işçilikleriyle iz bırakan ustaların hatırasını taşıyan, yaşayan bir tarih sahnesidir. Şehrin en dikkat çekici bölgesi olan İç Kale (İçan Kala), UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmıştır. Yaklaşık 30 medrese, 20 kadar cami, birkaç saray ve anıt mezarla birlikte, Orta Çağ’dan günümüze kadar bozulmadan ulaşabilmiş nadir şehir merkezlerinden biri olarak kabul edilir. Dış dünyaya kapalı kalmış olması, bu tarihî dokunun korunmasına büyük katkı sağlamıştır.
Ancak Hiva sadece taşlardan ibaret değildir. O, aynı zamanda Türk-İslâm medeniyetinin Orta Asya’daki güçlü bir temsilcisidir. Onu anlamak için bulunduğu coğrafyayı da tanımak gerekir. Hiva’nın içinde yer aldığı Harezm bölgesi, Ceyhun Nehri’nin (Amu Derya) Aral Gölü’ne döküldüğü alanın iki yakasına yayılan tarihî bir coğrafyadır. Günümüzde bu topraklar, İran, Türkmenistan, Özbekistan ve kısmen Tacikistan sınırları içinde kalmaktadır.
“Harezm” adının kökenine dair farklı rivayetler mevcuttur. Bu rivayetlerden birine göre, Büyük Balhan Dağları’ndan gelen Hârizm kavmi bu bölgeye yerleşmiş ve adını da oradan almıştır. Bir başka görüş ise kelimenin Farsça “hâr” (diken) ve “rezm” (savaş) sözcüklerinden türediğini öne sürer. Bu durumda “Harezm”, mecazen “dikenlerin savaşı” anlamını taşır. Her iki rivayet de bu toprakların ne kadar köklü ve çetin bir geçmişe sahip olduğunu bize gösterir.
Hiva’da zaman geçmez, birikir. Her adımda, bir medresenin gölgesinde ya da bir taş kapının sessizliğinde geçmiş üzerinize eğilir. Duvarlar konuşmaz ama suskunluklarıyla anlatır her şeyi. Bazen bir türbenin önünde, bazen bir minarenin gölgesinde fark edersiniz bunu.
İpek Yolu’nun kavşak noktalarından biri olan Hiva, yalnızca taş sokaklarıyla değil, belleğiyle de bizi içine çekiyor. Burada yürümüyoruz; sanki Orta Asya’nın hafızasında dolaşıyoruz.
Harezm, tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış; Ahamenişlerden Selçuklulara, Gazellilerden Arap akınlarına kadar nice iz bu topraklarda birleşmiş. 12. yüzyıldan itibaren ise yalnızca siyasî değil, ilmî bir merkez hâline gelmiş; El-Hârizmî ve El-Bîrûnî gibi büyük bilginleri yetiştirmiş.”
Hiva’nın bu kadar etkileyici olmasının nedeni, sadece mimarî dokusu değil; taşıdığı zihinsel ve tarihî yükle hâlâ yaşayan bir medeniyet tasvirine dönüşmesidir. Burada geçmişin kokusunu ciğerlerimize dolduruyoruz, kollarımızı makas gibi açarak.
Biraz ilerledik, önümüzde bir stant var: Kalpak standı. Beyazı da var, siyahı da. Satıcısından izin alarak hepimiz birer kalpak taktık kafamıza. Sonra da hatıra fotoğrafı çektirdik. Ayrı renklerde 34 kafa bir araya gelince hoş bir manzara oluştu. Aynalarda kendimize bakarken gülümsedik. Sadece şapka değil, sanki bir hafızayı, bir kimliği başımıza geçirdik. Hatıra fotoğrafları çektik ama bu kez görüntümüz değil, neşemiz de karelere girdi. Kalpak standından ayrıldık. Yıldız, gruba döndü ve İç Kale’deki diğer tarihî yapıları anlattı:
Kunya Ark (Eski Saray)
“Değerli Anadolu Kervanı, bu gördüğünüz yapı, hanların hem yaşadığı hem de devleti yönettiği yerdir. Kunya Ark, yani ‘Eski Kale’, 17. yüzyılda inşa edilmiş. İçinde zindan bile vardır sarayın. Aynı zamanda, yazlık kabul salonu olarak da kullanılırmış… Yaz sıcağında oldukça serin olan bir yapıdır. Taş işçiliğinin en güzel örneklerinden biridir.”
Duvarların tarihinden ziyade, oradaki zindanın içini merak ettik; “Acaba kimleri hapsediyorlardı buralara?” diye mırıldandık.
Cuma Camii
İçeri girerken hepimiz biraz yavaşladık. Sanki bir mabede değil de zamanın içine adım atıyorduk. Rehber Yıldız:
“İçeriye girdiğimizde sizi karşılayan şey sessizlik değil, ahşabın dili olacak. Yaklaşık 213 ahşap sütun var burada ve her biri ayrı bir döneme ait. 10. yüzyıldan kalanlar bile var. Bu cami, adeta Hiva’nın zaman tüneli. Dikkatli bakınca sütunlardaki işlemelerde eski ustaların izlerini göreceksiniz.”
Aman Allah’ım 1500 yıllık bir eser. Tabii hayranlığımızı gizleyemedik. Vavvvv sesleri dalgalandı içeride. Sütunlara göz gezdirirken, bir ara, Yunus’un ibadet aşkıyla sessizce fotoğraf çekmeye çalıştığını gördüm. Deklanşöre basarken bile ürkekti. Sanki geçmişi rahatsız etmekten korkuyordu. Bizim Yunus işte… Suna Hanım, bir sütuna yaslanmış ve gözlerini de kapatarak sanki tarihe yolculuk yapıyordu.
Ben mi? Ben de hayal âlemimde kendime yaslanacak bir sütun arıyordum. Her adımımda biraz daha geçmişe gidiyordum. Bulanlar arayanlardır derler…
Kalta Minor Minaresi
Rehber Yıldız, minarenin önünde durduğunda yüzünde biraz buruk, biraz da hayran bir ifade vardı:
“Burası Hiva’nın simgesi. Kalta Minor, yani ‘Kısa Minare’… Yapımı tamamlanmadan kalan bir hayal gibi. Hiva Hân’ı büyük bir minare yaptırmak istemiş. Hiva’daki minarelerin en yükseği onun yaptırdığı minare olmalıymış. Minare 29 metreye kadar yükselebilmiş. Hân’ın ömrü yetmemiş ve minare öylece kalmış. Ama üzerindeki çinilerle hâlâ gökyüzüne meydan okur gibi duruyor.”
Minare gerçekten de yarım kalmış bir cümle gibiydi. Göğün katmanlarına uzanmak istemiş ama kelimeler bitmiş de yeni bir cümleye başlayamamış sanki. Aslında bu eksiklik, ona ayrı bir güzellik de veriyordu. Erşan, minarenin etrafında dolanıyor, çinilere yaklaşmaya çalışıyordu. Mozaikleri inceliyordu.
Hiva’da yarım kalanlar bile tamam hissi veriyordu insana. Ben minarenin yarım kaldığına değil de üzerine kurulan baz istasyonuna üzüldüm. O güzelliğin, tarihin bize bahşettiği o eşsiz mirasın üzerine baz istasyonu mu kurulurmuş! Bu ne biçim bir aymazlık ne hazin bir vurdumduymazlıktır böyle! Çölde yer mi bulamadınız bire ahmaklar?
Yirmi birinci asrın sözde medeniyet temsilcileri! Geçmişin medeniyet sahiplerini hor gören bu ahmaklık, bu ucube, sizin ayıbınız değil de nedir? Hadi oradan! Siz, onların ayağının tozu bile olamazsınız!
Ama yine de geç değil… Bu hoyratlığınız için özür dilemek hâlâ elinizde.
Muhammed Emin Han Medresesi
Minarenin hemen yanında ziyaret etmemiz için bizi bekleyen medreseyi işaret etti Yıldız:
“Burası Hiva’nın en büyük medresesidir. 1851 yılında tamamlanmış. Dönemin en prestijli eğitim kurumlarından biridir... Burada yetişen öğrenciler sadece dinî ilimlerde değil, matematikten edebiyata oradan astronomiye, coğrafyaya kadar birçok alanda eğitim görürdü.”
Öğretmene ve ilme saygılı olunması gerektiğini temsili olarak anlatan o küçücük kapıdan içeri girerken, medresenin içinden öğrenci sesleri geliyordu sanki. Serde öğretmenlik var ya... Mesleğini unutamıyor insan. Hayal ediyorum odaya girince; bir köşeye oturmuşum, önümde talebeler... Onlara ders veriyorum. Hayalimde canlandırıyorum o öğretmen ve öğrenci ilişkisini. Öğretmenlikten istifa ederek Berlin’e geldiğime bir kez daha pişman oldum. İçim burkuldu, gözlerim doldu. Dokunsalar ağlayacağım. Bu dünyada öğretmenlik gibi kutsal bir mesleği bırakmışım ben. 3.000 mevcutlu Denizli Lisesinden. Ne oldu şimdi, başım göğe mi erdi?
Grup çoktan avluya çıkmıştı bile. Ben de ağır adımlarla arkalarından yürüdüm. Medrese avlusuna girdiğimizde, Suna Hanım bir taşın üzerine ilişiverdi. Ağzından şu cümleler dökülüyordu gayri ihtiyari:
“Burası ne hoş bir mekân böyle... İnsanı kitap okumaya kışkırtıyor.”
O da öğretmenliği bırakıp da Berlin’e gelenlerden.
Gülümsedim. Aynı hissi paylaşmanın sıcaklığını hissettim yüreğimde. Bazı mekânlar vardır ya, gerçekten de insanı dinlendirir, içine serin bir huzur salar ve okuma isteğini çoğaltır. Emin Han Medresesi işte tam da öyle bir yerdi…
Bazı mekânlar yalnızca taştan tuğladan ibaret değildir; içine binlerce ses, hayal ve dua da sinmiştir. Eğer bir gün yolunuz Hiva’ya düşerse, Emin Han Medresesi’nin avlusunda biraz durun. Oturun bir köşeye. Gözlerinizi kapatın. Belki siz de bir öğretmenin sesini duyarsınız. Belki sizin de içinizde yarım kalan bir meslek, bir hayal, bir öğrencilik anısı kıpırdar. Ve belki, tam da o an, bir kitabın sayfalarını çevirmek gelir içinizden. Sadece bilgi için değil; kendinize, geçmişinize ve hatıralarınıza yaslanmak için.
Pehlivan Mahmud Türbesi ve Kapısı
“Şimdi de Hiva’nın manevî merkezindeyiz: Pehlivan Mahmud Türbesi’nde. Pehlivan Mahmud, sadece bir sûfî ya da şair değil; aynı zamanda halkın gözünde bir kahramandır. Türbesinin etrafında yer alan cami ve hamam da onun adına düzenlenmiş bir külliyedir. Hiva halkı hâlâ ona dua eder. Saygı gösterir.”
Sessizlik burada başka bir tonda yankılanıyordu. Dua eden birkaç ziyaretçiye biz de sessizce eşlik ettik. Ramazan Amca da ellerini havaya kaldırmış, kendince bir duaya dalmıştı. Kimi zaman kelimelere gerek bile kalmaz; sadece ellerin göğe doğru yükselmesi yeterlidir. Tıpkı mezar taşlarının üzerindeki suskun yazılar gibi… Bazı hakikatler sessizlikle anlatılır.
Yıldız, türbenin yanında kısa bir duraksama yaptı. Sonra hafifçe gülümsedi ve önemli gördüğü birkaç cümle kurdu:
“Sûfî şairlerin en büyük eseri, yaşadıkları hayattır. Burası Pehlivan Derveze Kapısı. Kapı, adını Pehlivan Mahmud’dan alır. 1806’da inşa edilmiştir. Hiva'nın İç Kale’sine açılan dört ana kapıdan biridir. Ancak bu kapının bir farkı vardır; halk arasında ‘Câllâd Kapısı’ ya da ‘Köle Kapısı’ olarak da bilinir. Çünkü bir zamanlar türbenin hemen sağ tarafında köle pazarı kurulurmuş. Firari köleler, isyancılar burada yargılanmayı beklerlermiş.”
Bir anlığına sessizlik oldu içerde. Belki rüzgâr sustu, belki biz... İçimizi bir ürperti kapladı. Hemen o kapıdan çıkarak taş sokakta yürümeye başladık. Başladık başlamasına da ayaklarımız geçmişe değiyordu sanki. O kapı sadece bir geçiş kapısı değil, adeta bir yüzleşme kapısıydı. Korkularla, adaletle, zulümle ve en çok da ölümle yüzleşenlerin kapısı...
Aslında ölüm; her şeyin ötesinde, herkesin önünde duran değişmez hakikattir. Unutmamamız gereken tek hakikat…Bunu biliyoruz, biliyoruz ama ölümle yüzleşmek de istemiyoruz. Soğuk bir yüzü var. O mutlak gerçekten uzaklaşmak isteriz her dem, isteriz istemesine de bir gün başımıza geleceğini bildiğimiz için de sadece şunu söyleyebiliriz; Allah geçinden versin…
Allah Kulu Han Medresesi ve Sarayı
Evet Yıldız’ın eli gösterişli bir duvar süslemesinin üzerinde, anlatıyor:
“Allah Kulu Han döneminde, mimarîde büyük bir zarafet yakalamışlar. Bu medrese o zarafetin bir örneğidir. Saray, Hiva’nın estetik anlayışını ortaya koyar. Özellikle Han’ın kabul odasındaki tavan süslemeleri dikkat çekicidir. Her detayda bir hesap, her desende bir anlam gizlidir.”
Tavan gerçekten göz alıcıydı. Ama bizi asıl etkileyen, sessiz bir matematik gibi işleyen kusursuz simetrilerdi. Şükrü yanımdaydı. Hafifçe yaklaşıp fısıltıya yakın bir sesle dedi ki:
“Hocam, bunları yapan sanatkârlar sadece elleriyle değil, gönüllerini de işin içine katarak yapmışlar.”
Etrafı gezerken Semra’nın bir köşede defterine bir şeyler karaladığını fark ettim. Belki de o tavanın etkileyici güzelliğini birkaç cümleyle bir notaya dönüştürüyordu… Sessizliğin içinden yükselen bir melodi gibi.
Gerçek sanat, sadece göze değil, gönle de hitap eder. Hiva’daki bu yapılar, bir zamanlar yalnızca taşla değil; sabırla, inançla ve derin bir estetik duygusuyla yoğrulmuş.
Bir tavan süslemesi düşünün; bakarken sadece desenleri değil, o deseni işleyen ellerin kalp atışlarını da hissediyorsunuz. O eller belki hiç bilinmeyecek, isimleri de tarihe yazılmayacak... Olsun, ruhu, hâlâ o tavanın kıvrımlarında yaşıyor ya, o yeter.
Sanatın en yüce hâli belki de budur: Adını anmadan iz bırakmak.
Taş Avlu (Hauli) Sarayı
“Han ailesinin yaşadığı, elçilerin ağırlandığı yer burasıydı,” dedi Yıldız, kapının eşiğinde durarak. “Taş Avlunun üç iç avlusu ve 150’den fazla odası vardır. İçeriye girince duvarlardaki süslemelere dikkat edin; her biri ayrı bir hikâye anlatır.”
İçerideyiz. Avlunun ortasına gelince bir süre durduk. Gölgeler uzamış, taşlar yavaş yavaş ısısını kaybetmeye başlamıştı. Hayriye Hanım, bir köşedeki pencereden içeriye bakıyordu, bir taraftan da usulca mırıldanıyordu, “Acaba hangi odada kim ağladı, kim sevindi, kim hangi kararları verdi?” Normal konuşmasında sesi çok az duyulan Hayriye Hanım’ın sesini Yıldız duydu, ona döndü ve gülümseyerek şu tespitleri yaptı:
“Hayriye Hanım, hanlar da insandı. Sarayların içinde olanlar olmuştur... Unutulup gitmiş olabilir belki o yaşananlar, ama taşlar... Taşlar olanları unutmazlar. Saraylar gösterişli duvarlardan ibaret değildir. Her odasında yankılanmış bir ses, her penceresinden süzülmüş bir bakış vardır.”
Taş Avluda yürürken yalnızca tarihî bir yapının içinde değil, duyguların yankılandığı bir hafıza koridorunda ilerliyoruz. Bir odada sevinç, diğerinde keder; birinde bir veda, ötekinde bir hüküm...
Taşlar konuşmaz belki, ama unutmazlar.
Kim bilir, belki de en çok onlar bilir onlar tanır insanı.
Taşkale Kervansarayı
“Taşkale Kervansarayı, Özbekistan’ın Hiva şehrinde, İçan Kala’nın doğu kısmında, Pehlivan Derveze Kapısı’nın hemen yakınında yer alır,” dedi Yıldız. “19. yüzyılın ilk yarısında, Hive Hanı Allah Kulu Han döneminde, 1832-1833 yılları arasında inşa edilmiştir. Dikdörtgen planlıdır. İki katlıdır ve ortasında geniş bir avlu bulunur. Alt katta dükkânlar ve depolar, üst katta ise tüccarların konakladığı odalar vardır. Bu odalara ‘hücre’ denir. Toplamda 105 hücre mevcut. Giriş kapısı doğrudan bu avluya açılır. Avlunun zemini biraz alçaltılmıştır; yük taşıyan hayvanlar rahatça hareket edebilsin diye böyle yapılmıştır. Burası, Hiva’nın ticaret hayatında çok önemli bir yere sahipti. Buhara, İran ve Rusya’dan gelen tüccarlar burada kalır, mallarını burada saklar ve satarlardı. Bu kervansaray, şehrin ticaretini büyütmüş, ekonomisini güçlendirmiştir.”
Gözüm, taş duvarlara ve odalara ilişti. Zamanla tükenmiş, ama ruhunu kaybetmemiş gibiydiler. Taşkale, sadece ticaret değil; insan hikâyelerinin, beklentilerin ve umutların da bir istasyonuydu belki...
Kervansaraylar sadece tüccarların dinlendiği, malların alınıp satıldığı yapılar değildir. Onlar, yüzyılların yorgunluğunu sırtlanmış taş hafızalardır.
Taşkale’de yürürken taş duvarlara yalnızca bakmayın; dinleyin.
Her taş, uzak bir yerden gelen bir yolcunun suskunluğunu saklar. Her hücrede, memlekete dönmek için edilen bir dua, kazanılmış bir ticaretin sevinci ya da kaybedilmiş bir umudun izi vardır.
Ve bazen bir yapı, sadece ekonominin değil, halkın gönlündeki bir değerin de göstergesidir.
Korunmak için kanunlara değil, yüreklere ihtiyaç duyar.
Tıpkı Emir Timur gibi.
Özbekler, onun için ‘Özbekistan’ı Özbekistan yapan adam’ diyorlar. Halkın her kesimi, onun önünde hâlâ saygıyla eğiliyor. Emir Timur’dan söz ediyorum. O kanunla falan da korunmuyor. Korunmasına gerek kalmamış.
İçimi garip bir sızı kapladı. Bizde kaç tane büyük insan böyle gönüllerde yaşatılıyor ki?
Hiva’da Serbest Zaman ve Son Gece
“Artık yeter!” Dedi Yıldız hem yorgun hem de huzurlu bir gülümsemeyle. “Benden bu kadar. Şimdi serbest zaman! Akşam yemeğinde, otelin terasında buluşmak üzere...”
Kafalarımız karmakarışık. O kadar çok şey gördük, duyduk, öğrendik ki…
Beynimiz bilgiyle, kalbimiz duyguyla yüklü. Artık biraz susmaya, biraz gülmeye, biraz da çocuk gibi şımarmaya ihtiyacımız var.
Sokaktayız. Biraz ileride rengârenk kaftanlar, bluzlar, şallar… Sokaklara yayıldık. Herkesin yönü başka, ilgisi başka. Kimi bir ipek dokumasına temas ediyor, kimi bir kumaşın içinde geçmişi hissediyor. Herkes kendi hatırasının izini sürüyor.
Yunus ve ben başka bir avın peşindeydik: Fotoğraf çekme peşinde. Sarayların, medreselerin detaylarını yakalamaya çalışıyorduk. Hediyelikleri sonraya bıraktık; çünkü Hiva’nın ışığı, tarihi dokusu, havası bir daha kolay kolay yakalanmazdı.
Hiva kazan, biz de kepçe…
Karıştırdık, daldık, tattık... İçinden ne çıktıysa payımıza rıza gösterdik.
Sonra arkadaşlarla yollarımız yeniden kesişti.
Bir sokaktan müzik sesleri yükseliyordu. Özbek sokak sanatçısı çalıyordu; başta yıldız olmak üzere grup çoktan entegre olmuştu müziğin ritmine. Üstelik Yıldız sadece oynamıyor, Özbek figürlerini de öğretiyordu.
Az ötede bir toprak fırın. Kuyuda pişen ekmeklerin kokusu sokaklara sinmişti. Açlık da var. Yumulduk hep beraber ekmeğe. Terastaki akşam yemeğini çoktan unuttuk bile.
Tezgahtaki ekmekler bir anda tükenince, kalanları paylaştık. Çünkü gerçek yol arkadaşlığı, bazen bir somun ekmeği paylaşmakla başlar.
Bir başka köşede, ahşap ustaları tahtaları oymaktaydı. Düz bir tahta… ama iç içe geçerek rahleye dönüşüyor. Ne yapıştırma ne çivi… Sadece sabır ve maharet.
Ben açmayı denedim, başaramadım. O tahta, ellerime değil, bana bakıp da güldü sanki. Ama becerikli arkadaşlarımız vardı, onlar başardı. Bazen de güzellik, senin yapamayışındadır aslında.
Günün sonunda terastayız.
Gün, yavaşça geceye dönüşüyordu ama ışık hiç eksilmiyordu.
Minareler; gündüz bize tarihi anlatmıştı, gece ise duayı. Turkuaz çiniler gökyüzüyle el ele vermiş, yıldızlarla dans ediyordu. Gözümüz, sesimiz, kalbimiz… her şeyimiz bu güzelliğin içinde asılı kaldı.
Terasta bir düğün varmış. Özbek düğünü. Çalgılar çalıyor, halk oynuyordu. Hazır, oynamak varken bizimkiler durur mu. Durmadılar zaten. Attılar kendilerini meydana. Özlem Özbek takkesiyle sahne aldı. Kabiliyetli bir kadın, her oyuna hemen adapte olabiliyor.
Düğün sahipleri, kendi oyunlarını bırakıp bizimkilere dönüp izlemeye başladılar. Kültürler buluşmadı burada; kucaklaştı. O gece sadece gökyüzü değil, insanlar da ışıldıyordu.
Yemekten sonra salonun yolunu tuttuk. Bizim için gece yeni başlıyordu. Hüseyin aldı sazı eline. Vurdu bam teline.
Karadeniz’den girdi, İç Anadolu’ya uğradı, Ege’ye süzüldü, Akdeniz kıyılarına ulaştı ve Erik Dalı’yla bitirdi konserini. Hem eğlendik hem dinlendik. Hem yaşadık hem de hatırladık.
Güzel bir günü daha bıraktık arkada …
Yarın Buhara yolcusuyuz.
Şimdi dinlenme vakti. Yatmamız gerek.
Her gezi bilgiyle başlar ama hatırayla biter.
Tarihi öğrenirsiniz, yapıları incelersiniz, hikâyeleri dinlersiniz…
Ama size eşlik eden kahkahalar, paylaşılan bir dilim ekmek, bir kalpak altındaki tebessüm…
İşte onlar kalır.
Hiva sokaklarında sadece alışveriş yapmadık.
Kendimizi bulduk. Biraz da çocuk olduk.
Sokakta dans ettik, ekmeğimizi paylaştık, sazla türküler söyledik.
Çünkü bir yolculuğun asıl amacı, sadece görmek değil; sizde kazandırdığı anlamdır.
Bazen bir şehir sizi biraz daha insan yapar.
Hiva, işte öyle bir yerdi.
Devam edecek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)