1 Nisan 2025 Salı

İFTAR SOFRALARI BERLİN 2025

LÜKS OTELLERDE İFTAR ZİYAFETİ Mİ, YOKSA GERÇEK DAYANIŞMA MI? Rüştü Kam Ramazan ayı, paylaşmanın, dayanışmanın ve manevi huzurun en yüksek seviyeye ulaştığı bir zaman dilimidir. Bu ay boyunca birçok Müslüman, birlik ve beraberlik içinde oruçlarını açmak için iftar sofralarında bir araya gelir. Berlin'de de Ramazan süresince çeşitli mekânlarda iftar sofraları kuruldu. Kimi sivil toplum kuruluşları mütevazı mekânlarda, cami avlularında, dernek salonlarında iftar sofraları kurarak topluma hizmet etmeyi amaçladı. Bu kuruluşların emeklerini takdir ediyor, samimi gayretlerini yürekten kutluyorum. Rabbim onların sayısını arttırsın. Ancak, bazı iftar davetlerinin lüks otellerde ve şaşaalı salonlarda gerçekleştirenler de vardı. Bilhassa işadamları dernekleri bu sofraları kurdular. Kuşkusuz, güzel mekânlarda iftar vermek yanlış değildir. Fakat bu tür organizasyonların amacı sorgulandığında, asıl maksadın unutulduğu görülmektedir. İftar sofralarının öncelikli hedefi, toplumun her kesimini kucaklamak, israftan uzak durarak ve özellikle de ihtiyaç sahiplerine ulaşmaktır. Peygamber Efendimiz (s) de bir hadisinde, "Zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağırılmadığı yemek davetleri ne kötü davetlerdir" (Buhârî, Nikâh 72; Müslim, Nikâh 107) buyurarak bizleri bu konuda uyarmıştır. Ramazan ayı, israfın değil, kanaatin; gösterişin değil, samimiyetin; ayrımcılığın değil, paylaşımın zamanı olmalıdır. Lüks otellerde düzenlenen ve sadece belirli bir kesimin katılabildiği iftar davetleri, Peygamberimizin bu uyarısını göz ardı etmek anlamına gelir. İftar sofraları, sadece belli bir çevrenin sosyal statüsünü koruma ve güçlendirme aracı olmamalıdır. Zira orucun amacı, aç kalmanın ötesinde, açın hâlinden anlamaktır. Eğer iftar sofralarımızda ihtiyaç sahiplerine yer vermiyor, onlarla aynı lokmaları paylaşmıyorsak veya o mekanklara fahiş fiyatlar ödeyerek geleceğin inşası için harcanması gereken paraları oralarda çarçur ediyorsak, bu sofralar asıl maksadını yitirmiş demektir. Elbette ki her organizasyonun bir bütçesi ve planlaması vardır. Ancak unutulmamalıdır ki, mütevazı bir sofrada edilen dua, gösterişli bir salonda yapılan iftardan çok daha değerlidir. Gerçek bir iftar sofrası, paylaşılan ekmeğin bereketiyle anlam kazanır. Bu vesileyle, tüm sivil toplum kuruluşlarını ve bireyleri, önümüzdeki yıllarda kuracakları, iftar sofralarını, ihtiyacı olanlarla paylaşmaya davet ediyorum. Unutmayalım ki, Ramazanın ruhu, paylaşmakla ve gönüllere dokunmakla yaşatılır. Eğer bu işadamları, Berlin’in en işlek caddesine veya meydanına 1.000 kişilik 2.000 kişilik çadırlar kurarak bir ay boyunca oralarda iftar sofraları kursalardı, sosyal dairelerle birlikte çalışarak evsizlere ulaşmaya çalışsalardı, kiliselerle işbirliği yaparak onlarla ortak programlar düzenleyerek fakirlere ulaşmaya çalışsalardı, herbirinin alınlarından öperdim. Lüks otellerde yaptıkları o masraflarla bu sofraların âlâsı kurulurdu. Hatta artısı da olurdu. Berlin’de iş dünyasının önde gelen isimleri, lüks otellerde ihtişamlı iftar yemekleri düzenliyorlar. Göz kamaştıran salonlarda, şatafatlı sofralarda, çeşit çeşit yemeklerin ikram edildiği bu organizasyonlar, bazıları için bir prestij göstergesi, bazıları içinse dini ve kültürel değerlerimizi ne kadar içselleştirdiğimizi sorgulatan bir tablo. Oysa Ramazan ayı, lüks sofralarda gösteriş yapma değil, paylaşma ve dayanışma ayıdır. Bu tür etkinlikler, iş dünyasının hayır işlerine katkı sağlama iddiasıyla düzenlense de, harcanan büyük meblağlar düşünüldüğünde akla şu soru geliyor: Gerçekten ihtiyacı olanlar için mi yapılıyor, yoksa elit çevrelerin bir araya gelip kendi network’lerini güçlendirdiği birer gösteri mi? Bu iftar yemeklerine harcanan paralar, gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşsa ne olurdu? Örneğin, Berlin’deki düşük gelirli aileler için burs fonları oluşturulabilir, yetimhanelere destek verilebilir, gençlere meslek kazandıracak projeler hayata geçirilebilirdi. Üstelik sadece mevcut yardım kurumlarına destek olmakla kalmayıp, toplumun ihtiyacı olan yeni sosyal sorumluluk projeleri de başlatılabilirdi. Ancak maalesef, toplumsal dayanışma adı altında yapılan bu etkinliklerin önemli bir kısmı, yoksullara yardım etmekten çok, zenginler arasında bir statü yarışına dönüşüyor. Gerçek dayanışma ve yardımlaşma, 5 yıldızlı otellerde düzenlenen davetlerle değil, mütevazı sofralarda paylaşılan lokmalarla, sessizce yapılan yardımlarla olur. İhtişam içinde düzenlenen bu tür organizasyonlar, toplumsal eşitsizliği ve israfı gözler önüne seriyor. Eğer iş dünyasının önde gelenleri gerçekten hayır işlemek istiyorlarsa, Ramazanın ruhuna uygun hareket ederek, lüks otellere verilen paraları toplumun en zayıf kesimlerini kalkındıracak projelere yönlendirmelidirler. Ancak o zaman, Ramazanın gerçek anlamı olan paylaşma ve dayanışma ruhu hayata geçirilmiş olur. Rabbim, bizleri gösterişten ve israftan korusun, paylaşmanın ve dayanışmanın kıymetini bilenlerden eylesin. Amin.

24 Mart 2025 Pazartesi

DUA /YAKARIŞ

DUA/ YAKARIŞ -Allah'ım, Müslüman kimlikli sahtekârların kol gezdiği, kafirlerle, münafıklarla, zalimlerle iş tuttuğu, yolsuzlukların alıp başını gittiği, at izinin it izine karıştırğı bu yalan dünyada, ne olur, yardım et bize-” Rüştü KAM Sevgili okuyucularım. Bunaldığımız zamanlar çok oluyor. Göğsümüz daralıyor, içimiz sızlıyor, içimiz içimize sığmıyor, ama fazla bir şey yapamıyoruz. Bağırıp çağıran, küfürler savuran yapamayacaklarını yapacağım diyerek rahatlamaya çalışan çok insanımız var. Bir öfkedir gidiyor. Bütün bu olumsuzlukları bizlere yaşatan, gazetelerde okuduğumuz, internette okuduğumuz, seyrettiğimiz, televizyonlarda gördüğümüz hatta cep telefonlarında anında vakıf olduğumuz, gösellerdir, haberlerdir. Dizi film izler gibi, sokaklarda vahşice öldürülen insanların ölümünü seyrediyoruz, savunmasız çocukların, kadınların ölümlerini izliyoruz. Bütün bu vahşet sahnelerini normal bir olaymış gibi izliyoruz. Rahatsız olmadığımızı sanıyoruz ama aslında hepsini içimize atıyoruz. Zamanla da bünyemiz kaldırmaz hale geliyor bu olup bitenleri. Hırçınlığımız ondan, bağırıp çağırmamız ondan. Stres diyorlar bu çaresizliğin verdiği tahribatın adına. Depresyonlara giriyoruz. Psikologlarda aylarca sıra bekleyen insanımız var. Yapabileceği bir şeyi olmayan tüm insanlara ben sığınma öneriyorum. Allah'a sığınmak, ondan yardım dilemek, O'nunla konuşmak, derdini O’na anlatmak. O'na çaresizliğimizi anlayacak ve gerekeni yapacaktır. Bu durumda hem sahibimizden yardım dilemiş olacağız hem de aylarca sıra beklemeden her an psikoloğumuzla buluşup dertleşebileceğiz. Ben örnek olacağını düşündüğüm bir dertleşme, yakarma metni yazdım, yani dua metni, beddua metni değil. Yere diz çökün, ellerinizi göğe doğru açın ve okuyun bu metni, deneyin, inanın iyi gelecek: Tevhid Allah'ım, varsın, birsin, eşin ve benzerin yok, doğmadın ve doğurulmadın, ezelisin ve ebedisin, güç ve kuvvet Sahibisin, adilsin, cömertsin. Allah'ım biz Sana inandık, meleklerine inandık, kitaplarına inandık, peygamberlerine inandık, ahirete inandık, öleceğimize ve öldükten sonra tekrar dirileceğimize inandık iman getirdik. İmanımızı kabul eyle. Biz senin elçilerin arasında ayırım yapmadık, ne buyurduysan hepsini işittik ve itaat ettik. Ey Allah'ım bütün yollar sana çıkar, bizi doğru yolundan ayırma. İmanımıza şüphe düşürme, şirke düşürme, vesvese verme. Allah'ım, bilerek ve de bilmeyerek işlemiş olduğumuz günahlarımız varsa, biz onları işlediğimize pişman olduk, bir daha günah işlemeyeceğimize dair, Sana söz veriyoruz günahlarımızı affeyle. Ey Allah'ım, küfre sapan topluma karşı ayaklarımızı yere sağlam bastır ve yardım et bize. Fatiha Övgüye layık olan Sensin, Rahmansın ve Rahîmsin, din gününün Sahibisin, biz yalnız Sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yolundan ayırma, nimet verdiklerinin yolundan ayırma. Dalalette olanların ve sapıtanların yolundan uzak tut. İbadetler Allah'ım, kıldığımız namazlarımızın kıyamını, kıratını, rükûunu, sücûdunu kabul eyle, kıyamet gününde eski bez parçası gibi yüzümüze vurma. Allah'ım, namazımız bizi kötülüklerden uzaklaştırsın, zekâtımız ihlasımızı artırsın, cömertliğimizi artırsın, haccımız birlik ve beraberlik ruhumuzu geliştirsin. Cihadımızla kötüleri ve kötülükleri defedelim, duruşumuzu belli edelim, zalimlerin karşısında dimdik duralım, eğilmeyelim, mazlumların yanında olalım, haksızlık karşısında susmayalım, kıyam edelim. Ne olur zalimlere karşı yardım et bize. Ana ve babamızı affet Allah'ım, Sen bize dünyada ve ahirette iyilikler nasip eyle, ateşten koru. Anamızı babamızı affet, mü'minleri affet ve hesap gününde onların kitaplarını sağ yanlarından ver. Allah'ım, rızkımızı artır, ilmimizi artır, imanımızı artır, göğsümüzü genişlet, muradımızı anlaşılır eyle, cömert olalım, kimsesizlerin, yetimlerin öksüzlerin, yardıma muhtaç olanların velisi olalım. Mazlumun yanında zalimin karşısında duralım. Özgüvenimizi artır, maddeye kul olmayan cömert kullarından eyle bizi. Kur'an'ın yolu Allah'ım, yolumuz Kur'an yolu olsun, yönümüz Kur'an'a dönsün, Kur'an bize ışık olsun, aydınlatsın yolumuzu. Allah’ım, Yolunda bizi sabit kıl, gerisin geriye döndürme bizi. Allah'ım, şeytanın şerrinden, şeytanlaşmış insanların şerrinden, münafıkların şerrinden, zalimlerin şerrinden, riyakârların şerrinden, takiyyecilerin, yılışıkların, içten pazarlıklı insanların şerrinden koru bizi. Para için, makam için, mevki için dinlerini, mukaddes değerlerini satabilecek kadar adileşen, başkalarıyla iş tutan, milli ve manevi değerlerimizi ayaklar altına alan, vatanımıza başkalarına peşkeş çeken, gözü dönmüş sahtekârların, hainlerin, takiyyeci Müslümanların şerrinden koru bizi. Gücümüzün üstünde yük yükleme Allah'ım, bize gücümüzün üzerinde yük yükleme, takat yetiremeyeceğimiz bir teklifte bulunma. “Herkesin yaptığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük kendi aleyhinedir, kişinin emeği ile kazandığı kendi lehinedir, başkalarının sırtından kazandığı kendi aleyhinedir” buyuruyorsun, bize helalinden kazançlar nasip eyle. Kazandıklarımızı da cömertçe, karşılığını yalnız Sen’den bekleyerek muhtaç olan diğer insanlarla paylaşmayı bizlere nasip eyle. Ey Rabb'imiz! Unutur yahut hata edersek bizi hesaba çekme. Ey Rabb'imiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabb'imiz! Bize, güç yetiremeyeceğimiz şeyleri de yükleme. Affet bizi, bağışla bizi, acı bize. Sen bizim Mevlâ'mızsın. Küfre sapanlar topluluğuna, din düşmanlarına vatan hainlere karşı yardım et bize! Dünya Müslümanları Güç kuvvet sahibi, irade sahibi yüce Rabbim, Ey iman edenler, "iman ediniz" buyruğunla bütün İslâm alemine tecelli et. Müslümanlar yeniden iman etsinler, kendilerine gelsinler, duruşlarını belli etsinler, silkinsinler ve kıyam etsinler: Ve zalimlerden hesap sorsunlar, hiçbir günahı yokken tecavüz edilen analarımızın, bacılarımızın, kız kardeşlerimizin hesabını sorsunlar. Hiçbir günahı yokken acımazsızca katledilen çocukların hesabını sorsunlar, hiçbir günahı yokken hunharca öldürülen, üzerlerine bomba yağdırılan savunmasız insanların, ihtiyarların, sivillerin hesabını sorsunlar. Kıyam etsinler ki; ellerinden yiyecekleri alınan, içecekleri alınan, giyecekleri alınan, ülkelerine, topraklarına zorla girilen, işgal edilen çaresiz insanların hesabını sorsunlar. Yakarış Allah'ım bize yardım et, aç kollarını ve sımsıkı sarmala bizi, yaslanalım göğsüne, koyalım başımızı omuzuna, okşa saçlarımızı, dindirelim göz yaşlarımızı, senin göğsünde huzur bulalım, mutlu olalım. Allah'ım Müslüman kimlikli sahtekârların kol gezdiği, kafirlerle, münafıklarla, zalimlerle iş tuttuğu, at izinin it izine karıştığı, yolsuzlukların alıp başını gittiği bu yalan dünyada, ne olur, bu kadar mutluluğu çok görme bize. Ve bu dünyadaki görevimiz son bulduğunda, sana gelmemiz için emir buyurduğunda, son nefesimizde iman nasip et bize. Karşına boynu bükük olarak çıkmayalım, görevini yapmış, yapacağını yapmış, yapamadığını ise Sahibine havale etmiş gerçek bir mü'min olarak çıkalım karşına. Ne olur yardım et bize! Amin.

17 Mart 2025 Pazartesi

ÇANAKKALE

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİK GEÇİRMEDİK -Çanakkale Geçilmez Dedik; Geçirmedik- Rüştü KAM 1915 yılının temmuz ayı. Aynı zamanda Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik, Çanakkale Savaşında orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle tutmuştur orucunu. Siperinden de hiç ayrılmamıştır. Ramazan Bayramı Nihayet, Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?” Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir: “Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyordum, dua ediyordum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım. Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki; zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış ariflerden, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu, evet tanıyorum onu, o evet o idi. O zat o gün orada idi, evet oradaydı… Gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle… Bayram Namazı 12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaktık. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hep birlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arefe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. Namazı o kıldırıyordu. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.” Kısa bir sessizlikten sonra, ariflerden olan o kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât, tekbirler alındı, secdeye gidildi ve selam verildi, bayram namazı eda edilmişti. Koro halinde yüksek sesle Kelime-i Tevhidi tekrarlıyorduk. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”. “La ilahe İllallah”… Seslerimiz, yankılanarak geriye geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle gelmişti. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmaya başlamıştık. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Allahü Ekber… Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah…”, “La ilahe İllallah…” Sonradan anladık ki bu sesler, İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, onlar da anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri’yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75) Seyit Onbaşı “İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı dünyada ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağını. Güya, bizimle müttefik(!) olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale’ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde, Saroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir. İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış. Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Oraya buraya bakınıp neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak, başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş. Çanakkale Boğazı’ndan geçememiş düşman ve 19 Şubat sabahı, yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara’da. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya. Deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış. Yahya Çavuş Sahne Alıyor Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına, 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 kınalı kuzunun hepsi orada şehit düşmüşler. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler, nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler. Sormuşlar subaylarına “biz kiminle savaşıyoruz?” diye. Subaylarından ikna edici bir cevap alamayınca da çevirmişler silahlarını Fransız askerlerine, Allah ne verdiyse… Sonra da Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmişler… Conk Bayırı 63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılardan cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat!” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum!” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.” Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış. Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde bizzat kendisi savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız. Çanakkale Destanı “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “ … Ben derim ki; Çanakkale anlatılmaz, yaşanır. Ey Türk’ün evladı! Ve ey Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler gurbetçiler, sizlere tavsiyemdir; Çanakkale’yi mutlaka ailenizle birlikte yaşayınız. Üzerinde nefes aldığınız o topraklar orada yatan şehitlerimizin emanetidir. Unutmayınız…!

9 Mart 2025 Pazar

8 MART KADINLAR GÜNÜYMÜŞ

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜYMÜŞ! -Ne yaptıklarını biliyor mu bugünü Kadınlar Günü olarak kutlayanlar?- Alman Klara Zetkin, Amerika’da (1857) hayatını kaybeden işçilerin anısına, Danimarka'nın başkenti Kopenhag'daki "Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı"nda, 8 Mart'ın Kadınlar Günü olarak kutlanmasını teklif etti. Teklif oybirliği ile kabul edildi. İlk olarak 19 Mart 1911'de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre'de yapılan etkinliklerle kutlanmaya başlandı. Kutlama sonradan, Birleşmiş Milletler tarafından da resmi olarak kabul edildi (1977). O günden beri "Dünya Kadınlar Günü", cinsiyet eşitliği, kadınların siyasi ve sosyal statülerinin geliştirilmesi ve farkındalık oluşturulması amacıyla her yıl 8 Mart'ta âlây-ı vâlâ ile kutlanıyor. Başlangıcı itibariyle Kadınlar Günü, sosyalist/komünist bir anma günüdür. Bu gün, evrildiği noktada başlangıcı ile pek bir alakasının kaldığını düşünmüyorum. Eğer kadınlar günü olarak, bir gün kutlanılacaksa, gözlerimizi me’haz/kaynak olarak Antik İskenderiye Kütüphanesi’ne çevirmemiz gerekir. Yani 415 yılına. Orada karşımıza Matematikçi ve Astronom bir bilim kadını çıkacaktır. O kadın Antik Yunan’da erkeklere Matematik ve Astronomi dersleri vermiştir. Sırf bundan dolayı bağnaz Hristiyanlar tarafından aforoz edilerek recmedilmiş, sonra da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Bunlar yetmemiş üstelik bir de yakılmıştır. Şimdi anılması gereken gün; Klara’nın (Klara Zetkin) teklif ettiği, Amerika’da yakılan işçilerin anılması mıdır yoksa Antik Yunan’da işkence altında öldürülen Hypatia’nın anılması mıdır? Cevabını siz kıymetli okuyucularıma bırakıyorum. Dilerseniz şimdi sizinle biraz tarihin dehlizlerinde yolculuk yapalım ve Hypatia’yı tanıyalım: Antik Dönemin Bilim Kadını Hypatia Hypatia, M.Ö. 360 ile M.S. 415 yılları arasında yaşamış, Antik İskenderiye’de (Alexandria) doğmuş ve dönemin en tanınmış filozoflarından biri olarak tarihe geçmiştir. İskenderiye, Hellenistik dönemde bilimsel ve felsefi araştırmaların merkezi olarak kabul ediliyordu ve Büyük İskenderiye Kütüphanesi gibi önemli entelektüel kurumlara ev sahipliği yapıyordu. Hypatia'nın babası Theon, İskenderiye Okulu'nun başındaki önemli bir figürdü. Theon, Hypatia’ya Yunan felsefesi, matematik ve astronomi gibi alanlarda derin bir eğitim imkanı sağlamıştır. Hypatia, Astronomdur. İskenderiye Kütüphanesi'nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Yeni Eflatunculuk öğretisine bağlı olan Hypatia, Atina Akademisi'nin Eudoxus'ün başını çektiği Matematik geleneğine üyedir. Hypatia, İskenderiye’deki bilimsel çevrelerde geniş bir üne sahipti ve burada kendi okulunu kurarak, hem erkek hem de kadın öğrencilere dersler veriyordu. O dönemde, bir kadın olarak bilimsel bir okul yönetmek oldukça nadir bir durumdu ve bu durum, Hypatia’nın entelektüel kudretinin bir göstergesiydi. Hypatia, dönemin Hristiyan liderleri tarafından devamlı eleştirilmiştir. Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesiyle, eski Yunan düşüncesiyle bağlantılı olarak Hypatia'nın fikirleri, tehdit olarak görülüyordu. Bu gerginlik, Hypatia’nın, Hristiyan çeteler tarafından linç edilmesiyle sona ermiştir. Ölümü, sadece kişisel bir kayıp değil, aynı zamanda bilim ve düşünceye yapılan büyük bir saldırı olarak kabul edilmiştir. Hristiyan Engizisyonu; Bilim Kadını Hypatia'yı katletmiştir. (M.S. 415) Onu, ”tüm zamanını büyüye, usturlaplara ve müzik aletlerine adayan bir büyücü” olarak suçlamışlardır. Çırılçıplak soyup sokaklarda sürüklem,işler ve sonrasında da kiliseye götürerek recmetmişler yani taşlayarak öldürmüşlerdir ve derisini yüzmüşlerdir. Sonra da toplumun önünde yakmışlardır. Ondan bize miras olarak bizlere şu sözleri kalmıştır; ”Düşünme hakkınızı koruyun, yanlış düşünmek bile hiç düşünmemekten daha iyidir.” Sonuç olarak, Hypatia yalnızca Antik dünyanın bilimsel mirasını devam ettiren bir figür değil, aynı zamanda kadının bilimdeki rolünü şekillendiren bir örnek olmuştur. Bilimsel katkılarından, felsefi derinliğinden ve entelektüel cesaretinden ötürü, Hypatia, dünya tarihindeki en önemli bilim kadınlarından biri olarak kabul edilmeye devam edecektir. (https://www.frauen-informatik-geschichte.de/index.php-id=24.htm)

2 Mart 2025 Pazar

ZEKAT 2025

19:49 - 24/06/2015 ZEKÂT 2025 Rüştü KAM -Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir- “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.” 2011 yılında zekât konusunu işlemişim köşemde. Aradan 14 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanların durumunda, anlayışında bir değişme, gelişme, olmamış. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar yine kendi âleminde. Bıraktığımız yerde otluyorlar. Bütün olup bitenlere rağmen onlar yine, davetlerde fotoğraf çektirmekle meşguller. Çelik çomak oynuyorlar. On dört sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymamışlar. Bilhassa Almanya’da yaşayan Müslümanlar böyledir. Bir gayret içine giren şuurlu Müslümanlar elbette vardır elbet, onları istisna ederek yazıma başlıyorum… Zekatı ve sadakalarımızı nasıl değerlendirmeliyiz Ramazan ayının içindeyiz. Bu ayda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Yardımlarınızı bulunduğunuz yerin dışına çıkarmak için kapınıza gelenlere sakın itibar etmeyiniz. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyiniz. Biz önce bulunduğumuz çevredeki insanlardan sorumluyuz: “Sana, neyi infak edip vereceklerini soruyorlar. De ki: İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır. Hayır olarak yaptığınızı Allah en iyi biçimde bilmektedir.” (Bakara 215) Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edersek, görevimizi birisinin hatırlatmasına ihtiyaç kalmayacaktır. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar yine. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Her gün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî bir otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır(2015) böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bu güne kadar verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türk kökenli Müslümanlar üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızın zekât mükellefi olduğundan yola çıkalım. Tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtarmışız yaptığımız bu yardımlarla, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalkmış, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözmüş? Aksine, yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke katılıyor… Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bizlere. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce bir ülke seçiyorlar, oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar toplanıyor, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor. Silahları satanlar o emperyalistler, alanlar genelde Müslüman gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsün diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Filistin’e, ben kendimi bildim bileli yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar... Perde arkasında dönen dolapları görmek lazımdır. Bizlere; Avrupa’da yaşayan Türklere ve Müslümanlara ne Türkiye ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM’ de yardım gönderiyor oralara. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize Allah. “Ey İman Edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!”(Tahrîm: 6) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli birer nesil olarak geleceğe yönelik yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki:” Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştiriniz.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredatını kendimizin hazırladığı bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Ölüm haktır, dünya fanidir İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını Allah vermiştir elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Avrupa’da yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemedik, güzeli görmek istedik. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O’nun yoludur. Gerisi angaryadır. Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi Afrika ülkelerini, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek, hesabını kitabını iyice yapmadan verdikleri sadakalarla kısa yoldan Cennetin (!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…”diye böbürleniyorlar. Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabı” ndan korkması gereken bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar açıkken, göz önündeyken, içler acısıyken bu vurdumduymazlık niye? Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün ırkçılar kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100). Bırakmış işte… Pislik; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Müslüman ülkeler pislik içindedirler bugün. Hem de ne pislik. Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. Akıllarını çalıştırmadıkları için bu böyledir… Bu paralarla neler yapılabilirdi neler 1. Bu paralarla vakıflar kurulurdu. 2. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. 3. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. 4. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, 5. Hastaneler yapılırdı, Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi. 6. İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. 7. Ehl-i Kitap’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. 8. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. 9. Çocuk yuvaları açılırdı. 10. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. 11. Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almancaya çevrilirdi. Almanya’dan da Türkçe ’ye. 12. Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek için tarihi mekânlara geziler düzenlenirdi. 13. Türkçe dil kursları açılırdı, 14. Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. 15. Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da yine bu fondan karşılarlardı. 16. Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu. Sonuç: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan olumsuz ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli ’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 50 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcının pençesinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir. “Sofranızı paylaşın” der onlar için. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar. Devletleri iyi yönetilmedi. Halk kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan, kuraklık gibi doğal afetler değildir. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep; kapitalistlerin, emperyalistlerin elinde oyuncak olmalarıdır. Allah, elbette bu insanlara yardım etmemizi bizden ister. Ancak, öncelikle onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini ister. Bir hesap yapalım: 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100:8=12,50 eder. “1-Fakire 12,5+ 2-Miskine 12,5= 25 yapar. Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. Fakat kalan %75’ten direkt olarak o fakirin hakkı/payı yoktur. Dolaylı olarak vardır. Şöyle: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumlarındır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerdir, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır. (zekât memurları) Zekâtı kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların hakkıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak içindir. (Fi sebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(Tevbe 60) Ve bu payların Almanya’nın/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Almanya’da, Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Almanya’da/Berlin’de yaşayan Müslüman kardeşlerim; ne olur oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek evimiz yanar, kül olur. Geriye döndüğümüzde evimizi yerinde bulamayız. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afganistan halkı, Suriye halkı, Ukrayna halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Aslına bakarsak biz de pislik içindeyiz. Çocuklarımız birer birer elimizin altından kayıp gidiyor. Pisliğin içine kendi ellerimizle gömüyoruz onları, kör olmuşuz göremiyoruz onları. Bor’un pazarı geçmek üzeredir, acele edersek yetişiriz. Acele etmez isek, eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir… Rüştü Kam

24 Şubat 2025 Pazartesi

ORUÇ İB ADETİYLE İLGİLİ DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR

ORUÇ İBADETİYLE İLGİLİ BAZI DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR 12:44 - 06/07/2014 - Takva adına, azimet adına, iyi Müslüman olma adına, cihad yapma adına, imanı artırma adına Allah’ın dinine çomak sokmanın âlemi yoktur- Rüştü KAM Kur’an’ın beyanına göre insan, dünyada; inanç açısından, düşünce açısından, çalışma açısından velhasıl insan hakları açısından, tamamen hür olarak yaşaması gereken bir varlıktır. İnsan için ibâdet, bu hürriyet içerisinde yapıldığında bir anlam kazanır, zorlamayla veya gösteriş olsun diye yapılan ibadetlerin Allah’ın terazisinde bir ağırlığı olmayacaktır. Dini insanlara anlatmak hususunda kendilerini görevli hissedenler, sorumluluk üstlenenler, bu açıdan meseleye bakarak, muhataplarına dini anlatmalıdırlar. Oruç ibadetiyle ilgili hadisler Oruç ibadeti, İslâm’ın şartlarından biridir. Sene de bir ay. On bir ay Müslümanın günlük yaşamında yoktur. Ancak hikmetleri ve maddî manevî faydaları çok olan bir ibâdettir. Peygamberimiz oruç ibadetiyle ilgili tavsiyelerde bulunmuştur. Önemli tavsiyelerdir bunlar. Orucun niçin farz kılındığıyla ilgilidir, bu tavsiyelere kulak vermek gerekir. Oruç tutmanın aç ve susuz kalmaktan ibaret olmadığı anlatılır bu tavsiyelerde: -”Her hangi biriniz oruçlu bulunduğu gün artık kötü söz söylemesin ve cahilliğe kapılmasın. Eğer tahrik edilirse, dövüşmeye kavgaya sebep olacak olan bir tutum ile karşılaşırsa, yahut hakarete uğrarsa derhal: ”Ben oruçluyum, ben oruçluyum, desin.”(6) -” Âdemoğlunun her işi kendisi içindir. Oruç müstesna. O, içine riyâ karışmayan bir ibâdettir. Onun mükâfatını da doğrudan doğruya Allah verir, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında, muhakkak misk kokusundan daha hoş ve temizdir.”(7) -” Oruç bir kalkandır.”(8) -” Her şey için bir zekât vardır, cesedin zekâtı da oruçtur, oruç sabrın yarısıdır.”(9) -” Rızık temini için zor şartlar altında çalışanlar, çocuklu kadınlar, esir veya hapiste olanlar ve bizim bilemeyeceğimiz, oruç tutmaya mani herhangi bir mazereti olanlar, her gün için fidye verebilirler.”(11) Tamamen toplum düzeninin sağlanmasına yönelik tavsiyelerdir yapılan. Açlık ile sınanacaktır kişi. Zor bir sınamadır bu. Oruç, Cömertliğe, fedakarlığa giden yolun basamaklarındandır. Fedakârlık istenir kuldan, kendinde olandan vazgeçme. Kişinin sorumluluk sahibi olmasının bilincine varmasıdır istenen. Oruç, sadece mideye değil bütün azalara tutturulmalıdır. Bu iş hür iradeyle hiçbir baskı altında kalmadan yapılmalıdır. Oruç tutmayanın öldürülmesi Allah ibadetlerle ilgili bütün meseleleri Kitabı’nda kullarına açıklamıştır. En ince noktasına varıncaya kadar açıklamıştır. Karanlıkta kalan bir kör nokta yoktur. Dolayısıyla Kitap’a rağmen Müslümanlara din anlatılmaz, anlatılırsa o din Allah’ın dini olmaz. Takva adına, azimet adına, iyi Müslüman olma adına, cihad yapma adına, imanı artırma adına Allah’ın dinine çomak sokmanın âlemi yoktur. Bu tip temelsiz kurallarla ne yazık ki din tahrif edilmiştir, hâlâ tahrife devam edilmektedir. Allah din tahrifçilerine, çok nazik bir şekilde, diyeceğini diyor, diyor demesine de anlamak isteyen fazla olmuyor. Allah, Benim işime karışmayın, siz kendi işinize bakın diyor: ” En güzel düzenleyici Allahtır.”(13) Diyor dinleyen yok. Her münadinin elinde çift tarafı keskin birer kılıç var. Rasgele sallıyorlar. Düz kesim yapıyorlar… Oruç tutmayanın öldürüleceğine dair fetvalar var. Bu kafa nasıl bir kafadır anlamakta zorlanıyor insan. ” Oruç tutmayanın, namaz kılmayanın hapse atılması veya öldürülmesi” (12) gibi garip fetvalar ne yazık ki fıkıh kitaplarımızda yer almaktadır. Hangi amaçla ne zaman ne şekilde bu fetvalar kitaplara girdiyse girmiştir. Müslümanlar, bu garip fetvalara itibar etmemelidir. Aklı başında hiç bir insan namaz kılmadığı, oruç tutmadığı zaman hapsedileceği, öldürüleceği bir dine girmez, girmek istemez. Oruç ibadetinin kolaylıkları İbadetler hakkında, Allah’ın kullarına lütfettiği ruhsat ve kolaylıklar Müslümanlara mutlaka anlatılmalıdır. İbadetleri zorlaştırmakla Müslümana daha fazla sevap kazandırmış olamayız. Tam aksine onları samimiyetsizliğe ve riyakârlığa iteriz. Allah’ın temel prensibi, kullarının işini kolaylaştırmaktır, güçleştirmek değildir. Dini Katolikleştirmenin kimseye yararı olmaz. Oruç, ruhsal yükselişi sağlamak için önceki ümmetlere de farz kılınmıştır ve beraberinde ruhsatlarla Müslümanların önü açılmıştır. Mesela: -Ramazan ayında yaptıkları işlerin zorluğundan dolayı oruca güç yetiremeyenler, tutamadıkları gün sayısınca başka günlerde oruç tutarlar. -Oruca tahammül edemeyecek olanlar(hastalar) ise, oruç yerine fidye verirler. Bununla beraber kendileri için oruç tutmaları daha hayırlıdır. -Diğer ibadetlerde olduğu gibi, oruç ibadetinde de mazeret tespiti, tamamen şahısların kendilerine aittir. Kur’an, oruç tutmakta zorlananlara fidye kolaylığı getirmekle iki amacı birden gerçekleştirmiş olmaktadır: 1- Müslümanın, ‘Oruç ibadetini yerine getiremedim’ diye, karamsarlığa kapılmamasını sağlamak. 2- Fidye imkânıyla, toplumda yoksulluk ve imkânsızlığa çare bulmak, bir insana diğer bir insanın yardım ulaştırması, sadece kendisinin faydalanacağı ibadetlerden daha hayırlıdır. Bu uygulama Kur’an’ın ruhuna daha uygundur. Orucun fayda ve hikmetleri Orucun fayda ve hikmetlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: -Oruç tutmakla, Allah’ın rızası kazanılmış olur. Oruç, insanı kötülüklerden alıkoyar, nefsi terbiye eder, ihtirasları bastırır ve ruhu yüceltir. -Oruç tutarak aç kalan Müslümanın, şefkat ve merhamet duyguları gelişir, fakirlerin, miskinlerin, açların yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini tecrübe ile öğrenmiş olur ve onlara karşı daha insanî yaklaşımlar ortaya koyar. -Oruçlu kişiler, açlığa, susuzluğa ve sıkıntılara tahammül etmeyi öğrenir, sabır, sebat sahibi olurlar. -Orucun ruhumuz kadar bedenimize de faydası vardır. Ramazan boyunca mide ve kalp daha az çalışır, bütün organlar dinlenir, vücut sağlık kazanır. Bu sebeple oruç, maddî, mânevî hastalık ve kötülüklere karşı bir kalkandır: – Oruç; ahlâk mektebidir. – Oruç; nefse karşı bir savaştır. – Oruç; sabır alışkanlığı kazandırır. – Oruç; iradeyi kuvvetlendirir, gayreti biler. – Oruç; düzeni ve disiplini öğretir. – Oruç; merhamet ve kardeşlik bağlarını güçlendirir. – Oruç; toplumsal hastalıkların tedavilerinde önemli bir etkendir. – Oruç; vücut için bir rektefe vazifesi görür. Ramazan orucu kimlere farzdır Namaz kimlere farz ise oruç da onlara farzdır. Ancak biz yine bir sıralama yaparak bilgilerimizi tazelemiş olalım. Oruç yaşı; kişinin leh ve aleyhinde olan meselelere karar verebileceği yaştır. Ebû Hanîfe'ye göre bu yaş erkek için on sekiz, kız için on yedidir. Yani 17 yaşından itibaren Müslümanlar oruç ibadetini yerine getirmelidirler. (İslam Ansiklopedisi Büluğ maddesi). Orucun çeşitleri Farz olması ve olmaması açısından 3 çeşit oruç vardır. 1- Farz olan oruçlar: Ramazan’da oruç tutmak farzdır. Bu ayda tutulamayan oruçlar başka günlerde kaza edilir. 2- Nafile olan oruçlar: Ramazan ayının dışında tutulan oruçlar nafile olan oruçlardır. 3- Haram olan oruçlar: Sıhhati kesinlikle oruç tutmaya uygun olmayan kimseye oruç tutmak haramdır. Ramazan Bayramı’nın birinci günü ile Kurban Bayramı’nın dört günü oruç tutmak uygun değildir. Çünkü bayram günleri Allah’ın kullarına birer ziyafet günüdür. Allah’ın ziyafetinden kaçınmak uygun düşmez. Orucu bozan şeyler Orucu bozan şeyler, orucu geçersiz kılan şeylerdir. Oruçlu iken bilerek herhangi bir şeyi yemek, içmek. Cinsî münasebette bulunmak orucu bozar. Daha fazlası yoktur. Allah’ın buyruğu böyledir. İğne vurulmak orucu bozmaz. Denize girmek, banyo yapmak, kan aldırmak, içerisinde şeker ihtiva etmeyen tabii bir sakızı çiğnemek de aynı şekilde orucu bozmaz. Ağız kokusunu kısmen de olsa gidereceği için toplum içerisinde bulunan ve insanlarla konuşmak durumunda olan Müslümanlara sakız çiğnemeleri tavsiye bile edilir. Kazayı gerektiren haller Orucu bozan şeyler, aynı zamanda kazayı gerektiren hallerdir. Herhangi bir nedenle kendi isteğiyle, bile isteye orucunu bozan Müslüman, Ramazan ayından sonraki günlerde, orucunu kaza eder. Kefâret Kefâret ceza demektir. Fıkıh kitaplarımızda orucunu kasten bozan Müslümana verilecek cezadan, kefaret adı altında uzun uzun bahsedilmiştir. Oysa hüküm koyucu, her ne sebeple olursa olsun; ister bile isteye olsun, isterse mazeretinden dolayı olsun, orucunu bozan Müslümana kaza etmesini söylemiştir. Peygamberimiz de bu yolu takip etmiştir. Sonradan bu yol terkedilmiş ve hüküm koyucu devre dışı bırakılarak kefaret uygulaması esas alınmıştır. Kur’an ve Sünnete göre, her ne suretle olursa olsun orucunu bozana kefaret lâzım gelmez. Yani orucun kefareti yoktur. Kefaret cezası başka konulardaki (zıhar olayı Mücadele 2,3) kefaret uygulamalarının anlam kaydırmalarıyla, oruca da tatbik edilmesinden doğmuştur. Burada Allah adına hüküm koymanın da ötesinde, Allah adına, O’nun kullarına ceza vermek gibi bir küstahlık vardır, zulüm vardır. Biz, böyle bir zulmü, Allah’ın dinine fatura etmekten Allah’a sığınırız. Oysa buyruk ne kadar da açıktır: ” Ramazan günlerinde orucunu tutamamış olanlar, başka günlerde tutarlar.” Bu hükmü anlamsızlaştırmanın manası yoktur. Dine müdahale edilmemelidir. Buyruklar eğip bükülmemelidir: “Buna göre, artık, kendi yalanınızı (adeta) Allah’a isnad ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış “bu helaldir, şu haramdır” demeyin; çünkü, haberiniz olsun, Allah’a yalan isnad edenler asla kurtuluşa erişemezler! (16 Nahl 116) Allah rızası için oruç tutan Müslümanın, öyle veya böyle, hiçbir mazereti yokken orucunu bozması zaten düşünülemez. Oruçlu bir Müslüman özel durumuna göre, kendini mazeretli görürse, mazeretli sayarsa iftar eder. Keyfi olarak oruç bozan insan, zaten Allah korkusundan veya ibâdet şuurundan uzaktır. Bu Müslüman kefaret orucundan zaten korkmaz, çünkü onu da tutmayacaktır. Bu durumda ceza iyi niyetli olan Müslümana verilmiş olur ki yanlıştır. Yukarıdaki sözümüzü yeniden tekrar edelim. İnsan ibâdet yapıp yapmamakta hürdür. Bu hürriyet içerisinde yapılırsa, ibadet bir anlam taşır. Herkes Cennet’e girme hürriyetine sahip olduğu gibi Cehenneme girme hürriyetine de sahiptir. Kefârete delil olarak zıhar ayetinden sonra bir de şöyle bir hadis gösterilir: – Bir adam Peygambere gelerek” mahvoldum” dedi, – Peygamberimiz; Seni mahveden şey nedir? – Adam; Ramazan da hanımımla ilişkide bulundum. – Peygamberimiz: Köle azad edebilir misin? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Peşpeşe iki ay oruç tutabilir misin? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Altmış fakiri doyurabilir misin? – Adam: Hayır. – Peygamberimiz: Adama biraz hurma vererek al bu hurmaları dağıt dedi. – Adam: Bizden fakiri var mı ki ben bu hurmaları dağıtayım? – Peygamberimiz: Güldü ve adama, git bunları ailene yedir dedi.”(15) Bu hadise göre kefaret kabul edilse bile, sadece cinsi münasebetle ilgili olduğu görülür. Kefaretin umumileştirilmesi ve farz hükmünde görülmesi yanlış olur. İkincisi, Adamla Peygamberimiz ‘in konuşmalarının sonunda hurmalar adama kaldı. Adam cezalandırılma yerine mükâfatlandırıldı. Üstelik, Peygamber’in huzuruna eli boş gelen adam, eli dolu olarak geri döndü, Peygamberimiz’i keyiflendirdi ve güldürdü. Bu hadisi ilim adamları da değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişler: 1- İmam Hanefi; kasten bozulan oruca 61 gün ceza vermiş. (Kefaret) 2- İmam Şafiî; kefaret sadece, kendi isteğiyle cinsi münasebet yapan erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir, onun kaza yapması gerekir demiş. 3- İmam Malik; hadisteki sıra takip edilir demiş. 4- İmam Nevevî; kefaret erkeğedir, kadına hiçbir şey gerekmez demiş. Çünkü kefaret mehir gibidir, mehir de erkeğe mahsustur. (16) Sonuç Her ne sebeple olursa olsun oruç bozulduğu zaman, güne gün, oruç tutmakla farz yerine getirilmiş olur. Allah buyruğu böyledir. Mezhep imamlarının çoğunluğuna göre de kefaret orucu yoktur. Cumhurun görüşü de böyledir. Hanefi mezhebine atfedilen kefaret masa başı fetvasına benziyor. Hatır için fetva vermek istemeyen ve bu direncinden dolayı da dönemin halifesi tarafından hapse atılan ve orada kırbaç altında can veren İmam Hanefi’nin böyle bir fetvası olamaz. Ben böyle bilir böyle söylerim.

21 Şubat 2025 Cuma

HELAL SERTİFİKASI

ALMANYA’DA HELAL SERTİFİKASI DAĞITAN CEMAATLER VARMIŞ - Allah’ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer- Rüştü KAM Bana getirilen bilgilere göre; helal sertifikası satan cemaatler ve dernekler varmış Almanya’da. O sertifikanın asılı olduğu işletmelerden et alırsanız helal oluyormuş, diğer yerlerden alırsanız şüpheli oluyormuş. Yani sertifikanın asılı olmadığı yerlerden et almak haram demeye getiriliyor. Helallik ve haramlık hükmü, et üzerinden yürütülüyor. Gerekçe şöyle: “Almanya’da hayvanlar besmelesiz kesiliyormuş veya kesilmeden önce alınlarına kurşun sıkılarak öldürülüyormuş ve öldükten sonra da kesiliyormuş. “ Bundan dolayı harammış. Kurşun ile öldürülme konusu tartışmalı bir konu olsa gerek. Acısız bir kesim şekli gibi geliyor bana. Helal sertifikasını veren cemaatler kesim kontrolü yaparak tespitlerde bulunuyorlarmış ve uygun kesim yapanlara ve onun etini satanlara helaldir damgalı sertifika veriyorlarmış. Karşılığında da yıllık 3.000 Euro para alıyorlarmış. Ben bu cemaatlerden bazılarının yetkilileriyle telefon ile görüştüm. Bu cemaatler elbette iyi niyetle yola çıkmış olabilirler. Cemaatlerinin haram lokmayla beslenmesine gönülleri razı değildir. Hassasiyetlerinden dolayı kendilerini tebrik ediyorum. Alınan bedelin de karşılığı mutlaka vardır. Bu işi yapacak personel istihdam etmiş de olabilirler. Bu da doğrudur. Yanlış olan, zaten helal olan ‘eti’ önce haramlaştırıp sonra da onu helalleştirmek için sebepler üretip ve de ürettikleri sebepleri helal sertifikasına bağlamalarıdır. Haramlık konusunda da sadece hayvan kesimine odaklanıp, hayvan İslâmî usullere göre kesildi mi kesilmedi mi? Gibi sorularla insanların kafalarını bulandırmalarıdır. Günümüzün şartlarında haramdır denilebilecek o kadar yiyecek ve içecek varken sadece ete odaklanmanın anlamı yoktur. Fıkıh kaidesidir; “bir şey hakkında haramdır diye hüküm yoksa helal mıdır diye araştırılmaz.” O helaldir. Hüküm koyucu Allah’tır. Din O’nun dinidir kul da O’nun kuludur. Araya girerek dinin Sahibi ’ne din öğretme küstahlığına düşmemek lazımdır. Dinin Sahibi haramlar konusunda neler buyurmuş bakalım: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin! ” (2 Bakara 172) -Yüce Mevla burada genel bir tespit ile kullarına tavsiyelerde bulunuyor. Neyin temiz olduğuna dair kararı da biz kullarına bırakıyor. Haram kıldıklarının dışında kalanlar temiz olmalı diye düşünmek lazımdır. “Ey iman edenler, Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.”( 5 Maide Suresi, 87) -Bu ayette de bir uyarı var. O, kulunu tanıyor. Hem de çok iyi tanıyor, karakterini biliyor ve çıkarını ön planda tutarak, Kendisi ile kullarını aldatacağını da biliyor ve ona “Haddini aşma! Haddini aşarsan haddini bildiririm” diyor. Ciddiye alınması gereken ciddi bir tehdittir bu. “Haddini aşma...!” Bu açıklkamalar ve uyarılardan sonra da sıralıyor nelerin haram olduğunu Yaratıcı: “Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen murdar hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen hayvanlar, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz dışında boğularak, bir şey vurularak, yukarıdan yuvarlanarak, boynuzlanarak yahut yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanarak ölen hayvanlar, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanlar ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler, yiyecekler. Bunları yemek, Allah’ın yolundan çıkmaktır…Ancak kim açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, günaha meyletmeksizin haram olan bu etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (5 Maide 3) Daha sonra da haram kıldıklarının altını kalın çizgilerle çizerek, Peygamberine hitaben, bilhassaa böyle hususlarda şakasının olmadığını ve olmayacağını sesini yükselterek haykırıyor: -“Onlara şöyle de: “Bana vahyedilenler içinde, bir kimseye haram kılınmış yiyecekler olarak sadece ölmüş hayvan etini, akıtılmış kanı, bir pislikten ibaret olan domuz etini, bir de yoldan çıkma mânasında bir günah olarak Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanı buluyorum. Fakat kim yasaklanan bu şeylerden yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla yiyebilir. Çünkü senin Rabbin çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”(6 Enam 145) -Allah, haram kıldıklarını tekrar tekrar belirttikten sonra, kullarını sıkıntıya sokmamak miçin bazı istisnalar da getiriyor. “Zora düştüğünüzde haram kıldıklarım bile sizlere helaldir” diyor ve kullarına karşı ne kadar merhametli olduğunu bir kez daha vurguluyor ve devam ediyor; “Ehl-i kitabın yiyecekleri sizin için, sizin yiyecekleriniz de onlar için helaldir” (Mâide sûresi, 5/5) -Bu ayetin ifadesine göre Allah ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helal kılıyor. Kullarını sıkıntıya sokacak bir eksik bırakmıyor. O zaman şöyle demek lazımdır: Allah’ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer. Biz de ehl-i kitap bir toplumun içinde yaşadığımıza göre; susulması gereken yerde susmasını bilmemiz gerekir. Konuşmaya devam ederek insanları Allah ile aldatmaya kalkmak büyük bir yanlıştır. Allah’ın buyrukları apaçık ortada dururken, helal sertifika sevdalılarının neyin peşinde olduğunu anlamak oldukça zordur. Nahl suresinde ise son noktayı koyuyor dinin Sahibi: “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin! Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”(16 Nahl 116) -Allah, bu ayette haram olmayan bir şeyin haram olarak adlandırılmasına fevkalade öfkeleniyor ve o işi yapan kişiye, cemaate, dini kuruluşlara “siz yalancısınız” diyor. Size haddinizi bildireceğim diyor. Daha ne yapsın güzel Mevla’m, eline sopasını alıp sokağa mı çıksın?

19 Şubat 2025 Çarşamba

ORUÇ 2025

ORUÇ AYININ BEREKETİNDEN İSTİFADE EDELİM -Oruç tutacağız diye hasta raporu almak yanlış olur. Allah, insanları kandırarak, yanıltarak kendisine ibadet yapılmasını istemez. Bir de kandırılan kimse, Gayrimüslimse vebali, daha da büyüktür- Kur’an’ın farz olan Ramazan ayı orucuna yaklaşımı Yüce Allah, kullarının, ibadet yaparak kendilerini kötülüklerden uzaklaştırmalarını ister. Mesela Kur’an’da; namaz ibadetinin, kılan kişiyi, kötülüklerden uzaklaştırması gerektiğinin altı kalınca çizilirken, sadaka vererek malların kirlerden temizlenmesi emredilir. Hac ibadetinde birlik ve beraberlik sembolize edilir, bu birlik ve beraberlik ruhunun normal yaşamda da sürmesi gerekir ki; güç elden gitmesin, araya fitne girmesin. Tavaf yaparken, Tevhid inancının içselleştirilmesidir istenen, böylelikle zalimlerden ve onların zulmünden kurtulmanın yolu açılır. Arafat Tepesi’nde Âdem Peygamber’in tövbesi tekrar edilir, bu tövbeyle insan arınmak ister yaptığı kötülüklerden arınmak ister arınma nasuh bir tövbe ile olur. Geriye dönüşü olmayacak olan bir tövbedir bu. Âdem tevbe ettiği için arınmış ve affedilmiştir. İbadetler bir anlamda da affedilme vesiledir. Oruç ibadeti de aynı amaçla yapılır. İstenen, kulun aç kalması, susuz kalması değildir. Oruç mide ile tutulmamalıdır. Oruç bütün azalarla tutulmalıdır. Dilin orucu yalan söylememektir, gözün orucu haramı görmemektir, elin orucu harama uzanmamaktır, ayağın orucu harama yürümemektir. Sadece mideleriyle oruç tutanlar, oruç ibadetinin gayesini anlamayanlardır. Oruç ibadetiyle ilgili buyruklar Bakara Suresi ‘nde arka arkaya sıralanmıştır. Oruç ibadetinin, Müslümanları belirli bir kalıba sokabilmesi için, bir ay yeterli görülmüştür. Kur’an buyrukları şöyledir: -” Ey iman edenler oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki dikkate alırsınız. (1) – „Oruç, sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Oruca güç yetiremeyenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır. Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, apaçık bir öğreti ve yasa kitabı olan Kuran’ın indirildiği aydır. Kim o aya ulaşırsa oruç tutsun. Hasta veya yolcu olanlarınız, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde oruç tutar. ALLAH sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Böylece (oruç günlerinin) sayısını tamamlar, sizi doğruya ulaştıran Allah’ı yüceltip şükredersiniz. (2) – „Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah, gerçekten sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi, tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikafta olduğunuz zamanlarda kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, sakın onlara yanaşmayın. İşte Allah, insanlara ayetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar. “(3) Oruç ve Teravih Namazı Oruç, Müslümanın, Kur’an’da belirtilen zaman dilimi içinde, yeme, içme ve cinsel ilişkiden, kendisini uzak tutmasıdır. Orucun tekniği budur. Ancak oruç sadece yememek- içmemek ve cinsellikten uzaklaşmak şeklinde anlaşılırsa yanlış olur. Amaç vücudun bütününe oruç tutturmaktır. Sadece mideye değil. Sadece oruç ayında kılınan teravih namazının bile amacı vardır. Abartmamak şartıyla kılınmalıdır teravih namazı. 20 rekât abartılıdır. 4 veya sekiz rekât kılınan bir teravih insanı rahatlatır. Teravih; Ramazan ayında yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan nafile bir namazdır. Teravih, dinlenmek, rahatlamak anlamına gelir. Teravih, yemekten sonra gelen rehavetin dağılmasını sağlar. Sağlık açısından çok önemlidir. Teravih, Ramazan ayında camilerin şenlenmesini de sağlar. Müslümanlar o ayı bu vesile ile dolu dolu yaşamalıdırlar. Eğlenceler de düzenlenebilir. Karagöz ve Hacivat eski Ramazanların vazgeçilmezleridir. Teravih namazı ile ilgili Peygamber uygulaması şöyledir: “Resulullah (s) Ramazan’da mescidde bir gece namaz kıldı. Sahabenin çoğu da onunla o namazı kıldı. İkinci gece yine aynı namazı kıldı. Bu kez O’na tabi olarak aynı namazı kılan cemaat daha fazla oldu. Üçüncü gece Hz. Muhammed (s) mescide gitmedi. Orayı dolduran cemaat onu bekledi. Resulullah (s) ancak sabah olunca mescide çıktı ve cemaate şöyle seslendi: “Sizin cemaatle teravih namazını kılmaya ne kadar arzulu olduğunuzu görüyorum. Benim çıkıp, size namazı kıldırmama engel olan bir husus da yoktu. Ancak ben sizin, teravih namazını kendinize farz kılmanızdan korktuğum için çıkmadım” (Buharî, Teheccud, 57). Orucun zamanı Orucu farz kılan Allah, orucun nasıl tutulması gerektiğini de anlatmıştır. Ne zaman oruç tutulmaya başlanacaktır ne zaman iftar yapılacaktır hepsi detaylı bir şekilde belirlenmiştir. Kur’an’ın buyruğu açıktır:” Fecir vakti sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.” (5) Ayetten anlaşılacağı üzere, güneşin doğmasına yakın zamana kadar yiyip içilebilir (30 dakika, 45 dakika gibi). Bu şekildeki imsak, ayetin ruhuna uygun olan bir uygulamadır. Peygamberimiz, Kur’an’ın buyruğunu uygulamaya koymuş ve bize örnek olmuştur. Oruca başlama zamanı hakkında, Hz. Ömer, Huzeyfe, İb. Abbas, Talk İb. Ali, Ata İb. Ebî Rabah, Ameş, Ali İb. Ebû Talip gibi sahâbelerden gelen rivayetler şöyledir: -” Oruca başlama vakti, sabahleyin yolların dağların, tepelerin belli olacağı zamandır. Yani çıplak gözle eşyaların birbirinden seçildiği zamandır. “Huzeyfe’nin anlattığına göre, Hz. Muhammed (s)’in uygulaması da böyle olmuştur. Huzeyfe şöyle der:” Sabah oluncaya kadar Resûlüllah ile yiyip içtik ki, güneş henüz doğmamıştı.” (4) -Zirr b. Hubeyş’ten: “Sahur yemeğini yiyip mescide gittim. Giderken, Huzeyfe’nin evine uğradım. Bir deve sağmamı emretti, sağdım. Sütü pişirmemi emretti, pişirdim, sonra; “iç” dedi. Ben oruç tutmak istiyorum” dedim. “Ben de istiyorum.” dedi. Yedik, içtik sonra mescide geldik, hemen namaza başlanıldı.” Zir b. Hubeyş devam eder: “Huzeyfe’ye sordum, o da bana “Resûlullah bana böyle yaptı” veya “ben Resûlullah’la böyle yaptım” dedi. “Sabahtan sonra mı?” dedim. “Evet, sabahtan sonra, ancak güneş doğmamıştı” dedi. (Ateş c.1. s.312- 315) -Ebû Davud’un hadisi de bu görüşün delilleri arasında sayılır: “Biriniz su ve yemek kabı elinde iken ezanı işitirse ihtiyacı kadar yiyip içsin” (Musned: II-423- Ebu Davud c. 2, s.258, h. 2350) -İbnü’l-Münzîr’in rivayetine göre; Hz. Ali sabah namazını kılmış sonra; “Şu an beyaz ipliğin siyah iplikten ayrıldığı andır” demiştir. (Ateş . c.1s. 312- 315) Bu uygulama günün 12 saat gündüz, 12 saat gece olduğu yerlerde mümkün olabilir. Güneş ısısının ulaşmadığı ama aydınlığının ulaştığı yerlerde mümkün değildir. Almanya, Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya bu ülkelerdendir. Gece ve gündüzün saat olarak eşit olmadığı, fazla olduğu coğrafi bölgelerdir buralar. Mezhepler, böyle yerlerde en yakın yerdeki, zaman dilimine göre ayarlama yapılarak, oruç tutulabilir, namaz kılınabilir demişler. Bu her zaman geçerli olan bir çözüm olmaz. Mekke ile Medine’deki namaz saatleri, imsak ve iftar saatleri esas alınarak oruç tutulabilir, namaz kılınabilir diyenler de vardır. Bizim kanaatimiz de böyledir. Almanya böyle bir ülkedir. Havanın sıcaklığı da göz önünde bulundurulduğunda, Hicaz Bölgesi’ne göre imsak ve iftar saatlerini ayarlamak Almanya gibi gündüzü uzun olan yerlerde, zarurettir. Gece ve gündüzün işlevleriyle ilgili Kur’an’ın beyanlarını gözden geçirerek bu bölgelerdeki oruç zamanı hakkındaki kararları yeniden gözden geçirmek gerekiyor. Gündüzleri uzun olan yerlerde oruç süresini 20 saate kadar uzatmak oruçluya zulmetmektir. Kur’ân’ın genel mantığına terstir. Kur’an ekvatorda nazil olmuştur. Gecesi ve gündüzü birbirine eşittir. Orucun başlama ve bitiş zamanının güneşin doğuşu ve batışıyla ifade edilmeyişinin anlamı olmalıdır. Bu bir şablondur. Al şablonu istediğin bölgede uygula. Buyruklar şöyle: -“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan O’dur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67) -“Görmediler mi; dinlensinler diye geceyi yarattık. Gündüzü de aydınlatıcı yaptık. İnanan bir toplum için bunda göstergeler vardır.” (Neml 27/86) -“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan Allah’tır. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Allah insanlara gerçekten çok ikram eder ama insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min 40/61) -“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan odur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır.” (Yunus 10/67) - “Gündüzü yaşama zamanı yaptık.” (Nebe’ 78/11) -“Güneşe ve duhâsına, onu takip ettiğinde aya, güneşin duhâsını gösterdiğinde gündüze, güneşin duhâsını örttüğünde geceye, yemin olsun. (Şems 91/1-4) Ayetlerden anlaşıldığına göre. Gece istirahat zamanı, gündüz çalışma zamanıdır. Gece ile gündüz arasındaki fazlalıktan dolayı iş zamanı ile ibadet zamanını, istirahat zamanını saatle tespit etmek gerekiyor. Molla Hüsrev’in de fetvası da şöyledir: Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile sonlandırılır. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yerlerdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur. (Dürer*) Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu, bu konuda şöyle der: “Bu gibi bölgelerde Mekke’nin ve Medine’nin zaman ölçüleri esas alınarak, ibadet zamanları belirlenmelidir.” Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Prof. Dr. İlhami Güler, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Prof. Dr. İsrafil Balcı, Prof. Dr. Mehmet Azimli, Prof. Dr. Hasan Onat, Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Prof. Dr. Ömer Özsoy da bu tespite katılmaktadır. Sonuç Bu açıklamalardan sonra biz de deriz ki, Almanya gece ve gündüzün 12 saat olmadığı ülkelerdendir. Gündüz 20 saate kadar uzanır. Yukarıda verilen fetvaları göz önüne alırsak, Almanya’da orucun başlama zamanı saatle tespit edilmeli ve saat ile iftar edilmeli ve 13 saat olarak tutulmalıdır. Bu tespit yukarıda zikredilen din alimlerinin görüşlerine uygundur. Dürer sahibi Molla Hüsrev de aynı kanaattedir. 20 saate yaklaşan bir süre oruçlu olmak, oruç ibadetinin ruhuna uygun değildir. Sağlık açısından önemine dikkat çekilerek teşvik edilen oruç ibadetinin süresi 20 saat olduğu zaman, oruç faydalı değil, zararlı olmaya başlar. Günde en az iki litre su alması gereken vücud 20 saat susuz kalırsa kanda pıhtılaşmalar oluşabilir. Bu durum beyin kanamalarına, kalp krizlerine sebep olabilir. Yukarıda da söylediğim gibi oruç tutmak sadece aç kalmak demek değildir, susuz kalmak demek değildir. Bundan dolayı Almanya’da oruç; Mekke ve Medine’deki oruca başlama ve orucu açma zamanları esas alınarak tutulmalıdır. Saat ile başlanmalı ve saat ile açılmalıdır. Başta Diyanet işleri Türk İslâm Birliği (DİTİB) ve İslam Toplumu Millî Görüş (İGMG) olmak üzere, diğer dini cemaatler bir araya gelerek oruca başlama ve orucu açma zamanını tespit etmelidirler. Mesela sabah saat 06.da oruca başlanmışsa, saat 19.de iftar edilmelidir. Saat 07 de oruca başlanmışsa saat 20.00 de oruç açılmalıdır. Dini cemaatlerimiz, Ramazan ayında toplayacakları zekât ve fitre konusunda yaptıkları çalışmalar kadar veya o çalışmaların yarısı kadar üyelerinin ibadetleriyle ilgili kolaylıklar üzerinde de mesai yaparlarsa hem cemaatin sıkıntısını giderirler hem de istedikleri meblağı yine de toplamış olurlar. Sözü, sözün Sahibine bırakarak bugünkü yazımızı noktalayalım: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100) ………………………………………………………… (1) Bakara suresi 3 (2) Bakara suresi / 184-185 (3) Bakara suresi / 187 (4) Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul,1988.1. cild 312- 315. (5) Bakara 187 * Dürer, Molla Hüsrev’in eseridir. Hanefi Fıkhına göre yazılmıştır. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, yirmi sene boyuncu bu görevi yürütmüştür. Fatih Sultan Mehmed Molla Hüsrev için ‘Zamanımızın Ebu Hanife’sidir.’ diyerek sevgisini belirtmiştir. Eserinin tam adı: Dürerü’l-Hukkâm Fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, Musannıfı : Muhammed Bin Ferâmûz. Rüştü KAM (20:16 - 27/06/2014)

18 Şubat 2025 Salı

BÜLENGT ARINÇ 2025

FİKİRLERİN ÖZGÜRCE TARTIŞILMADIĞI-İFADE EDİLMEDİĞİ BİR ORTAM; DURAĞAN VE TEK SESLİ BİR ORTAM DOĞURUR Kİ O DA TERAKKİNİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGELDİR Rüştü KAM Bülent Arınç MOCCA dergisinde yayınlanmak üzere bir yazı göndermiş. Fikir hürriyeti konusunda, önemli, tespitlerde bulunmuş. Önemine binaen bu tespitleri köşemde yayınlayarak siz okuyucularımla paylaşmak istedim. Bülent Arınç, 25 Mayıs 1946 Bursa doğumlu. Türk siyasetçi ve avukat. Eski Cumhurbaşkanı Vekili, 22. TBMM Başkanı ve Başbakan Yardımcısı. “Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse bir şey düşünmüyor demektir.” Mevlânâ “Fikir dünyamız durağanlıktan uzak, dinamik ve özgür olmalıdır. Her bireyin aynı şeyi düşünmesi mümkün olmadığı gibi bunun için gayret etmek, herkesi bir düşünce etrafında toplamak ve çok sesliliği yok saymak topluma bir fayda sağlamaz. İfade özgürlüğü, hem anayasada yer aldığı hem de AK Parti’nin iktidara geldiği günlerde, hükümet programında ve Avrupa Birliği hedefinde kullandığı en önemli argümanlarından biriydi. Kopenhag Kriterleri içerisindeki siyasî ve hukukî kriterlerden bütün özgürlüklerin bileşkesi saydığımız ifade özgürlüğünü en başa aldık ve bu konuda yasal düzenlemeler yaptık. Uygulamalarla toplumsal barışa hizmet edecek farklı düşünceleri, bir özgürlük alanı içerisinde bir araya getirdik ve bunda başarılı olduk. Bu bizim hem yurtiçindeki barışımıza yol açtı hem de insanların birbirlerini daha iyi anlamalarına ve birbirlerine tahammül etmelerini sağladı. Ayrıca AB nezdinde ve tüm dünyada Türkiye’nin özgür bir ülke olduğunu, herkesin fikirlerini ve düşüncelerini korkmadan ifade edebildiğini ortaya koydu. O dönemlerde bu yaptıklarımız ile %50 oy oranını yakaladık. Elbette burada hükümet olarak sağlık, ulaşım vs. gibi alanlarda yapılan yatırımlar oldukça etkili olmuştur ancak ifade özgürlüğünün toplumda doğurduğu atmosferin de etkisi azımsanmayacak durumdadır. 31 Mart Seçimlerinin ardından ortaya çıkan tablonun sebepleri üzerine düşünüldüğünde, yukarıda zikrettiğim dönemin aksine ifade özgürlüğü konusunda bazı kısıtlamalara gidiliğini ve bunun da toplumda rahatsızlık yarattığını düşünüyorum. Eleştiri hakkı hakaret, bühtan ve tahkir içermediği müddetçe müdahale edilemez olmalıdır. Altında imzamız olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararlarındaki mevcut ilkeleri benimsemiş ve bu ilkeleri yasalarımıza da derc etmiştik. AİHM kararlarındaki çok önemli bir karar da şudur: Siyasetçiler herkesten çok eleştiriye açık ve tahammüllü olmalıdır, eleştiri ne kadar ağır olursa olsun, bütün bunları kabullenmeli ve bundan istifade etme yolunu seçmelidir. Millî Görüş dönemini bilenler hatırlayacaktır, TBMM’de en sert eleştirileri yapan grup bizdik ve bu siyaset tarzı halk nazarında takdir ile karşılanmıştı. Bunun üzerine de adım adım iktidara yürüdük. Eleştiriler elbette haksız ve yersiz olabilir. Bunun karşısında yapılması gereken bu eleştirilere mümkünse somut örneklerle cevap vererek kendi fikirlerimizi ifade etmektir. Eleştirileri çeşitli argümanlar ile susturmak ve sindirmek kısa vadede eleştirilene fayda sağlar gibi gözükse de aslında süreç içinde oldukça yıpratıcı ve zarar vericidir. Bu konu hakkında pek çok fikir adamının görüşleri aktarılabilir. Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç, özellikle ‘Doğu ve Batı Arasındaki İslam’ adlı eserinde şunları aktarır: “Eleştiri, düşünmenin ruhudur. Eleştiri olmayan yerde düşünce donuklaşır. Hakikati aramak için eleştiri gereklidir. Eleştiri hakikatin güneş ışığıdır. Özgürlük insanın yanlış yapma hakkını da içerir. Ancak eleştiri olmaz ise bu yanlışlıklar düzeltilmez. Sorgulamayan bir toplum köleleşmeye mahkumdur.” Hasılı, ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkı, fikir dünyamızın ve buna bağlı olarak siyasetten gündelik yaşama kadar her alanda dinamizmin ana aktörüdür. Fikirlerin özgürce tartışılmadığı-ifade edilmediği bir ortam ise durağan ve tek sesli bir ortam doğurur ki o da terakkinin önündeki en büyük engeldir.”

12 Şubat 2025 Çarşamba

ÇAY KÜLTÜRÜ

BERLİN TÜRK ŞEHİTLİK CAMİİ’NDEYİZ; KANTİNDE ÇAY İÇELİM DEDİK - Hem şoför mahalli hem de 5 kuruş olmaz öyle. Hilal-i Ahmer mi burası? - Rüştü Kam Ha-ber.com Ekrem Tel ve Nurettin Kavak’la birlikteyiz. Hava çok soğuk. Şehitlik Camii’nde kıldık öğle namazını. Camiden çıktık hava buz kesiyor. Merdivenlerden inince solda kantin var, hemen girdik oraya. İçimizi ısıtmak için çay içeceğiz. Şark köşesi şeklinde tasarlanmış içerisi. Hoş bir görünümü var. Camiden çıkanlar oradalar. Herkesin önünde o kocaman bardaklardan var. Kalın ağızlı, kulplu. Çayı o bardaklarda içiyorlar. Belli ki çay içme kültürleri yok. Midelerine sıcak renkli sıcak su indirme derdindeler. Çay içmek için çay içiyorlar yani. Semaverler fokur fokur kaynıyor. Anlaşılan çok çay içiliyor. Kuyruğa girdik, nihayet sıra bizlere geldi. Yanaştık tezgâha. -ÇAYKUR çayınız var mıdır? -“Evet” dedi genç delikanlı. Siyah kısa sakallı. Üzerinde önlük var. -Dört tane verir misin? -“Buyurun efendim.” Nezaketi de var delikanlının. O kocaman kulplu bardaklardan verdi. “İki Euro.” -İsminiz nedir? -“Yemliha.” -Yedi uyurlardansın demek. -“Evet.” -Yemliha, mümkünse bizim çaylar küçük bardaklarda olsun. İnce belli bardaklarda. -“O da aynı paradır. Herkes büyük bardak istiyoır.” -Yemliha, parasından değil, Türk kültüründe çay ince belli bardaktan içilir. Bu bardaklardan çorba içilir. Çay, keyif için içilir. Mideyi renkli sıcak su ile doldurmak niçin değil. Bundan dolayıdır ki, çay nasıl demlenir ve nasıl içilir diye hikayesi de oluşmuştur. -“Nasıl?” -Şöyle; 1- Çay soğuk suda demlenir. 2- Çayın demi dudak renginde olmalıdır (lebrenk). 3- Çay dudağı yakacak kadar sıcak olmalıdır (lebsuz). 4- Bardakta dudak payı bırakılmalıdır (lenriz). Öyle bardağı tepeleme doldurmak görgüsüzlüktür. 5- Çay ince belli bardaktan içilmelidir. Çay sadece bir içecek değildir. Türk’ün günlük hayatında temel bir sosyalleşme aracıdır. Çay sabah kahvaltısından başlayarak yatana kadar günün her saatinde tüketilir. Öyle ki kahvaltı hazır olduğunda “çay hazır” denilir. Birlikte çay içmek dostluk, misafirperverlik ve nezaket göstergesidir. Çay servisi yapılan çay ocakları ve çay bahçeleri insanların buluştuğu, gündelik sohbetlerin yapıldığı özel mekânlardır. Her evde ve işyerinde bir demlik çay her zaman içime veya misafire sunmaya hazırdır. Çay böylesine önemli bir içecektir. -Yemliha bir şey daha söyleyeyim sana, Türk kültüründe böylesine önemli olan çay; 50 Cente satılmaz. Bu, çaya hakarettir. Türk kültürüne de hakarettir. Ya ücretsiz verin ya da hakkınızı alın. -“Hocam buna bile itiraz ediyorlar, 20 Cente olmalıymış çay. Ataşeye kadar şikâyet ediyorlar.” -Yemliha sizin ataşe çay işleriyle de mi uğraşıyor, işi yok mudur bu ataşenin. -“Orasını bilmem, ama sonunda fırçayı yiyen biz oluyoruz.” -Yemliha’nın yanında yaşlı birisi daha vardı, O da tasdikliyordu Yemliha’yı. -Yemliha, gel seninle bir de maliyet hesabı yapalım: Bir bardak çayın maliyeti ne kadardır bakalım. Tereddüt etti Yemliha. -“Pahalı mı geldi size de hocam çay?” -Hayır Yemliha, çok ucuz. Dedim ya bu fiyata çay satmak çaya hakarettir. Şaka yaptığımı sandı, sağına soluna baktı, Ekrem’e ve Nurettin’e baktı. “Şaka yapmıyorsunuz değil mi” diye tekrar sordu, kararlılığımızı öğrenmek istiyor besbelli. Baktı şaka yapmıyoruz, “hocam ilk defa çayın çok ucuz olduğunu söyleyen birisiyle karşılaştım, onun için tereddüt ettim. Yanlış anlamayın” dedi. Ben devam ettim; sevgili Yemliha, önce hesap yapalım, bakalım çayın maliyeti ne kadarmış tespit edelim; su+ çay+ şeker+ elektrik+ deterjan+ temizlik+ personel gideri+ malzemelerin yıpranma payı ve kalorifer masrafı, hepsini üst üste topladığımızda çayın maliyeti 50 Centi geçer. Boşuna kürek sallamanızın anlamı yok. Burası cami kantini olduğu için çayı en azından 1 Euro’ya satmalısınız. Büyük bardağı da 1.50 Cent yapmalısınız. Yemliha, şu gördüğünüz insanların çoğunu hanımları evden kovmuştur. Hayızdan nifastan kesilmiş insanlar bunlar. Sorun değil elbet, küçümsemiyorum onları, gelsinler, böylesine güzel bir ortamı nerede bulacaklar da oturup dedikodularını yapacaklar, yapsınlar. Onlar bizlerin büyükleridir. Ama çay paralarının da hakkını vererek adam gibi ödesinler. Çay 50 Cent olmaz, olmamalı. Yazıktır günahtır. Millet buraya, insanlar 50 Cente çay içsinler diye bağış yapmıyor. Burada kul hakkı vardır. Binlerce insanın hakkı vardır burada. Mesela ben. Süreç içinde en az 500 Euro vermişimdir bu camiye. Ben bu insanlara hakkımı helal etmiyorum. Adam gibi otursunlar çaylarını içsinler dedi-kodularını da yapsınlar ancak içtikleri çayın da parasını versinler. Burası kamu malıdır. Kamu malına zarar vermek, zimmete geçirmek haramdır. Hocalar kamu malına zarar verilmemesi gerektiğini anlatıyor olmalılar camide. 50 Cente çay mı olurmuş? Neymiş o öyle, dalga geçer gibi. Cami başkanı Hakan Çekiç bu konuya el atmalı ve gerekeni yapmalıdır. Hem şoför mahalli hem de 5 kuruş olmaz, olmaz öyle. Hilal-i Ahmer mi burası?

26 Ocak 2025 Pazar

MİRAC HİKAYESİ 2025

MİRAÇ HİKAYESİ Mirac diye anlatılan bu hikâye aslında gece yürüyüşü olarak geçer Kur’an’da. Bu yürüyüşün de Hz. Muhammed’le ilgisi yoktur. Hz. Mûsa ile ilgilidir. İsrâ Suresi’nin 1-7 ayetlerini okuduğumuzda meselenin Peygamberimizle alâkalı olmadığı anlaşılacaktır. Ancak ben bu yazımda mevcut kabul ışığında miracı değerlendireceğim. Bakalım nasıl bir sonuçla karşılaşacağız: Mirac: Arapça ’da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarına gelir. Dini literatürde Hz. Muhammed’in(s) göğe yükselerek Allah’ın huzuruna kabul edilmesi olayına denir. Hikâye edildiğine göre, hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce Recep ayının yirmi yedinci gecesi meydana gelmiştir. İki aşamada gerçekleşmiştir: Birinci aşamada Hz. Muhammed(s) Mescid’ül-Haram’dan Beytü’l-Makdis’e (Kudüs) götürülür. Kur’an’ın haber verdiği bu aşama, gece yürüyüşü anlamındadır. İsrâ diye ifadeye konmuştur. “Yüceliğinde sınır olmayan O, Allah ki kulunu geceleyin, kendisine bazı alametlerimizi göstermek için [Mekke’deki] Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Çünkü, gerçekten her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur.“ (İsrâ 1) İkinci aşama Hz. Muhammed(s)’in Mescid-i Aksa’dan Allah’a yükselişidir. Bu olaydan, bu yükselişten (Mirac) Kur’an’da söz edilmez. Bu özel yürüyüşle ilgili Kur’an detay vermez. Olayın bu kısmı ayrıntılı bir şekilde Hz. Muhammed’e atfedilen hadislerde anlatılır. Şöyle ki; Hz. Muhammed (s), Kâbe’de amcasının kızı Ümmühan binti Ebi Talib’in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü’l-Makdis’e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Mûsa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı ve Hz. Muhammed(s) imam oldu ve diğer peygamberlere namaz kıldırdı. Daha sonra, Mescid-i Aksa’da kurulan bir Mirac’la ve yanında Cebrail olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Mûsa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Onlarla sohbet etti. Cebrail ile birlikte yükselişi Sidretü’l-Münteha(gidilebilecek son nokta)’ya kadar sürdü. Cebrail, “Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l Münteha’da Hz. Muhammed’den Burak ile birlikte ayrıldı. Hz. Muhammed(s) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda Allah’ın huzuruna kabul edildi. Allah, Resulünü birinci sınıf devlet töreniyle kapıda karşıladı; selamlaştılar, tokalaştılar, kucaklaştılar, hâl hatır sordular, birlikte kırmızı halıda yürüdüler. Hz. Muhammed bu anı şöyle anlatır: “Allah benimle görüştü ve el sıkıştı. Elini iki omuzum arasına koydu; öyle ki parmaklarının soğukluğunu iki göğsüm arasında hissettim.” (İbn.Hanbel, 5/243) Bu görüşmeden sonra, Allah misafirini tekrar kapıya kadar uğurladı ve ona hediyeler verdi: “…hediye paketinin içinde şunlar vardı: 50 vakit namaz, Bakara suresinin son ayetleri ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı müjdesi. ” (Müslim, İman, 279). Hz. Mûsa, elinde büyük büyük paketlerle huzurdan ayrılan Hz. Muhammed’i görünce, onunla sohbet etmek ister ve sorar: -“Ne ile emrolundun?” -Hz.Muhammed(s): “Elli vakit namaz” diye cevap verir. -Mûsa (s): “Her gün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın”. -Hz.Muhammed(s), peki öyleyse der ve yeniden Allah’ın huzuruna çıkar ve Mûsa’nın söylediklerini anlatır. Allah namazdan 5 vakit azaltır. Hz.Muhammed(s) dönüşte tekrar Hz.Mûsa’ya uğrar. -Hz.Mûsa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” der. Yeniden huzura çıkar ve Mûsa’nın endişesini tekrarlar, Allah namazdan 5 vakit daha azaltır. Hz.Mûsa’nın bu uyarıları ile, namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz.Muhammed (s) Allah’la görüşmek için huzura çıkmaya devam eder. Tam 9 kez. Nihayet namaz beş vakte indirilir. Hz. Mûsa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceğini ısrarla söymesine rağmen, Hz. Muhammed’i ikna edemez. Hz. Muhammed, “Artık isteyecek yüzüm kalmadı, ben beş vakte razıyım” der ve Mûsa’nın yanından ayrılır. (Müslim; İman, Hadis No : 279/ Sahih-i Buhari ; 1550,155/ Müslim, Îmân 259-264./ Nesâî, Salât 1/Sahih-i Buhari ; Tevhid Bölüm; 38) Mirac olayı yukarıda hikâye edildiği gibidir. Bu bilgileri biz hadislerden alıyoruz. Hadisler Kur’an’dan onay alsaydı bizim söyleyeceğimiz fazla bir şey olmazdı. Ancak şimdi var: Çünkü, Kur’an devre dışı bırakılmıştır. Son Peygamber Hz. Muhammed’e iftira atılmıştır. İnsanlar, Allah’ın çok önemsediği Tevhid inancından uzaklaştırılarak şirk batağına sürüklenmiştir. Bu durumda söyleyeceğimiz elbette çok şey olacaktır. Sonuç: 1-Olayın birinci aşaması ayetle sabittir. Bu konuda hiç kimsenin bir itirazı olamaz. Olayın ikinci aşaması, yani Mirac kısmı İslâm akaidiyle örtüşmemektedir. Sakıncalı bir durum vardır. Allah İsra Suresi’nin birinci ayetinde Allah, kuluna bir kısım ayetlerini göstermek amacıyla bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yürüttüğünü söylemektedir, detay vermemektedir. Bilmemizi isteseydi o detayı verirdi. 2- Eğer olayın mucize yönü bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması şarttır. Oysa olay tamamen Peygamber’in şahsıyla ilgilidir, mahiyeti bilinmemektedir. 3- Namaz ibadeti sadece Hz. Muhammed‘e ve ümmetine farz kılınan bir ibadet değil, daha önceki ümmetlere de farz kılınmıştır. “Kitap’ta İsmail’i de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi…” (Meryem 54,55) 4- Kur’an’da namazla ilgili onlarca ayet vardır. Bu ayetlerde namazın vakitleri, şartları ve önemi vurgulanmaktadır. Söz konusu ayetler değişik zaman aralıklarında vahyedilmiş olup, her biri ilk olarak, namazın rükünleri ve vakitleri olmak üzere birçok değişik boyutunu anlatmaktadır. Şayet namaz Mirac’la belirlenmiş olsaydı o belirlenen şekliyle Kur’an’da aynen olması gerekirdi. 5- İsra Suresi’nden önce inen surelerde de hatta ilk indiği konusunda ittifak bulunan sure olan Alak Suresi’nin onuncu ayetinde de namazdan söz edilmektedir. “Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu? (Alak 9,10); “Rabb’inin adını anıp namaz kılan.”(Âlâ 15). Oysa, Mirac olayının vahyin on ikinci yılında olduğu iddia edilmektedir. 6- Allah’a mekân izafe edilemez: Çünkü O sonradan olanlara benzemez. Oysa Hz. Muhammed’in yolculuğu bir mekânda noktalanmaktadır. Bu Kur’an’a ters düşmektedir. Müslümanların, Allah inancıyla bağdaşmamaktadır. O mekândan münezzehtir. 7- Gün 24 saattir. Allah 24 saat içinde 50 vakit namazı farz kılmıştır. Uyku için 7-8 saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan 16 saatte kılınacaktır. Yaklaşık her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak mümkün olabilir mi? Namaz emri bu durumda, „Allah kullarına gücünün yetmeyeceği bir yük yüklemez.“ (Bakara 286) ayetiyle çelişmektedir. Nasıl bir Allah ki, kullarının gücünün neye yetip yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor? Ve bunun için Hz. Muhammed tam 9 kez yukarı çıkıyor. Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah ve O’na akıl öğreten bir kul. Hz. Mûsa. Böyle bir şey düşünülebilir mi? 8- Hz.Mûsa ile karşılaşma işi olmasa, namazı azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadislere bakılırsa Hz.Mûsa oldukça zekidir, Hz. Muhammed de oldukça aptaldır. Allah peygamberleri arasında fark gözetmediğini bildirdiği halde, mutlaka birisi zeki olacaksa bu kişinin Hz. Muhammed olması gerekmez mi? En son peygamberdir. Din kemale ermiştir, başka bir bir din gelmeyecektir. Hz.Mûsa, olmasaydı deyim yerinde ise “biz ayvayı yemiştik”, iyi ki Hz.Mûsa peygamberimize akıl vermiş (!). O kadar ki; Allah’ın ve Hz. Muhammed (s)’in düşünemediği şeyi düşünmüş (!). 9- Bakara Suresi’nin tamamı Medine‘de inmiştir. Mirac ise Mekke’de gerçekleşmiştir. Bu durumda, Mirac’da Hz. Muhammed’in yanında getirdiği hediyelerin içinde Bakara Suresi’nin son ayetleri olamaz. 10- İsra ayetini Mirac’la ilişkilendirmek mucizeyi değil tahrifatı ortaya koyuyor. Ayette bahsedilen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Süleyman tapınağı olduğu söylenmektedir ki; Muhammed zamanında orada bir tapınak mevcut değildir. Süleyman Tapınağı Muhammed’den 650 sene önce yıkılmıştı. Yeri de boştu. Mescid Halife Ömer zamanında Kudüs’te Süleyman Tapınağı’nın bitişiğinde yapıldı. Bu mescide Mescid-i Aksa denildi. Mervan zamanında bu Mescid genişletildi ve ayrıca Kubbet’üs -Sahra yapıldı. Mescid-i Aksa Muhammed’in ölümünden sonra yapıldığına göre İsra suresinin 1’inci ayetinde Mescid-i Aksa isminin geçmesi akla şu soruyu getiriyor. Ya ayetteki isim yapılan mescide verildi, ya da ayet Kur’an’a sonradan ilave edildi. 12- Kaldı ki, gece yürüyüşü olayı, peygamberimizle ilgili değil Hz. Mûsa ile ilgilidir. Ayetlerin devamı okunduğu zaman anlaşılacaktır. “Gösterilecek bir kısım ayetler (ayât) ortaya çıkacak… Kul’un, Mûsa olduğu ortaya çıkacak… Gece yürüyüşünü kimin yaptığı ortaya çıkacak… Mübarek kılınan yerin ateş ve çevresi olduğu ortaya çıkacak… Mescid’in memleket, vatan, yer, mahal manasında kullanıldığı ortaya çıkacaktır. Mescid-i Haram’ı sadece Mekke, hatta Kâbe ya da peygamberimiz Muhammed’in evi olarak açıklamak yeterli değildir. Mescid-i Haram, kişilerin sahibi olduğu, onlara ait olan yer, sıla, kendi yaşadığı, yediği, içtiği, secde ettiği mahal gibi anlamlara da gelir. Bu durumda Mûsa sıladan gurbete bir gece yolculuğu yapıyor. Çünkü “aksa” uzak anlamına geldiğine göre Mescid-i Aksa uzak yer anlamında kullanılıyor. Mescid-i Aksa’yı Kudüs olarak parantezlemek hatalıdır. Bir de bu açıdan bakarak değerlendirelim Mirac olayını. Belki o zaman yıllardan beri uyuduğumuz dehlizden çıkma şansını yakalayabiliriz.

31 Aralık 2024 Salı

YENİ YIL 2024 YILINDAN 2025 e GEÇİŞ

2024 YILI İTİBARİYLE, ALMANYA'DA MÜSLÜMANLARA VE MÜSLÜMANLARIN İBADETHANELERİNE YÖNELİK ÇEŞİTLİ SALDIRILAR VE WEINACHTSMARKTLARA YAPILAN SALDIRILARIN FATURASININ İSLÂM’A KESİLMESİ.. Rüştü KAM Sevgili okuyucularım, ben de 2024 yılından 2025 yılına geçerken bir değerlendirmek yapmak istedim. Bu gece eğleneceksiniz. Hindiler yiyeceksiniz. Abartılı kutlamalar yapanlarınız olacak. Çamları süsleyeceksiniz. Bunun için kapitalizmin istediği harcamaları çoktan yaptınız bile. Ne yaptığınızı, niçin yaptığınızı bilerek yaparsanız tüm bunları sorun yok. Herkes yapıyor ben de yapayım diye yaparsanız sıkıntı var demektir. Şuursuzca yapılan işler sonucunda bedeller ödemek zorunda kaldığımız zamanlar çok olmuştur. İbret alınmamışsa başımıza daha çok sıkıntılar gelecek demektir. Ben yeni yılınızı kutlamayacağım. 2024 yılının dünyada Müslümanlar açısından nasıl bir grafikle sona erdiğini sizlerin değerlendirmesine bırakarak 2025 yılının Müslümanlar açısından hayırlar getirmesini Mevlam’dan temenni edeceğim.Ve siz okuyucularımdan 2024 yılında Almanya’da Müslümanların başına neler gelmiş bir göz atmanızı istirham edeceğim. Okuyalım: 2024 Yılında Almanya 2024 yılı itibariyle, Almanya'da Müslümanlara ve Müslümanların ibadethanelerine yönelik çeşitli saldırılar düzenlenmiştir. Maalesef saldırıları gerçekleştiren gerçek saldırganlar bulunamamıştır. “Saldırıyı bu kişi yaptı” diye takdim edilenler de Müslümanlar tarafından inandırıcı bulunmamıştır. Ayrıca Hristiyanların yaptığı teröre Hristiyan terörü denilmezken, "İslamcı terör" kavramının kullanımı da Müslümanları rahatsız etmiştir, etmektedir. Müslümanlara ve İbadethanelerine Yapılan Saldırılar: Almanya, son yıllarda özellikle camilere ve Müslümanlara karşı gerçekleştirilen ırkçı saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. Bu tür saldırılar, genellikle aşırı sağcı grupların ve bireylerin motivasyonları ile gerçekleşmektedir. 2024 yılında, camilere yapılan saldırılar, Müslümanlara yönelik saldırılardır. “Seni almanya’da istemiyoruz, defolun gidin saldırısıdır.” Bu durum, Almanya’daki Müslümanlar için tehdit oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra, sosyal medya üzerinden yapılan nefret söylemleri ve tehditler de işin tuzu biberi olmuştur, olmaktadır. Müslümanlara Fatura Edilen Cinayetler ve Saldırılar: Almanya’da, bazı saldırılar da islâm ülkelerinden gelen birilerine fatura edilmektedir. Bu cinayetler veya saldırılar, "İslamcı terör" olarak nitelendirilmeye çalışılsa da, bu tür saldırıların motivasyonları daha karmaşık ve çeşitli olabilmektedir. Her durumda, cinayet ve saldırıların, Müslümanlara fatura edilmesi, Alman devlet kurumlarına olan güveni sarsmakta ve toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirmektedir. İslamcı Terör Kavramının Yanlışlığı: "İslamcı terör" ifadesi, terörizmin İslâm dini ile ilişkilendirilmesi anlamına gelir. Bu terimin bu şekilde yanlış ve tehlikeli kullanımı, tüm Müslümanları suçlu gibi gösterme eğiliminden olsa gerektir. Müslümanları potansiyel suçlu olarak göstermek demektir. Terörizmin, bir ideoloji veya dini inançtan bağımsız olarak tanınlanması gerekir. İslamcı terör ifadesi ile tüm Müslümanların terör ile ilişkilendirilmesi, demokratik Almanya'ya hiç yakışmamaktadır. Bu şekildeki yaklaşımlar, toplumsal önyargıları ve ayrımcılığı da körüklemektedir. Bu, özellikle Almanya gibi çok kültürlü toplumlarda, Müslümanların daha fazla dışlanmasına, şiddete ve önyargılara maruz kalmalarına yol açabilir. Yanlıştır. Almanya, Ülkesinde Yaşayan Müslümanlara Yönelik Nefret Söylemlerine Yol Vermemelidir: Almanya’da yaklaşık 6 milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu rakam ülkenin kültürel ve toplumsal çeşitliliğine önemli bir katkı sağlamaktadır. Demokrasinin kurallarına bağlı olarak bildiğimiz Almanya, her bireyin temel haklarını ve özgürlüklerini korumakla yükümlüdür. Müslümanlar da bu haklardan yararlanmalıdır. lrkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemlerinin muhatabı olmamalıdırlar. Bir siyasi parti olan AfD (Almanya için Alternatif), göçmen karşıtı ve ırkçı söylemleri ile dikkat çekmektedir. Bu tür partiler, toplumsal barış ve uyum açısından tehdit oluşturabilir. Almanya, gelecekte kendisini zor durumda bırakacak bu tehlikelerden, içinde yaşayan 26 miyon yabancı kökenli insanların haklarını korumak için gerekli adımları acilen atmalıdır. Irkçı ve ayrımcı söylemlerin önlenmesi, Müslümanların dışındaki diğer yabancıların ve din mensuplarının da haklarının korunması, sadece devletin değil, aynı zamanda sivil toplum kuruluşlarının, eğitim kurumlarının ve toplumun geniş kesimlerinin de görevidir. İslamofobi, Yani İslam'a Karşı Duyulan Korku, Önyargı Ve Nefreti Tetikleyen Yayınlar Ve Söylemler, Toplumsal Barışı Tehdit Eden Önemli Faktörlerdir: İslamofobi, Müslümanlara yönelik önyargı, ayrımcılık ve şiddet anlamına gelir. Bu kavram son yıllarda Almanya genelinde sıkça kullanılır olmuştur. Dolayısıyla, özellikle medya, sosyal medya platformları ve bazı politik figürler tarafından da aynı oranda kullanıldığı için, geniş kitleler üzerinde yanlış algılar oluşmaya başlamıştır ve farklılıklar tehdit olarak hedefe konmuştur. Bunun sonucunda, İslam ve Müslümanlar tanınmadan, bilinmeden, önyargı ile yargılanarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Yargısız infaz. İslamofobiye karşı durulması ve bu tür söylemlerden vazgeçilmesi; daha sağlıklı, hoşgörülü ve adil bir toplum inşa edilmesine yardımcı olacaktır. Ayrıca, kültürel çeşitliliği önemsemek ve insanlar arasında anlayış ve saygıyı teşvik etmek önemlidir. Bu bağlamda, medya kuruluşları, liderler ve bireyler, toplumda nefret söylemlerine karşı durmalı, daha pozitif ve kapsayıcı dil kullanmaya özen göstermelidirler. İşte ülke genelinde İslamofobiye karşı atılabilecek bazı ciddi adımlar: 1. Eğitim ve Bilinçlendirme Kampanyaları: İslamofobiyi engellemek için toplumda hoşgörü ve farklılıklara saygıyı teşvik eden eğitim programları düzenlenebilir. Okullarda ve üniversitelerde İslam ve diğer inançlara dair doğru bilgi verilmeli, önyargıların ve yanlış anlayışların önüne geçilmelidir. 2. Medyanın Rolü: Medya, toplumsal algıyı şekillendiren önemli bir araçtır. Medya kuruluşları, Müslümanları ve İslam'ı olumsuz bir şekilde betimleyeci haberlerden kaçınmalı ve çeşitliliği ve hoşgörüyü teşvik eden içerikler üretmelidir. Ayrıca, medyada İslamofobiye karşı duyarlılık yaratacak düzenlemeler yapılmalıdır. 3. Toplumsal Diyalog ve Entegrasyon: Farklı dini inançlara sahip insanlarla toplum içinde düzenlenecek etkinlikler, diyalog platformları ve kültürel değişim programları, İslamofobinin azalmasına yardımcı olabilir. Bu tür platformlar, insanların birbirlerinin kültürlerini, inançlarını ve yaşam tarzlarını daha iyi anlamalarına imkan tanır. 4. Hukuki Düzenlemeler: İslamofobik saldırılar, ayrımcılık ve nefret söylemi gibi suçların cezalandırılmasına yönelik yasal düzenlemeler güçlendirilebilir. 5. Dini Özgürlüklerin Korunması: Her bireyin dini inançlarına saygı gösterilmeli ve dini özgürlüklerin güvence altına alındığı bir ortam yaratılmalıdır. Bu, cami ve diğer dini mekanların güvenliği için önlemler almayı da gerektirir. 6. Sivil Toplum Kuruluşlarının Güçlendirilmesi: İslamofobiyle mücadele etmek için sivil toplum kuruluşlarının (STK) aktif bir şekilde rol alması gerekir. STK'ler, toplumsal farkındalık yaratma, eğitimler düzenleme ve İslamofobiyi teşvik eden davranışlara karşı kampanyalar yürütme konusunda etkin olabilirler. 7. Politikacıların Sorumluluğu: Siyasetçiler, toplumu birleştirici, kapsayıcı bir dil kullanarak, önyargıları pekiştiren değil, azaltan açıklamalar yapmalıdır. Aynı zamanda, İslamofobiye karşı kamuoyunda güçlü bir duruş sergileyerek, toplumu hoşgörüye ve barışa yönlendirmelidirler. Aksi uygulamalar, söylemler Almanya'da yaşayan topluma zarar verir. Yazıktır, günahtır. Tarihten ibret almak gerekir. Sonuç olarak, İslamofobiyi engellemek, yalnızca Müslümanların değil, tüm toplumun huzuru için önemlidir. Bu tür adımlar, uzun vadede daha barışçıl, eşitlikçi ve hoşgörülü bir toplumun temellerini atmaya yardımcı olacaktır. 2024 yılında Almanya'da Müslümanlara ve ibadethanelere yönelik olarak yapılan saldırılar, toplumsal bütünlük ve dini özgürlük açısından büyük bir endişe kaynağı olmuştur. Aynı zamanda, "İslamcı terör" gibi genellemelerin de yanlış kullanımı, Müslümanlara yönelik toplumsal önyargı ve dışlanmayı artırmıkştır. Bu tür kavramların dikkatli bir şekilde kullanılmaması, toplumsal huzursuzlukları daha da derinleştirebilir. Dikkatli olmak gerekir. Tüm kışkırtmalara ve saldırılara ve işlenen cinayetlere rağmen Müslümanların bugüne kadar oyuna gelmemeleri sevindiricidir. Alkışlanacak bir durumdur. Bundan sonra da oyuna gelmeyeceklerine olan inancım tamdır...Almanya bizim de ülkemizdir.

26 Aralık 2024 Perşembe

TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN 25. YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE 2025

TÜRK EĞİTİM DERNEĞI’NİN 25. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE Rüştü KAM 25.12.2025 Türk Eğitim Derneği, 25 yıl önce bir yola girdi, eğitim alanında farkındalık oluşturmak için girdi bu yola. O farkındalığı oluşturdu da. Milenyumda dünya şirince köyüne giderek kıyametin kopmasını beklerken bizler neslimizin geleceğini inşa etmek için Türk Eğitim Derneğini kurarak geleceğimize yeni bir kapı açmakla meşguldük ve o kapıyı açtık. Beş inanmış insanın önderliğinde kurulan derneğimiz, geride bıraktığımız çeyrek asır boyunca sayısız etkinlik, organizasyon ve projenin altına imza atmıştır. Geride bıraktığımız 25 yıl içerisinde, eğitime verdiğimiz destekle, gençlerimize ve çocuklarımıza sunduğumuz dershane hizmetlerimizle, onların başarılarına katkıda bulunmanın haklı gururunu yaşadık. Cuma okumaları ile hem dini hem de tarihi bilgiye ulaşarak kültürel değerlerimizi ve yakın tarihimizi, manipüle etmeden genç nesillere aktarmaya çalıştık. Bizim olana, bizden olana sahip çıktık. Eğitim, bireylerin ve toplumların kalkınmasının teminatıdır. Bir toplumun geleceğini inşa etmek, sadece ekonomik ve teknolojik gelişmelerle mümkün değildir; kültürel değerlerin, dilin, tarihsel mirasın, milli bilincin korunması ve geliştirilmesi gerekir, bu da ancak eğitimle mümkündür. Amacımız, Türk kültürünü, tarihini, dilini ve dinini bulunduğumuz bu coğrafyada yüceltmekti. Çocuklarımıza ve gençlerimize çağdaş bir eğitim anlayışı sunmaktı. Toplumsal gelişimi desteklemek ve bireyleri donanımlı hale getirmekti. Getirdik mi? Tam olarak getirdik diyemem ama en azından getirmek için mücadele ettik. Maddi ve manevi olarak mücadele ettik. Malımızla ve canımızla yaptık bu mücadeleyi. 25 seneden beri yollardayız. Bu yolda yürürken ayağımıza dikenler battı, yollarımızı kesenler oldu, taşlandık, hakaretlere uğradık. Ama yılmadık. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın demedik.” Nerede olduğumuzu çok iyi bildiğimiz için nereye gideceğimizi bilinçli bir şekilde tayin edebildik. Hedeflerimiz büyüktü,hâlâ büyüktür. Hedeflerimiz bulunduğumuz coğrafyaya ve o coğrafyanın şartlarına uygun olarak değişti, değişiyor ve gelişiyor. Hedeflerimizi devamlı aktif halde tuttuk. Adam aldırmadan geç git demedik aldırdık. Çiğnemedik ama çiğnendik. Buna rağmen hakkı tuttup kaldırdık. Eğitimde en büyük sorunlardan biri, okul-veli-öğrenci ilişkileridir dedik. Derneğimiz, bu ilişkileri güçlendirmek ve yaşanan ve yaşanabilecek problemleri çözmek adına, rehberlik hizmetleri sunarak, eğitimdeki verimliliği artırmaya yönelik çalışmaların altına attı. Okul, veli ve öğrenci arasındaki problemlere çözümlerler üretti. 25 seneden beri her hafta düzenlediği cuma okumalarıyla, katılımcıları bilinçlendirmeyi kendine görev bildi. Onlarca kitap okuduk. Bu okumalar katılımcılara çok şeyler kazandırdı. Özgüvenlerini artırdı. Türkçe dilinin korunması ve geliştirilmesini sağladı. Böylece, Türkçeyi de doğru ve etkili kullanmayı öğrendik. Kültürel mirasımızı geleceğe taşımak adına önemli adımlardı bunlar. Kültürel mirasımızı yaşatmak için geziler düzenledik. Bu geziler ile, kültürel bağlarımızı güçlendirmek istedik. Bu geziler, halkımızın hem tarih bilincini artırmak hem de öğrenilen bilgilerin kalıcı olmasını sağlamak için düzenlendi. Türkiye’yi 13 bölgeye ayırdık. Bu bölgeleri rehber eşliğinde gezdik. Gezimizin adı “Türk Eğitim Derneği Kültür ve Araştırma Gezisi”dir. Ayrıca, düzenlediğimiz gezilerle sadece Türkiye’nin farklı bölgelerini değil, aynı zamanda Balkanlar gibi tarihimizin önemli noktalarını da ziyaret ederek kültürel ve tarihi bağlarımızı güçlendirmeye çalıştık. Önümüzdeki yıl nisan ayında Türk ve İslam medeniyetinin temellerinin atıldığı Özbekistan’a gideceğiz. Ata Yurdumuzu ve atalarımızdan bizlere bırakılan mirasımızı yerinde görmeyi ve keşfetmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz. Sanat alanında düzenlediğimiz şiir okuma günleri, saz ve ney kursları, sıra geceleri gibi etkinliklerimizle toplumsal birlikteliği ve kültürel mirasımızı yaşatmaya çalıştık. Ayrıca, Almanya’yı ve Avrupa’yı da tanımak istedik. Avrupa ülkelerinden bazılarını gezdik. Almanya’dan başladık gezmeye. Önce Waimar’dan başladık Almanya’yı gezmeye. Toplama kamplarına gittik. Almanya’da Türk izlerinin peşine takıldık. Müzeleri gezdik. Her gezimiz, geçmişle bağ kurarak geleceği inşa etme yolunda önemli birer adım oldu. Her yıl düzenli olarak konferanslar ve seminerler organize ettik. Seminerler ve konferanslar, eğitimdeki güncel gelişmeleri takip etmemizi ve toplumu bu gelişmelerle buluşturmamızı sağladı. Yeni yeni bilgiler koyduk heybemize. Rutin olarak her yıl eğitim kampları düzenledik. Böylece ailelerin de bir araya gelerek kaynaşmasını sağladık. Çeşitli aktivitelerle çekici hale gelen eğitim kampları, iple çekilen etkinlik haline geldi. Bu kamplarda üç gün boyunca konuların uzmanlarını dinledik. Alacağımızı aldık onları da heybemize koyduk. Almanya'nın ilk Türk kütüphanesini kurduk. Şu anda içinde bulunduğunuz Kütüphaneyi her bireyin erişebileceği, bir eğitim yuvası haline getirdik. Bugün itibariyle kütüphanemizde yaklaşık 13.000 eser bulunmaktadır Bir dergi çıkardık. Mocca Dergisi, hem Türkçe hem de Almanca yayınlanan, derneğimizin misyonunu ve vizyonunu geniş kitlelere ulaştıran önemli bir yayın organımızdır. 44. Sayısı ocak 2025 tarihinde okuyucusuyla buluşacaktır. Dergi, halkımızla aramızda bir köprü konumundadır. Halkımıza, sunduğumuz bilgilerle farklı perspektifler kazandırmayı amaçladık. Geldiğimiz yerden baktığımızda yapılması gerekenleri yaptığımız kanaatindeyiz. Gücümüz ölçüsünde elbet. Mocca dergisi her üç ayda bir yayınlanır. Bu dergimizin okuyucusuyla buluşması için gayret sarf eden arkadaşlarımıza, mütercimlerimize, yazarlarımıza, reklamlarıyla destek olan İş Adamlarımıza huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Türk Eğitim Derneği olarak, dini ve milli bayramlarımızı büyük bir coşku ve saygı ile kutladık. Kurban bayramlarımızı sokak şenliği şeklinde kutlayarak halkımıza ve Alman komşularımıza daha yakın olmak istedik. Olduk da. Yaklaşık 10.000 kişiye hitap ettik. Kurban etlerimizi pilav üzerinde yanında ayranıyla birlikte ırk, din, dil ayrımı yapmaksızın tüm Berlinlilerle paylaştık. Toplumsal birlikteliği pekiştirmek için yaptık bunu. Bu etkinlik, halkımızı Alman komşularımızla bir araya getiren, sosyal dayanışmayı pekiştiren önemli bir buluşma noktası oldu. Ayrıca Aşure geleneğimizle de halkla bütünleşmeye çalıştık. Aşureyi de halkımızla ve Alman komşularımızla paylaştık. Sokakta pişirerek sıcak sıcak gelene de geçene de ikram ettik. Müslümanların Ehli Kitap ile birlikte faaliyetler yapma zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk Allah buyruğudur. Bu buyruğu esas alarak kiliseler ile etkinlikler düzenledik. Toplumsal hoşgörü ve birlikte yaşama kültürünü pekiştirmek adına, kiliselerle ortaklaşa düzenlediğimiz bu etkinlikler, farklı inançların bir arada nasıl huzur içinde yaşayabileceğinin en güzel örneğidir. Bu etkinlikler ile, hoşgörü temelinde özellikle Hristiyanlarla ve diğer din mensuplarıyla kucaklaştık. Gönül bağlarımızı güçlendirdik. Velhasıl; Türk Eğitim Derneği, geçen çeyrek asır boyunca her geçen gün daha büyük bir güçle ve kararlılıkla, eğitimdeki farkındalığı artırmayı, toplumsal bilinci yükseltmeyi, kültürel değerlerimizi yaşatmayı ve insan haklarına saygılı bir toplum oluşturmayı kendine görev edinmiştir. 25 yıl önce çıktığımız bu yolculuk süresince bir gün bile “öf” demedik. , Hep birlikte, bu değerli misyonu gelecek nesillere taşımaya bundan sonra da devam edeceğiz. Diyeceksiniz ki, bu kadar işin altından nasıl kalkıyorsunuz. Evet zor bir zanaat. Ama inanırsanız, irade beyan ederseniz Allah yardım ediyor. En zor günümüzde bir yerlerden imkan doğuyor ve kervan yürüyor. Bizim tek bir adım attığımız zamanlar çok oldu, baktık ki Allah söz verdiği gibi bize koşarak geliyor. Ne saadet. Bizimle ilgili eleştiriler de oldu, yolumuzu kesmek isteyen de oldu, bilhassa bu coğrafyanın şartlarını göz önünde bulundurarak açıkladığımız dini düşüncelerimizden dolayı eleştirildik. Bu eleştiriler bizlere can suyu oldu. Eleştirilmeseydik bir şeyler yapmamış olurduk. Ben huzurlarırınızda o molla Kasımlara da teşekkür ediyorum. Bu önemli günümüzde bizimle birlikte olduğunuz ve mutluluğumuzu paylaştığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Ben ve dostlarım bizler geleceğe umutla bakıyoruz. Geniş vizyonumuz ve inancını kaybetmeyen ekibimizle daha nice başarılı projelere imza atmayı hedefliyoruz. Bugün, 25 yıllık başarı hikâyemizin ardında, emeği geçen herkese, üyelerimize, gönüllülerimize ve bu yolda bizimle yürüyen dostlarımıza yürekten teşekkür ediyorum. Son olarak derim ki; derneğimizin her kademesinde görev yapan ve genç yaşta aramızdan ayrılan kardeşlerimizi saygı ve rahmetle anıyorum. Onlar için Allah'tan rahmet diliyorum. Onlar görevlerini layıkıyla yaptılar. Bizler şahidiz. Mevladan şahitliğimizin kabulünü diliyorum. Ruhları şâd olsun.