24 Kasım 2010 Çarşamba

YAKIŞIYOR MU BU, İSTANBUL'UN SİLUETİNE?

Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
YAKIŞIYOR MU BU, İSTANBUL'UN SİLUETİNE?


Türk Eğitim Derneği ve Berlin Veliler Topluluğu'nun üyelerinden oluşan 17 kişilik bir grupla İstanbul'a uçtuk. Uçuş saati 12.40. İki saat önce çek-in yapmamız gerekiyor. Hava alanında buluşma saatini 12.00 olarak belirledik. Alana en son Ali Aksoy geldi. Peronu bulamamış.

Saat 18.00'de İstanbul'a indik. Otobüsümüz bizi direkt otele götürdü. Seyahat acentesi otelin 3 yıldızlı olduğunu söylemişti ama otel iki yıldızlı çıktı. Otel Aksaray'daydı, yıldızını fazla sorun yapmadık: Çünkü çok yorgunduk ve karnımız da açtı. Yatmadan önce az da olsa İstanbul havası almadan da olmazdı. Ali Aksoy'un tercihine itibar ederek hem İstanbul'un havasını koklamak hem de yemek için Hataylı Habeş Restoran'a doğru yaya olarak yola koyulduk.


Caddeler seyyar satıcılarla dolmuş da taşmış, geçmek mümkün değil. Arabı, Afrikalısı, Uzak doğulusu, Asyalısı tezgâh açmış Aksaray caddelerine, caddeler rengârenk. Kimisi tekstil, kimisi hediyelik eşya, kimisi ayakkabı, kimisi çakmak, kimisi tatlı, kimisi lahmacun, kimisi kuruyemiş, kimisi meyve, kimisi kestane satıyor, turşu satanlar bile var. Ana-baba günü. Bağırıyorlar, caddede dükkânları olan esnaf da bağırıyor: "Ucuzluğa gelin ucuzluğa, batan geminin malları bunlar", "Buyur abicim yemeklerimiz taze, "Buyur abi, buyur kardeş", cıvıl cıvıl ortalık. Alışık olmadığımız bir manzara. Daha doğrusu unuttuğumuz manzaralar bunlar. Belki gürültü kirliliği demek daha doğru olacak. Hayranlıkla seyrediyoruz satıcıları. Belli ki herkes ekmek parası peşinde. İlk önce yadırgadık bu durumu ama kısa süre sonra alıştık. Her gün festival gibi, şehir sabaha kadar canlı.
Bizimkiler hemen kararlarını verdiler, "Bunlar vergi de vermiyorlardır".

Yolda karar değiştirdi Ali Aksoy, "önce Hataylı Habeş Restoran'ın hemen yanındaki işhanının üst katına çıkılacak ve fast-food seçeneklerine bir bakılacak, uygun bir şeyler bulunursa akşam yemeği ucuza kapatılacaktı." Asansörle çıktık binanın terasına, arkadaşlardan bazıları kıtlıktan çıkmış gibi, hemen oradaki İskenderciye attılar kapağı. Bazıları da sulu yemek peşine düştüler.

Ancak, burası bizi açmadı, herkes elinde ne kaldıysa onu satıp evine gitmek telaşında gibi geldi bize ve birkaç arkadaşla birlikte geriye, restorana döndük. İstanbul'un bu ilk gününde midemizi bozmanın anlamı yoktu.

Hataylı Habeş'e yemeklerimizi ısmarlamıştık ki, sulu yemek peşine düşenler de peşimizden geldiler. Bu tercihin sebebini arkadaşların aralarında yaptığı münakaşadan anladık; "Yaaa adamlar durdukları yerde neden yemekleri % 10 indirimli versinler, demek ki yemekler bayat, onun için adamlar bize indirim teklif ediyorlar," diyordu Hikmet Yılmaz Serkan Saral'a. O da onaylıyordu, "evet doğru söylüyorsun". "Adamlara bak yahu, daha ilk günden bizi kazıklayacaklar, alnımızda keriz mi yazıyor bizim" diye efelenmeler de olmuyor değildi bu arada.

Hataylı Habeş'in yemekleri fevkalade lezzetliydi. Biz de aç gözlülük yaptık herhalde, yemek öncesi menüleriyle midemizi doyurunca, ana yemeğe fazla yer kalmadı. Kalmadı kalmasına da kebapları da reddetmek mümkün değildi. Önceden sipariş ettiğimiz künefeler de gelince... Sabaha kadar bir o yana bir bu yana dönerken uyuyamadık haliyle o gece.


Dolma Bahçe Sarayı

Sabah saat 9.00'da otobüs bizi otelden aldı. Mihmandarımız Muhammed Bedük Bey başladı anlatmaya İstanbul'u. İlk durağımız Dolma Bahçe Sarayı oldu. Atatürk'ün 9'u 5 geçe yaşamını yitirdiği saray burası. Sultan l.Abdülmecid'in borç alarak yaptırdığı saray. Avrupalı'nın Osmanlı'ya hasta adam dediği yıllarda yapılmış. Kanıtlanmak istenmiş bu sarayla Osmanlı'nın hasta adam olmadığı, dimdik ayakta durduğu. Süslemeleri altın yaldızla yapılmış. Avizeler Fransız ve İngiliz kristali. Devasa büyüklükte avizeler, en büyüğü 4,5 ton ağırlığındaymış.
dolmabahce.a.jpg
Saray, İstanbul Boğazı'nın Avrupa kıyısına 600 metre boyunca uzanmakta. Ermeni olan Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843-1855 yılları arasında inşa edilmiş. 5.000.000 altına mal olan Dolmabahçe Sarayı'nda Sultan Abdülmecit sadece altı ay yaşayabilmiş. Saray yapılmış yapılmasına da borç bir türlü ödenememiş.

Rehberimiz Bedük bir ayrıntıya dikkatimizi çekiyor: Zaman II. Abdulhamid zamanıdır. Hasta adamı 33 yıl yaşatan II.Abdulhamid zamanı. Bir gün Teoder Herzl Abdulhamid'e gelir. Osmanlı'nın borçlarını kendilerinin ödeyebileceğini taahhüt eder. Ancak karşılığında Filistin topraklarını ister. Abdulhamid tarihe geçen o ünlü sözünü söyler, "Şehit kanıyla alınan; parayla satılamaz!"
 
dolmabahce1.a.jpg

Dolma Bahçe Sarayı soğuk bir saray. Bu soğukluk Türk mimarisinden, çok az izler taşımasından mıdır? Yoksa Osmanlı'nın yıkılmaya geçtiği dönemde borç alınarak yapıldığından mıdır? Bilemiyorum.

Daha ilk günde ve ilk ziyaret yerinde bir şok yaşadık. Otobüs şirketi bize yeni bir araba göndermiş. Mevcut otobüsü de başka bir gruba kiralamış. Bizden onay istiyor otobüs şoförü. Yeni araba belli ki servis arabası, turizm amaçlı olarak kullanılmıyor, mikrofonu da yok. İtirazımızı yaptık yapmasına da, kalbimiz de elvermedi. Bundan sonra ki günlerde böyle bir olumsuzluk yaşamamak kaydıyla bir günlük olur verirdik. Vardır bunda da bir hayır dedik. Ertesi gün bize 49 kişilik, lüks bir otobüs geldi. Çanakkale yolunda rahat ettik. 17 kişiye 49 kişilik otobüs.

Yuşa tepesi

Rehberimiz Yuşa'nın hikâyesini şöyle anlattı: "Yuşa Peygamber, Yusuf (a.s) neslinden olup, Hz. Musa'nın çağdaşıdır. Hz. Musa'nın Genç Yuşa ile "iki denizin birleştiği yere" kadar yaptıkları tarihi ve gizemli yolculukları ve burada Hızır (a.s) ile buluşmaları Kuran-ı Kerim'de Kehf Suresi'nin 60-65. ayetlerinde anlatılır. Burada, Hz. Musa'nın yanındaki genç adamın Hz. Yuşa olduğu rivayetlerden anlaşılmaktadır. Hz. Yuşa'nın Beykoz Yuşa Tepesi'nde gömülü olduğu şeklindeki inanış, Beşiktaş'ta türbesi bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın sütkardeşi Yahya Efendi'nin (1494-1570) manevi keşfi ile irtibatlandırılarak yaygınlaşmış ve şöhret bulmuştur. Bazı tefsirlerde Yuşa (a.s)'nın, Musa (a.s)'nın vefatından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Hz. Musa'nın yeğeni ve yardımcısı olduğu, Hıristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşû dedikleri nakledilir."

Kabrin uzunluğu 10 metredir. Sebebini sorduk, ama aldığımız cevap o kadar da doyurucu olmadı. "Kabir keşfedildiğinde o uzunluktaki alana koyunlar ayak basmamış, sadece etrafından dolaşmış." Demek ki mevtanın boyu bu kadar olmalı diyerek, koyunların ayak basmadıkları o yerleri mezar haline getirmişler.

Çoğu kadınlardan oluşan ziyaretçileri oldukça fazla, herkes onu vesile kılarak Allah'a ulaşmak istiyor. Kimi ziyaretçiler demir parmaklıklara ellerini sürüyor, kimileri de demir parmaklıkları öpüyor. Diyanet işleri Başkanlığı'nın, "yatırları aracı kılarak dua yapmayın...", şeklindeki yazılı uyarısı kapıda asılı ama o uyarıyı dikkate alan bile yok.

Çamlıca tepesi
Yuşa tepesinden dönüşte Çamlıca tepesine çıktık. Çamlıca tepesi şairlerin şiir yazdığı İstanbul'a hakim bir tepe. İstanbul oradan muhteşem görünüyor. Çamlıca tepesinde çay bir başka keyifle içiliyor. İstanbul 7 tepe üzerine kurulmuş bir şehir derler ya, işte bu tepelerden birisi Çamlıca tepesi. Eğer İstanbul'u Çamlıca tepesinden seyretmediyseniz İstanbul'un güzelliğini görmüş sayılmazsınız. Yeditepe üzerine inşa edilen bu şehre, değil Türkiye'nin, dünyanın gözbebeği demek fazla abartılı olmaz. Çamlıca tepesi İstanbul'un tacı gibi duruyor. Üzerinde taşıdığı İstanbul ile tarihe tanıklık ediyor adeta. Öyle ki, bu tepe gün olmuş dinlenmeleri için padişahlara kollarını açmış, gün olmuş kent sakinlerine ev sahipliği yapmış; şairlere, müzisyenlere, ressamlara, yazarlara ilham kaynağı olmuş, hatta âşıkların en mutlu dakikalarını asırlarca paylaşmış onlarla...
 
camlica4.a.jpg

Üsküdar ilçesi sınırlarında yer alan Çamlıca'ya servis arabasıyla gittik. Mikrofonu olmadığı için, rehberimiz konuşmayı kesti, sorduğumuz sorulara da dil ucuyla cevap vermeyi tercih etmeye başladı. Fazla üzerine gitmedik: Çünkü bize, "otobüsü değiştirmeyin, bakınız bu servis arabasının mikrofon bile yok. Ben sesimle para kazanıyorum, sesimi zorlayamam" demişti.

Oldukça dik bir yokuştan sonra bizi ağaçlar içinde eşsiz bir İstanbul manzarası karşıladı. Yorgunluk birden unutuldu. Uzun uzun manzarayı seyrettik. Avrupa yakasını karşıdan seyrediyoruz ve yüksek binalardan yola çıkarak acaba burası neresi, hangi yoldan geldik gibi konuşmalar yapıyoruz aramızda. Bol bol resim çektik.
Hiç o güzelim tepeye baz istasyonu yapılır mı? Yapmışlar işte. İnsanlar duygusuz ve zevksiz olunca böyle oluyor galiba, vahşi kapitalizmin en çarpıcı örneği karşımızda duruyor. Yakışıyor mu bu şimdi İstanbul'un siluetine...
camlicabaz.a.jpg
 
"Eğer hafta sonunda Çamlıca tepesine yolunuz düşerse, gelinleri görürseniz şaşırmayın" diye Çamlıca tepesinin bir başka yönünü anlattı rehberimiz Muhammed Bedük. Tekrar gitmek çok güzel olacak galiba. Özellikle lale zamanı Gülhane-Çamlıca-Emirgan bir başka güzel olurmuş.
Rehberinizin, "toparlanalım arkadaşlar" uyarısıyla daldığınız hayal aleminden irkilerek uyanıyorsunuz. Keşke biraz daha kalabilseydik.

Kız Kulesi
Hedefimiz de Kız Kulesi var. 5 dakika ile tekneyi kaçırdık ve Kız Kulesi'ne çıkamadık, kulenin hikâyesini rehberimizden dinledik. Üç versiyonu var kulenin:
1-İstanbullu bir Rum olan araştırmacı Evripidis'in anlattığına göre önceleri Asya sahillerinin bir çıkıntısı olan kara parçası, zamanla sahilden kopmuş ve böylelikle Kızkulesi'nin üzerinde bulunduğu adacık oluşmuş. Bu adacıktan ilk kez M.Ö. 410 tarihinde söz edilmiş. Bu tarihte Atinalı komutan Alkibiades, Boğaz'a girip çıkan gemileri denetlemek ve vergi almak amacıyla bu küçük ada üzerine bir kule inşa ettirmiş. Sarayburnu'nun bulunduğu yerden, kulenin bulunduğu adaya bir de zincir gerdirmiş, kule böylece Boğaz'ın giriş ve çıkışlarını kontrol eden gümrük istasyonu olarak kullanılmış.
2-Krallardan biri rüyasında kızının 18 yaşına geldiğinde yılan tarafından ısırıldığını ve öldüğünü görmüş. Kızını çok seven kral onu yılandan korumak için bu kuleyi yaptırmış. Yaptırmış yaptırmasına da yine kızını yılandan koruyamamış. Yılan, kıza yiyecek getiren hizmetçinin sepetinin içine bir şekilde girmiş ve kızını ısırmış.
3-Üçüncü versiyon, Battal Gazi Tekfur'un kızına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş. Ancak Tekfur kızını vermemiş Battal Gaziye. Kızını Battal Gazi'den korumak için de bu kuleyi yaptırmış. Ancak Tekfur, Şam seferini tamamlayarak Üsküdar'a dönen Battal Gazi'nin kızı kuleden kaçırmasına yine de mani olamamış.

Otele döndüğümüzde yorgun düşmüştük. Herkes hemen istirahata çekildi. Sabah hedefte Fetih müzesi vardı.

Kahvaltıda, bir gün öncesinin değerlendirilmesi yapıldı. Teklifler alındı ve birinci gün ile ilgili söylenilmesi gerekenler söylenildi. Saat 9.00'da tekrar yola koyulduk. İlk hedef Panorama. Fetih Müzesi de deniliyor buraya, İstanbul'un fethi üç boyutlu olarak canlandırılmış. Sanki savaşın içindesiniz. O kadar canlı ki adeta büyüleniyorsunuz. Arkadaşlar sadece burayı görmek için bile İstanbul'a gelmeye değer diyerek hayranlıklarını dile getirdiler.

Uzun süre kuyrukta beklememek için sabah engeç 9.00'da müzenin önünde olmak gerekiyor.
Müze, 3 bin metrekarelik bir alan üzerine kurulmuş. Müzede resmedilen binlerce figür, izleyenleri Mehter Marşı eşliğinde 29 Mayıs 1453′e götürüyor.
Eski Topkapı otogarının bulunduğu alanda açılan Panorama, 1453 Fetih Müzesi, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u nasıl fethettiğini çarpıcı bir çalışmayla gösteriyor.
 
fetihmuzesi.a.jpg

Merdivenleri çıkarak ulaştığınız alanda, önce açık havaya çıktığınızı sanıyorsunuz, çünkü ilk gördüğünüz şey 29 Mayıs 1453 sabahının gökyüzü manzarası. Hava güneşli, bulutların arasından ışık huzmeleri süzülüyor. Sonra sırayla surları, surlara tırmanan askerleri, süvarileri, Mehter Takımı'nı, İstanbul'u ve bir ağacın altında, savaşın beyin takımıyla birlikte atının üzerinde Fatih Sultan Mehmet'i görüyorsunuz. Bir yandan Mehter Marşı, bir yandan top sesleri ve bir yandan aslına uygun olarak hazırlanmış maket toplar, oklar, kılıçlar, kazma ve küreklerle kendinizi savaşın tam ortasında buluyorsunuz. Az sonra ‘Allah Allah!' nidaları duyacakmış hissine kapılıyorsunuz. Osmanlı'nın İstanbul'a giriş anının heyecanını yaşıyorsunuz.

Böylece, İstanbul'u yeniden fethettikten sonra tekrar yola koyulduk. Hedefimizde Eyup Sultan ve Piyer Loti var.

Merkez Efendi
Rehberimiz yol üzerindeki önemli yerleri anlatarak bizleri bilgilendirmeye devam etti. Merkez Efendi'nin türbesini uzaktan gördük ve ruhuna Fatiha okuduk. Bizans surlarının Mevlanakapısı'ndan çıkınca caddenin karşısındaki semtte, Merkez efendi Mezarlığı ve Merkez efendi Camii. Yavuz Sultan Selim'in kızı Şah Sultan yaptırmış bu camiyi. Merkez Efendi'nin asıl adı, Şeyh Muslihiddin Musa b.Mustafa imiş. 1837'de II. Mahmut bu camiyi yenilemiş.

Merkez Efendi, Kanuni Sultan Süleyman ile harbe gitmiş bir gazi. Aynı zamanda, hekim, din ve tasavvuf alimi olarak da biliniyor. 1463'de Denizli'de doğmuş, İstanbul medreselerinde okumuş, müderrislik yapmış, tekrar İstanbul'a gelerek Sümbül Efendi'ye intisap etmiş. Hafsa Valide Sultan hastalanınca Merkez Efendi 41 çeşit baharattan oluşan meşhur mesir macununu yapmış. Hafsa Sultan bu macun sayesinde şifa bulmuş ve bu macunun herkese dağıtılmasını istemiş. Merkez Efendi de 22 Mart günü, Sultan Camii minareleri ve kubbeleri üzerinden mesir macununu halka dağıtmış. Bu gelenek günümüze kadar gelmiştir. Her yıl 22 Martta Manisa'da mesir macunu şenlikleri yapılmaktadır.

Anıt Mezarlar
Rotamızı Eyup Sultan ve Piyer Loti'ye çevirmiştik ama yakın tarihimize damgasını vuran iki şahsiyeti çiğneyerek geçemezdik: Çünkü Vatan Caddesi üzerinde seyrediyorduk. Adnan Menderes ve Turgut Özal'ın anıt mezarlarıydı bunlar. Fatiha okuduk, dua ettik. Rehberimiz bu iki devlet adamıyla ilgili kısa kısa bilgilendirmede bulundu: Bu devlet adamlarından dördü, kendilerine ciddi bir suç isnat edilemeden idam edilmiş. Yönetime geldiklerinde Türkçe olarak okunan ezanı, Arapça olarak okutmuşlar bunlar. Bu icraatları onları ipe götürmüş olabilirmiş.
Birisinin de ölümü şaibeli imiş, hanımı otopsi yapılmasına bile müsaade etmemiş, hâlâ da etmiyormuş, rehberimiz öyle anlattı. İçimiz burkuldu ve "Allah'ım devletimize zeval verme, iyi niyetli, vatansever devlet adamlarımızı koru, kötü niyetli yöneticilere de fırsat verme" diye dua ettik bu mezarların önünde.

Pierre Loti Kahvesi
Eyüp Sultan Camii'nin hemen yanından teleferiğe bindik. Mezarlıkların üzerinden adeta tırmanarak ulaşıyorsunuz Pier Loti tepesine. Bir yandan Haliç'i seyrediyor, diğer yandan da o ortamın yaydığı mistik havayı soluyorsunuz. Yolun sonunda karşınıza tarihi Pierre Loti Kahvesi çıkıyor. Birkaç yüz yıllık geçmişe sahip kahve, eşsiz manzarasıyla sizi alıp eski zamanlara, Cenevizlilere, Osmanlılara götürüyor... 19. yüzyılın sonlarına kadar Rabia Kadın Kıraathanesi olarak bilinen bu kahve, Fransız yazar Pierre Loti burayı mekân tutmaya başladıktan sonra Pierre Loti Kahvesi olarak anılmaya başlamış.

Pierre Loti, 1850-1923 yılları arasında yaşamış ünlü bir Fransız yazar ve oryantalist. Deniz subayı olan Loti, Türkiye'ye ilk kez 1876 yılında gelmiş ve bir yıl kalmış. Eyüp sırtlarındaki tarihi kahveyi de o yıllarda keşfetmiş. Pierre Loti'yi oraya çeken Haliç'in büyüsünden ziyade, Aziyade ismindeki evli bir Osmanlı hanımıymış, öyle anlattı rehberimiz.

Fransa'da evli olduğu söylenen Pierre Loti ile Aziyade arasında bu kahvede büyük bir aşk başlamış. Pierre Loti aynı isimli romanında Aziyade'ye olan aşkını gizlememiş. İşte o gün bugündür kahvenin adı Pierre Loti olarak anılmış. Kahvenin bulunduğu tepeye de Loti'nin anısına Pier Loti Tepesi denilmiş. Pier Loti tepesinden Eyup Sultan Camii'ne mezarların arasından yürüyerek ve mezarları ziyaret ederek indik.

Eyüp Sultan Camii
Ebu Eyyûb El-ensarî Türkçe'de Eyüp Sultan olarak anılan Sahabe'den bir müslümandır. Mekke'den Medine'ye göç ettiği zaman Peygamberimizi evinde ilk misafir eden sahabedir. 80 yaşlarında geldiği (668-669) İstanbul kuşatması sırasında şehit düştüğü söylenir. Vasiyeti üzerine İstanbul surlarının dibine gömüldüğüne dair bir rivayet vardır. Anlatıldığına göre daha sonra Akşemsettin, manevi keşif yoluyla mezarını bulmuştur. Şu anda burada onun adına bir türbe, bir de Cami bulunmaktadır.
Öğle namazını Eyup Sultan Camiinde kıldık. O kadar kalabalıktı ki, ancak bahçede yer bulabildik. Namazdan sonra türbe ziyaretinde bulunduk. Rehberimizin anlattığına göre, Eyup Sultan aynı zamanda, Cülus törenlerinin yapıldığı, yani Padişahların kılıç kuşandığı, taç giydiği bir merkez imiş.
 
eyupmezarligi.a.jpg

Caminin tuvaletini dışarıya yapmışlar, yanında mezbaha da var. Adak kurbanlarının kesimi yapılıyormuş bu mezbehanede. Kokudan geçilmiyor oradan. Mezbaha ile tuvalet kokusu birleşince... Burnunuzun direği sızlıyor. Tuvaletinde, tuvalet kâğıdı yok. Elli kuruş verirseniz elinizi silmek için bir tek peçete veriyorlar. Tuvalet kâğıdı neden yok burada? Diye sordum tuvalet sorumlusuna, aldığım cevap ilginçti: "Su varya, ne yapacaksın tuvalet kâğıdını."

Cülus Yolu
Eyüp Sultan Camii'nin müştemilatı içerisinde Eyüp Sultan Türbesi, Bitişiğinde Cülüs Yolu, İmaret(Aşevi), Binektaşı, Tefekkür Bahçesi ve Mihrişah Valide Sultan Sıbyan Mektebi var.
Rehberimizin anlattığına göre: "Cülus Yolu, Fatih Sultan Mehmet'ten Vahdettin'e kadar Osmanlı Padişahlarının tahta çıktıklarında kılıç kuşanıp ata bindikleri, cülus törenlerinin yapıldığı, padişahın hükümranlığını sembolize eden tarihi bir yoldur.

Geleneğe göre Sultan, kayık ile Eyüp'e gelir, vezirler ve devlet adamları yolun başında kendisini selamlar, o ise binek taşının üzerinden atına binerek Eyüp Sultan Hazretlerini ziyaret edermiş. Sultan'ın bir işareti üzerine Şeyhülislam gelip beline dört halifeye ait kılıçlardan birini kuşatır ve Allah'ın yardımıyla din ve devlet düşmanları üzerine muzaffer olması için dua edermiş. Törenden sonra Sultan yeniden ata biner yolda toplanan ahaliye Cülus bahşişi dağıtarak Topkapı Sarayına geri dönermiş." Bir döneme damgasını vurmuş Osmanlı Padişahlarının iktidara ilk adımı attıkları Cülus Yolu'nda sultanların ata bindikleri tarihi "Binek Taşı" halen ziyaretçilerini beklemektedir.

Hedefte Miniatürk, Mısır Çarşısı ve Yeni Cami var. Önce Miniatürk.
Miniatürk`te Türkiye`nin dört bir yanından seçilen tarih, kültür ve sanat eserlerinin minyatürleri bulunuyor. Antik Çağ`dan Bizans`a, Selçuklu`dan Osmanlı`ya 3000 yıllık tarih ve kültür mirasımız buraya, Haliç kıyısına taşınmış. Kendi içinde kapalı "masalsı" bir ortam yaratmayı hedefleyen Miniatürk, Anadolu, İstanbul ve eski Osmanlı coğrafyasından eserlerin oluşturduğu üç ana bölümden oluşuyor.

Fevkalade etkileyici. Kendi ortamlarında sergileniyor burada eserler. En etkileyici olan Miniatürk, Kurtuluş Savaşı'nın canlandırıldığı minyatürk. Balkan savaşları, Çanakkale Savaşı ve hemen arkasından Kurtuluş Savaşı. İmkânsızlıklar içerisinde yapılan bir savaş bu, top yok, tüfek yok, araba yok, mermi yok, ayağa giyilecek ayakkabı yok. Kazmalarla, küreklerle, sopalarla korunuyor vatan, namus, bayrak ve millet. Sonuçta yedi düvele karşı kazanılan zafer. Etkilenmemek mümkün değil.

Mısır Çarşısı
Mısır Çarşısı, Eminönü'nde Yeni Cami'nin arkasında ve Çiçek Pazarı'nın hemen yanındadır. İstanbul'un en eski kapalı çarşılarından olan bu Çarşı 1660 yılında Turhan Sultan tarafından yaptırılmış. Mimarı Kazım Ağa'dır. Çarşı son olarak İstanbul Belediyesi tarafından restore edilmiş. Aktarlarıyla meşhur olan bu çarşıda halen tabii ilaçlar, baharat, çiçek tohumları, bitki kök ve kabukları gibi eski geleneğine uygun ürünlerin yanı sıra, kuruyemiş, şarküteri ürünleri, değişik gıda maddeleri de satılmaktadır.

Mısır çarşısında gezmek-dolaşmak, alış-veriş yapmak oldukça zor. İğne atsan yere düşmez. Yürümüyorsunuz, adeta sürükleniyorsunuz. Biz de bir şey alamadık zaten. Bazı arkadaşların aldığı mesir macunu ve Mehmet Emin Efendi kahvesi hariç. Bu kahve oldukça meşhur bir kahve imiş.

Beyhan Bozkurt işte tam burada kayboldu. Herkesi aldı bir telaş, nasıl bulacağımızı düşünmeye başladık ki, Raşit, Beyhan ve babası birlikte göründüler kalabalığın içinden de rahatladık. Alış-veriş yapmak için dükkâna girmiş. İnsan bir haber vermez mi? Çocuk işte...
 
Rüştü Kam
 


 







  Yorumlar (4)

 1 Dünyanin baskenti ISTANBUL
Yazan HikmetYilmaz, 13-05-2010 12:03
Ilkokul yillarimi gecirdigim Istanbula gezmek icin vardigimda üzerimde güzel bir heyacan vardi.Siz,Rüstü Bey ve diger arkadaslarla bir hafta güzel günler gecirdik,dostlumuzu pekistirdigi kanaatindeyim.Rüstü Bey o akici anlatiminizla sanki bir roman okur gibi yazini bir hamlede okuyuverdim.Kendimi tekrardan Istanbulda hissettim,sagolun. Istanbul hakikaten cok güzel,tarihi vede Islam kokan bir sehir.Camlicada cay icmek Istanbulu seyretmek insani cok mutlu,huzurlu yapiyor.Helede o Fetih müzesi muhtesem.Sizinde söylediginiz gibi insan kendini savasin icinde hissediyor. Tarihle irtibatimizi, bilhassa burda yetisen insanlarimizin,koparmamak icin muhakkak basta Istanbul olmak üzere diger tarihi yerleri gezmemiz,görmemiz gerekir.bunun önemini insan Istanbulu gördükten sonra daha iyi anliyor.Ayrica bu sehre emegi gecenlerden Allah razi olsun. Rüstü Bey organizasyon Otel disinda cok iyiydi.Lütfen bir dahaki sefere biraz pahali olsun ama iyi Otel olsun.Bu Organizasyonun gerceklesmesinde emegi gecen Size ve diger arkadaslara ve bilhassa Ali Aksoy arkadasimiza cok cok tesekkür ediyorum,sag olun var olun.Bu gezi icin son olarak su söleyeyim:Istanbul anlatilmaz yasanir.Onun icin gelmeyen arkadaslar cok sey kacirdi.Bir dahaki gezide bulusmak dilegiyle........hoscakalin,saglikli kalin.
 2 istanbul gezisi
Yazan demet yilmaz, 12-05-2010 19:58
hocam öncelikle bu geziyi organize edenlere cok tesekür ediyorum. ayrica bütün arkadaslarada tesekür ediyorum beni aralarinada kabul ettiler ve cok sicak ve samimi davranislariyla kendimi rahatlikla ifade etmemi sagladilar. cok tesekür ediyorum hepinize. öncelikle sunu belirtmek istiyorum
almanyada iki kültürlü yasiyorum cok sansliyim diyordum fakat simdi kendimi sanssiz görüyorum tarihimi bilmiyormusum ve o güzel istanbuldan uzak yasamayi sanssizlik olarak görüyorum. simdi ise tarihi yüce olan miletin parcasiyim diyorum.
ne mutlu bana diyorum. istanbul
beni büyüledi en cokda ayasofya. ayasofyanin taslari dile gelmis üzerinden gecen tarihi anlatiyor. disarda köseli gövde yapisi hiristiyanlarin insa ettigini söylüyor. yukari baktiginizda yükselen minareler müslümanlarin hakimiyetini haykiriyor. iceri giriyorsunuz osmanlinin egitimcileri siniflar halinde sirasini bekliyor helede o manevi havasi burda kal diyor. yukari baktiginizda hiristiyanlara ait olan resimler o havayi tenefüs edip giptayla kuran egitim gören gencleri seyrediyor.
 3 istanbul
Yazan Mustafa Eksi, 12-05-2010 13:50
Istanbul sanirim istanbullu olmayanlari büyüleyen bir sehir olma özelligi ile avrupada sayili büyüksehirlerden biri olmakla beraber tarih icin bir dönüm noktasi .

osmanlinin islam dünyasina hediye ettigi bu sehir sanirim en buyuk intizam ve hassayisetle yönetilmeli ve gelistirilmelidir .

Istanbul bir kültür sehri bu sehir avrupada ve asyada bulunan toprak parcalari ile bogazin muhtesem görunumunun getirdigi büyüleyici etkisi herkesi kendisine asik eder.

Türkiyenin bu guzel sehri sanirim yillar sonra yapilan calismayla biraz olsun kendisine geldi .
Bu suacidan önem tasiyor Istanbul daki tarihi yapi uzun yillardir karanlik perdelerin arkasinda gözden uzak birakilmisti.

Bu sene görülduki istanbuldaki tarihi yapi sahnede yerini aldi ve seyircileri ziyaretcileri alkis tutmamasi övmemesi icin sebep kalmadi.

Berlinlilerin kucuk topluluklar halinde veya dernek catilari altinda yapilan bu ziyaretler diger derneklere örnek olmustur basarili bir proje .
Esasen bu tür calismalar berlinli türk vatandaslarimizin anavatanlarindaki tarihi birerbir yasamasi külture yapilan yatirimdir.Özellikle resimlerdeki cocuklarigördüm,onlar acisindan büyük önem tasimaktadir.

Bundan dolayidirki türk egitim dernegi baskanini ve yönetimini kutluyorum ve bir dahaki sefere gönullu rehberlik yapmak icin simdiden muracatta bulunuyorum.:)
 4 Tekrar yasadim
Yazan Yunus Inci, 11-05-2010 10:45
Tesekkürler hocam, tekrar yasamis gibi olduk.

Anlatiminiz cok hos, keske rehberlerimiz'de bizlere
Istabulu sizingibi anlatsaydi!

Muzilerle fethedilmis, mucilerlerle ayakta kalmis, muzilerle hayatta kalabiliyor ...

sevgilerle

Dipl.Ing. Yunus Inci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder