Rüştü Kam 2014
İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, “İslâm’da Sosyal Adalet” üzerine
temellendirdiği fikirlerini Berlin’de okurlarıyla paylaştı.
“Kur’an-ı Kerim’de 3 tane put ismi vardır. Lat,
Uzza, Menat. Lat, otorite, Uzza, güç, Menat da para demektir. Otoriteden
emperyalizm, güçten faşizm, paradan da kapitalizm doğuyor. Çağımızın 3 büyük
putu bunlardır. Kur’an’ı böyle okuduğumuzda çağın derdine tam da parmak basan
bir kitap olduğunu görüyoruz.”
“Kur’an’daki yaratma vurguları sadece Allah’ın
varlığını belirtmek için değildir aynı zamanda kölelere sahip olunamayacağını
anlatmak içindir. Kur’an’daki tabiat tasvirleri ise mülkün Allah’a ait olduğunu
söylemek içindir. Sürekli ölüm hatırlatması yapılması dünyaya bağlanmaktan
vazgeçmek gerektiğini vurgulamak içindir.”
“Şeytan
dediğimiz şeyle içimizdeki 3 büyük temel dürtü temsil edilir. Adem’e secde et,
denildiğinde etmeyip “Beni ateşten yarattın onu çamurdan.” diyen şeytanla
temsil edilen şey kibirdir. Şeytanın
Adem’e “Sana sonsuza kadar toplamanın yollarını göstereyim mi?” demesi hırstır. Şeytan, “Bana değil de Adem’e
güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu göstereceğim” diyerek Adem’i kıskanır.
Burada temsil ettiği haset duygusudur.
Kur’an’a göre 3 büyük günah budur. Her üçünün de altında sahip olma ve mülk
tutkusu vardır.”
GİRİŞ:
Bazı çevrelere göre “hür” bazılarına göre ise “aykırı ilahiyatçı” olarak
değerlendirilen yazar ve düşünür İhsan Eliaçık Türk Eğitim Derneği’nin
davetlisi olarak geldiği Berlin’de bir dizi seminer verdi. Daha önce yurtdışına
çıkma yasağı nedeniyle Avrupa’daki okuyucularıyla buluşma imkânı bulamayan
Eliaçık, Berlin’de olmaktan dolayı mutluluğunu ifade ederek bundan sonra sık
sık bu tür organizasyonlara katılacağını belirtti. “İslâm’da Sosyal Adalet” üst
başlığında “Kur’an’ın Ekonomik Politik Okunuşuna Giriş” ve “Kur’an Kıssalarının
Ekonomik ve Politik Okunuşu” konularında seminer veren İhsan Eliaçık, “Kur’an’a
bir de bu gözle bakın.” diyerek “mülk, paylaşım, eşitlik, otorite, güç” gibi
kavramlar üzerinden Kur’an’ın insanlığa verdiği mesajı yorumladı. Kur’an’ın
insanın psikolojik ve sosyolojik dünyasına bir hitap olduğunu söyleyen Eliaçık,
Kur’an’da okuduklarımızın gündelik hayatta karşılığını bulmamız gerektiği ilkesinden
yola çıkarak kıssaları oloğanüstü ve mitolojik anlatımlardan arındararak ele
alıyor. Eliaçık seminerde, Peygamberimiz zamanında Mekke’deki sosyal hayattan, Peygamberimizin
bu düzene nasıl alternatif olduğuna, Kur’an’ın “Hayır” diyerek itiraz ettiği konulardan,
şeytanın insana yaklaşma yollarına, insandaki “toplama, biriktirme ve kontrol
etme” hastalığıdan, tefsirlerin arkeolojik kanıtlarla desteklenmesi gerektiğine
kadar pekçok konuya değindi. Kur’an’ı anlamak için önce hayatı anlamak
gerektiğini belirten Eliaçık, yeniden yorumladığı Kur’an’daki 23 kıssa ve 22
meselden birkaçına seminerdeki konuşmasında yer verdi.
İşte seminerden ilginizi çekeceğini düşündüğümüz bazı başlıklar:
Neden Kur’an’ın Ekonomik ve Politik Okunuşu?
Müslümanlar yıllardır bekliyorlardı ve iktidar
oldular. Bugün gelinen noktada Müslümanların bazı problemleri olduğunu
düşünüyorum. 40 yıllık İslâmi hareket, cemaat çalışmaları vs. sonucunda bir öz
eleştiri yaparak, “Nerede yanlış yaptık?” sorusunu kendime sordum. “Bütün bu Kur’an
okumalarının, ders halkalarının, toplaşmaların sonucunda bu mu çıkmalıydı?” Kur’an’ın
okunmamış ayetini bırakmamış ancak konu para, mal, mülk meselesine geldiğinde
neredeyse tamamı tökezleyen bir camiayla karşı karşıyayız. Müslümanların zihin ve
gönül dünyalarında derin bir boşluk olduğunu, buralara hiç çalışılmadığını,
herhangi bir kapitalistten farkları olmadığını fakat bunun çoktan unutulduğunu,
hiç de önemsenmediğini fark ettim. Ve dilimdeki söylemi değiştirmeye başladım. Özellikle
2007’den sonra, eski konuların hepsini bir kenara koydum ve yeni mevzulara
girmeye başladım. Bu süreç devam ediyor. Kur’anın ekonomik politik okunuşu
dediğim olay bence bugün Müslümanların üzerinde durması gereken en önemli şeydir.
Hayatı Okumadan Kur’an’ı Anlayamazsınız
Bir grup genç “Kur’an öğrenmek istiyoruz.” diye
bana geldiler. Eskiden “Hadis usulü öğrenin, tefsir okuyun, şu kitapları
okuyun, önce şu sureleri okuyun, Arapça öğrenin.” gibi şeyler söylerdim. Onlara
dedim ki, “Size bir tefsir usulü önereceğim ama bu daha önce bildiklerinizin
hiçbirine benzemeyecek.” Kur’an’ı elime aldım ve kapattım. “Kur’an’ı anlamanın
ilk yolu Kur’an’ı kapatmaktır, Kur’an’ı okumamaktır.” dedim. Ve onları
İstanbul’un bazı yerlerine gönderdim. Mesela Mecidiyeköy’de devasa
gökdelenlerin ve onların çöplerinin boşaltıldığı yerlere gönderdim. Küçük
çocuklar gelip torbalarını dolduruyorlar ve o çöpler onların akşam yemeği
oluyor. “Buraları gidin gezin, sonra size Kur’an’ın nasıl okunacağını
anlatacağım.” dedim. Geldiklerinde, “Gördükleriniz karşısında içinizde bir
isyan, bir yumruğunu sıkma, ‘Ya bu nasıl olur?’ diye şehrin boşluğuna doğru
bağırma hissi, öfke yoksa Kur’an’ı okumayın, Kur’an size hiçbir fayda
vermeyecektir. Hatta sizin Kur’an okumanız zararlıdır.” dedim. Bu Kur’an masa başında
yazılmış bir kitap değildir. 23 senenin sonunda, olaylar oldukça, çatışmanın, isyanın,
kılıç çekmenin, karşı karşıya gelmenin, korkunun içerisinde oluşmuş metinlerdir
bunlar. Bu metni okurken içerisindeki
kılıç şakırtılarını, köle feryatlarını, zavallıların, acizlerin, Bilal-i Habeşiler’in,
cariyelerin çığlıklarını duymuyorsanız, bu kitaptan hiçbir şey anlamazsınız. Kur’an’ı
okumak için önce hayatı okumak gerekir. Hayatın içindeki çelişkileri ve acıları
görmek gerekir. Eğer bu kitap hayatın çelişkilerine bir çözüm bulmuyorsa zaten
bir tapınak kitabına dönüşmüştür, hiçbir işe yaramaz.
Kur’an Mekke’deki Sistemi Sorguluyordu/Yaşayan Kur’an
Bu kitap Mekke’de ve Medine’de insani trajedilere
ve zulümlere çözüm bulmak için gelmiştir. “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı
öldürüldü? (Tevkir, 9)” ayeti Mekke’deki sistemi sorgulayan bir ayettir. Bu
sorunun ardından Mekke’nin devasa bir problemi ortaya çıkıyor. Kız çocukları
cehaletten dolayı gömülmüyordu. Tefeci bezirganlar şehre hâkimdi. Mekke’ye getirilen
malları iç ediyorlardı. Oradan kazandıkları paralarla bankerlik yapıyorlardı. Mekkeli
yoksullara borç para veriyorlar, borcunu ödeyemeyenlerin erkeklerini köle
yapıyor, kızlarını kadınlarını da Kâbe’nin arka sokaklarında açmış oldukları
genelevlerde çalıştırıyorlardı. Kur’an-ı Kerim buna “Yeda Ebu Leheb” diyor. “Ebu
Leheb’in kurduğu düzen” Adamın iki eli kurusun diye beddua etmiyor. Ebu
Leheb’in kurduğu düzene beddua ediyor. Mekkeli çocuğum büyür de onların eline
düşer diye toprağa gömüyor. Kur’an-ı Kerim diyor ki, “Yoksulluk korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin. (İsrâ, 31)” “Kahrolsun Ebu Leheb’in düzeni” diye, bu
ayetler sokaklarda çınlamaya başlayınca, bu düzenden mağdur olan ne kadar
cariye, baba-anne varsa Peygamberin yanına doğru koştu.
Mekke’yi sarsan soru bu, sokağın beklediği soru
bu. “Bunun hesabını sormak için geldim. Kâbe’nin etrafında, Allah’ın evinin
olduğu bir yerde böyle bir şey olamaz.” Kılıcını çeken Peygamberin arkasında
saf bağlıyor.
Bir tanesi Peygamberimiz yolda yürürken
arkasından vuruyor ve soruyor:
-“Sen Abdullah’ın oğlu Muhammet misin?”
-“Evet”
-“Sen Allah’ın resulü olduğunu söylüyormuşsun,
doğru mu?”
-“Evet”
-“Allah sana ne diyor, bir bölüm dinleyebilir
miyim?”
- O da Tekvir Suresi’ni okuyor. “Güneş dürüldüğü
zaman, yıldızlar yerlerinden düşüp dağıldığı zaman, (...) diri diri gömülen kız
çocuğuna hangi suçundan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman... (Tekvir, 1-9)” Tam
oraya geldiği zaman adam;
- “Tamam” diyor. Peygamberin ağzını tutuyor. “Bunları
sana Allah mı söylüyor?”
-“Evet”
-“Sen Allah’ın resulü müsün?”
-“Evet”
-“Bu kız çocuklarının niye diri diri gömüldüğünün
hesabını sormaya mı geldin?”
-“Evet”
-Adam tekrar tekrar sorduktan sonra sokağın ortasında kılıcını çekiyor, “Bundan böyle
sana bu sözü söyleyen zata yemin olsun ki kılıcım bu sözün arkasındadır.” diyor.
Ankara’da bir Kur’an sempozyumunda
konuşmacılardan biri “Hadis olmadan Kur’an’ı anlayamayız.”dedi. Diğeri, “Tefsir
olmadan Kur’an’ı anlayamayız.” dedi. Bir başkası “Arapça olmadan olmaz.” Bir
diğeri “Tasavvuf olmadan olmaz.” dedi. Her biri önce kendi branşının
öğrenilmesi gerektiğini, o öğrenilmediği takdirde Kur’an’ın anlaşılamayacağını
iddia etti. Biri de “Hiçbir şey okumadan direk meal okumamız lazım.” dedi. Ben
de bu olayı anlattım. Dedim ki, “Peygambere arakasından vurup soran sonra da kılıcını
çeken bu adam, sokağın ortasında sadece 7-8 ayet dinledi Peygamberden, bu
söyledikleriniz bu ayetlerin neresinde? Bence sizin Kur’an okumanızın tamamı yanlış?”
Başka bir yerden bakmak gerekiyor. Ben yazmış olduğum tefsire “Yaşayan Kur’an”
dedim. Kur’an’da okuduğumuz şeylerin gündelik hayatta karşılığını bulmamız
lazım. Berlin’de, İstanbul’da, Danimarka’da, Yeni Zelanda’da, Japonya’da,
Amerika’da dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan insanların sorunlarına çözüm
bulması lazım. Bunlara parmak basmıyorsa “Yaşayan Kur’an” değildir. Hayatla
ilgilenmeyen Kur’an “Ölü Kur’an”dır.
Kur’an İnsanın Psikolojik ve Sosyolojik Dünyasına Hitap Eder
İnsanın psikolojik dünyası iç dünyası, sosyolojik
dünyası da dış dünyası olduğuna göre Kur’an, ya benim iç dünyamda sorunlarıma
-hırs, kibir vs. gibi- değiniyordur ya da çevremle olan ilişkilerimi
düzenliyordur. Kur’an’ın psikolojik ve sosyolojik tefsirleri dışındaki
tefsirlere sıcak bakmıyorum. Kur’an’da matematik, bilim, tarih aramanın bir âlemi
yoktur. Kur’an’da her şeyi aramın da bir anlamı yoktur. Kur’an yazılı bir
ayettir. Bir de dışarıda yazılı olmayan Allah’ın ayetleri vardır. Deniz
bilimiyle uğraşmak isteyen gidip denizleri inceleyebilir, astronomi ile
uğraşmak isteyen gökleri inceleyebilir. Onlar da Allah’ın ayetleridir. Kur’anın
konusu bu değildir. Bütün bunları yaparken Kur’an insana bir bilinç aşılamaya
çalışıyor. Kur’an bir bilim kitabı değildir. Bir bilinç kitabıdır. Aradığınız
cevaplar Kur’an’da yok. Tabiatta, doğada var. Oraya bakın.
Psikolojik Dünyamızın Deşifresi: Adem Kıssası
Kur’an’da Adem Kıssası’nda şöyle bir ayet vardır.
“Şeytan Adem’e vesvese verip (...) (Tâ Hâ, 120)” Vesvese, içten gelen bir fısıltıdır.
Adem de biz insanlarız. İçimizdeki sesten bahsediyor bu ayet. Ana
psikolojimizin ne olduğunu söylüyor. “Şeytan Adem’e vesvese verip dedi ki, ‘Sana
şecere-i huld’un ve mülk-i la yeblâ’nın yolunu göstereyim
mi? (Tâ Hâ, 120)” Şecere-i huld ve mülk-i la yeblâ. Bu iki şeyin içimizde
olduğunu, ademoğlunun bu iki şeyin peşinden gittiğini, bunun dışarıya
yansıdığını, dıştaki çarpıklıkların ve çürümelerin kökeninde Adem’in içindeki bu
psikolojinin yattığını söylüyor. Geçmişteki Ademlerin, bugün yaşayan Ademlerin
ve gelecekte yaşayacak Ademlerin içindeki onulmaz, iflah olmaz, esaslı bir
problemi Kur’an bize deşifre ediyor. Şecere-i
huld ve mülk-i la yeblâ ne demek? Şecere ağaç, huld, sonsuzluk, mülk-i la yeblâ,
yıkılması mümkün olmayan mülk demektir. “Sana sonsuzluk ağacını göstereyim
mi? Buna sahip olursan yıkılması mümkün olmayan bir mülke sahip olacaksın."
diyor. Bu kavramları açıklarken etimolojiden gitmek gerekir. Şecere, cemaâ
demektir, yani toplamak. Keneze demektir, yani biriktirmek. Ağaç da bütün dalları,
yaprakları, meyveleri kendinde toplar. Huld, sonsuzluk diye çevriliyor, aslında
bir şeyin son sınırı demektir. Şu halde şecere-i huld, bir şeyi son sınırına
kadar toplamak demektir. “Sana arzu ettiğin, heves duyduğun, peşine takıldığın
şeyin son sınırına kadar nasıl toplayacağını ve bu toplama neticesinde
yıkılması mümkün olmayan bir servete, iktidara ve mülkiyete nasıl kavuşacağının
yolunu göstereyim mi?” diyor. İnsanın içindeki ana dürtüyü deşifre ediyor.
Bu doğru bir söz müdür? Gelin birlikte bunu
gündelik hayatta test edelim. Hayatta ben bundan başka bir şey görmüyorum. Dünyadaki
bütün savaşlar, işgaller, desiseler, yalanlar, iftiralar bundan olur. Tüccar müşteri
toplamak ister. İster ki, bütün ürettiği şeyleri insanlar ondan alsınlar. Mesela
ben yazarım. Bir kitap yazıyorum. Benim içimden bir ses diyor ki “En çok benim
kitaplarım satsın.” Televizyoncu en çok reytingi ben alayım, istiyor. Futbol
takımları bütün puanları ben toplayayım, istiyor. Amerika istiyor ki, bütün
petrol benim olsun. Herkes toplama peşinde.
İnsandaki Toplama Dürtüsüne Örnek: Habil ile Kabil Kıssası
Habil-Kabil Kıssası biraz önce bahsettiğimiz
konuyu örneklendirerek açıklayan kıssadır. Kabil
toplama peşinde olan, Habil ise toplamaya karşı çıkan demektir. Kabil bir bahçenin
etrafına çit çeviriyor ve “Burası benim.” diyor. Daha önce insanlar geliyorlar pınardan
su alıyorlardı, meyvelerinden yararlanıyorlardı, ağaçların gölgesinde oturuyorlardı.
Birisi çıktı, “Burası benim, bundan sonra buranın nimetlerinden yararlanmak
istiyorsanız bana hizmet edeceksiniz.” dedi. Çitle çevirdi. Çitin çevrildiği
yere “mülkiyet” dendi. Etrafına memur koydu, onlara “devlet” dendi. Silahlı
adamlar tuttu orayı koruması için onlara da “ordu” dendi. Mülkiyetin, devletin
ve ordunun ortaya çıkışı böyle oldu. Habil-Kabil Kıssası tam da bunu anlatıyor.
Habil buna karşı çıkıyor. “Burası Allah’ın kullarına ait” diyor ve aralarında
kavga çıkıyor. Kabil Habil’i öldürüyor. Kur’an’da anlatılan kıssa budur. Ben
yıllar önce bir müfessire Kabil’in Habil’i öldürme nedenini sordum. “Kız yüzünden”
dediler. Müslüman dindarın bilinçaltını deşifre etmesi bakımından önemli bir
şey bu. Olayı “kız davası” olarak görüyor. İnsanlığın temel meselesini bu
olarak görüyor. Bu nedenle var gücüyle kadına yöneliyor. “Saçının telini
gösterirse cehennemde 70 yıl yanacak.” diyor. Ama öyle 40 tane yere çit çevirmesinde, dünyalar
kadar para biriktirmesinde hiçbir mahsur görmüyor, yeter ki karısının saçının
teli görünmesin. Bu tefsir yanlış.
Toplama, Biriktirme, Kontrol Etme Hastalığı
Kur’an-ı Kerim’de 3 tane put ismi vardır. Lat,
Uzza, Menat. Lat, otorite, Uzza, güç, Menat
da para demektir. Otoriteden emperyalizm, güçten faşizm, paradan da kapitalizm
doğuyor. Çağımızın 3 büyük putu bunlardır. Kur’an’ı böyle okuduğumuzda
çağın derdine tam da parmak basan bir kitap olduğunu görüyoruz. Kur’an’ın
evrensel bir kitap olduğunu, insanlığın temel sorununa parmak bastığını, asıl
meseleyi yakaladığından dolayı bu her çağa hitap eder bir özellik kazandığını
görüyoruz. Nasıl oluyor da çağın en önemli 3 meselesine Kur’an put diyerek
parmak basıyor? Çünkü insanı tanıyor. Dünyanın neresine giderseniz sorunun bu
olduğunu göreceksiniz. Müslüman ülkeler de böyle, olmayanlar da da böyle. O
zaman buradan nasıl çıkacağız? Bu putları yıkarak çıkacağız. İçimizdeki putu
yıkacağız önce.
Şeytanın İnsana Yaklaşma Yolları
Kur’an-ı Kerim’de şeytanın sağdan, soldan, önden,
arkadan yaklaşarak sıratı müstakimden insanları alıkoyacağı, saptıracağı
yazıyor. (A’râf, 16-17) Bu da sembolik bir ifadedir. Bize yaklaşarak toplamayı,
biriktirmeyi ve yıkılması mümkün olmayan bir gücü telkin etmesi demektir. Ben
bunu 2S, 2Ş olarak açıklıyorum. Siyaset,
servet, şehvet ve şöhret duygularının bizi hırsa ve hasede sürüklemesi demektir.
Bunların dördünde de insanoğlu iktidar hazzı yaşar. İnsanın ayağı da burada
kayar. Bütün günahlar burada işlenir. Bunları sağlam tutan, bunlara hükmeden
adam, adamın hasıdır, Müslüman’ın hasıdır. Gösteriş için namaz kılan, oruç
tutan, örtünen değil. Ben orada bir Müslüman’ın Müslüman olup olmadığını
anlayamam.
Kur’an İlk “Hayır” Dediği Şey
Kur’an’da “La” hayır, “Kella” kesinlikle hayır,
denilen yerleri çıkardım. Kur’an’ın itiraz ettiği, problem olarak gördüğü ilk şey
nedir? İlk kella dediği yerdir: (Alak, 6) “Hayır, insanoğlu zenginliği kendine
yeterli görünce tuğyan eder.” Bazları bunu ilim bakımından kendini yeterli görmek
diyerek yorumluyorlar. Bence bu topu taca atmaktır. Orada geçen “mustağni”
kelimesi ganimet kökünden gelir. Bildiğiniz kaba saba mal mülk zenginliği demektir.
Burada, Mekke’de Velid bin Muğire, Ebu Leheb, Ebu Cehil gibi Kâbe’ye getirilen
malları toplayan, faizcilik yapan, malı mülkü kendine yeterli gördüğü için
bütün köleler benimdir diyen adamlar kastediliyor.
Kur’an’ın buradan başladığını örtmeye çalışıp entelektüel,
ilmi yorumlar yaparsak kapitalizme karşı Kur’an’ın dayanaklarını yok etmiş
oluruz. Paranın etrafında oluşturulan güç, gücün verdiği otorite. Bunların
hepsi burada birleşiyor. Kur’an, bunların hepsine “hayır” diyor.
Kalem Suresi, Bahçe Sahipleri Kıssası’nda da bundan bahseder. Bugünkü
tabirle burjuvaziyi, o günkü tabirler Mekke’nin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerini
anlatır. Bu kişiler erkenden tarlalarına gidiyorlar, yoksullar gelip oradaki
üründen almasın diye. Bir de bakıyorlar ki yerle yeksan olmuş bahçeleri. Demek
istiyor ki Kur’an, bu sahip olduğunuz yerler, etrafına çit çevirerek benim
dediğiniz yerler, bu bahçeler, bu hurma tarlaları, bu ekin bağları sizin
değildir, Allah’ındır. Mülk Allah’ındır. Bir gün olur elinizden çıkar, bir
felakete maruz olduğunu görürsünüz ya da siz ölürsünüz. Hemen sonrasında da
ölüm hatırlatması yapıyor.
Kur’an-ı Kerim’deki ölüm hatırlatması sürekli
olarak dünyaya bağlanmaktan vazgeçmeyi vurgulamak içindir. Ölüm en büyük
eşitleyici ilkedir. Ve yahut felaket vurgusu yapılır, sahip olduğumuz şeyin
veya kendimizin yok olacağını ifade etmek için. Dolayısıyla bahçe sahipleri
kıssası insanlıkta kadim bir sorun olan yoksulluk ve zenginlik sorununa parmak
basmak için anlatılan bir kıssasıdır. Bütün ağalar, patronlar bahçe
sahiplerinde anlatılan iki tane zenginin yaptığını yaparlar.
Bir diğer örnek,
Müddesir Suresi’ndedir. Orada bir adam anlatılır. O adam müfessirlere
göre Velid bin Muğire’dir. Müzemmil suresinde de o vardır. Denir ki, “Tek
başına yarattığım o adamı bana bırak. Uzayıp giden mal verdiğim, gözünün önünde
oğullarıyla nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı. Hala gözü doymuyor.
Verdiğimden daha fazlasını istiyor. Hayır! O ayetlerimize karşı inat etti. Onu
dimdik bir yokuşa süreceğim.(Müdderis 11-14)” Şöyle anlatır, “Hesap yaptı,
ölçtü biçti, tarttı, (...) sağına soluna baktı, (...) ve bu eskilerin
masalından başka bir şey değidir, dedi. (Müddesir, 18-25)”
Eskilerin
masalı dediği şey ahiret inancı ya da Allah itikadı değil, bunların hepsine
zaten inanıyor. Eskilerin masalı dediği şey, “Zengin olmayacak, fakir de
kalmayacak, eşitlik olacak, köleler azat edilecek.” Kur’an’daki yaratma
vurguları sadece Allah’ın varlığını anlatmak için değildir, aynı zamanda
kölelere sahip olunamayacağını belirtmek içindir. İnsanı yaratan Allah’tır. Kur’an’daki
tabiat tasvirleri, yerlerin ve göklerin ve ikisi arasındakilerin Allah’a ait
olduğunu söylemek içindir. Mülkiyetin Allah’a ait olduğunu teyit ve ısrar
içindir. Kur’anın hitap ettiği toplum Allah’a ve ahirete inanmakta ama
korkmamaktaydı. Müslümanlarla Müşrikler
arasında yapılan Hudeybiye Anlaşması’nda, iki taraftan biri hac yaparken diğerinin
oradan çıkacağını yazar. İki tarafta hac ediyor. Ebu Cehil, namaz kılan, oruç
tutan, hacca giden, cübbeli sarıklı muhafazakar sağcı bir Müşriktir. Bedir Savaşı’ndaki
duasında, Peygamberimiz için “dinsiz, servet düşmanı” diyor. “Bu dinsizden bizi
kurtar yoksa Allah’ın evinin hizmetkârı kalmayacak” diyor. İhtilalci, dinsiz, mal mülk düşmanı,
etrafına çapulcuları toplamış, düzene isyan eden anarşist demeye getiriyor.
Hz. Peygamber’in Tefeci Düzene Alternatif Olma Yolu
Kur’an, Müzemmil Suresi’nde Peygambere, bu tefeci
düzene karşı etrafındaki bir avuç insanla nasıl alternatif olacağını gösteriyor.
“Rabbin, senin ve beraberindekilerin uykusuz geceler geçirdiğini biliyor.
Gecenin ve gündüzün ölçüsünü/gücünü koyan Allah’tır. Bu konuda epeyce
zorlanacağınızı bildiği için size lütuf ile muamelede bulunuyor. Artık Kur’an’dan
kolayınıza geleni okuyun. İçinizden hastaların olacağını, Allah’ın fazlından
aramaya koyulanların bulunacağını, yeryüzünde sefere çıkacakların olabileceğini
bilmektedir. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Salâtı ikame edin,
zekâtı verin. Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için ne hayır yaparsanız,
karşılığını Allah katında daha büyük olarak bulursunuz. Daima Allah’tan
bağışlanma dileyin. Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır.
(Müzzemmil; 20)”
Yani, gecenin güçleri donanımlı olmaktır,
donanmaktır, gece yarınlarında kalkıp, Kur’an’ı düşünerek, ruh dinginliğine
kavuşarak okumaktır, iç dünyayı şeytanın vesvesesinden arındırmak için
okumaktır, tevbe etmeniz, ölüm üzerine düşünmeniz, bireysel olarak özgür bir
ruh olmanız lazımdır, deniliyor. “Senin için gündüz uzun bir uğraş var.
(Müzemmil, 7)” deniliyor.
Kur’an’ın bel kemiği cümle şudur. “Salatı ikame
edenler zekatı verirler.” Bunu şöyle çevirdiler ve mahvettiler. “5 vakit namaz
kılarlar, 40’ta 1 zekat verirler.” Zekat 40’ta 1 vermek değildir. Fazla olanı
vermektir. “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” derken “Kur’an’ı birbirinizin
işini kolaylaştırmak için okuyun” denilmektedir.
Salat kelimesi 8-10 yerde, güneş, gündüz, gece,
ay, akşam kelimeleriyle beraber kullanıldığı yerlerde rüku ve secde anlamında
namazı ifade eder. Geri kalan 120 yerde yardımlaşma, dayanışma anlamına gelir. O
zaman bu ayeti şöyle anlamak gerekir. “Onlar yardımlaşma ve dayanışmayı ayağa dikerler
ve fazla olanı verirler.” Peygamberimiz etrafında toplanan insanlarla şöyle
yaşıyordu. Sabahleyin toplanıp “Yarabbi bize yardım et.” diyorlardı. Beraber
rükü ediyorlardı, secde ediyorlardı. Sonra “Bir ihtiyacı olan var mı?”
diyorlardı. Birbirlerine sarılıyorlardı ve dağılıyorlardı. Gidip tarlalarında, bağlarında,
bahçelerinde çalışıyorlardı. Günlük ihtiyaçları kadarını evlerine
bırakıyorlardı. Akşam tekrar toplanıyorlardı. İhtiyaçtan fazlasını getiriyorlardı.
Yine Allah’a yalvarıyorlardı, beraber namaz kılıyorlardı. İhtiyacı olan oradan ihtiyacını
alıyordu. Bir kaynaşma, değiş tokuş, görüşme oluyordu. Sohbet ediyorlardı.
Sonra evlerine gidiyorlardı. İhtiyaçtan fazlası ellerinde yoktu.
Biriktirmiyorlardı. Caiz değildi. Haramdı. Bu toplum Mekke’deki putperest
düzeni böyle yıktı.
Dünyadan El Etek Çekmek, Otoritenden Güçten ve Paradan El Etek Çekmektir
Dışarıya çıkıp baktığımızda insanların peşinden
koşturduğu en önemli şeyin çalışmak ve para kazanmak olduğunu görürüz. Kimisi
camiye gidiyor, kimisi kiliseye gidiyor, kimisi Allah’a inanıyor, kimisi
inanmıyor. Hayatın en önemli konusu buysa, bu kitabında en önemli konusu bu
olmalıdır. İnsanlar arasındaki en önemli şey değişsin, o zaman Kur’an’ın konusu
da değişir. Burası düzeldiği zaman insanın maneviyatı da düzelecektir. Kur’an
sürekli “dünya hayatına bağlanmayın ya da dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden
ibarettir.” diyor. Dünya hayatına bağlanmayın derken otoriteye-güce-paraya
bağlanmayın diyor. Dünya gezegeninden bahsetmiyor. Dünyanın içindeki insani ilişkilerin
otorite, güç ve paraya bağlı olmasını eleştiriyor. Bunlar olmadan ilişki kurun
diyor. Kur’an’ın ekonomik, politik okunuşunun ana esasları bana göre budur. Ve
bu tür bir okumanın Kur’an’da kökleri ve kaynakları vardır. Ben size yeni bir Kur’an
getirmiyorum. Ben Kur’an’a bir de bu açıdan bakın diyorum. Zenginin gözüyle
bakmayın, bir de yoksulun, diptekinin, hiçbir şeyi olmayanın, biçere olanın,
güzeyle bakın diyorum.
Kıssaları yeniden yorumlamak
Kur’an’da 23 kıssa ve 22 tane de mesel vardır. Kur’an
geçmiş tarihlerden zaman ve mekân belirtmeden bahseder. Sürekli olay ve
karakter analizleri yaparak bize bir şey anlatmaya çalışır. Bu kıssa ve
meseller Kur’an’ın önemli bir bölümünü oluşturur. Peygamber döneminde olmuş
herhangi bir olay yok ki, onu açıklayan bir tarihi kıssa anlatılmamış olsun.
Bunlardan bir ibret almamız isteniyor. Bir kitap tarihten çokça bahsediyorsa
geçmiş çağlardan günümüze kadar değişmeyen şeyler olduğuna inanıyor demektir. Bu
kıssaların günümüzde bir karşılığı olmalı. Sadece, geçmişte olmuş bitmiş
mucizevi bir olayı anlatmak olmamalı. Bu nedenle ben bütün kıssaları yeniden
yorumladım. Kıssaları, olağanüstü mucizevi yorumlardan arındırarak, Kur’an’ın
çerçevesinde günümüze yönelik bir mesaj çıkacak şekle getirdim. Doğru olanın da
bu olduğuna inanıyorum. Diğer türlü klasik anlatımlar bence ölü anlatımdır.
Bugünün Almanya’sında, Türkiye’sinde, Danimarka’sında, Amerika’sında hiçbir
karışlığı olmayan ölü anlatılardır. Bundan çok daha iyilerini kiliselerde
havralarda dinleyebilirsiniz. Çok daha fantastiktir, sizi alır başka dünyalara
götürür. Böyle olmamalı. Kıssaların burada günümüze yönelik bir şeyler
söylemesi lazım. Söylemiyorsa bunu yeniden baştan okumalıyız. Başka bir gözle
bakmalıyız.
Kıssa, Menkıbe, Mitoloji
Kıssa, tarihte olmuş bitmiş bir olayı abartmadan ancak
gerçeğin üzerini de örtmeden anlatmak demektir. Kıssanın dışında bir de menkıbe
vardır. Menkıbe hikayelendirmek demektir. Menkıbede denklik yoktur. Kıssada
denklik vardır. Kur’an menkıbe anlatmaz, bir olayı mitolojileştirmez, dengiyle
anlatır. “Senden önce meydana gelmiş olayların haberlerini sana kıssa olarak
anlatıyoruz. (Hud, 100)” der. Edebiyatta buna öykülendirme diyoruz. Öykülendirme
kendi içinde ikiye ayrılır. Gerçeküstü öykülendirme ve toplumsal gerçekçi
öykülendirme. Gerçeküstücü öykülendirme, metafizik olayları veya gerçeküstü bir
olayı kavratmak için dış dünyada olmayan, şu an mevcut olmayan bir takım
olayları durumları kişi haline getirerek konuşturarak anlatmaktır. Örneğin
Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig kitabı. Dönemin hükümdarına yazılmış bir
nasihat kitabıdır. Burada 4 kişi konuşur. Onların her birine Kün-Togdı,
Ay-Toldı, Ögdülmüş, Odgurmuş diye isimler verir. Aslında bu 4 şeyle kastedilen adalet,
akıl, mutluluk ve gelecektir. Bu 4’ünü birbiriyle konuşturur. Bununla hükümdara
nasihat etmektedir. Bunlar gerçek şahıslar değildir. Buna edebiyatta teşhis ve
intak sanatı denir. Görünmesi mümkün olmayan varlıkları görünür hale getirmeye
“teşhis”, konuşması mümkün olmayan varlıkları konuşur haline getirmeye de
“intak” denir.
Yeryüzünün Halifesi
Kur’an’daki Adem Kıssası da bunun bir benzeridir.
Şeytan ve melek gibi dış dünyada gerçek varlıklar yoktur. Bunlar insana ait bir
takım durumların şahıs haline getirilip konuşturulmasıdır. İçimizdeki bütün
kötülük dürtüleri “şeytan” adını alır, bizdeki, Tanrı’daki ve yeryüzündeki
bütün iyilik düşünceleri “melek” adını alır. Bizim gibi duyan gören, aynı
türden olduğumuz kişi “Adem” ismini alır. Onlar birbirleriyle konuşurlar.
Burada konuşan sadece Allah’tır. Orada Allah dışında ontolojik dünyada
kendisini görmesek bile yaşayan bir varlık yoktur. Şöyle anlatılır. “Rabbin
meleklere, ‘Ben yeryüzünde halife yaratacağım.’
dediği vakit onlar, ‘Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak birisini
mi yaratacaksın.’ (...)dediler. Allah, ‘Ben sizin bilmediğiniz şeyleri
bilirim.’ Dedi (Bakara, 30)”
Bir tarafta Allah, bir tarafta melekler ve şeytan
oturmuş ruhlar âleminde konuşuyorlar dediğiniz zaman teorik olarak bir sürü
sorun çıkar. Allah’a yer biçmiş olursunuz. Allah’ı şeytanın karşısına oturtmuş
olursunuz. Yanlıştır. Bunların hepsi semboliktir. Bize burada bir şey anlatılmaya
çalışılıyor.
Allah’ın “Yeryüzünde halife var edeceğim” demesi ne
demektir? Kur’an’da halife ve emanet kelimesi birlikte kullanılmıştır. “Yarattıklarımı
kendisine emanet edeceğim.” anlamına geliyor. “Biz emaneti göklere, yere dağlara
teklife ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan
korktular ama onu insan yüklendi. Çünkü insanoğlu çok zalim ve cahildir.
(Ahzâb, 72)” Cahil bilgisiz demek değildir. Şehvetine uyan ve inatçı demektir.
İnsanoğlunun zalim, şehvetine uyan ve inatçı olduğu için kendisine yüklenen
emaneti üstlendiğini fakat dağların kendisine teklif edilmesine rağmen buna sorumluluk
bilinciyle yanaşmadıklarını söylüyor.
Burada anlatılmak istenen nedir? Emanet ve halife
kelimelerini kafamıza göre yorumlayamayız. Halife ve emanet kelimelerinin Kur’an’da
geçtiği yelere bakmak gerekir. Buna baktığımızda emanetten maksadın mülkiyet
olduğunu görüyoruz. Allah yaratmış olduğu mülkü insanoğluna emanet olarak
verdiğini söylüyor. Mülk Allah’ındır. Kullanım yetkisi insana verilmiştir.
Bunlarla ilgili hesaba çekileceğiz. Bana verilen bilgi, vücut, sağlık sıhhat,
iktidar, para, servet, mezara girmeden önce sana ait olan her şey Allah’ın bir
emanetidir.
Adem Kıssası’nda, emanet verecek bir halife
yaratacağını söylüyor. Melekler de diyor ki, “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek
birini mi yaratacaksın?” Yani yaratılış itibariyle özünde bu özellikler olan,
toplama, biriktirme, kontrol etme hastalığı olan birisini mi yaratacaksın?
Burada melekler konuşmuyor. Allah bize yaratacağı varlığı ifşa ediyor. Bize
ayna tutuyor. Sizi bu özelliklerle yarattım diyor. İnsanın psikolojik ve
sosyolojik dünyasına sesleniyor. “Yerleri ve gökleri yarattım.” diyor hep Allah.
Onların senin olduğunu zannetme. Onu ben yarattım zannetme. İnsanı sakın ben
yarattım zannederek onu köleleştirme. Ürettiği değerlerin sana ait olduğunu
zannedip sakın onu biriktirme. Sürekli yaratmanın vurgulanması, tabiat,
cehennem ve cennet tasvirleri tamamı bunun içindir.
Bir ileri aşamada şeytan söz alıyor. Şeytan
dediğimiz şeyle içimizdeki 3 büyük temel dürtü temsil ediliyor. Adem’e secde
et, denildiğinde etmeyip “Beni ateşten yarattın onu çamurdan.” diyen şeytanla
temsil edilen şey kibirdir. Bir
insan ben senden üstünüm dediği an kibir hastalığına yakalanmıştır. Yaratılıştan
var olan herhangi bir şeyle kıyas yapıp seninle eşit hale gelemem dediğiniz
zaman kibre kapılıyorsun demektir. Bunun sosyal karşılığı eşitliktir. İnsanların
eşit olduğunu ve kimsenin kibirlenmemesi gerektiğini söyleyen dünya görüşüne
tevhit deniyor. Tevhit insanları eşitliğe ve bir olmaya çağırır.
Şeytanın Adem’e “Sana sonsuza kadar toplamanın yollarını
göstereyim mi?” demesi hırstır.
Üçüncüsü de “Bana değil de Adem’e güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu
göstereceğim, bana süre ver.” diyerek Adem’i kıskanmasıdır. Yani hasettir. Kur’an’a göre 3 büyük günah budur. Her üçünün de altında sahip olma ve
mülk tutkusu vardır. Kendinde olanla övünme, toplamaya girişme, başkasında
olanı kıskanma. Çünkü hiçbiri bize ait değil.
Nuh Tufanı: Psikolojik ve Sosyolojik Alt Üst Oluş
Nuh Kıssası bize Ortadoğu’da meydana gelen bir
sel baskınını ve onun insanlık hafızasındaki izlerini anlatır. Sembolik okunuşa
göre ise psikolojik ve sosyolojik olarak alt üst oluşu ifade eder. Coğrafi
olarak gerçekleşen olay Akdeniz’in oluşumudur. Önceden Afrika kıtası ile
Türkiye’nin güneyi ve İtalya tek kara parçasıydı. Sonra orada çöküntü meydana
geldi. Atlas okyanusundan gelen suların o çöküntüye dolması sırasında Hazar Denizi’ne
kadar olan bölge ve Filistin kıyıları sular altında kaldı. O zaman Hz. Nuh ve
kavmi de Filistin kıyılarında yaşıyordu. Bu olay sırasında birçok kişi öldü. Geriye
kalanlar da yeryüzünün başka yerlerine doğru göç ettiler. İnsanlığın hafızasında
derin izler bırakan bu olayı herkes gittiği yerlerde anlattı. Bu nedenle bütün mitolojilerde
ve dinlerde Nuh Tufanı yer alır. Tufan kelimesi Kur’an’da psikolojik ve
sosyolojik olarak alt üst oluşu anlatır. İçimizdeki değer yargılarının,
korkuların, umutların, dünyaya bakışın bir altüst oluşla değişmesi ve insan
kişiliğinin yeniden kurulmasıdır. Genellikle travmatik değişiklikler
yaşadığımızda, ideolojik derin bilinç patlamalarından ya da kuvvetli bir aşktan
sonra kişiliğimizi yeniden kurarız. Sosyolojik olarak da toplumsal alt üst oluşu,
sosyal devrim anlamındadır. Toplum bir halden başka bir hale geçerken önceki
bütün kokuşmuşluklarını kuvvetli bir altüst oluşla atar. Bazen okuduğumuz bir
kitap ya da bir şiir öyle bir ruh üfler ki insana içinde fırtınalar esmesine, kasırgalar
kopmasına neden olur. Bazen bir söz, bir bakış kişide kuvvetli sarsıntılar
meydana getirir. Aynı şekilde Hz. İsa’nın “Ben size Rabbinizden ayet ile geldim. Size
çamurdan kuş biçiminde bir yaratık yapıp içine üfleyeceğim; Allah’ın izniyle
hemen bir kuş olacak. Allah’ın izniyle anadan doğma körü ve alacalıyı
iyileştirip ölüleri dirilteceğim. Size evlerinizde yediklerinizi ve
biriktirdiklerinizi haber vereceğim. Eğer imanınız varsa anlarsanız ne
dediğimi. (Al-i İmran, 49)” demesi de bunun gibidir. Tamamı semboliktir. Çamurdan bir kuş demek, yerlerde
sürünmekte olan halk demektir. Yerlerde sürünen halka veya boyunduruk altında
yaşayan kişiliğini kaybetmiş kişiye öyle bir nefes üfleyeceğim ki o kişi psikolojik
olarak veya o toplum sosyolojik olarak ayağa kalkacak demektir. Kendisine
yepyeni bir kader çizecek ve özgürlüğe kuş gibi uçacak, demektir. Ve ondan
sonra o ölü toprağı serpilmiş halk dirilecek, gözleri görmeye, kulakları
duymaya başlayacak. Hakikaten Allah’ın dini kişilere bir nefes gibi estiği
zaman, topluma bir ruh olarak aşılandığı zaman gerek kişiyi gerekse toplumu
böyle yapar.
Cehalet ve Önyargı Putlarını Yıkmak
Hz. İbrahim’in eline baltayı alıp putları indirmesi
ne demek? Bunu çok düşünmüşümdür. Peygamberin aslında böyle bir şey yapmaması
lazım. Bu, cehalet ve önyargı putlarının yıkılmasıdır. Bazen anlatırsınız ama
karşınızdaki ısrarla anlamaz. Biri cahil, önyargılı ve inatçıysa o zaman onun beynindeki
cehalet putlarını teker teker yıkmak gerekir. Ebu Cehil Peygamberimize soruyor,
“Ben senin dinine geçersem bana ne var?” diye. O sırada Hz. Peygamber’in
yanında da eski azatlı kölesi Hz. Bilal’i oturuyor. “O neye sahipse sen de ona
sahip olacaksın.” diyor. O da o zaman “Bu işi kılıç çözer.” diyor. Bedir’de de
vuruşarak ölüyor. Bir yerde baltaların çıktığı bir nokta vardır.
Hz. İbrahim’in ateşe atılması da mitolojiye
dönüşmüştür. Hz. İbrahim ateşe atılmamıştır. Atılmak istenmiştir. Oda bulunduğu
yeri terk ederek tıpkı Hz. Peygamber gibi hicret etmiştir. Onlar da aramış,
bulamamışlardır. Yaktıkları ateş de sönmüştür. Kur’an bunu, “Ey Ateş! Serin ol
dedik, selam olsun İbrahim’e. (Enbiyâ, 69)” diye anlatır. Bu kıssa
mitolojileştirilerek, bire bin katılarak, menkıbeleştirilerek Urfa’da Balıklı
Göl’e dönüşmüştür. Balıklı Göl Derneği, Halil İbrahim Derneği gibi dernekler
ortaya çıktı. Turistik bir malzemeye dönüştü. Bu dernekler beni kıssayı böyle
anlattıp turizme engel oluyorum diye mahkemeye verdiler.
Ashab-ı Kehf
Aynı şeklide Ashab-ı Kehf Kıssası turizm konusu
olmuştur. Ashab-ı Kehf 7 kişi değildir ve 300 yıl uyumamışlardır. Türkiye’de 3 ayrı
yerde mağaraları bulunmaktadır. Buralar belediyeler tarafından turistik bölge
ilan edilmiş. Oysa Ashab-ı Kehf şehirleri işgal altına girdiği için dağlara
çıkan gençleri anlatır. İbrahimi dini sürdüren gençler Roma işgaline teslim
olmayıp dağlara çıkıp direnmişlerdir. Uzun yıllar dağlarda yaşamışladır. Sonra
şehre dönüş kararı almışlardır ve dönmüşlerdir. Özet olarak anlatılan budur ama
bunu da efsaneye dönüştürdüler.
Salih Peygamberin Devesi
Salih Peygamber’in halkının kendisine inanması
için kayanın içinden bir deve çıkardığı, o deveye dokunmamalarını söylediği,
halkı da Peygamberi dinlemediği için helak olduğu söylenir. Oradaki deve,
sadece deve olarak algılandığında ölü bir anlatım olur. Allah’ın devesinden maksat, Allah’ın dağı, suyu, madeni, havası gibi
kamuya ait olan herşeydir. Herkese ait olmayı ifade eden bir deyimdir. Buna
dokunmayın denmektedir. O halk, talan yapan, kimsesiz bulduğu her şeyi
zimmetine geçiren, vadilerde kayalar oyarak yaşayan, işgalci, sömürücü bir
halktı. Atlara binerler ve yağmaya giderler. İşgal ettikleri, ele geçirdikleri
her şeye Allah’ın devesi diyor. Allah’ın devesi demek Allah’ın yeryüzü
demektir. Senin hakkın olmayan her şey Allah’a aittir. Sadece emeğinin hakkını
alabilirsin, geri kalanına dokunamazsın. Buradan işgale, sömürüye,
başkasının hakkına el uzatmaya, kamudan mal çarpmaya karşı kuvvetli bir söylem
çıkar. Tam da zaten bunu anlatmaktadır.
Kanıtsız, Delilsiz Tefsir
Yunus Peygamber, dönemin zalimlerine
başkaldırdığı için ülkeyi terk ederken yakalanıp cezaevine konulmuştur. Bu
cezaevi bir adadaydı. Su Tanrısı Enki’nin sembolü balıktı. Cezaevinin içinde,
tapınakların köşelerinde devasa balık resimleri vardı. Rahipler balık türü
giysiler giyiyorlardı. Bunların hepsinin kanıtları müzelerde vardır. Anadolu
Medeniyetleri Müzesi’nde ya da Arkeoloji Müzesi’nde görülebilir. Ben bu
müzelerde araştırma yaptığım sırada müze müdürü bir ilahiyatçının burada ne işi
var diye şaşırdı. Ülkemizdeki ilahiyatçıların durumunun vehametini göstermesi
açısından önemlidir. Kimse araştırmıyor. Oysa orada tefsir yatıyor. Arkeolojik
kültür olmadan, kanıtsız, delilsiz tefsir yapılıyor. Amerika Irak’ı işgal etti
ve Bağdat’taki müzelerde ne kadar arkeolojik kanıt varsa hepsini aldı. Yağmaladılar
bütün bu tarihi. Kur’an’daki kıssaların, kutsal kitaplardaki kıssaların tefsiri
orada yatıyordu. Kimse gidip oraya bakmıyordu.
Süleyman Peygamberin İdeali
Hz. Süleyman bugünkü Kudüs’te bir adalet ve barış
yurdu kurmak istiyordu. Kur’an’da “Allah dâru’s-selâm’a çağırıyor. Allah kimi
layık görürse onu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürütür. (Yunus 25)” diye
belirtilir. Dâru’s-selâm, esenlik, adalet ve barış yurdu demektir. Bunu yapmak
için civardaki devletlerle çeşitli diplomatik temaslar kurarak anlaşmalar
yapıyor. Onlardan oluşan ortak bir ordu kuruyor. Bütün amacı Ortadoğu bölgesini
bir bayrak altında birleştirmek. Şu anda da Hz. Süleyman’ın ideali
gerçekleştirilmeyi beklemektedir. O dönemde, güneyde Sebeliler (karıncalar),
kuzeyde Hititler (kuşlar), doğuda Babilliler (cinler/periler) ve batıda
Fenikeliler (yelkenli gemi ve rüzgarlar) vardı. Bu devletler o dönemde böyle
anılır ve bilinirlerdi. “Karıncalar”, Rüzgarlar”, “Cinler”, “Kuşlar” o dönemde
bu kabilelerin ad ve sembolleriydi. Tüm bu ülkeler Hz. Süleyman’ın emrine
girmişlerdi. Hz. Süleyman’a verilen mülk buydu. Yani 600 tane karısı olan, cariyeleri
olan, yerlerin göklerin mülkü ona ait olan, zenginlikten tavan yapmış bir peygamber
ve kral değildi. Hz. Süleyman bir evi, bir bineği, bir eşi olan, bir yıllık
rızkından başka asla yiyecek biriktirmeyen binlerce peygamberden sadece biriydi. Bize verilen ders şudur. Dünyanın
başına en fazla bir evi, bir arabası, bir yıllık rızkını bir kenara koymuş,
kibir, haset ve hırs sahibi olmayan ve Allah’ın emanetini kendi zimmetine
geçirmeyecek kişiler getirilmelidir.
“Eline Bir Demet Sap Al”
Kur’an’da Eyyûp Kıssası anlatılırken denir ki,
“Eline bir demet sap al. Onunla vur. Yemininden dönen durumuna düşme. (Sâd,
44)” Bu olay şu şekilde yorumlanmıştır. Eyyûp Peygamber hastalanmış ve yaralarında
kurt çıkmış. O kadar sabretmiş ki yarasındaki kurdu dahi atmamış. O esnada
karısı dediğini yapmamış ve Eyyûp Peygamber “Şu kurtlardan bir kurtulayım sana
göstereceğim.” demiş. Sonra iyileşince Kur’an da ona sözünde durmasını
söylüyormuş. Bu Tevrat’tan alınma bir hikayedir. “Eline bir demet sap al” demek, birleşmek, yekvücut olmak, demet gibi
yan yana durmak anlamında bir deyimdir. “Ayağını yere vur, dedik. İşte sana
kullanıp yıkanacağın ve içeceğin soğuk bir su. (Sâd, 42)” ayetinde anlatılan
yıkanıp kurtlardan kurtulması değildir. Bu
ayetlerde Hz. Peygamber’e ambargo yıllarında Eyyub sabrı ve direnişi örnek
gösterilir. Dağılmamaları, yılmamaları, sapların bir demet halinde bir arada
durması gibi birlikte durmaları söylenir. Ve ayağını yere sağlam bas denir.
Böyle yaparsan önüne pınarlar çıkacak, yepyeni mutlu bir gelecek, çölün içinden
su çıkmış gibi sizin olacak, denmektedir.
Kıssaların Anlatıldığı Ayetlerin İniş Zamanları
Kıssa ayetlerinin geldiği dönemlere bakıldığında
bu yorumlamalar tamamen uygun düşmektedir. Yunus Peygamber’den örnek verildiği
sırada Peygamberimiz tam da kaçmayı düşünmektedir. Kendini ifade edecek
birilerini bulamamıştır, bunalmıştır. Bu sırada gelen ayetlerle kendisine, ‘Yunus
gibi olma, Eyyûp gibi diren, sonunda Süleyman gibi olacaksın.” denmektedir. Bu
anlatıların tamamı Peygamberin o anda yaşadığı dönem ve ruh dünyasıyla örtüşür.
Her biri bir pencere açar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder