Türk
Cemaati, UETD ve Alperenler ocağı birlikte iftar yemeği verdiler.
Birlik olmak çok önemsenen bir tablo elbet, ancak asıl olan
birlikte olmak olmalı. Bir araya toplanmakla birlikte olunmaz.
Önemli olan zarf değildir mazruftur. İftar sofrasında oluşturulan
bu birlik, ümit ederiz ki geleceğin inşasına, birlikteliğine
zemin oluşturur ve özlediğimiz tablo gerçekleşir. İşte o
zaman, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için çalışmaya başlarız.
Eteklerimizdeki taşları döker, Kur'an'da bahsedilen tarife
uygun olarak saf saf diziliriz tüm olumsuzluklara karşı.
Bu
birliktelik özveri ister, cesaret ister. Birlikteliğin düşmanı
bencilliktir, egoistliktir. Allah birlikte rahmetin olduğundan,
ayrılıkta ise azabın olduğundan bahseder. Çetin bir azaptır bu.
İftar,
Türk Cemaati'nin şemsiyesi altına giren dernekler tarafından
verildi. DİTİB, Milli Görüş ve İslâm Kültür merkezleriyle
birlikte 79 üye derneği var Türk Cemaati'nin. UETD'nin ve
Alperenler Ocağı'nın ise üye dernekleri yok. Davetiyelerde
Türk Cemaati'nin ismi var ama, üye derneklerinin sayısı
rakamsal olarak belli değil. Türk Cemaati derneklerden bir
dernekmiş gibi lanse edilmiş. Anladığım kadarıyla Türk Cemaati
büyüklüğünün farkında değil. Kendi büyüklüğünün
farkında olmayan cemaatin başkaları farkına varır mı dersiniz?
Bence hayır.
Yüce
Allah cemaat olmamızı isterken, ne yapmamız gerektiğini de üstüne
basa basa tembih etmiştir. "İçinizden iyiliği emredecek,
kötülükten uzaklaştıracak bir cemaat oluşturun." Bu ayette
Allah kalabalıklara cemaat demiyor. Allah'ın gözünde cemaat,
keyfiyet sahibi olan vasıflı topluluk. Elit tabaka. Sorumluluk
sahibi, iyiliği emredecek, kötülüklerden uzaklaştıracak.
Ne
yaptığını, ne yapacağını, nasıl yapacağını, ne söylediğini
bilen, neyin iyi neyin kötü olduğunu idrak eden, öngören,
gözlemleyebilme kabiliyeti olan bir topluluk. Söylenileni anlayan,
birikimi olan ve etkileme gücüne sahip bir topluluk. İşte cemaat
bu. "Bünyan-ı mersus" yapı tuğlaları gibi örülmüş bir
topluluk, birinin diğerinden üstünlüğü olmayan, saf saf
dizilmiş duyarlılığı olan, hassasiyetleri olan bir topluluk.
Öyle ki onlar, üstünlüğün takvada olduğuna inanan bir
olgunluğa sahipler.
Sureta
bir araya gelmiş değiller. Kendilerini oynayan topluluklar değiller
bunlar. Bir amaçları var. Müslümanların geleceğini takva
ölçüsünü esas alarak inşa etmek istiyorlar. Kendinilerini aşan
Müslümanlar topluluğu. Kompleksten uzak bir topluluk, işte cemaat
bunlara deniyor.
Berlin'de,
ben de Müslümanlardanım, benim amacım da insanlara hizmet etmek
diyen sivil toplum kuruluşları bir araya geldiler ve iftar yemeği
verdiler. Sayın Büyükelçi 3 dakikalık konuşmasında, bu
kuruluşların bütün Türkiyelileri bir araya getiremediğinden
yakınıverdi. Herhalde bir yerlerde eksiklik vardı. Belli ki,
yapılanlar Büyükelçi'ye göre yeterli değildi . Oradaki
topluluk bütün renkleri içinde barındırmıyordu anlaşılan.
7
tane dernek bir araya gelmişler. IGMG, TGB, Alperenler Ocağı,
İslâm Federasyonu, DİTİB, İslâm Kültür Merkezleri ve UETD.
Evet, bu tabloda bütün renkler yok. Üstelik hepsi aynı renk. Ton
farklılıkları var o kadar.
Görülen
o ki, bu derneklerin amacı mesaj vermek değil, boy gösterisi
yapmak ve üyelerine yemek yedirmek. Lüks bir otelde, hem de pahalı
bir yemek. Fotograf çektirmek. Mazrufa değil , zarfa önem
vermişler.
Hizmet
kuruluşlarının bir araya gelmelerini elbette alkışlıyorum. Her
zaman savunuyorum da. Ancak bu alkışım, eksikliklerin dile
getirilmemesi anlamına gelmiyor. Derneklerin amaçsız olarak bir
araya gelmeleri, gelmemelerinden daha iyi bana göre. En azından
dost düşman bizi adam saymaya devam eder. İftarda gördüğümüz
kadarıyla maalesef, Türk milletinin vizyonu bu dernekler sayesinde
anlamını yitirmiş.
Nedir
göze batan eksiklikler:
1-Cematler
bir araya gelince mesaj verilir. Birlik ve beraberlik mesajı
verilir. Bu iftarda ayrılığın mesajı verildi. Siz bizim bir
araya toplandığımıza bakmayın biz aslında ayrı ayrı
dünyaların insanlarıyız denildi sanki. Her cemaat kendi
partisinin temsilcisini çağırmış iftara. Türkiye'den sadece
iftar için gelmişler. Hoş gelmişler safalar getirmişler. Ancak
bizi dinlemeye değil, kendilerini dinletmeye gelmişler. Resmigeçit
halinde, biri iniyor öbürü çıkıyor kürsüye. Benim başkanım
senin başkanından daha iyi konuştu filan... Ak parti adına iki
kişi, Büyük Birlik Partisi Genel başkan, Saadet Partisi adına
bir kişi. Bu kadar sıkıcı bir programı nasıl becerdiler onu da
anlamak mümkün değil. Allah nazardan saklasın.
Yıllardan
beri Almanya'da yaşayan bizler hep mesaj alan olduk, hiç mesaj
veren olmadık. Hep dinledik, hiç kendimizi dinletme taraftarı
olmadık. Türkiyelisi geliyor mesaj veriyor, Alman'ı geliyor
mesaj veriyor. Bizler hep dinliyoruz. Almanlar bizi çok iyi
çözdükleri için seçim öncesi Berlin'deki derneklerin iftarına
gelmek lüzumunu bile hissetmemişler. Federal düzeyde bir bakan
daha bugüne kadar bu tip toplantıları teşrif etmedi. Manidar
değil mi?
2-Türkiye'deki
partiler bizleri neden bu kadar yakından ilgilendiriyor bunu da
anlamak mümkün değil. Burada yaşıyoruz, burada karnımız
doyuyor, çocuğumuzu burada okutuyoruz, sağlık kontrollerimizi
burada yaptırıyoruz, can güvenliğimiz buradaki kamu otoritesi
sağlıyor. Ama biz hâlâ Türkiye'deki partilerle flört
ediyoruz, onlarla nikâhlanıyoruz. Yakın akraba evliliğinden doğan
çocuklar da özürlü doğuyor.
3-Alman
partililerini de çağırsak, onları da dinlemek için çağırıyoruz.
Kırk kere maşallah, bu sefer Korsanlar Partisi'ni de çağırmışız,
onları hangi amaçla çağırdık birisi bana bunu izah etmeli.
Bir
grup arkadaşla dışarda iftar yemeğinin değerlendirmesini yaptık
kahvemizi yudumlarken, aynı noktaların altını çizdik. Hatta Veli
Karakaya şöyle bir cümle kurdu: "Sayın Renate Künast, senin eş
başkanın Gezi Parkı olaylarında İstanbul'daydı, demokratik
kazanımlara katkı(!) yapmak için, Diktatör'e haddini bildirmeye
gitti. O senin eş başkanın demokrasiyi katleden diktatör Sisi'ye
de haddini bildirmek için Mısır'a gitti mi? Diye sormak
lazımdı".
Evet
Veli haklıydı, mesaj bu olmalıydı. Alkışlarla kürsüye davet
edilen Yeşiller Partisi temsilcisi Künast, eş başkanı Gezi
Parkı'nda boy gösteren Künast. "Yemeğimizi onunla
paylaştığımız için çok mutlu olmuş!..."
4-Hizmet
kuruluşları birer kişi ile temsil edilmeli bu iftar yemeklerinde,
öyle cümbür cemaat herkes buraya katılmamalı. Her derneği
temsilen bir kişi. Yabancı misyon şefleri davet edilmeli.
Berlin'deki resmi zevat da yerini almalı. Konuşmayı hizmet
kuruluşlarının temsilcileri yapmalı veya, ortak bir metin
hazırlanmalı ve o metin gür bir seda ile orada okunmalı. İki
dilde okunmalı. İşte o zaman bu ses hizmet kuruluşlarının ortak
sesi olur. Problemlerimiz nedir, çözümleri neler olmalıdır, hem
Türk hükümetinden, hem de Alman hükümetinden beklentiler
nelerdir? Dile getirilmeli bu ortak metinde ve sonra da takipçisi
olunmalı. Metin, hamasetten uzak, akademik seviyede olmalı.
5-Sunucu
olarak seçilen şahısların Almancası sokak Almancası olmamalı.
Bu işi bilen birisi sunucu luk yapmalı. Bir senden bir benden
mantığıyla değil de, bizim adımıza bizden biri mantığıyla
seçimler yapılmalı. Sunucu, programı hazırlayanların aynasıdır.
"Arkadaşını söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim" demiş
atalarımız.
6-Yemekler
Türk mutfağının eşşiz lezzetlerinin arasından seçilmeli.
Karın doyurmak olmamalı maksat; maksat, mesaj vermek olmalı,
tanıtım olmalı. Bu sene davet edildiğim iftar yemekleri
konserveden yapılmış yemeklerdi. Sebze bolluğunun olduğu bu yaz
gününde Allah aşkına konserveden yapılma yemek konur mu
misafirlerin önüne? Kimlerdir bu yemekleri ihaleye çıkaran
sorumlular, niçin kontrol edilmezler. Yoksa oralarda da mı gizli
eller işbaşındadır?
Türk
hizmet kuruluşları yemek verecek, kendi mutfaklarından o sofrada
bir lezzet olmayacak. Mesela bir Hünkârbeğendi, Karnıyarık,
Göveç, İmam bayıldı, Kuru fasulye, pilaki, yanına da tereyağlı
iç pilav, perde pilavı, tandır kebabı. Bu yemekleri yapmak o
kadar mı zor. Yoksa başka hesaplar mı var bu yemeklerin arkasında?
Davet edenin Türk olmasının ötesinde neresi Türk'ün örf ve
adetini, mutfak kültürünü yansıtıyor bu yemeklerin?
Tatlı
yerine puding. Bu kadar dernek tatlı olarak puding servisi yapıyor,
olacak şey mi bu? Zerde nerede, baklava nerede, irmik helvası
nerede, saray lokması nerede?
Gittiğim
resmi davetlerdeki izlenimlerimi yazdım bu Ramazan boyunca
ha-ber.com sitesinde. Muhatapları tarafından tekliflerim
değerlendirildi, kaale alındı ve gereği yapıldı. Mesela;
Okunan Kur'an'ın Türkçe- Almanca mealleri verildi, özel
kıyafetiyle Şerbetçiler tarçınlı şerbet ikram ettiler, Türk
kahvesi, yanında su ve lokum ile birlikte ikram edildi. İftar
sofrasında verilen mesajlar muhataplarına ulaşacak mesajlardı.
Anlam yüklüydü.
Sadece
Rize çayı hak ettiği yere hâlâ gelemedi, ancak ben inanıyorum
ki, o da gelecek iftarlarda veya toplu yemeklerde hak ettiği yeri
alacaktır. Sorumluluk sahiplerine teşekkür ediyorum.
Ancak,
sivil toplum kuruluşlarına bu mesajlar hâlâ ulaşamamış
nedense. Onların kültür gibi, gelenek gibi, Türk mutfağı gibi
bir dertleri yok herhalde. Saldım çayıra, Mevlam kayıra
mantığıyla hareket ediyorlar. Önlerine ne gelirse yiyorlar ve
içiyorlar. Salonları kalabalıklarla doldurmayı marifet
sayıyorlar. Keyfiyet gerekmiyor onlara, kemmiyet gerekiyor.
Derneklerin verdiği iftar yemeğinden anladığım benim bu.
Seylan
çayından bahsediyorum. O boyalı çaydan. Bekletin bardakta on
dakika, kahve rengini alacaktır hemen.
Rize
çayını sahiplenmek şöyle dursun, sağlığınıza da mı
acımıyorsunuz? Rize çayı gibi bir çayımız var bizim.
Kokusuyla, aromasıyla harika bir çay. Nedense bir türlü bu çay
demlenip misafirlere ikram edilemiyor.
Hizmet
kuruluşlarının ikramları içinde Türk kahvesi de yoktu,
koymuşlar oraya bir İtalyan otomatik kahve makinesi, işte sana
kahve.
7-Siz
bir Çin restoranında Rize çayı demlendiğini gördünüz mü? Bir
Hint restoranında, Pakistan restoranında Rize çayı demlendiğini
gördünüz mü Allah aşkına. Bir İtalyan restoranında Türk
kahvesi ikram edildiğini gördünüz mü? Bu ne biçim bir
sorumluluk anlayışıdır. Adımızın Türk derneği olması
yetmez. Bu dernekler Türk Kültürünün elçileri olmak
durumundadırlar.
8-Bu
iftar yemeğinin 12.500 Euro'ya mal olduğu bana söylendi. Bu
büyük bir para. Türk Eğitim Derneği'nin bir yıllık kirası
bu kadar. Yazık, hem de çok yazık.
Türk
Evi'nin salonu yaklaşık olarak otelin salonu büyüklüğünde.
Kançılarya'nın salonu da var. Sayın Büyük Elçimize gidilip
konuşulsaydı, hayır diyeceğini sanmıyorum. Bu yemek oralarda
verilseydi belki 5.000 Euro civarında bir bedel ödenirdi. 7.500
Euro çöpe atıldı. Yazıktır, günahtır. İftar veren bu
dernekler başta DİTİB olmak üzere zengin dernekler. Nasıl olsa
paraları vatandaş veriyor. Cuma günü çıkar hoca kürsüye,
"Pamuk eller cebe" der toplar paraları. Taş attı da kolu mu
yoruldu. Onlar ister, halk verir. Sıkıntı yok. Dolayısıyla bu
paraların harcaması da bu kadar kolay oluyor. Alın teri yok ki.
Allah bunun hesabını soracaktır.
Bir
hikaye
Cemaatle
namaz kılmak istemiş Karadenizli bir grup insan, içlerinden birini
zorla imamlığı geçirmişler. O da başlamış kıyamda, salli-
barik- tahıyyat dualarını okumaya. Arkada namaz konusunda biraz
bilgi sahibi olan birisi varmış, dayanamamış ve demiş ki imama,
"Oku oku, oturduğun zaman ne okuyacaksın bakalım." Bizim dini
cemaatlerin hali bu hikâyedeki kahramana benziyor. Harcayın bakalım
bol keseden, öbür tarafta ne yapacaksınız bakalım.
8-Paralarının
hesabını bilmeyen bu dini cemaatler, bir araya gelerek bir salon
dahi satın alabilirler. Her cemaat o salonda yapar programlarını.
Dolayısıyla binlerce Euro ceplerinde kalır. Hatta para da
kazanırlar. Böylece halkın parası da çarçur edilmemiş olur. Bu
cemaatler isteseler 5 yıldızlı otel bile yapabilirler. Eğer
toplantıları otelde yapmak şartsa, işte sana otel.
Ben
derim ki, sevgili dernek yöneticileri, gelin çelik çomak
oynamaktan vazgeçelim de, geleceğimizi inşa etmek için ne
gerekiyorsa onu yapalım. Dosta düşmana gülünç olduğumuz yetsin
artık.
Zarfa
değil mazrufa bakalım.
Rüştü Kam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder