24 Nisan 2016 Pazar

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (I) ÖNCE KAPADOKYA/KAYSERİ'DEN

 Grubumuz 20 üyeden oluşuyor. Kayseri’ye indiğimizde saat 14:30’ u gösteriyordu. Özçobantur ekibi karşıladı. Sorumlu yönetici ve rehberler koordinatörü Emin Oruç. Kaptan Sezgin Koparan. Gezimiz 10 gün sürecek. Kapadokya’dan sonra Selçuklu ve Osmanlı başkentlerini ziyaret edeceğiz. Gezimizin adı “İnceleme ve Araştırma Gezisi.” Geziyi organize eden Berlin Türk Eğitim Derneği. 6 rehberimiz var gezi süresince. Hepsi Kültür ve Turizm Bakanlığı kokartlı. Rehberler kendi bölgelerinde bizlere katılacaklar. Kayseri’yi gezmeye Hz. Mevlana’nın hocası Seyyid Burhanettin Mezarlığı ve Türbesinden başladık. Mezarlık ilk bakışta Romalılar’a ait gibi görünüyor. Ancak mezar taşlarının üzerindeki motiflerden ve yazılardan Müslüman Mezarlığı olduğunu anlıyorsunuz. İlk dönem Selçuklu mezarları, oldukça bakımsız. Türbeyi ziyaret ettik.
Duamız şöyleydi: “Yarabbi bu mezarda yatan zatı adaletinle değil rahmetinle yarlığa. Günahlarını hayra tebdil eyle. Sevgili bir kulunsa onun yolunda yürümeyi bizlere de nasip eyle.” Bize muhalefet ederek türbede yatan zatı dualarında vesile kılanlar da yok değildi orada. Türbe taşlarına, örtüsüne ellerini sürüp yüzlerine meshedenler daha çok kadınlardan oluşuyordu. Türbenin bahçesinde simit satılıyorlar. Kayseri’ye özel bir simit olmalı. İlk defa görüyorum. Orta büyüklükte bir tepsi kadar büyük. Bir simit üç kişiye rahat yetiyor. Lezzetli. Rehberimiz Emin oruç anlatıyor Seyyid Burhaneddin (d. 1165, Tirmiz - ö. 1244 Kayseri) Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin yetişmesinde büyük emeği olan İslâm alîmi ve düşünürüdür. Seyyid Burhaneddin, Tirmiz şehrinde doğmuştur. Tirmiz şehri o zamanlar yetiştirdiği birçok âlimleri ile bilim, sanat ve kültür merkezi haline gelmişti. Hazret-i Hüseyin'in torunlarından olduğu söylenir. İlim öğrenme arzusunun fazlalığından dolayı Belh'e giderek Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretlerine talebe oldu. On iki yıl hocasının hizmetinde bulundu. Hocası, oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesini ona havâle etti. Seyyid Burhâneddîn, Mevlânâ'nın lalası ve atabeği olmakla meşhur oldu. Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlana’nın babası ölünce Konya’ya gelmiş 9 sene Mevlana’ya ders vermiştir. 1240 Yılında çok sevdiği
Kayseri’ye gelmiş ve 1244 yılında bir güz mevsiminde fani hayata gözlerini yummuştur. Hunat Hatun Külliyesi Hunat Hatun Müslüman olduktan sonra 1. Alaeddin Keykubat'la evlenir. Kendisinin adı Huand'dır. Sonradan Hunat diye yaygınlaşır. Esas ismi ise Mahperi Hatundur. Mahperi Hatun'un hayatı oldukça hareketlidir. Kocasının imkânlarından faydalanarak o dönemin en önemli külliyesini yaptırır. Kesme taştan inşa edilmiş olan Hunad Hatun Külliyesi cami, medrese, hamam ve türbe bölümlerinden oluşuyor. Cami Medrese, Türbe ve Hamam'dan meydana gelen büyük bir külliye İnşa ederek adını veren bu Selçuklu Hamamı için bir olay nakledilir. Derler ki; Mahperi Hatun, inşasına başlattığı camiyi hemen her gün ziyarete gelir ve inşaatın nasıl seyrettiğini kontrol eder. Kendi isteklerine uygun bir şekilde yapımı için de hassasiyet gösterir. Bir gün, yine böyle bir ziyareti sırasında, Caminin baş ustasının isteksiz çalıştığını görür. Sebebini yakınlarına sorar. Aldığı cevap dikkat çekicidir : ''Usta boy abdesti alamadığı için isteksizdir'' Bunun üzerine, camii inşaatını yarıda bırakır ve hemen hamamı başlatır. Hamam bittikten sonra da, burada çalışanların her gün sabah akşam yıkanmalarını sağlar. Böylece de adına yaptırdığı site tamamlanır. Servetini böyle hayırlı bir hizmete adadığı için, günümüzde bile yaşayan Mahperi hatun, Türk kadınının yalnızca evde kalmadığını ve cemiyetimizde önemli görevler üstlendiğini ve servetiyle de hayır kurumları inşa etmek suretiyle insanımıza yardımcı olduğunu simgesinde türbesine defnedilir. Türbe 1249 yılında inşa edildiğine göre, Mahperi Hatun’un yaşadığı devirde 13’üncü asrın ortalarına rastlamaktadır. Külliyenin merkez yapısı camidir. Giriş kapısının hemen üstündeki süslemelerin altında, Tevbe Sûresi'nin 18. âyeti yazılıdır "Allah'ın mescitlerini ancak Allah'ı ve Âhiret'i tasdik eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden çekinmeyen müminler bina edip şenlendirir. İşte onlar Cennet'e ve bütün muratlarına kavuşmayı umabilirler." Batı ve doğu kapılarının üst kısmında bulunan mermer kitâbede, "Bu mübarek caminin inşasını Keykubad oğlu yüce sultân, din ve dünyanın koruyucusu, fetihler sahibi Keyhüsrev devrinde, Şevval 635 (Haziran 1238) yılında, büyük, âlim, kanaatkâr, dünya ve dinin yüz akı hayırlar fâtihi
Melike (Mahperi Hatun) oğluna emretti -Allah onun yüce varlığını devamlı kılsın, gücünü artırsın." yazmaktadır. Bu tarihi külliyenin ana giriş kapısı zamanla yıpranmış ve yeni bir kapı yapılmış. Yapıyla uzaktan yakından alakası olmayan bir kapı. Verniklenmiş. Sapsarı sırıtıyor karşıdan. Kapının tarihi yapıya uymadığını anlıyorsunuz. Üstüne üstlük kapıyı ilan tahtası olarak da kullanıyorlar. İlanlar için ilan panosu yapmak kimsenin aklına gelmemiş galiba. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu camiye hiç uğramamış olmalı. Bu mükemmel eserin içine girdiğinizde ise yüreğiniz cız ediyor. O güzelim taş duvara ve sütunlara çiviler çakmışlar ve elektrik kabloları asmışlar, meydanda duruyorlar. Dış avluya ucube denebilecek bir sütun dikmişler, yapıyla alakası yok. Yağmur sularını tahliye eden borular da yukardan aşağıya doğru alakasız bir şekilde monte edilmiş. Namazdan sonra cemaatle konuştum.’ Bu tarihi binaya yazık olmuş, sizler bu tahribata mani olabilirdiniz.’ dedim. Hemen bir sakallı hacı emmi atıldı oradan ve ‘Beyefendi sen bırak caminin eksikliklerini de, her gün onlarca şehit geliyor onları engellemeye çalış’ diye gürledi. Hem gidiyor hem de konuşuyor. Yüksek sesle bağırarak camiyi terk etti. Oradakiler de o hacı emmiyi desteklediler. 100 seneden beri tarihi eserlere dokunulmamış. Bir iktidar gelmiş tarihi eserlere sahip çıkmış. Daha sonra gezdiğimiz yerlerde gördük. Tarihi mekânlar şantiye gibi. Ümit ediyorum çalışmalar bu şekilde devam ederse 20 sene sonra eski hüviyetlerine kavuşacaklar. Caminin tuvaletinde tuvalet kâğıdı yoktur. Dışarıya çıkarken peçete veriyorlar. Müslüman bir ülke ve tuvaletinde kâğıt yok. Oradan ayrıldık, Kayseri mantısı yemeye gittik. Lezzetli buldu arkadaşlar mantıyı ve severek yediler. Mantının üzerine gezdirilen tereyağı ayrı bir zevk veriyor. Cosss. Kayseri Çarşısı’nda alışveriş yaptık. Arabayı kokutur diye o güzelim pastırmalardan alamadık. Sonra da istirahat için Ürgüp’e doğru hareket ettik.
Devam edecek...

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (II) ÖNCE KAPADOKYA/KAYSERİ'DEN


 Kayseri, Türkiye'nin en büyük illerinden biri. 1.5 milyon civarında nüfusa sahip. 16 ilçesi var. Ankara ve Konya'dan sonra İç Anadolu'nun üçüncü büyük kenti ve sanayi merkezi. MÖ. 2.000 yıllarında Anadolu’ya gelen Hititler tarafından kurulmuş. Türkiye'nin kültür, sanat, bilim ve turizm merkezleri arasında. Tarihin en eski zamanlarından beri pek çok uygarlığa beşiklik etmiş ve her dönemde önemini korumuş. Roma devrinde şehre imparator şehri anlamında Kaisareia adı verilmiş. Türkler Anadolu'yu fethedince Kayseri adını vermişler. Rehber Emin’in anlattığına göre 1067'de Selçuklu komutanı Afşin ile Türk hâkimiyetine giren Kayseri; başta Selçuklular olmak üzere her dönemde önemli bir kültür merkezi olmuş. Kayseri, ülkemizin ilk uçak fabrikasının kurulduğu il olması itibariyle de önemliymiş. Günümüzde ise Kayseri ekonomik, kültürel, sağlık, eğitim, spor ve şehircilik alanında yakaladığı ivme ile Türkiye'nin en hızlı gelişen ve dikkat çeken
şehirlerinin başında geliyormuş. Sokakları, caddeleri geniş. Bakımlı bir şehre benziyor. Gezi bağları türküsünü eşliğinde ayrılıyoruz Kayseri’den. Hep beraber söylüyoruz. “Gesi bağlarında dolanıyorum/ Yitirdim yarimi, aman aranıyorum/ Bir tek selamına güveniyorum/ Gel otur yanıma, hallarımı söyleyim/ Derdimden anlamaz, ben o yari neyleyim/ Ölüm varsa bu dünyada zulüm var/ Atma garip anam, beni dağlar ardına/ Kimseler yanmasın anam yansın derdime.” Kaptan sezgin önceden kaydetmiş yöre türkülerini. Yeri gelince basıyor düğmeye. Bazen ağlıyoruz, bazen düşünüyoruz bazen de oynuyoruz. O uçsuz bucaksız verimli Anadolu toprakları kayıp gidiyor ayağımızın altından. Bu kadar güzel bu kadar alımlı olmak zorunda mıydın ey Anadolu’m. Herkes senin peşinde. Düşmanlarındır sevenlerin. Biliyorum ki sevenlerin senin için kavga ettikçe sen de acı çekiyorsun. Ama bak biz geldik, 3.000 km. uzaklıktan geldik, sırf seni görmek, ziyaret etmek için geldik. Hadi sil göz yaşlarını, bugün ağlamak değil gülmek zamanıdır. Akşam Ürgüp’te konaklayacağız. Sebahattin Bozkurt, Yunus İnci, Dilruba Kam ve Beyhan Bozkurt fotoğraflar çekecekler ve gezi notlarını tutacaklar. Yol emiri Hüseyin Bozkurt, yardımcısı Fatma Mıdık. Gezi süresince uyulması gereken kurallar koydular; serbest zaman olarak verilen saatten sonra buluşma yerine gelenler 5 TL. ceza ödeyecekler, otobüste kabuklu yiyecekler yenilmeyecek, gezilecek ve ziyaret edilecek yerlerin aksatılmadan gerçekleştirilmesi için hızlı hareket edilecek, izin almadan kimse gruptan ayrılamayacak… Kurallar kesin.
Grup üyelerinden alkışlar yükseldi. Belli ki konulan kurallardan herkes memnun. Kapadokya Kapadokya, Pers dilinde “güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelirmiş. Nevşehir, Niğde, Kırşehir ve Kayseri illerini kapsayan bölgenin adı Kapadokya. Hâlâ at yetiştirilmeye devam edilirmiş Kapadokya’da. Bilhassa Avanos’ ta cins atların yetiştirildiği bir sürü at çiftlikleri varmış... Ürgüp, Avanos, Zelve, Göreme, Uç Hisar çevresinin tabii güzellikleri ve kültürel zenginlikleri yüzyıllar boyunca tarih yazarlarının ve seyyahlarının hep ilgisini çekmiş. Ürgüp Ürgüp, Nevşehir İlinin 20 km. doğusunda dağın eteğinde şirin bir ilçe. Kapadokya bölgesinin en önemli merkezlerinden biri. 35 bin civarında nüfusa sahip. Akşam yemeğinden sonra bu şirin ilçeyi dolaşmaya çıktık. Sokaklar delik deşik, köstebek yuvası gibi. Altyapı çalışması yapılıyormuş. Sezona yetiştirilecekmiş. Çay içecek bir mekân aradık, bulamadık. Erkenden mekânlar kapanmış. Belediye binasının hemen karşısında bir pastane bulduk, içeride 3 kişi kalmış, neredeyse o da kapatacak. Hemen oturuverdik oraya. İçeride Diriliş Ertuğrul dizisini izliyorlar. Banu çiçek kendisini yakalamaya çalışan bir alpi fena halde pataklıyor. Nazik bir beyefendi geldi, “hoş geldiniz, ilçemize” dedi.
Ayaküstü kısaca sohbet ettik. İlçeye özel ne yiyebiliriz, içebiliriz dedik. “Öyle özel bir şey yok” dedi. Siparişlerimizi aldı, tebessüm ederek ayrıldı masadan. Gezintiye hanımlarla beraber çıkmıştık, arkamızdan geliyorlardı. Eksikliklerini pastaneye oturunca fark ettik. Yolda bizlerden ayrılmışlar. Sadece Zeynep Hanım ve Samiye hanımlar kalmış bizimle. Otele geriye döndüklerini düşündük ve telaşa kapılmadan içeceklerimizi içtik, yiyeceklerimizi yedik. Hemen kalktık. Hava biraz esiyordu, ama muhabbet güzeldi. Sabah hareket saati 8.30. Bölgeyi gezmeye çıkacağız. Erken yatıp erken kalkmak lazım. Ceza da yememek lazım. Önce Hacı Bektaş Veli Verilen saat daha dolmadan, Emin düdüğünü çalmaya başladı. Geç gelen yok. Arkadaşlar yerlerini aldılar. Rehberimiz Oğuz Türkoğlu. Kendisini tanıttı. Aslen Giresunluymuş. Ürgüp’e yerleşmiş. Otel Müdürü de İstanbullu. O da Ürgüp’e yerleşmiş. Aslında hanım köylü olmuşlar demek daha doğru olacak. İçten ve samimi bir delikanlı rehberimiz, konusuna hâkim. Giyim kuşamında abartı yok, nezaketi elden bırakmıyor. Akşama kadar beraberdik. Hacı Bektaş Veli’den başlayarak Açık Hava Müzesi’ni, Göreme’yi, Hayal Vadisi’ni ve Zelve’yi birlikte dolaştık. Otobüse biner binmez başladı anlatmaya: “Kapadokya’da gördüğünüz bu yapılar, 60 milyon yıl önce Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakalar, milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgârın aşındırmasıyla ortaya çıkmıştır. İnsan yerleşimi Paleolitik (Yontma taşların kullanıldığı Eski Taş Devri)
Dönem’e kadar uzanmaktadır. İlk sahipleri bilindiği kadarıyla Hititlerdir. Hititler'in yaşadığı bu topraklar daha sonraki dönemlerde Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, bölgeyi Roma İmparatorluğu'nun baskısından kaçan Hristiyanlar için devasa bir sığınak haline getirmiştir…,” derken çoktan Hacı Bektaş Veli’ye gelmişiz bile. İlçenin girişi hoşumuza gitmedi. Daha derli toplu hale getirilebilir. İndik otobüsümüzden ve zaman geçirmeden doğru türbeye doğru hızlı adımlarla ilerledik. Alışverişe takılanları uyardı Emin. Rehberi dinliyoruz: “Hacı Bektaş Veli’nin gerçek ismi, Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata’dır. Horasan'ın Nişabûr şehrinde 1281 senesinde doğdu. 1338’de burada vefat etmiştir. Hacı Bektaş Veli ilk eğitimini Şeyh Lokman Perende’den aldı. Lokman Perende, Ahmed Yesevi’nin halifelerindendir. Hacı Bektaş Veli Lokman Perende’nin gözdesiydi. Lokman Perende, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması için
Hacı Bektaş Veliyi görevlendirdi. O da Türkistan illerinden vazifeli olarak koptu geldi Anadolu’ya. Görev yapacağı yeri şeyhinin attığı ağaç dalını takip ederek buldu. Şu gördüğünüz ağaç o daldan, dallanan budaklanan ağaçtır. Şeyhi yola çıkmadan önce hacı Bektaş Veli’ye şöyle der: “Müjde olsun ki; ‘Kutbul-aktâblık’ senindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye kadar bizimdi, bundan sonra senindir. Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, âhirete gideriz. Seni Rûm’a saldık, Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik. Rûm abdallarına seni baş tayin ettik. Var git yolun açık olsun.” Ve Nevşehir’in Hacı Bektaş ilçesine gelir yerleşir. Ağaç dalı onu oraya kadar getirmiştir. İsmini de isim olarak alır. Burada halkı irşat edici çalışmalar yapar, talebeler yetiştirir. Kendisinin de üyesi olduğu “Ahilik teşkilatı” ile önemli hizmetlerde bulunur. Hacı Bektaş Veli, kurulma aşamasında olan Osmanlı Devleti sultanlarından da sevgi ve hürmet görür. Osmanlıların kuruluş aşamasında sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri olmuştur. Orhan Bey zamanında kurulan Yeniçeri ordusunun ve Yeniçeriliğin piri, manevi üstadı olarak da bilinir. Bu durum halk ile yeniçeriler arasındaki bağı güçlendirir. Hacı Bektaş Veli İslâm dinînin emir ve yasaklarına sıkı sıkıya bağlıdır.
O İslâm’a uymayan davranışlara şiddetle karşı çıkar.“ Bektaşi nefeslerini dinlemek lazımdır. Tertemiz bir türbe. Ziyaretçi kalabalığı yok. Hacı Bektaş Veli insan haklarından ve özellikle kadın haklarından bahseden bir bilginmiş. Vefat edince Sünni Müslümanlardan önce aleviler sahiplenmiş kendisini ve bugün Hacı Bektaş Veli deyince Aleviler akla gelir olmuş. Her türbede olduğu gibi burada da Hacı Bektaş Veli ile alakalı hikâyeler anlatılıyor. Tekke yapılırken bir ara kaybolmuş Hacı Bektaş Veli. Gelince sormuşlar:” Neredeydiniz bu zamana kadar?” diye. Hacı Bektaş Veli Hazretleri Karadeniz’de batan bir gemiyi kurtarmaya gittiğini söylemiş. İnsanlar garip garip bakmaya başlayınca da, yalan söylemediğinin delili olarak ceketinin kollarını silkeleyivermiş. Ceketin kollarından balıklar dökülmeye başlamış. Bu olay unutulmasın diye, türbenin giriş kapısının yanlarındaki taşlara balıkların resimleri oymuşlar. Türbe görevlisi oldukça dertli. Ziyarete gelenler hiç bir şey sormadan söylemeden hemen fotoğraf çekmeye başlıyorlarmış. “Kimse bilgi almak istemiyormuş.
Biraz etrafa bakınıyor, birkaç da fotoğraf çekiliyor ve sonra da çekip gidiyorlarmış. Önce ziyaret yapılmalı ve dua edilmeli, sonra istenildiği kadar fotoğraf çekile bilir. Biraz saygı lazım, hürmet lazım” diyor türbe görevlisi Ali Can kardeş. Söyledikleri doğru Ali Can kardeşimizin. Çok da haklıdır. Biraz sohbet edince bize kanı ısınmış olmalı ki; yerinden kalktı, düştü önümüze ve türbeyi anlatmaya başladı. Bir rehber kadar bilgisi var. Biz Ali Can kardeşimizin dediği gibi yapmıştık zaten türbe ziyaretini. Birlikte fotoğraflar çekildik. Oldukça memnun ayrıldık birbirimizden. Türbede dualarımızı yaptık, Hacı Bektaş Veliye rahmet diledik. Varsa günahı hayra tebdil edilmesini diledik. Sonra da Hacı Bektaş Veli ile fotoğraf çekildik. Hediyeliklerimizi de alarak ayrıldık Hacı Bektaş Veli’den. Ey Anadolu’yu İslâmlaştıran büyük insan, nur içinde yatasın. Zaman zaman kavgalarımız oluyor senin arkandan gittiğini söyleyen Alevi kardeşlerimizle, ama sen rahat uyu. Biz bugün olmasa da yarın mutlaka sorunlarımızı çözer ve sana layık gönül erleri olduğumuzu ispat ederiz. Geçmişte yaptığımız gibi yine omuz omuza mücadele ederiz vatan düşmanlarıyla, bayrak düşmanlarıyla, din düşmanlarıyla. Sen rahat uyu. Hacı Bektaş Veli’nin hayatını dinleyince rehberden arkadaşlarımız, sorular sordular. Bir tanesi ilginçti: “Hacı Bektaş Veli‘yi namazını kılan, orucunu tutan insanları
İslâmâ davet eden, malıyla canıyla cihad eden ve kalp kırmayan bir gönül eri olarak tanıttınız. Bu durumda Hacı Bektaş Veli mi gerçek Alevidir, yoksa bugünkü Kur’an’sız, namazsız, oruçsuz ve hacsız Aleviler mi? cevabı verilemeyen bir soru olarak kaldı. Vedalaştık o büyük insanla ve yolumuzu döndürdük Açık Hava Müzesi’ne. Yol boyunca dikkatimizi Türk bayrakları çekti. Neredeyse her tepeye bir bayrak dikilmiş. Bazı işyerlerinde ve evlerde de bayraklar asılmış balkonlara. Abartılı bulduk. Hatta bu bayrakların safların sıklaşmasına değil saflara gelinmemesine ve aynı safta olunmamasına bile sebep olabilir diye düşündük. İnsanları ayrıştırmamak lazım, ayrıştırmaya vesile olacak davranışlardan kaçınmak lazımdır diye düşündük. Belli ki PKK terör örgütüne tavır koymak için asılmış bu bayraklar. Kürt halkını provoke edebileceği düşünülmemiş. Sezgin bey katılmadı görüşlerimize ve ama’lı bir cümle kurarak çekincesini koydu. Hemen bir ayet aklıma geldi ve arkadaşlarla paylaştım: “Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetleyenler olun! Bir topluluğun çirkinlik ve kötülüğü sizi
adaletsiz davranmaya asla itmesin. Adaletli olun! Bu, takvaya/korunup sakınmaya daha uygundur. Allah'tan sakının. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.“(Maide 8) 
Devam edecek...


Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri (III) -Kapadokya’dan Konya’ya-


Göreme Açık Hava Müzesi
Öğle yemeğini Göreme’de yedik. Testi kebabı meşhurmuş. Gittiğimiz bölgede oraya has yemekleri tercih ediyoruz. Testiyi Hüseyin Bozkurt kırdı. Sanki kırk yıllık testi kıran gibiydi. Tezahüratlarımız arasında kendisinden emin olarak vurdu çekici testinin boğazına. Testi kan revan içinde yuvarlanıverdi tepsinin üstüne. Sabırsızlıkla beklediğimiz servis başladı. Başladı ama daha birinci lokmada iştahımız kapandı. Kebap söylenildiği kadar lezzetli değildi. Testi tadını aldık almasına da, hepsi o kadar. Testi kebabı sadece “testi” tadı almak için yenilmez ki. Testi kırılınca bir rayiha yayılmalıydı ortaya. Öyle bir şey olmadı. Değişik bir lezzet aradık, o da yoktu. Eti soğanla yemek Türk’ün sünnetidir. Dedelerimizin sünnetini de icra edemedik. Müşteri sıkıntısı çekmedikleri için kaliteye önem vermiyor olmalılar. Tada, kokuya değil, şekle, isme önem veriliyor galiba. İçinin malzemesinden çalınmış. Mekân sadece para kazanmak amacına kilitlenmiş. Müşteri memnuniyeti önemli değil. Servise yemeklere, temizliğe ve güler yüze o kadar riayet edilmiyor. Nasıl olsa yiyecekler mantığı hâkim. Bir gelen bir daha gelmeyecek nasıl olsa. Tereyağı, bir defneyaprağı, biraz kekik, birazcık kimyon, bir miktar arpacık soğanı yeterdi aradığımız rayihayı, tadı bulmaya. Güneydoğu mutfağını, servisini, garsonların saygısını ve güler yüzünü özlememek mümkün mü?





Fikrimizi lokantanın sahibine söyledik, sadece teşekkür etti. Teklifimizi hayata geçirir mi, geçirmezmi bilmem. Kesin olan bir şey var, o da bizim bir daha orada testi kebabı yemeyeceğimiz.
İbadet zamanı
Namaz kılmak için Göreme Köy Camii’ne gittik. Öğle namazını ve ikindi namazını cem-i takdim ederek kıldık. Gezi süresince akşam namazıyla da yatsı namazını cem-i te’hir ederek kılacağız. Her namazı kendi vaktinde kılarsak hedeflenen ve planlanan gezinin yapılması mümkün olmayacaktır. 25 kişinin abdest almasını 30 dakika olarak hesaplarsak 20 dakika da namaz için versek 50 dakika yapar. Toparlanıp otobüse binmemize de 10 dakika verelim 60 dakika eder. 4x60= 240 dakika, yani günde sadece 4 saat namaz için ayırmamız gerekecek. Bu bizim için büyük bir zaman kaybı olur. Peygamberimiz cem uygulaması yapmıştır, hem de hiç mazereti olmadığı halde. Türk Eğitim Derneği üyeleri tarafından peygamber uygulaması bilindiği için sıkıntı olmuyor.
Ucube




Camiden çıkınca gözümüze, karşıdaki peri bacalarının hemen yanına yapılan beton bina çarptı. Sorduk, ‘Bu ucubeyi buraya kim dikti?’ diye. ‘Karakol binası.’ dediler. Allah aşkına bu kadarı da olmamalı. Karakol binası yapılacaksa o dokuya uygun olarak yapılmalıdır. Hem yapılan tamiratlar aslına uygun yapılmıyor, hem de yeni yapılan binalar dokuya uymuyor. Üçüncü Dünya ülkelerinde görmeye alıştığımız manzaralar bunlar. O benim güzel vatanımda böyle paradokslar olmamalıdır. İnsanımızda tarih bilinci oluşmamış, vatanımız ne yapsın. 1923 yılından beri beline beline vurmuşlar o güzel yurdumun, takati kalmamış, kalkamıyor ayağa. Harf devrimi demişler vurmuşlar, Osmanlı haindi demişler vurmuşlar, padişahlara Kızıl Sultan- Vatan haini demişler vurmuşlar, Türk insanına gerici-yobaz demişler vurmuşlar, başörtüsü demişler vurmuşlar… Yıllar var ki yoğun bakımda yatıyor. Bugünlerde parmağını kıpırdatmaya başlamış, şöyle bir nefes alayım demiş, bu seferde “gezi” demişler, ağaç demişler, yeşil demişler, cinsi taciz demişler yine başlamışlar vurmaya. “Yol O’nundur, varlık O’nundur, gerisi hep angarya” demiş Üstad Necip Fazıl Kısakürek. Ümit ederiz ki, bu sefer “Sakarya” kalkacaktır ayağa: Çünkü, yüz üstü çok sürünmüştür.
Zaman tünelinde yolculuk
Bu bölge, Yüce Mevla’mızın özene bezene yarattığı ve bize bahşettiği masallar ülkesidir. Sanki zaman tünelinde yolculuk yapıyoruz. Bir an düşündüm; bu bölgede hizmet veren insanlar, o günkü insanların kostümlerini giyerek hizmet verseler nasıl olur acaba? diye. Aslında bütün tarihi mekânlarda görev yapanlar bu uygulamaya dâhil edilebilir. En azından Romalılardan başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’na kadar. Böyle bir uygulama yapılabilir. Ne dersiniz?
Yaşam alanları
Açık Hava Müzesi denilen yer koruma altına alınmış, giriş ücretli. Müzenin içi korunaklı, muhafazalı değil. Her yere elinizle dokunabiliyorsunuz. Dini bir merkez burası. Romalılardan korkan Hristiyanlar bu bölgeye sığınmışlar. Peribacalarını oyarak hem



aşağıya doğru hem de yukarıya doğru katlı yaşam alanları oluşturmuşlar. Aydınlatma için keten yağı kullanılırmış. Kızlar ve erkekler için Manastırlar oyulmuş. Hemen girişte 6 kat Kızlar Manastırı, 6 kat da Erkekler Manastırı var. Dershaneleri, mutfağı, yemekhaneleri, mütalaa salonları, yatak odaları, oturma odaları ibadet için kiliseye varıncaya kadar her şey düşünülmüş.
O insanlar, doğa ve tarihin çok güzel bir şekilde bütünleştiği Kapadokya bölgesinde Peribacaları’nı oyarak evler yapmışlar, yaşam alanları oluşturmuşlar, kiliseler yapmışlar. Tıpkı Âd kavminin yaptığı gibi. Âd kavmi de kendilerinden önce yaşayan insanlardan daha ileri bir medeniyet kurmuşlardı. Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir medeniyet: Son derece ihtişamlı. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Her biri uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli insanlar idiler onlar. Dağları kayaları oyarak, kaleler, saraylar yapan bir kavimden bahsediyor Kur’an. Âd kavminden: "Ve hatırlayın, sizi nasıl 'Âd toplumunun yerine getirdi O. Ve ovalarında kendinize konaklar yükseltip dağlarını yontarak evler yapabilesiniz diye yeryüzünde sizi nasıl sağlamca yerleştirdi. Öyleyse, hatırlayın Allah’ın nimetini de yeryüzünde bozgunculuk yapıp karanlığa yol açmayın." „Araf 74
Peri bacaları
Oğuz devam ediyor anlatmaya: “60 milyon yıl önce 3. Jeolojik Devir’de yanardağlar faaliyete




geçti. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürttü. Platoda biriken küller yumuşak bir tüf tabakası oluşturdu. Tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtüldü. Bazalt çatlayıp parçalara ayrıldı. Yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başladı. Isınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katıldı. Böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluştu. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırdı: "Peri bacası".
Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakları ise erozyonla vadilere dönüştü. İlginç şekiller oluştu. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyuldu. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden ilk Hristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde bir uygarlık yaratıldı. Günümüze kadar geldi bu uygarlık. İşte önünüzde duruyor.
Hristiyanlara baskı
İnsan yerleşimlerinin Paleolitik Dönem’e kadar uzandığı Kapadokya'nın yazılı tarihi, Hititlerle başlar. Tarih boyunca ticaret kolonilerini barındıran ve ülkeler arasında ticari ve




sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biridir.
Bölge MS 2. yüzyılın sonlarına kadar tamamen Romalıların yönetimi altındadır. MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hristiyanlar gelir. İnançlarını yaşamak ve yaşatmak için, bölge insanına tebliğde bulunmak için faaliyete geçerler. Bölgeyi eğitim ve düşünce merkezi haline getirirler. Ancak Romalılar bu çalışmalardan memnun olmazlar. Onlar putperest bir topluluktur çünkü. Hristiyanlara göz açtırmazlar. Baskı uygularlar, işkenceye tabi tutarlar, baskılar dayanılmaz hale gelince (303-308) dağlara çekilirler. Hristiyan öğretiyi yaymak için derin vadileri ve volkanik yumuşak kayaları oyarak oraları yaşam alanı haline getirirler. Bakın şu peribacaları altışar katlıdır. Kızlar ve erkekler manastırı olarak hizmet veriyorlardı. Evler ve kiliseler aynı yöntemle oyularak yaşam alanı haline getirilmiştir. Böylece Romalı askerlere karşı güvenli bir alan oluşturulmuştur. Bu bölgede peribacalarının içine oyulmuş 400 kilise vardır. Çoğu 5 -10 kişiliktir, çok azında daha fazla insan ibadet yapabilir. En büyük kilise Yılanlı Kilise’dir. Bu tavanlarda ve duvarlarda gördüğünüz ikonlar sadece resim değildir. O gün ikonlar, yazı olarak kullanılmıştır. Hz. İsa’nın anlattıkları, Hz. Meryem’in doğumu, son akşam yemeği ve benzeri resimler eğitim amaçlı yapılmıştır. Bazılarının düşündüğü gibi bu resimler tapınmak için yapılmamıştır.



11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya’ya Selçuklular gelmiş, daha sonra Osmanlılar. Selçuklu ve Osmanlı devletleri döneminde bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Hristiyanlar ibadetlerinde serbesttirler. Bölgede yaşayan Hristiyanlar Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla tekrar sıkıntılı günler yaşamaya başlarlar. Bu sefer mübadele bahanesiyle yurtlarından sürülürler. 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle bölgeyi terk etmeye zorlanırlar. Ve arkalarında bu gördüğünüz medeniyeti ve mimari örnekleri bırakarak Kapadokya'yı terk ederler.
Bölge turizm açısından büyük bir öneme sahiptir. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü dile getiriyorlar. Kapadokya Bölgesi’nde taş evler görürsünüz. Yamaçlara kesme taştan inşa edilen evlerdir bunlar. Örnekleri Ürgüp’te vardır. On dokuzuncu yüzyıldan kalmadır bu evler.
Bölgenin tek mimari malzemesi olan taş, ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte, ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden




dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır.
Yöredeki güvercinlikler 18. yüzyılda yapılmış küçük yapılardır. İslâm resim sanatını göstermek açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir. Bölge, üzümüyle ve şarabıyla da ünlüdür. Eskiden ev olarak kullanılan peribacaları bugün tarihi eser olarak koruma altına alınmaya başlanmıştır.“
Tevhid inancının mensupları
Sorun her devirde aynı. Tevhid inancına sahip olan insanlar, köle düzenlerinin içinde



yaşayamıyorlar. Firavunlar o insanlara hayat hakkı tanımıyor. Ashab-ı Kehf’i hatırlayalım, putperest Romalıların zulmünden kaçtılar ve mağaraya sığındılar. Hz. İbrahim’i Mezopotamya’dan sürdüler. St. Piyer Kilisesi dağın eteğine, dağın altına doğru oyularak yapılmıştır. Kapadokya Bölgesi’ndeki Hristiyanlar da peribacalarının içini yaşam alanı haline getirmişler. Böylece, küçük küçük yüzlerce kilise yaparak ibadetlerine devam edebilmişler. Bugün de aynı olaylar tekrar ediliyor. Irak’taki, Suriye’deki, Afganistan’daki, Myanmar’daki, Eritre’deki, Mora’daki, Doğu Türkistan’daki Müslümanlar Allah dedikleri için aynı şekilde işkenceye tabi tutuluyorlar, yurtlarından sürülüyorlar, mülteci durumuna düşürülüyorlar.
Türk gecesi




Akşam Türk Gecesi’ndeyiz. Peribacasının içine oyulmuş bir mekân burası. Önce Mevlevi dervişler sahne aldı, arkasından enstrümantal meyhane havası canlı olarak çalındı. Sonra sırasıyla yöresel oyunlar oynandı kızlı erkekli, en sonunda dansöz sahne aldı. Bizim beklentimiz başkaydı. Büyük usta Neşet Ertaş’ın doğup büyüdüğü çalıp çığırdığı bölgedeyiz, O’ndan türküler havalandırırlar diye düşündük ama ne gezer, bir eser bile okumadılar. Anadolu Türkmen müzik geleneğinin önemli ustalarından Neşet Ertaş’a Devleti sahip çıkmamış hemşehrileri mi sahip çıkacak. Sanata ve sanatçısına değer vermeyen bir ülkeden ve o ülke insanından ne beklenir? Hz. Mevlana’yı içki masasına meze yapan insanlardan ne hayır gelir?




Kaptan Sezgin kardeşimiz de kaydetmemiş Neşet Ertaş’ı. Demek ki Türk insanını piyasa müziğine alıştırmışlar. Türk insanı müzik dinlemek istemiyor, gürültü istiyor. Güftenin anlamı, bestenin kalitesi Türk insanı için önem arzetmiyor. Müzik aslında insanın kalitesini belirler. Dinlediğin müziği söyle senin kim olduğunu söyleyeyim demişler. Saygımızı en azından yazımızda gösterelim ve bu bölümü Neşet Ertaş’la bitirelim:
“Zülüf Dökülmüş Yüze Kaşlar Yakışmış Göze Usandım Bu Canımdan Derd İle Geze Geze. Bu Ellerde Gez Gayri Kâtip Ol Da Yaz Gayri Bir Kazma Al Bir Kürek Mezarımı Kaz Gayrı
Gün Doğdu Aştı Böyle Gönüldür Coştu Böyle Sen Orada Ben Burada Ömrümüz Geçti Böyle. …”
Elveda Ürgüp



Emin’in düdüğü çaldı. Otobüste sayım başladı. Eksikler var denildi. Ahmet Yumuşak ve eşi yok. Fatma Mıdık o plastik bardağını hemen uzattı Yumuşak ailesinin önüne, 10 lira ceza, böylece siftah yapılmış oldu.
Ürgüp’e veda ediyoruz. Ürgüp’ün yamaçlarına yapılmış o taş evler içimizi acıtıyor. Sahipsizler, kaderlerine terkedilmişler. Bizden sonra gelenler onları görüp ibret alamayacaklar. O güzelim taş evler ıslah edilerek pansiyon haline getirilebilir. Böylece halkın hizmetine sunulmuş olur. 5 yıldızlı otele tercih edilir bu taş evler. Mardinliler yapmışlar o işi. Ne kadar da hoşumuza gitmişti, o taş evin balkonundan Mezopotamya ovasını seyretmek. İmran kardeşimizle çay eşliğinde sohbet etmiştik Güneydoğu üzerine. Çözüm süreci devam ediyordu o tarihte. Bu taş evlerden de Ürgüp’ü seyretmek ne kadar anlamlı olurdu. Ama öyle yapmamışlar, o yamaca 5 yıldızlı bir otel yapılıyor. Bir ucube de buraya yapılıyor. Aslında Ürgüp halkı tarihi dokunun bozulmasını istemiyor. Bu 5 yıldızlı otel halka rağmen yapılıyormuş. Gördük ve hayıflandık. Kapitalizm denilen şey böyle bir şey işte. Ne din tanıyor ne iman, ne örf tanıyor, ne adet tanıyor, ne de değer. İçimiz burkuldu. Aynı ucubeyi Göreme’de de görmüştük. Peribacalarının içine betondan bir karakol binası yapmışlardı.
Avanos
Hedefimizde Avanos var. Çömlek nasıl yapılıyor onu öğreneceğiz ve biraz da çömlek alışverişi yapacağız. Avanos’tayız. Müessese sahibi Emrah Bey hikâyeler ve maniler eşliğinde çömleğin nasıl yapıldığını uygulamalı olarak gösterdi bize. Sonra da grubumuzdan Pakize kızımız kalktı ve Emrah Bey’e çömlek nasıl yapılıyormuş öğretti.
Alışverişimizi yapar yapmaz koyulduk yola; önce Ihlara vadisi. Çeşme başında Sebahattin Bozkurt kardeşimizin iki gün önce Sivas’tan aldığı katmerleri yedik. Yanında ayran da vardı. Bayattı ama o vadide tazesini bulmak da mümkün değil zaten.
Vadiye 332 merdivenle iniliyor. Yeşillik, çok güzel, doğa harikası bir yer. Su sesi eşliğinde uykuya dalmak ne de güzel olurdu. Olur du olmasına da Emin’in düdüğü olmasa.



Daha çiçekler açmadığı için Ihlara vadisi, vadi olarak üzerine düşen görevi yapamadı, mahcubiyetini üzülerek ifade etti bizlere. Giyinip kuşandığı, parfümlerini süründüğü ve zülüflerini yağladığı gün tekrar davet etti bizi. Daveti kabul ettik ve bir daha görüşmek ümidiyle vedalaştık o güzelim Ihlara Vadisi’yle. Merdivenlerden inerken fazla sıkıntı çekmeyen Ayhan ile Hüseyin’in merdivenleri çıkarken radyatörleri su kaynatmaya başladı. Ama yiğitliğe de leke sürdürmediler. ‘Madem indik, o halde çıkarız da!’ dediler ve birkaç hamleyle de olsa çıkmayı başardılar merdivenleri.
Güvercinlik vadisi ve Uç Hisar
Hayran hayran seyrettik güvercinlik vadisini, Mevla’m ne güzel yaratmış bu yerleri. Biz neden bugüne kadar bu güzelliklerden uzak kaldık. Hikâyelerini misafirlerimize neden



anlatmadık bu yörelerin. Ülkemizi bizlere tanıtmadılar ki o zamanlar. Okul gezileri yapılmadı. İç turizm diye bir anlayışa sahip değildik biz. Turist deyince yabancıları anlardık. Ayağımızın altında eşi benzeri olmayan bir ülke var ve biz o ülkenin vatandaşıyız, ama o ülkeyi tanımıyoruz…
Tepedeyiz, ayağımız kaysa parçalarımız zor bulunur. ‘Aman ha, dikkatli olun!’ Uyarılarına fazla aldıran olmadı. Herkes nazar boncuklu ağacın altında fotoğraf çekilme yarışına girdi. Ramazan yine yaklaştı bana, ‘Şurada beni çekebilir misin Hocam?’
O elindeki telefonla durmadan video çekiyor. Nereye inersek inelim başlıyor koşmaya elinde telefonla. Güzel kareler yakaladığından eminim.
Geldik sütle kavrulan kabak çekirdeği dükkânına. Elma ve nar çayı ikram ettiler. Hoşumuza gitti. İçimiz ısındı. Kabak çekirdeklerini de aldık. Ancak kabak çekirdeklerini otobüste yiyemedik. Emin yasak koydu, ‘Otobüs pislenir.’ dedi. Elimiz mahkûm, uyduk yasağa.
Kaymaklı yer altı şehri
Ver elini Kaymaklı yer altı şehri. Rehberimiz Emin. Zamanında 30.000 kişi yaşamış bu yeraltı şehrinde. Şehir aşağıya doğru 8 katlı. 4 katı faaliyette. Odalardan odalara iki büklüm eğilerek geçmek gerekiyor. İçeride alışveriş merkezleri, şarap imalathanesi, kiliseler, yatak ve oturma odaları, havalandırma bacaları hepsi düşünülmüş. Ahmet Yumuşak dördüncü kata



kadar inemedi, birinci kattan geri döndü. Korkmuş olmalı.
Yeraltı şehrine giderken önümüzde bir fotoğrafçı peydahlandı, fotoğraflarımızı çekiyor. Kızdık, ‘Ne çekiyorsun kardeşim!’ falan diye çıkıştık delikanlıya. Yeraltı şehrinden çıktıktan sonra yolumuzu kesti delikanlı. Çektiği fotoğrafları küçük toprak resimliklere baskı yapmış. 10 TL. Çok güzel bir hatıra. Başta çıkışmıştık gence ama fotoğrafları görünce sevindik. Yarım ağızla da olsa özür diledik. Ahmet ve Samiye Hanım’ın fotoğrafları çekilmemiş yeraltı şehrine giderken, nerelere gittiler de çekilmediler bilmiyoruz. Fotoğraflar hoşlarına gidince, çağırdılar fotoğrafçıyı ve orada fotoğraf çekildiler, habersiz çekilen fotoğraflar gibi güzel olmadı, hoşlarına gitmedi ama, ‘Bizim baskılı fotoğrafımız niye yok?’ dememek için aldılar fotoğraflarını. Eeee sürüden ayrılanı kurt kaparmış değil mi?



Sorumsuz sorumlular 
Cuma namazını Kaymaklı’da kıldık. Tuvaletlerine girmek mümkün değil. Caminin içinde secde ettiğimiz yer kokuyor. Vaiz olarak hoparlörü dinledik. Kürsüde hatip yok. Sanki demir perde ülkesindeyiz. Din görevlileri kendi camilerinde vaaz edemiyorlar. Merkezi sistemmiş. Din görevlileri bu durumda nasıl gelişir, namaz kıldırmakla, ezan okumakla insan mı gelişirmiş. En azından haftada bir de olsa vaaz edeceği için, kitap okuması araştırma yapması imkân dâhilinde iken, din görevlisinin bu çalışmasına mani olmak doğru bir yaklaşım olmasa gerek diye düşündük. Büyüklerimiz daha iyi bilir(!) dedik. Sayın Görmez bu duruma pirim vermeyecek bir kişilik ama, neden böyle yapar hikmetinden sual olunmaz dedik.
Kültür bakanları ne iş yaparlar
Tur süresince turizm ve kültürle az çok ilgisi olan insanlarla sohbet ettik. Dertleştik. Şikâyetler aynı yönde: Müzelerde tanıtıcı yazılar/alt yazılar yok. Eserler bakımsız, tozlu. Koruma altına alınmış ama gerçek koruma değil, o güzelim eserler Rüzgâr ve sıcaktan



yıpranmış durumdalar. Görevli olan kişiler bilgisiz, yaptığı iş ile ilgili yeterli donanımları yok. Koymuşlar oraya, ‘Sen burada dur.’ demişler, o da orada duruyor. Güler yüzü ve tatlı dili olsa, o da yetecek ama. Ara da bulasın. “Kızılhisar bardağı*” gibi otuyorlar sandalyelerinde. Lütfedip de kalkmıyorlar bile yerlerinden.
Kültür bakanları, turizm bakanları ne işi yapar bu ülkede? diye sorduk konuştuğumuz, dertleştiğimiz o kişilere. ‘2002 yılından bu yana iki tane bakan geldi iş yapan, biri Atilla Koç öbürü de Ertuğrul Günay’dı. Onları da görevden aldılar. Onlardan sonraki gelenler, onların cümlesiyle söylüyorum “artiz” dirler. Fotoğraf çektirirler, demeçler verirler. Onları arazide görmek çok zordur.’ Dediler. Ekmeğe göre köfte.
Sultan Hanı



Ve Sultan Hanı. Bizi görünce koştu geldi yanımıza kollarını açarak, sarıldı bize hasretle. Çok dertli. Bir dokun bin ah işit. Mükemmel bir Selçuklu eseri. Dört bir yandan gelen kervanların konaklama yeri. Yazlık ve kışlık olarak yapılmış. Orta yerinde bir de mescidi var. Gel gör ki; dokunsan yıkılacak. İçini pislik götürüyor. Kapıda, yukarıda eşkâlini verdiğim bir bekçi var. Ne sorsak’ Ben bilmem’ diyor. Sanki kendisine “Ben bilmem” virdi verilmiş. Temiz, samimi zavallı bir insan ama temizlik ve samimiyet yetmiyor işte. Akşama Konya’dayız…





Devam edecek...
*‘Kızılhisar Bardağı gibi dizilmek’ deyimi Denizli’nin eski ismi Kızılhisar olan şimdiki Serinhisar ilçesinde üretilen testilerin(bardak) yol kenarına dizilmesine işaret etmek için kullanılır.