23 Nisan 2014 Çarşamba

Kutlu Doğum Haftası’nın Ardından 2014 23 Nisan


Rüştü Kam


Hz. Peygamber bir taraftan herkesin kendi inandığı dinini, özgür bir şekilde yaşaması prensibini bir toplum olarak ilk defa uygulamış, yani dinleri serbest bırakmış, asla din düşmanlığı yapmamış, diğer taraftan da herkesi vatandaş sayarak devleti yönetmiş ve her vatandaşa hak, hukuk ve adalet götürmüştür. Hatta bu hususta daha açık bir ifade ile şöyle söyleyebiliriz:

Hz. Peygamber'in kurduğu devlette ve İslâm bayrağının dalgalandığı her yerde Yahudi, Hristiyan, Müslüman ve müşrikler-ateistler vatandaşlık nimetini birlikte paylaşarak yaşamışlardır. İşte işin asıl bu tarafı Michael Hart'ı* çarpıcı bir şekilde etkilemiş ve bu sebeple de o, hem din ve hem dünyayı birlikte götüren, herkesi dininde serbest bırakmakla birlikte, devlette İslâm'ın sadece dini yönünü değil, bilimsel ve kazai kurallarını uygulayan Hz. Muhammed'i tüm tarih boyunca insanlığa en etkin hizmet götürenlerin en başına, birinci sırasına koymayı ilmi bir görev saymıştır.

Biz Michael Hart’ın anladığı kadar Hz. Muhammed’i anlayamamışız maalesef:
“Kutlu Doğum Haftası” ** çerçevesinde hazırlanan bir etkinliğe davet edildim. Bu hazırlık An der Urania Salonu’nda sahneye konulmuş. Ben salona girdiğimde saat tam 18.00 idi. Salon hostesleri karşıladı beni. Şık giyimli kızlardı bunlar. “Buyurun, size yerinizi gösterelim efendim…”

Salona giriş ücretsizdi. Salonun dışında satış stantları da yoktu. Anlaşılan o ki amaç tamamen Peygamber’in doğum gününü kutlamak. Peygamber’i anlatmak, misyonunu anlatmak. Bu açıdan bakılınca organizeyi yapanları tebrik etmek gerekiyor.

Programın başında ve sonunda iki kez sahne alan kız çocukları ilahiler söylediler. Bu kızlara sazlarıyla eşlik eden kızlar vardı. Başörtülü o kızlar gitar çalıyor, ud çalıyor, def çalıyor ve ney üflüyordu. Cami kürsülerinden yıllardır haram olduğu söylenen müzik aletlerini bugün başörtülü kızlar çalıyor. Bu güzelliği alkışlamamak mümkün mü? Öncelikle bu kızların ailelerini, bu aileleri ikna eden bay/bayan hocaları ve o kızların sahne almasına müsaade eden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kıymetli görevlilerini kutluyorum.  Neden kutluyorum; haramdır hükmüyle güzel sanatlardan uzaklaştırılan Müslümanları tekrar güzel sanatlarla buluşturdukları için. Allah’ın haram kılmadığı bir şey helaldir. Ya bilgisizlikten, ya yobazlıktan, ya da art niyetten kaynaklanan bir hükümdür müziğin yasaklanması. İşte bu yasağın uydurma bir yasak olduğu fiili olarak ilan edildi bu gecede. Onun için kutluyorum.

Zaman iki saat olarak belirlendi başta. Bu açıdan olsa gerek, selamlama konuşmaları olması gerektiği gibi kısa oldu. DİTİB yetkilileri uzun uzun teşkilatlarını ve yaptıkları hizmetleri anlatmadılar. Kur’an tilaveti doyurucu oldu, aynı zamanda Almanca ve Türkçe tercümelerin sinevizyonla yansıtılması  da iyi düşünülmüştü. İlahiler de arabesk formatında değil asli formatında okundu.  Salonun dışında misafirlere takdim edilen 40 ayet seçiminden dolayı yetkilileri tebrik ediyorum.

T.C. Berlin Başkonsolos’u Sayın Ahmet Başar Şen, İslâm’ın Almanya’nın bir parçası olduğunu, kutlu doğum haftalarının burada yapılıyor olmasından da bunun anlaşılması gerektiğini söyleyerek,  bu saatten sonra Almanya’da İslâmofobi üretmenin anlamsız olduğuna vurgu yaptı ve mesajını en güzel şekilde verdi. Bu siyasi bir mesajdı.

Konuklar, dini mesajın, Din Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ten veya Essen Din Hizmetleri Ataşesi ve DİTİB genel Sekreteri Sayın Suat Okuyan’dan gelmesini bekledi ama o bekledikleri mesajı alamadı. Hatibin konuşması sırasında salonun boşalmasından bu durum anlaşılıyordu. Programın sonuna konulan hediye çekilişi de olmasa hatip ortada kalacaktı sanki. Bu sıkıntıyı anlayan organizatörler, hazırlanan VTR’ yi yarıda kesmeyi akledebildiler.
 
Programın geneline baktığımızda bazı eksikliklerin olduğunu görmezden gelmemiz mümkün değildir:

Salon dolu değildi, kadınlar çoğunluktaydı. Organizasyonu Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB)  yapmış. Berlin gibi 300.000 Türkiye’li Müslümanın yaşadığı bir şehirde 850 kişilik salonun doldurulamaması manidardır. Yapılan programın adı “Kutlu Doğum Haftası” dır. Müslümanlar Peygamber’lerini çok severler, o sevgili Peygamber’in doğum gününün kutlandığı bir salon doldurulamıyorsa eksiklik programı organize edenlerindir diyebiliriz. Ya yeteri kadar duyuru yapılmadı, ya Müslümanlar yapılan programların doyurucu olmadığına geçmiş senelerden edindikleri tecrübelere dayanarak gelmediler,  ya da Müslümanlar Peygamber de olsa kendi değerlerine yabancılaşmaya başladılar.
Sonuncusu vahim. Bu durumda en fazla 10 sene sonra Berlin’de Müslümanların ruhuna Fatiha okumak gerekecek demektir ki; düşüncesi bile ürkütücü.

İlahilerin dışında programda şu çok güzeldi diyebileceğimiz bir bölüm yoktu. VTR hazırlanmış, içerik açısından bakıldığında, verilen onca paraya çok yazık olmuş demekle yetinmek daha doğru olacaktır. İçi boş olsa da profesyonelce hazırlanmış bir VTR ‘nin ucuz bir şey olmaması gerekir.

Sunucu daha ehil birisi olabilirdi, programın akışının canlı tutulması açısından uygun düşerdi, herhalde bulunamamış olmalı.

Seçilen konu “Din ve Samimiyet”. Hz. Muhammed’in doğum gününde Hz. Muhammed’in anlatılması gerekmez miydi? Çocukluğundan başlayarak, gençliği, peygamberliği, evliliği, Mekke Dönemi, Medine Dönemi, Hicretleri, savaşları v.b.
Müslümanlar yüz sefer de dinleseler peygamberlerini yüz birinci sefer yine dinlemek isterler. Onunla beraber olmak isterler, onun yaptığı güzel uygulamaları birebir hayatlarına geçirmek isterler çünkü...

Senede bir düzenlenen ve ayrı ayrı konuların işlendiği kutlamanın anlamı olmaz, makbul da olmaz. Salonun tam dolmaması gelenlerin de salonu erken terk etmesi bu yanlış konu seçiminden de olabilir. Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine geçen sene gelen bu sene gelmemiştir. Bu sene gelen seneye gelmeyecektir. Ayrı ayrı konularda ısrar etmenin anlamı yoktur.

Kutlu Doğum Haftası demek, bir hafta sürecek bir kutlama demektir, halkımız böyle anlıyor. İki saatte bitecek bir programın adına kutlu doğum haftası denilmez. İçinde bulunduğumuz toplumda buna benzer kutlamalar aylar öncesinden başlıyor, en azından onlar örnek alınarak uygulama zenginleştirilebilirdi. Ya adını değiştirmek lazım bu kutlamaların, ya da bir haftaya dağıtarak değişik etkinliklerle kutlanmalıdır. Eğer bunlar yapılamayacaksa, eskisi gibi mevlit kandilinde kalınmalıdır.

Günün hatibi, sahneye çıktı. Yaklaşık 45 dakika konuştu. Ama konuşmanın içinde Hz. Muhammed yoktu. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin neredeyse tamamı konuşmanın içinde vardı. Ama  Hz. Muhammed’e bir türlü gelinemedi. Sadece miraçla ilgili iki cümleyle Hz. Muhammed anlatıldı kendi doğum gününde.

Bir de şuna dikkat etmek gerekiyor; bu gibi etkinliklerde vaaz etme yerine, kıssalar anlatma yerine Peygamberimiz’in misyonuna uygun mesajlar vermek gerekiyor.  Hele Hristiyan bir ülkede yaşayan bizlere Peygamberimiz’in vereceği çok önemli mesajlar olmalıdır. Bu mesajlar Müslümanlara yön verecektir.

Hocalar konuya bu şekilde yaklaşacaksa, bu gibi etkinliklerde hocaların konuşması programların şartlarından olmamalı. İyi hazırlanmış bir metin tiyatro sanatçılarından birinin eline verilmeli ve ona okutturulmalıdır. Metne uygun ve Kutlu Doğuma uygun giysiler içinde ne de güzel olur. Mesela  Çetin Tekindor.

Hazırlanan VTR’ler de Peygamber’in hayatından kesitler olmalıdır, misyonuna uygun kesitler. Böyle bir uygulama oldukça etkileyici olacaktır. 

Din Hizmetleri Ataşeleri Müslümanlar açısından  önemli gün ve gecelerde resmi kıyafetler giymeliler, cübbe ve sarık mutlaka olmalı.  O koltuk resmi olarak Peygamber koltuğudur.  O koltuğun bir ağırlığı vardır.  O ağırlık korunmalıdır. Kravat ve takım elbiseyle o koltuk doldurulamıyor maalesef. Ben resmi toplantılara resmi kıyafetin dışında bir giysiyle gelen Hristiyan din görevlisi görmedim bugüne kadar.

Din Ataşesi mesajını Kur’an okuyarak ve o okuduğu Kur’an’ı anlamlandırarak verebilir, bu anlaşılır bir şeydir, ama  kaside okuyarak veremez, kasideyi çok güzel de okusa bu böyledir.

Öte yandan, Diyanet işleri Başkanlığı Berlin Din Hizmetleri Ataşesinin yapacağı etkinlik bir cami görevlisinin yapacağı etkinlikten farklı olmalıdır. Din Hizmetleri Ataşesi’nin hazırlayacağı etkinlikte Alman davetliler de olmalıdır. Kilisesinden bürokratlarına ve sanat erbabına varıncaya kadar her kesimden insan davet edilmelidir Ataşenin organize ettiği etkinliğe. Ve orada sadece Hz. Muhammed  ve O’nun misyonu anlatılmalıdır. 

Kendimiz çalıp kendimiz oynayacaksak, bu organizeyi Din Hizmetleri Ataşesinin yapmasına gerek yoktur, bunun için salon tutmaya da gerek yoktur, camiler bu işi zaten yapıyor. Hem de daha güzelini yapıyor.***
………………………………………………

* Dünya tarihine yön veren en etkin 100 ismin başına Hz. Muhammed’i koyan Amerikalı bir bilim adamıdır Michael Hart. Bu sıralamanın birincisi ilan ettiği Hz. Muhammed (s) ile ilgili kısaca şu açıklamada bulunmaktadır:
“İslam peygamberi; Arabistan fatihidir. Birçok kişi Muhammed’i şaşırtıcı bir tercih olarak görebilir, fakat laik bir tarihçi perspektifiyle o hem kitleleri etkileyen bir din adamı hem de askeri-politik lider olması bakımından eşşsizdir.”

** 1989 yılına kadar ülkemizde Hz. Peygamber'in doğumu, Kameri Takvime göre Rebi'ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili adı altında kutlanmıştır.
İlk defa Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılında Kameri Takvim, 1994 yılından itibaren de, Peygamberimiz’in Miladi doğum günü olan 20 Nisan tarihi esas alınarak “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri yapılmaya başlanmıştır.
Bu çerçevede bütün il ve ilçelerde değişik konularda panel ve konferanslar düzenlenmiş, 1994 yılından itibaren de hafta içerisinde sempozyum düzenlenmeye başlanmıştır.

Bu kutlamaların Hz. Peygamber'i tanıma ve anlama bakımından çok büyük bir önemi vardır. Fakat bazı Müslümanların bu konuda da aşırı giderek Hz. Peygamber'i diğer peygamberlerden üstün tutmak gibi bir yola girdikleri de gözden kaçmamaktadır. Halbuki Kuran’da müminlerin "Biz onun peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırmayız. Ey Rabbimiz, işittik ve itaat ettik, affını isteriz ve dönüş ancak sanadır, dedikleri, zikredilmektedir. (Bakara 285).

*** Peygamberin Kutlu Doğum Haftasında sponsorlar Peygamber’den öne geçmemelidir. Kendilerinin Peygamberin önüne geçmelerini sponsor olan kişiler de istemez...


  • Fikri Emanet Senin kadar bu konuyu düsünselerdi, yani kendilerine dert edinselerdi, sonuc iyi olurdu. Bürokrasi ile din temsil edilemez. Sonuc iyi olmus, kötü olmus. kimin umurunda. Metotsuz yapilan her is verimsiz olmaya mahkumdur. Umarim bu tafsilatli kritigini dikkate alirlar. selamlar.

5 Nisan 2014 Cumartesi

KUR’AN’A BİR DE BU GÖZLE BAKIN




Rüştü Kam  2014

İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, “İslâm’da Sosyal Adalet” üzerine temellendirdiği fikirlerini Berlin’de okurlarıyla paylaştı.


“Kur’an-ı Kerim’de 3 tane put ismi vardır. Lat, Uzza, Menat. Lat, otorite, Uzza, güç, Menat da para demektir. Otoriteden emperyalizm, güçten faşizm, paradan da kapitalizm doğuyor. Çağımızın 3 büyük putu bunlardır. Kur’an’ı böyle okuduğumuzda çağın derdine tam da parmak basan bir kitap olduğunu görüyoruz.”


“Kur’an’daki yaratma vurguları sadece Allah’ın varlığını belirtmek için değildir aynı zamanda kölelere sahip olunamayacağını anlatmak içindir. Kur’an’daki tabiat tasvirleri ise mülkün Allah’a ait olduğunu söylemek içindir. Sürekli ölüm hatırlatması yapılması dünyaya bağlanmaktan vazgeçmek gerektiğini vurgulamak içindir.”


 “Şeytan dediğimiz şeyle içimizdeki 3 büyük temel dürtü temsil edilir. Adem’e secde et, denildiğinde etmeyip “Beni ateşten yarattın onu çamurdan.” diyen şeytanla temsil edilen şey kibirdir. Şeytanın Adem’e “Sana sonsuza kadar toplamanın yollarını göstereyim mi?” demesi hırstır. Şeytan, “Bana değil de Adem’e güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu göstereceğim” diyerek Adem’i kıskanır. Burada temsil ettiği haset duygusudur. Kur’an’a göre 3 büyük günah budur. Her üçünün de altında sahip olma ve mülk tutkusu vardır.”

GİRİŞ:

Bazı çevrelere göre “hür” bazılarına göre ise “aykırı ilahiyatçı” olarak değerlendirilen yazar ve düşünür İhsan Eliaçık Türk Eğitim Derneği’nin davetlisi olarak geldiği Berlin’de bir dizi seminer verdi. Daha önce yurtdışına çıkma yasağı nedeniyle Avrupa’daki okuyucularıyla buluşma imkânı bulamayan Eliaçık, Berlin’de olmaktan dolayı mutluluğunu ifade ederek bundan sonra sık sık bu tür organizasyonlara katılacağını belirtti. “İslâm’da Sosyal Adalet” üst başlığında “Kur’an’ın Ekonomik Politik Okunuşuna Giriş” ve “Kur’an Kıssalarının Ekonomik ve Politik Okunuşu” konularında seminer veren İhsan Eliaçık, “Kur’an’a bir de bu gözle bakın.” diyerek “mülk, paylaşım, eşitlik, otorite, güç” gibi kavramlar üzerinden Kur’an’ın insanlığa verdiği mesajı yorumladı. Kur’an’ın insanın psikolojik ve sosyolojik dünyasına bir hitap olduğunu söyleyen Eliaçık, Kur’an’da okuduklarımızın gündelik hayatta karşılığını bulmamız gerektiği ilkesinden yola çıkarak kıssaları oloğanüstü ve mitolojik anlatımlardan arındararak ele alıyor. Eliaçık seminerde, Peygamberimiz zamanında Mekke’deki sosyal hayattan, Peygamberimizin bu düzene nasıl alternatif olduğuna, Kur’an’ın “Hayır” diyerek itiraz ettiği konulardan, şeytanın insana yaklaşma yollarına, insandaki “toplama, biriktirme ve kontrol etme” hastalığıdan, tefsirlerin arkeolojik kanıtlarla desteklenmesi gerektiğine kadar pekçok konuya değindi. Kur’an’ı anlamak için önce hayatı anlamak gerektiğini belirten Eliaçık, yeniden yorumladığı Kur’an’daki 23 kıssa ve 22 meselden birkaçına seminerdeki konuşmasında yer verdi.

İşte seminerden ilginizi çekeceğini düşündüğümüz bazı başlıklar:  

Neden Kur’an’ın Ekonomik ve Politik Okunuşu?
Müslümanlar yıllardır bekliyorlardı ve iktidar oldular. Bugün gelinen noktada Müslümanların bazı problemleri olduğunu düşünüyorum. 40 yıllık İslâmi hareket, cemaat çalışmaları vs. sonucunda bir öz eleştiri yaparak, “Nerede yanlış yaptık?” sorusunu kendime sordum. “Bütün bu Kur’an okumalarının, ders halkalarının, toplaşmaların sonucunda bu mu çıkmalıydı?” Kur’an’ın okunmamış ayetini bırakmamış ancak konu para, mal, mülk meselesine geldiğinde neredeyse tamamı tökezleyen bir camiayla karşı karşıyayız. Müslümanların zihin ve gönül dünyalarında derin bir boşluk olduğunu, buralara hiç çalışılmadığını, herhangi bir kapitalistten farkları olmadığını fakat bunun çoktan unutulduğunu, hiç de önemsenmediğini fark ettim. Ve dilimdeki söylemi değiştirmeye başladım. Özellikle 2007’den sonra, eski konuların hepsini bir kenara koydum ve yeni mevzulara girmeye başladım. Bu süreç devam ediyor. Kur’anın ekonomik politik okunuşu dediğim olay bence bugün Müslümanların üzerinde durması gereken en önemli şeydir.

Hayatı Okumadan Kur’an’ı Anlayamazsınız
Bir grup genç “Kur’an öğrenmek istiyoruz.” diye bana geldiler. Eskiden “Hadis usulü öğrenin, tefsir okuyun, şu kitapları okuyun, önce şu sureleri okuyun, Arapça öğrenin.” gibi şeyler söylerdim. Onlara dedim ki, “Size bir tefsir usulü önereceğim ama bu daha önce bildiklerinizin hiçbirine benzemeyecek.” Kur’an’ı elime aldım ve kapattım. “Kur’an’ı anlamanın ilk yolu Kur’an’ı kapatmaktır, Kur’an’ı okumamaktır.” dedim. Ve onları İstanbul’un bazı yerlerine gönderdim. Mesela Mecidiyeköy’de devasa gökdelenlerin ve onların çöplerinin boşaltıldığı yerlere gönderdim. Küçük çocuklar gelip torbalarını dolduruyorlar ve o çöpler onların akşam yemeği oluyor. “Buraları gidin gezin, sonra size Kur’an’ın nasıl okunacağını anlatacağım.” dedim. Geldiklerinde, “Gördükleriniz karşısında içinizde bir isyan, bir yumruğunu sıkma, ‘Ya bu nasıl olur?’ diye şehrin boşluğuna doğru bağırma hissi, öfke yoksa Kur’an’ı okumayın, Kur’an size hiçbir fayda vermeyecektir. Hatta sizin Kur’an okumanız zararlıdır.” dedim. Bu Kur’an masa başında yazılmış bir kitap değildir. 23 senenin sonunda, olaylar oldukça, çatışmanın, isyanın, kılıç çekmenin, karşı karşıya gelmenin, korkunun içerisinde oluşmuş metinlerdir bunlar. Bu metni okurken içerisindeki kılıç şakırtılarını, köle feryatlarını, zavallıların, acizlerin, Bilal-i Habeşiler’in, cariyelerin çığlıklarını duymuyorsanız, bu kitaptan hiçbir şey anlamazsınız. Kur’an’ı okumak için önce hayatı okumak gerekir. Hayatın içindeki çelişkileri ve acıları görmek gerekir. Eğer bu kitap hayatın çelişkilerine bir çözüm bulmuyorsa zaten bir tapınak kitabına dönüşmüştür, hiçbir işe yaramaz.

Kur’an Mekke’deki Sistemi Sorguluyordu/Yaşayan Kur’an
Bu kitap Mekke’de ve Medine’de insani trajedilere ve zulümlere çözüm bulmak için gelmiştir. “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı öldürüldü? (Tevkir, 9)” ayeti Mekke’deki sistemi sorgulayan bir ayettir. Bu sorunun ardından Mekke’nin devasa bir problemi ortaya çıkıyor. Kız çocukları cehaletten dolayı gömülmüyordu. Tefeci bezirganlar şehre hâkimdi. Mekke’ye getirilen malları iç ediyorlardı. Oradan kazandıkları paralarla bankerlik yapıyorlardı. Mekkeli yoksullara borç para veriyorlar, borcunu ödeyemeyenlerin erkeklerini köle yapıyor, kızlarını kadınlarını da Kâbe’nin arka sokaklarında açmış oldukları genelevlerde çalıştırıyorlardı. Kur’an-ı Kerim buna “Yeda Ebu Leheb” diyor. “Ebu Leheb’in kurduğu düzen” Adamın iki eli kurusun diye beddua etmiyor. Ebu Leheb’in kurduğu düzene beddua ediyor. Mekkeli çocuğum büyür de onların eline düşer diye toprağa gömüyor. Kur’an-ı Kerim diyor ki, “Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. (İsrâ, 31)” “Kahrolsun Ebu Leheb’in düzeni” diye, bu ayetler sokaklarda çınlamaya başlayınca, bu düzenden mağdur olan ne kadar cariye, baba-anne varsa Peygamberin yanına doğru koştu.
Mekke’yi sarsan soru bu, sokağın beklediği soru bu. “Bunun hesabını sormak için geldim. Kâbe’nin etrafında, Allah’ın evinin olduğu bir yerde böyle bir şey olamaz.” Kılıcını çeken Peygamberin arkasında saf bağlıyor.
Bir tanesi Peygamberimiz yolda yürürken arkasından vuruyor ve soruyor:
-“Sen Abdullah’ın oğlu Muhammet misin?”
-“Evet”
-“Sen Allah’ın resulü olduğunu söylüyormuşsun, doğru mu?”
-“Evet”
-“Allah sana ne diyor, bir bölüm dinleyebilir miyim?”
- O da Tekvir Suresi’ni okuyor. “Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar yerlerinden düşüp dağıldığı zaman, (...) diri diri gömülen kız çocuğuna hangi suçundan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman... (Tekvir, 1-9)” Tam oraya geldiği zaman adam;
- “Tamam” diyor. Peygamberin ağzını tutuyor. “Bunları sana Allah mı söylüyor?”
-“Evet”
-“Sen Allah’ın resulü müsün?”
-“Evet”
-“Bu kız çocuklarının niye diri diri gömüldüğünün hesabını sormaya mı geldin?”
-“Evet”
-Adam tekrar tekrar sorduktan sonra  sokağın ortasında kılıcını çekiyor, “Bundan böyle sana bu sözü söyleyen zata yemin olsun ki kılıcım bu sözün arkasındadır.” diyor.

Ankara’da bir Kur’an sempozyumunda konuşmacılardan biri “Hadis olmadan Kur’an’ı anlayamayız.”dedi. Diğeri, “Tefsir olmadan Kur’an’ı anlayamayız.” dedi. Bir başkası “Arapça olmadan olmaz.” Bir diğeri “Tasavvuf olmadan olmaz.” dedi. Her biri önce kendi branşının öğrenilmesi gerektiğini, o öğrenilmediği takdirde Kur’an’ın anlaşılamayacağını iddia etti. Biri de “Hiçbir şey okumadan direk meal okumamız lazım.” dedi. Ben de bu olayı anlattım. Dedim ki, “Peygambere arakasından vurup soran sonra da kılıcını çeken bu adam, sokağın ortasında sadece 7-8 ayet dinledi Peygamberden, bu söyledikleriniz bu ayetlerin neresinde? Bence sizin Kur’an okumanızın tamamı yanlış?” Başka bir yerden bakmak gerekiyor. Ben yazmış olduğum tefsire “Yaşayan Kur’an” dedim. Kur’an’da okuduğumuz şeylerin gündelik hayatta karşılığını bulmamız lazım. Berlin’de, İstanbul’da, Danimarka’da, Yeni Zelanda’da, Japonya’da, Amerika’da dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan insanların sorunlarına çözüm bulması lazım. Bunlara parmak basmıyorsa “Yaşayan Kur’an” değildir. Hayatla ilgilenmeyen Kur’an “Ölü Kur’an”dır.

Kur’an İnsanın Psikolojik ve Sosyolojik Dünyasına Hitap Eder
İnsanın psikolojik dünyası iç dünyası, sosyolojik dünyası da dış dünyası olduğuna göre Kur’an, ya benim iç dünyamda sorunlarıma -hırs, kibir vs. gibi- değiniyordur ya da çevremle olan ilişkilerimi düzenliyordur. Kur’an’ın psikolojik ve sosyolojik tefsirleri dışındaki tefsirlere sıcak bakmıyorum. Kur’an’da matematik, bilim, tarih aramanın bir âlemi yoktur. Kur’an’da her şeyi aramın da bir anlamı yoktur. Kur’an yazılı bir ayettir. Bir de dışarıda yazılı olmayan Allah’ın ayetleri vardır. Deniz bilimiyle uğraşmak isteyen gidip denizleri inceleyebilir, astronomi ile uğraşmak isteyen gökleri inceleyebilir. Onlar da Allah’ın ayetleridir. Kur’anın konusu bu değildir. Bütün bunları yaparken Kur’an insana bir bilinç aşılamaya çalışıyor. Kur’an bir bilim kitabı değildir. Bir bilinç kitabıdır. Aradığınız cevaplar Kur’an’da yok. Tabiatta, doğada var. Oraya bakın.

Psikolojik Dünyamızın Deşifresi: Adem Kıssası
Kur’an’da Adem Kıssası’nda şöyle bir ayet vardır. “Şeytan Adem’e vesvese verip (...) (Tâ Hâ, 120)” Vesvese, içten gelen bir fısıltıdır. Adem de biz insanlarız. İçimizdeki sesten bahsediyor bu ayet. Ana psikolojimizin ne olduğunu söylüyor. “Şeytan Adem’e vesvese verip dedi ki, ‘Sana şecere-i huld’un ve mülk-i la yeblâ’nın yolunu göstereyim mi? (Tâ Hâ, 120)” Şecere-i huld ve mülk-i la yeblâ. Bu iki şeyin içimizde olduğunu, ademoğlunun bu iki şeyin peşinden gittiğini, bunun dışarıya yansıdığını, dıştaki çarpıklıkların ve çürümelerin kökeninde Adem’in içindeki bu psikolojinin yattığını söylüyor. Geçmişteki Ademlerin, bugün yaşayan Ademlerin ve gelecekte yaşayacak Ademlerin içindeki onulmaz, iflah olmaz, esaslı bir problemi Kur’an bize deşifre ediyor. Şecere-i huld ve mülk-i la yeblâ ne demek? Şecere ağaç, huld, sonsuzluk, mülk-i la yeblâ, yıkılması mümkün olmayan mülk demektir. “Sana sonsuzluk ağacını göstereyim mi? Buna sahip olursan yıkılması mümkün olmayan bir mülke sahip olacaksın." diyor. Bu kavramları açıklarken etimolojiden gitmek gerekir. Şecere, cemaâ demektir, yani toplamak. Keneze demektir, yani biriktirmek. Ağaç da bütün dalları, yaprakları, meyveleri kendinde toplar. Huld, sonsuzluk diye çevriliyor, aslında bir şeyin son sınırı demektir. Şu halde şecere-i huld, bir şeyi son sınırına kadar toplamak demektir. “Sana arzu ettiğin, heves duyduğun, peşine takıldığın şeyin son sınırına kadar nasıl toplayacağını ve bu toplama neticesinde yıkılması mümkün olmayan bir servete, iktidara ve mülkiyete nasıl kavuşacağının yolunu göstereyim mi?” diyor. İnsanın içindeki ana dürtüyü deşifre ediyor.
Bu doğru bir söz müdür? Gelin birlikte bunu gündelik hayatta test edelim. Hayatta ben bundan başka bir şey görmüyorum. Dünyadaki bütün savaşlar, işgaller, desiseler, yalanlar, iftiralar bundan olur. Tüccar müşteri toplamak ister. İster ki, bütün ürettiği şeyleri insanlar ondan alsınlar. Mesela ben yazarım. Bir kitap yazıyorum. Benim içimden bir ses diyor ki “En çok benim kitaplarım satsın.” Televizyoncu en çok reytingi ben alayım, istiyor. Futbol takımları bütün puanları ben toplayayım, istiyor. Amerika istiyor ki, bütün petrol benim olsun. Herkes toplama peşinde.

İnsandaki Toplama Dürtüsüne Örnek: Habil ile Kabil Kıssası
Habil-Kabil Kıssası biraz önce bahsettiğimiz konuyu örneklendirerek açıklayan kıssadır. Kabil toplama peşinde olan, Habil ise toplamaya karşı çıkan demektir. Kabil bir bahçenin etrafına çit çeviriyor ve “Burası benim.” diyor. Daha önce insanlar geliyorlar pınardan su alıyorlardı, meyvelerinden yararlanıyorlardı, ağaçların gölgesinde oturuyorlardı. Birisi çıktı, “Burası benim, bundan sonra buranın nimetlerinden yararlanmak istiyorsanız bana hizmet edeceksiniz.” dedi. Çitle çevirdi. Çitin çevrildiği yere “mülkiyet” dendi. Etrafına memur koydu, onlara “devlet” dendi. Silahlı adamlar tuttu orayı koruması için onlara da “ordu” dendi. Mülkiyetin, devletin ve ordunun ortaya çıkışı böyle oldu. Habil-Kabil Kıssası tam da bunu anlatıyor. Habil buna karşı çıkıyor. “Burası Allah’ın kullarına ait” diyor ve aralarında kavga çıkıyor. Kabil Habil’i öldürüyor. Kur’an’da anlatılan kıssa budur. Ben yıllar önce bir müfessire Kabil’in Habil’i öldürme nedenini sordum. “Kız yüzünden” dediler. Müslüman dindarın bilinçaltını deşifre etmesi bakımından önemli bir şey bu. Olayı “kız davası” olarak görüyor. İnsanlığın temel meselesini bu olarak görüyor. Bu nedenle var gücüyle kadına yöneliyor. “Saçının telini gösterirse cehennemde 70 yıl yanacak.” diyor.  Ama öyle 40 tane yere çit çevirmesinde, dünyalar kadar para biriktirmesinde hiçbir mahsur görmüyor, yeter ki karısının saçının teli görünmesin. Bu tefsir yanlış.

Toplama, Biriktirme, Kontrol Etme Hastalığı
Kur’an-ı Kerim’de 3 tane put ismi vardır. Lat, Uzza, Menat. Lat, otorite, Uzza, güç, Menat da para demektir. Otoriteden emperyalizm, güçten faşizm, paradan da kapitalizm doğuyor. Çağımızın 3 büyük putu bunlardır. Kur’an’ı böyle okuduğumuzda çağın derdine tam da parmak basan bir kitap olduğunu görüyoruz. Kur’an’ın evrensel bir kitap olduğunu, insanlığın temel sorununa parmak bastığını, asıl meseleyi yakaladığından dolayı bu her çağa hitap eder bir özellik kazandığını görüyoruz. Nasıl oluyor da çağın en önemli 3 meselesine Kur’an put diyerek parmak basıyor? Çünkü insanı tanıyor. Dünyanın neresine giderseniz sorunun bu olduğunu göreceksiniz. Müslüman ülkeler de böyle, olmayanlar da da böyle. O zaman buradan nasıl çıkacağız? Bu putları yıkarak çıkacağız. İçimizdeki putu yıkacağız önce.

Şeytanın İnsana Yaklaşma Yolları
Kur’an-ı Kerim’de şeytanın sağdan, soldan, önden, arkadan yaklaşarak sıratı müstakimden insanları alıkoyacağı, saptıracağı yazıyor. (A’râf, 16-17) Bu da sembolik bir ifadedir. Bize yaklaşarak toplamayı, biriktirmeyi ve yıkılması mümkün olmayan bir gücü telkin etmesi demektir. Ben bunu 2S, 2Ş olarak açıklıyorum. Siyaset, servet, şehvet ve şöhret duygularının bizi hırsa ve hasede sürüklemesi demektir. Bunların dördünde de insanoğlu iktidar hazzı yaşar. İnsanın ayağı da burada kayar. Bütün günahlar burada işlenir. Bunları sağlam tutan, bunlara hükmeden adam, adamın hasıdır, Müslüman’ın hasıdır. Gösteriş için namaz kılan, oruç tutan, örtünen değil. Ben orada bir Müslüman’ın Müslüman olup olmadığını anlayamam.

Kur’an İlk “Hayır” Dediği Şey
Kur’an’da “La” hayır, “Kella” kesinlikle hayır, denilen yerleri çıkardım. Kur’an’ın itiraz ettiği, problem olarak gördüğü ilk şey nedir? İlk kella dediği yerdir: (Alak, 6) “Hayır, insanoğlu zenginliği kendine yeterli görünce tuğyan eder.” Bazları bunu ilim bakımından kendini yeterli görmek diyerek yorumluyorlar. Bence bu topu taca atmaktır. Orada geçen “mustağni” kelimesi ganimet kökünden gelir. Bildiğiniz kaba saba mal mülk zenginliği demektir. Burada, Mekke’de Velid bin Muğire, Ebu Leheb, Ebu Cehil gibi Kâbe’ye getirilen malları toplayan, faizcilik yapan, malı mülkü kendine yeterli gördüğü için bütün köleler benimdir diyen adamlar kastediliyor.
Kur’an’ın buradan başladığını örtmeye çalışıp entelektüel, ilmi yorumlar yaparsak kapitalizme karşı Kur’an’ın dayanaklarını yok etmiş oluruz. Paranın etrafında oluşturulan güç, gücün verdiği otorite. Bunların hepsi burada birleşiyor. Kur’an, bunların hepsine “hayır” diyor.
Kalem Suresi, Bahçe Sahipleri Kıssası’nda da bundan bahseder. Bugünkü tabirle burjuvaziyi, o günkü tabirler Mekke’nin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerini anlatır. Bu kişiler erkenden tarlalarına gidiyorlar, yoksullar gelip oradaki üründen almasın diye. Bir de bakıyorlar ki yerle yeksan olmuş bahçeleri. Demek istiyor ki Kur’an, bu sahip olduğunuz yerler, etrafına çit çevirerek benim dediğiniz yerler, bu bahçeler, bu hurma tarlaları, bu ekin bağları sizin değildir, Allah’ındır. Mülk Allah’ındır. Bir gün olur elinizden çıkar, bir felakete maruz olduğunu görürsünüz ya da siz ölürsünüz. Hemen sonrasında da ölüm hatırlatması yapıyor. 

Kur’an-ı Kerim’deki ölüm hatırlatması sürekli olarak dünyaya bağlanmaktan vazgeçmeyi vurgulamak içindir. Ölüm en büyük eşitleyici ilkedir. Ve yahut felaket vurgusu yapılır, sahip olduğumuz şeyin veya kendimizin yok olacağını ifade etmek için. Dolayısıyla bahçe sahipleri kıssası insanlıkta kadim bir sorun olan yoksulluk ve zenginlik sorununa parmak basmak için anlatılan bir kıssasıdır. Bütün ağalar, patronlar bahçe sahiplerinde anlatılan iki tane zenginin yaptığını yaparlar.
Bir diğer örnek,  Müddesir Suresi’ndedir. Orada bir adam anlatılır. O adam müfessirlere göre Velid bin Muğire’dir. Müzemmil suresinde de o vardır. Denir ki, “Tek başına yarattığım o adamı bana bırak. Uzayıp giden mal verdiğim, gözünün önünde oğullarıyla nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı. Hala gözü doymuyor. Verdiğimden daha fazlasını istiyor. Hayır! O ayetlerimize karşı inat etti. Onu dimdik bir yokuşa süreceğim.(Müdderis 11-14)” Şöyle anlatır, “Hesap yaptı, ölçtü biçti, tarttı, (...) sağına soluna baktı, (...) ve bu eskilerin masalından başka bir şey değidir, dedi. (Müddesir, 18-25)” 

 Eskilerin masalı dediği şey ahiret inancı ya da Allah itikadı değil, bunların hepsine zaten inanıyor. Eskilerin masalı dediği şey, “Zengin olmayacak, fakir de kalmayacak, eşitlik olacak, köleler azat edilecek.” Kur’an’daki yaratma vurguları sadece Allah’ın varlığını anlatmak için değildir, aynı zamanda kölelere sahip olunamayacağını belirtmek içindir. İnsanı yaratan Allah’tır. Kur’an’daki tabiat tasvirleri, yerlerin ve göklerin ve ikisi arasındakilerin Allah’a ait olduğunu söylemek içindir. Mülkiyetin Allah’a ait olduğunu teyit ve ısrar içindir. Kur’anın hitap ettiği toplum Allah’a ve ahirete inanmakta ama korkmamaktaydı. Müslümanlarla Müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Anlaşması’nda, iki taraftan biri hac yaparken diğerinin oradan çıkacağını yazar. İki tarafta hac ediyor. Ebu Cehil, namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, cübbeli sarıklı muhafazakar sağcı bir Müşriktir. Bedir Savaşı’ndaki duasında, Peygamberimiz için “dinsiz, servet düşmanı” diyor. “Bu dinsizden bizi kurtar yoksa Allah’ın evinin hizmetkârı kalmayacak” diyor. İhtilalci, dinsiz, mal mülk düşmanı, etrafına çapulcuları toplamış, düzene isyan eden anarşist demeye getiriyor.

Hz. Peygamber’in Tefeci Düzene Alternatif Olma Yolu
Kur’an, Müzemmil Suresi’nde Peygambere, bu tefeci düzene karşı etrafındaki bir avuç insanla nasıl alternatif olacağını gösteriyor. “Rabbin, senin ve beraberindekilerin uykusuz geceler geçirdiğini biliyor. Gecenin ve gündüzün ölçüsünü/gücünü koyan Allah’tır. Bu konuda epeyce zorlanacağınızı bildiği için size lütuf ile muamelede bulunuyor. Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. İçinizden hastaların olacağını, Allah’ın fazlından aramaya koyulanların bulunacağını, yeryüzünde sefere çıkacakların olabileceğini bilmektedir. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Salâtı ikame edin, zekâtı verin. Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için ne hayır yaparsanız, karşılığını Allah katında daha büyük olarak bulursunuz. Daima Allah’tan bağışlanma dileyin. Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır. (Müzzemmil; 20)”
Yani, gecenin güçleri donanımlı olmaktır, donanmaktır, gece yarınlarında kalkıp, Kur’an’ı düşünerek, ruh dinginliğine kavuşarak okumaktır, iç dünyayı şeytanın vesvesesinden arındırmak için okumaktır, tevbe etmeniz, ölüm üzerine düşünmeniz, bireysel olarak özgür bir ruh olmanız lazımdır, deniliyor. “Senin için gündüz uzun bir uğraş var. (Müzemmil, 7)” deniliyor.
Kur’an’ın bel kemiği cümle şudur. “Salatı ikame edenler zekatı verirler.” Bunu şöyle çevirdiler ve mahvettiler. “5 vakit namaz kılarlar, 40’ta 1 zekat verirler.” Zekat 40’ta 1 vermek değildir. Fazla olanı vermektir. “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” derken “Kur’an’ı birbirinizin işini kolaylaştırmak için okuyun” denilmektedir. 

Salat kelimesi 8-10 yerde, güneş, gündüz, gece, ay, akşam kelimeleriyle beraber kullanıldığı yerlerde rüku ve secde anlamında namazı ifade eder. Geri kalan 120 yerde yardımlaşma, dayanışma anlamına gelir. O zaman bu ayeti şöyle anlamak gerekir. “Onlar yardımlaşma ve dayanışmayı ayağa dikerler ve fazla olanı verirler.” Peygamberimiz etrafında toplanan insanlarla şöyle yaşıyordu. Sabahleyin toplanıp “Yarabbi bize yardım et.” diyorlardı. Beraber rükü ediyorlardı, secde ediyorlardı. Sonra “Bir ihtiyacı olan var mı?” diyorlardı. Birbirlerine sarılıyorlardı ve dağılıyorlardı. Gidip tarlalarında, bağlarında, bahçelerinde çalışıyorlardı. Günlük ihtiyaçları kadarını evlerine bırakıyorlardı. Akşam tekrar toplanıyorlardı. İhtiyaçtan fazlasını getiriyorlardı. Yine Allah’a yalvarıyorlardı, beraber namaz kılıyorlardı. İhtiyacı olan oradan ihtiyacını alıyordu. Bir kaynaşma, değiş tokuş, görüşme oluyordu. Sohbet ediyorlardı. Sonra evlerine gidiyorlardı. İhtiyaçtan fazlası ellerinde yoktu. Biriktirmiyorlardı. Caiz değildi. Haramdı. Bu toplum Mekke’deki putperest düzeni böyle yıktı.

Dünyadan El Etek Çekmek, Otoritenden Güçten ve Paradan El Etek Çekmektir
Dışarıya çıkıp baktığımızda insanların peşinden koşturduğu en önemli şeyin çalışmak ve para kazanmak olduğunu görürüz. Kimisi camiye gidiyor, kimisi kiliseye gidiyor, kimisi Allah’a inanıyor, kimisi inanmıyor. Hayatın en önemli konusu buysa, bu kitabında en önemli konusu bu olmalıdır. İnsanlar arasındaki en önemli şey değişsin, o zaman Kur’an’ın konusu da değişir. Burası düzeldiği zaman insanın maneviyatı da düzelecektir. Kur’an sürekli “dünya hayatına bağlanmayın ya da dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” diyor. Dünya hayatına bağlanmayın derken otoriteye-güce-paraya bağlanmayın diyor. Dünya gezegeninden bahsetmiyor. Dünyanın içindeki insani ilişkilerin otorite, güç ve paraya bağlı olmasını eleştiriyor. Bunlar olmadan ilişki kurun diyor. Kur’an’ın ekonomik, politik okunuşunun ana esasları bana göre budur. Ve bu tür bir okumanın Kur’an’da kökleri ve kaynakları vardır. Ben size yeni bir Kur’an getirmiyorum. Ben Kur’an’a bir de bu açıdan bakın diyorum. Zenginin gözüyle bakmayın, bir de yoksulun, diptekinin, hiçbir şeyi olmayanın, biçere olanın, güzeyle bakın diyorum.

Kıssaları yeniden yorumlamak
Kur’an’da 23 kıssa ve 22 tane de mesel vardır. Kur’an geçmiş tarihlerden zaman ve mekân belirtmeden bahseder. Sürekli olay ve karakter analizleri yaparak bize bir şey anlatmaya çalışır. Bu kıssa ve meseller Kur’an’ın önemli bir bölümünü oluşturur. Peygamber döneminde olmuş herhangi bir olay yok ki, onu açıklayan bir tarihi kıssa anlatılmamış olsun. Bunlardan bir ibret almamız isteniyor. Bir kitap tarihten çokça bahsediyorsa geçmiş çağlardan günümüze kadar değişmeyen şeyler olduğuna inanıyor demektir. Bu kıssaların günümüzde bir karşılığı olmalı. Sadece, geçmişte olmuş bitmiş mucizevi bir olayı anlatmak olmamalı. Bu nedenle ben bütün kıssaları yeniden yorumladım. Kıssaları, olağanüstü mucizevi yorumlardan arındırarak, Kur’an’ın çerçevesinde günümüze yönelik bir mesaj çıkacak şekle getirdim. Doğru olanın da bu olduğuna inanıyorum. Diğer türlü klasik anlatımlar bence ölü anlatımdır. Bugünün Almanya’sında, Türkiye’sinde, Danimarka’sında, Amerika’sında hiçbir karışlığı olmayan ölü anlatılardır. Bundan çok daha iyilerini kiliselerde havralarda dinleyebilirsiniz. Çok daha fantastiktir, sizi alır başka dünyalara götürür. Böyle olmamalı. Kıssaların burada günümüze yönelik bir şeyler söylemesi lazım. Söylemiyorsa bunu yeniden baştan okumalıyız. Başka bir gözle bakmalıyız.

Kıssa, Menkıbe, Mitoloji
Kıssa, tarihte olmuş bitmiş bir olayı abartmadan ancak gerçeğin üzerini de örtmeden anlatmak demektir. Kıssanın dışında bir de menkıbe vardır. Menkıbe hikayelendirmek demektir. Menkıbede denklik yoktur. Kıssada denklik vardır. Kur’an menkıbe anlatmaz, bir olayı mitolojileştirmez, dengiyle anlatır. “Senden önce meydana gelmiş olayların haberlerini sana kıssa olarak anlatıyoruz. (Hud, 100)” der. Edebiyatta buna öykülendirme diyoruz. Öykülendirme kendi içinde ikiye ayrılır. Gerçeküstü öykülendirme ve toplumsal gerçekçi öykülendirme. Gerçeküstücü öykülendirme, metafizik olayları veya gerçeküstü bir olayı kavratmak için dış dünyada olmayan, şu an mevcut olmayan bir takım olayları durumları kişi haline getirerek konuşturarak anlatmaktır. Örneğin Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig kitabı. Dönemin hükümdarına yazılmış bir nasihat kitabıdır. Burada 4 kişi konuşur. Onların her birine Kün-Togdı, Ay-Toldı, Ögdülmüş, Odgurmuş diye isimler verir. Aslında bu 4 şeyle kastedilen adalet, akıl, mutluluk ve gelecektir. Bu 4’ünü birbiriyle konuşturur. Bununla hükümdara nasihat etmektedir. Bunlar gerçek şahıslar değildir. Buna edebiyatta teşhis ve intak sanatı denir. Görünmesi mümkün olmayan varlıkları görünür hale getirmeye “teşhis”, konuşması mümkün olmayan varlıkları konuşur haline getirmeye de “intak” denir.

Yeryüzünün Halifesi
Kur’an’daki Adem Kıssası da bunun bir benzeridir. Şeytan ve melek gibi dış dünyada gerçek varlıklar yoktur. Bunlar insana ait bir takım durumların şahıs haline getirilip konuşturulmasıdır. İçimizdeki bütün kötülük dürtüleri “şeytan” adını alır, bizdeki, Tanrı’daki ve yeryüzündeki bütün iyilik düşünceleri “melek” adını alır. Bizim gibi duyan gören, aynı türden olduğumuz kişi “Adem” ismini alır. Onlar birbirleriyle konuşurlar. Burada konuşan sadece Allah’tır. Orada Allah dışında ontolojik dünyada kendisini görmesek bile yaşayan bir varlık yoktur. Şöyle anlatılır. “Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde halife yaratacağım.’  dediği vakit onlar, ‘Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın.’ (...)dediler. Allah, ‘Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.’ Dedi (Bakara, 30)”
Bir tarafta Allah, bir tarafta melekler ve şeytan oturmuş ruhlar âleminde konuşuyorlar dediğiniz zaman teorik olarak bir sürü sorun çıkar. Allah’a yer biçmiş olursunuz. Allah’ı şeytanın karşısına oturtmuş olursunuz. Yanlıştır. Bunların hepsi semboliktir. Bize burada bir şey anlatılmaya çalışılıyor. 

Allah’ın “Yeryüzünde halife var edeceğim” demesi ne demektir? Kur’an’da halife ve emanet kelimesi birlikte kullanılmıştır. “Yarattıklarımı kendisine emanet edeceğim.” anlamına geliyor. “Biz emaneti göklere, yere dağlara teklife ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular ama onu insan yüklendi. Çünkü insanoğlu çok zalim ve cahildir. (Ahzâb, 72)” Cahil bilgisiz demek değildir. Şehvetine uyan ve inatçı demektir. İnsanoğlunun zalim, şehvetine uyan ve inatçı olduğu için kendisine yüklenen emaneti üstlendiğini fakat dağların kendisine teklif edilmesine rağmen buna sorumluluk bilinciyle yanaşmadıklarını söylüyor.
Burada anlatılmak istenen nedir? Emanet ve halife kelimelerini kafamıza göre yorumlayamayız. Halife ve emanet kelimelerinin Kur’an’da geçtiği yelere bakmak gerekir. Buna baktığımızda emanetten maksadın mülkiyet olduğunu görüyoruz. Allah yaratmış olduğu mülkü insanoğluna emanet olarak verdiğini söylüyor. Mülk Allah’ındır. Kullanım yetkisi insana verilmiştir. Bunlarla ilgili hesaba çekileceğiz. Bana verilen bilgi, vücut, sağlık sıhhat, iktidar, para, servet, mezara girmeden önce sana ait olan her şey Allah’ın bir emanetidir. 

Adem Kıssası’nda, emanet verecek bir halife yaratacağını söylüyor. Melekler de diyor ki, “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” Yani yaratılış itibariyle özünde bu özellikler olan, toplama, biriktirme, kontrol etme hastalığı olan birisini mi yaratacaksın? Burada melekler konuşmuyor. Allah bize yaratacağı varlığı ifşa ediyor. Bize ayna tutuyor. Sizi bu özelliklerle yarattım diyor. İnsanın psikolojik ve sosyolojik dünyasına sesleniyor. “Yerleri ve gökleri yarattım.” diyor hep Allah. Onların senin olduğunu zannetme. Onu ben yarattım zannetme. İnsanı sakın ben yarattım zannederek onu köleleştirme. Ürettiği değerlerin sana ait olduğunu zannedip sakın onu biriktirme. Sürekli yaratmanın vurgulanması, tabiat, cehennem ve cennet tasvirleri tamamı bunun içindir. 

Bir ileri aşamada şeytan söz alıyor. Şeytan dediğimiz şeyle içimizdeki 3 büyük temel dürtü temsil ediliyor. Adem’e secde et, denildiğinde etmeyip “Beni ateşten yarattın onu çamurdan.” diyen şeytanla temsil edilen şey kibirdir. Bir insan ben senden üstünüm dediği an kibir hastalığına yakalanmıştır. Yaratılıştan var olan herhangi bir şeyle kıyas yapıp seninle eşit hale gelemem dediğiniz zaman kibre kapılıyorsun demektir. Bunun sosyal karşılığı eşitliktir. İnsanların eşit olduğunu ve kimsenin kibirlenmemesi gerektiğini söyleyen dünya görüşüne tevhit deniyor. Tevhit insanları eşitliğe ve bir olmaya çağırır.
Şeytanın Adem’e “Sana sonsuza kadar toplamanın yollarını göstereyim mi?” demesi hırstır. Üçüncüsü de “Bana değil de Adem’e güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu göstereceğim, bana süre ver.” diyerek Adem’i kıskanmasıdır. Yani hasettir. Kur’an’a göre 3 büyük günah budur. Her üçünün de altında sahip olma ve mülk tutkusu vardır. Kendinde olanla övünme, toplamaya girişme, başkasında olanı kıskanma. Çünkü hiçbiri bize ait değil.

Nuh Tufanı: Psikolojik ve Sosyolojik Alt Üst Oluş
Nuh Kıssası bize Ortadoğu’da meydana gelen bir sel baskınını ve onun insanlık hafızasındaki izlerini anlatır. Sembolik okunuşa göre ise psikolojik ve sosyolojik olarak alt üst oluşu ifade eder. Coğrafi olarak gerçekleşen olay Akdeniz’in oluşumudur. Önceden Afrika kıtası ile Türkiye’nin güneyi ve İtalya tek kara parçasıydı. Sonra orada çöküntü meydana geldi. Atlas okyanusundan gelen suların o çöküntüye dolması sırasında Hazar Denizi’ne kadar olan bölge ve Filistin kıyıları sular altında kaldı. O zaman Hz. Nuh ve kavmi de Filistin kıyılarında yaşıyordu. Bu olay sırasında birçok kişi öldü. Geriye kalanlar da yeryüzünün başka yerlerine doğru göç ettiler. İnsanlığın hafızasında derin izler bırakan bu olayı herkes gittiği yerlerde anlattı. Bu nedenle bütün mitolojilerde ve dinlerde Nuh Tufanı yer alır. Tufan kelimesi Kur’an’da psikolojik ve sosyolojik olarak alt üst oluşu anlatır. İçimizdeki değer yargılarının, korkuların, umutların, dünyaya bakışın bir altüst oluşla değişmesi ve insan kişiliğinin yeniden kurulmasıdır. Genellikle travmatik değişiklikler yaşadığımızda, ideolojik derin bilinç patlamalarından ya da kuvvetli bir aşktan sonra kişiliğimizi yeniden kurarız. Sosyolojik olarak da toplumsal alt üst oluşu, sosyal devrim anlamındadır. Toplum bir halden başka bir hale geçerken önceki bütün kokuşmuşluklarını kuvvetli bir altüst oluşla atar. Bazen okuduğumuz bir kitap ya da bir şiir öyle bir ruh üfler ki insana içinde fırtınalar esmesine, kasırgalar kopmasına neden olur. Bazen bir söz, bir bakış kişide kuvvetli sarsıntılar meydana getirir. Aynı şekilde Hz. İsa’nın  “Ben size Rabbinizden ayet ile geldim. Size çamurdan kuş biçiminde bir yaratık yapıp içine üfleyeceğim; Allah’ın izniyle hemen bir kuş olacak. Allah’ın izniyle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirip ölüleri dirilteceğim.  Size evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi haber vereceğim. Eğer imanınız varsa anlarsanız ne dediğimi. (Al-i İmran, 49)” demesi de bunun gibidir.  Tamamı semboliktir. Çamurdan bir kuş demek, yerlerde sürünmekte olan halk demektir. Yerlerde sürünen halka veya boyunduruk altında yaşayan kişiliğini kaybetmiş kişiye öyle bir nefes üfleyeceğim ki o kişi psikolojik olarak veya o toplum sosyolojik olarak ayağa kalkacak demektir. Kendisine yepyeni bir kader çizecek ve özgürlüğe kuş gibi uçacak, demektir. Ve ondan sonra o ölü toprağı serpilmiş halk dirilecek, gözleri görmeye, kulakları duymaya başlayacak. Hakikaten Allah’ın dini kişilere bir nefes gibi estiği zaman, topluma bir ruh olarak aşılandığı zaman gerek kişiyi gerekse toplumu böyle yapar.

Cehalet ve Önyargı Putlarını Yıkmak
Hz. İbrahim’in eline baltayı alıp putları indirmesi ne demek? Bunu çok düşünmüşümdür. Peygamberin aslında böyle bir şey yapmaması lazım. Bu, cehalet ve önyargı putlarının yıkılmasıdır. Bazen anlatırsınız ama karşınızdaki ısrarla anlamaz. Biri cahil, önyargılı ve inatçıysa o zaman onun beynindeki cehalet putlarını teker teker yıkmak gerekir. Ebu Cehil Peygamberimize soruyor, “Ben senin dinine geçersem bana ne var?” diye. O sırada Hz. Peygamber’in yanında da eski azatlı kölesi Hz. Bilal’i oturuyor. “O neye sahipse sen de ona sahip olacaksın.” diyor. O da o zaman “Bu işi kılıç çözer.” diyor. Bedir’de de vuruşarak ölüyor. Bir yerde baltaların çıktığı bir nokta vardır.
Hz. İbrahim’in ateşe atılması da mitolojiye dönüşmüştür. Hz. İbrahim ateşe atılmamıştır. Atılmak istenmiştir. Oda bulunduğu yeri terk ederek tıpkı Hz. Peygamber gibi hicret etmiştir. Onlar da aramış, bulamamışlardır. Yaktıkları ateş de sönmüştür. Kur’an bunu, “Ey Ateş! Serin ol dedik, selam olsun İbrahim’e. (Enbiyâ, 69)” diye anlatır. Bu kıssa mitolojileştirilerek, bire bin katılarak, menkıbeleştirilerek Urfa’da Balıklı Göl’e dönüşmüştür. Balıklı Göl Derneği, Halil İbrahim Derneği gibi dernekler ortaya çıktı. Turistik bir malzemeye dönüştü. Bu dernekler beni kıssayı böyle anlattıp turizme engel oluyorum diye mahkemeye verdiler.

Ashab-ı Kehf
Aynı şeklide Ashab-ı Kehf Kıssası turizm konusu olmuştur. Ashab-ı Kehf 7 kişi değildir ve 300 yıl uyumamışlardır. Türkiye’de 3 ayrı yerde mağaraları bulunmaktadır. Buralar belediyeler tarafından turistik bölge ilan edilmiş. Oysa Ashab-ı Kehf şehirleri işgal altına girdiği için dağlara çıkan gençleri anlatır. İbrahimi dini sürdüren gençler Roma işgaline teslim olmayıp dağlara çıkıp direnmişlerdir. Uzun yıllar dağlarda yaşamışladır. Sonra şehre dönüş kararı almışlardır ve dönmüşlerdir. Özet olarak anlatılan budur ama bunu da efsaneye dönüştürdüler.

Salih Peygamberin Devesi
Salih Peygamber’in halkının kendisine inanması için kayanın içinden bir deve çıkardığı, o deveye dokunmamalarını söylediği, halkı da Peygamberi dinlemediği için helak olduğu söylenir. Oradaki deve, sadece deve olarak algılandığında ölü bir anlatım olur. Allah’ın devesinden maksat, Allah’ın dağı, suyu, madeni, havası gibi kamuya ait olan herşeydir. Herkese ait olmayı ifade eden bir deyimdir. Buna dokunmayın denmektedir. O halk, talan yapan, kimsesiz bulduğu her şeyi zimmetine geçiren, vadilerde kayalar oyarak yaşayan, işgalci, sömürücü bir halktı. Atlara binerler ve yağmaya giderler. İşgal ettikleri, ele geçirdikleri her şeye Allah’ın devesi diyor. Allah’ın devesi demek Allah’ın yeryüzü demektir. Senin hakkın olmayan her şey Allah’a aittir. Sadece emeğinin hakkını alabilirsin, geri kalanına dokunamazsın. Buradan işgale, sömürüye, başkasının hakkına el uzatmaya, kamudan mal çarpmaya karşı kuvvetli bir söylem çıkar. Tam da zaten bunu anlatmaktadır.

Kanıtsız, Delilsiz Tefsir
Yunus Peygamber, dönemin zalimlerine başkaldırdığı için ülkeyi terk ederken yakalanıp cezaevine konulmuştur. Bu cezaevi bir adadaydı. Su Tanrısı Enki’nin sembolü balıktı. Cezaevinin içinde, tapınakların köşelerinde devasa balık resimleri vardı. Rahipler balık türü giysiler giyiyorlardı. Bunların hepsinin kanıtları müzelerde vardır. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde ya da Arkeoloji Müzesi’nde görülebilir. Ben bu müzelerde araştırma yaptığım sırada müze müdürü bir ilahiyatçının burada ne işi var diye şaşırdı. Ülkemizdeki ilahiyatçıların durumunun vehametini göstermesi açısından önemlidir. Kimse araştırmıyor. Oysa orada tefsir yatıyor. Arkeolojik kültür olmadan, kanıtsız, delilsiz tefsir yapılıyor. Amerika Irak’ı işgal etti ve Bağdat’taki müzelerde ne kadar arkeolojik kanıt varsa hepsini aldı. Yağmaladılar bütün bu tarihi. Kur’an’daki kıssaların, kutsal kitaplardaki kıssaların tefsiri orada yatıyordu. Kimse gidip oraya bakmıyordu.

Süleyman Peygamberin İdeali
Hz. Süleyman bugünkü Kudüs’te bir adalet ve barış yurdu kurmak istiyordu. Kur’an’da “Allah dâru’s-selâm’a çağırıyor. Allah kimi layık görürse onu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürütür. (Yunus 25)” diye belirtilir. Dâru’s-selâm, esenlik, adalet ve barış yurdu demektir. Bunu yapmak için civardaki devletlerle çeşitli diplomatik temaslar kurarak anlaşmalar yapıyor. Onlardan oluşan ortak bir ordu kuruyor. Bütün amacı Ortadoğu bölgesini bir bayrak altında birleştirmek. Şu anda da Hz. Süleyman’ın ideali gerçekleştirilmeyi beklemektedir. O dönemde, güneyde Sebeliler (karıncalar), kuzeyde Hititler (kuşlar), doğuda Babilliler (cinler/periler) ve batıda Fenikeliler (yelkenli gemi ve rüzgarlar) vardı. Bu devletler o dönemde böyle anılır ve bilinirlerdi. “Karıncalar”, Rüzgarlar”, “Cinler”, “Kuşlar” o dönemde bu kabilelerin ad ve sembolleriydi. Tüm bu ülkeler Hz. Süleyman’ın emrine girmişlerdi. Hz. Süleyman’a verilen mülk buydu. Yani 600 tane karısı olan, cariyeleri olan, yerlerin göklerin mülkü ona ait olan, zenginlikten tavan yapmış bir peygamber ve kral değildi. Hz. Süleyman bir evi, bir bineği, bir eşi olan, bir yıllık rızkından başka asla yiyecek biriktirmeyen binlerce peygamberden  sadece biriydi. Bize verilen ders şudur. Dünyanın başına en fazla bir evi, bir arabası, bir yıllık rızkını bir kenara koymuş, kibir, haset ve hırs sahibi  olmayan  ve Allah’ın emanetini kendi zimmetine geçirmeyecek kişiler getirilmelidir.  

“Eline Bir Demet Sap Al”
Kur’an’da Eyyûp Kıssası anlatılırken denir ki, “Eline bir demet sap al. Onunla vur. Yemininden dönen durumuna düşme. (Sâd, 44)” Bu olay şu şekilde yorumlanmıştır. Eyyûp Peygamber hastalanmış ve yaralarında kurt çıkmış. O kadar sabretmiş ki yarasındaki kurdu dahi atmamış. O esnada karısı dediğini yapmamış ve Eyyûp Peygamber “Şu kurtlardan bir kurtulayım sana göstereceğim.” demiş. Sonra iyileşince Kur’an da ona sözünde durmasını söylüyormuş. Bu Tevrat’tan alınma bir hikayedir. “Eline bir demet sap al” demek, birleşmek, yekvücut olmak, demet gibi yan yana durmak anlamında bir deyimdir. “Ayağını yere vur, dedik. İşte sana kullanıp yıkanacağın ve içeceğin soğuk bir su. (Sâd, 42)” ayetinde anlatılan yıkanıp kurtlardan kurtulması değildir. Bu ayetlerde Hz. Peygamber’e ambargo yıllarında Eyyub sabrı ve direnişi örnek gösterilir. Dağılmamaları, yılmamaları, sapların bir demet halinde bir arada durması gibi birlikte durmaları söylenir. Ve ayağını yere sağlam bas denir. Böyle yaparsan önüne pınarlar çıkacak, yepyeni mutlu bir gelecek, çölün içinden su çıkmış gibi sizin olacak, denmektedir.

Kıssaların Anlatıldığı Ayetlerin İniş Zamanları
Kıssa ayetlerinin geldiği dönemlere bakıldığında bu yorumlamalar tamamen uygun düşmektedir. Yunus Peygamber’den örnek verildiği sırada Peygamberimiz tam da kaçmayı düşünmektedir. Kendini ifade edecek birilerini bulamamıştır, bunalmıştır. Bu sırada gelen ayetlerle kendisine, ‘Yunus gibi olma, Eyyûp gibi diren, sonunda Süleyman gibi olacaksın.” denmektedir. Bu anlatıların tamamı Peygamberin o anda yaşadığı dönem ve ruh dünyasıyla örtüşür. Her biri bir pencere açar.