Avrupa ile Asya'nın İpek yolu
üzerindeki en önemli irtibat noktasında bulunan Trabzon, bu öneminden
dolayı tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Tarihin en
eski çağlarından beri insanoğlunu barındırmış olan bu güzel kent,
öykülerle, türkülerle dolu zengin bir kültürel mirasa sahip.
Tarihsel süreçte kentin; Miletler,
Persler, Romalılar, Bizanslılar ve Komnenos’ların egemenliği altına
girdiği bilinmektedir. 13.yüzyılın başlarında kurulup 250 yılı aşkın bir
süre hüküm süren Trabzon Komnenos Prensliği 26 Ekim 1461 yılında Fatih
Sultan Mehmet' in Trabzon'u fethiyle sona ermiştir.
Müzeler, manastırlar, camiler,
türbeler, hanlar, hamamlar, bedesten ve kenti çevreleyen surlar, sivil
mimari örnekleri ve çarşılar kentin tarihi dokusuna bir nakış gibi
işlenmiş.
Batılıların "muhteşem" diye
adlandırdıkları Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın doğup
büyüdüğü ve 15 yaşına kadar yaşadığı kentte, Roma, Bizans ve Osmanlı
döneminden günümüze ulaşan pek çok tarihsel anıt var.
Gümüş ve altının Trabzonlu
zanaatkârların elinde nakışa dönüştüğü kazazlık(tel gümüş sarma) ve
hasır bilezik ürünleriyle, horonu, kemençesi ile diğer folklorik
unsurlar Trabzon'un dünya tanıtımında başlıca simgeleri.
Trabzon kuymağıyla da meşhur.
Tereyağı, peynir ve mısır unu karışımı ile yapılan kuymak yöre
mutfağındaki özgün yerini hâlâ korumakta.
Akçaabat
Akçaabat’tayız. Saray Restoran’a
demir attık. Akçaabat köftesi yiyeceğiz. Masa donatılmış. Mısır ekmeği
ve yoğurt da var. Bekleyemedim köfteyi, başladım yoğurda mısır ekmeği
doğrayarak yemeye. Çocukluğumda yediğim en mükemmel yemekti bu. Evet
Akçaabat köfteleri de geldi. Denildiği kadar var, müthiş bir lezzet.
.Akçaabat Köftesi 1930 yıllarında Akçaabat’lı lokantacıların ortaklaşa
yaptıkları bir köfteymiş. Sığır ve dana kıyması karıştırılarak
yapılırmış. Harcına ekmek ve sarmısak da ilave edilirmiş.
Arkasından Laz Böreği, börek denildiğine bakmayınız, o bir tatlı. Adı laz Böreği. Eee burası Karadeniz…
Namazlarımızı burada cem ederek
kıldık. Saray Restoran’da küçücük bir mescid var, burada namazınızı
kılabilirsiniz dediler. Restoranın o ihtişamı mescide yansımamış, çok
pis ve daracık bir yer. Namazdan sonra restoran sahibine, ‘Dünyalıklar
konusunda hassas davranmışsınız ama, iş Allah'ın rızasına gelince
unutmuşsunuz.‘ dedim. Yerlerinin darlığından dem vurmaya başlayınca
hafifçe tebessüm ederek ayrıldık oradan.
Atatürk Köşkü
Soğuksu Tepesi, merkezden 8 km
uzakta çam ağaçlarıyla çevrili bir bahçe. Trabzon ayağınızın altında.
Bahçenin içinde çok güzel bir köşk var, bembeyaz, gelin gibi. Atatürk
Köşkü: Bu köşk 1903 yılında işadamı Konstantin Kapogiannidis için
yapılmış . Sahibi ailesiyle birlikte mübadele zamanı (1923) Yunanistan’a
zorunlu göç etmiş. Atatürk Trabzon’a geldiğinde bu köşkte bir süre
dinlenmiş (1924). İkinci kez geldiğinde (1931), bu köşk Trabzonlular
tarafından kendisine hediye edilmiş. Bugün köşk müze olarak
kullanılmakta .
Köşkün hemen karşısında Telkari
mağazası var, gümüş takılar satan bir mağaza. Hanımlar yağmuru da fırsat
bilerek hemen o mağazaya sığındılar. Arayıp da bulamadıkları fırsat.
Bir taşla iki kuş.
Trabzon Çarşısı
Trabzon Çarşısı’na geldiğimizde
akşam olmak üzereydi. 3 saat serbest zaman verildi. Kimimiz valiz
alacak, kimimiz Trabzon hurması, kimimiz altın takı. Dağıldık çarşıya.
Trabzon hurması denilen meyve; cennet elmasının kurutulmuşu. Hanımın
öğrencilerinden Fatma Keski’nin siparişiymiş. Birkaç dükkan gezdik.
Kimsede yok. Bulmadan dönmek de olmaz. İnanmazlar bulamadığımıza. Hanım
telaşlandı. Tam ümidimizi kestiğimiz anda tezgahtar seslendi. 1kg. Kadar
buldum…
Ayasofya Kilisesi
Otobüsün yanındayız. Ancak
sözleşilen saatte eksiksiz toplanamadık, Kemal ile Davut yoklar. 45
dakika kadar bekledik, gelmediler. Onlara telefonda Ayasofya Camii‘ne
gideceğimizi söyledik ve ayrıldık çarşıdan. Akşam namazını yatsı ile
birlikte Ayasofya Camii’nde kıldık: Kemal ve Davut oraya taksi ile
gelmişler.
Ayasofya Kilisesi, Rehber Yasin’in
anlattığına göre; 1204 yılında Trabzon İmparatorluğu‘nu kuran Komnenos
Ailesinden Kral I.Manuel (1238-1263) tarafından 1250-1260 yılları
arasında yaptırılmış. Ayasofya adı "Kutsal Bilgelik" anlamına
geliyormuş. Bizans Kiliselerinin en güzel örneklerinden birisi olan
yapı, tepede inşa edilmiş. Denize nazır. Kubbeli.
Binanın en görkemli cephesi güneyi.
Burada Adem'le Havva'nın yaratılışı kabartma olarak bir friz halinde
anlatılmış. Güney cephesindeki kemerin kilittaşı üzerinde Trabzon'da 257
yıl hüküm süren Komnenos Hanedanı'nın sembolü olan tekbaşlı kartal
motifi bulunmakta. Kubbede ana tasvir İsa‘ymış, bunun altında bir kitabe
kuşağı, daha altta ise melekler frizi bulunurmuş. Pencere aralarında
oniki havari tasvir edilmiş.
Pandantiflerde değişik
kompozisyonlar yer almakta. İsa'nın doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi,
kıyamet günü gibi sahneler betimlenmiş, harika bir işçilik. Ancak biz
bunların çoğunu göremedik, çünkü, kiliseyi camiye çevireceğiz diye
üzerleri suntayla ve sıvalarla kapatılmış o güzelim motiflerin.
Kilisenin serüveni
Kilise, Fatih Sultan Mehmet’in 1461
yılında Trabzon’u fethini takiben camiye çevrilmiş ve vakıf eser olmuş.
1868 yılında harap durumda olan cami Bursalı Rıza Efendi tarafından yeni
baştan onarım görmüş. I. Dünya Savaşı yıllarında sırası ile depo,
hastane daha sonraları yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları
arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Edinburg Üniversitesi’nin işbirliği
ile restore edilerek 1964 yılından sonra müze olarak ziyarete açılmış.
2013 yılında yeniden camiye çevrilmiş.
Biz bu durumu yadırgadık. Binanın
estetiği bozulmuş. Aslına uygun olarak onarılmadığı belli. Yazık
etmişler Ayasofya Kilisesi‘ne. Camiye çevrilişinin siyasi bir sebebi var
mıdır bilemiyorum ama, yapılar, ister kilise olsun, ister cami olsun,
yapılış amacına uygun olarak onarılmalı, kuıllanılmalı ve ziyarete
açılmalıdır. Balkanlardaki cami katliamı gibi Türkiye’de de kilise
katliamı yapılmamalıdır.
Arkadaşlar arasında bir tartışma
başladı ziyaretten hemen sonra; müslümanların yaşadığı bölgelerdeki
kiliseler camiye çevrilmeli midir, yoksa amacına uygun olarak muhafaza
edilmeli midir? Çoğunluğun görüşü ikinci şık; amacına uygun olarak
muhafaza edilmelidir çıktı.
Sümela Manastırı
Sabah 8.00de Sümela yolundayız.
Belirli bir yere kadar otobüsle gittik. Ondan sonra Minibüslerle yola
devam ettik. Minibüsün de gidemediği yerler var. Ondan sonrasını yaya
yürüdük. Ormanın içinde patika yolda yürüyoruz yokuş yukarı. Ayağınızın
kayması durumunda aşağıya yuvarlanırsanız, parçalarınız bile bulunmaz.
Manzara harika. Oksijen bol. Dağların tepeleri karlı. bu karlı dağların
başı dumanlı. Bulutlarla sarmaş dolaş olmuşlar kucak kucağa yatıyorlar
sanki. Bazen de güneş eşlik ediyor bu seremoniye. Rüya alemindeyiz.
Sümela Manastırı‘na geldik sonunda.
Allah’ı bulmak ve O na yakın olmak, O’nun nefesini ensede hissetmek için
olmalı herhalde; kilise mümmkün olduğunca yükseğe yapılmış. Dar ve uzun
bir merdivenle manastırın ana girişine ulaşıyoruz. Giriş kapısının
yanında muhafız odaları bulunmakta. Buradan bir merdivenle iç avluya
iniliyor. Solda, manastırın esasını teşkil eden ve kilise haline
getirilen mağaranın önünde çeşitli manastır binaları bulunmakta. Sağ
tarafta kütüphane yer almakta. Yine sağda yamacın ön yüzünü kaplayan
büyük balkonlu bölüm, keşiş odaları ve misafir odaları olarak
kullanılıyormuş.
Yasin devam ediyor anlatmaya, herkes
can kulağıyla dinliyor: „Sümela Manastırı, Trabzon’un Maçka
ilçesindedir. Bu manastır tarihin en eski yapılarından biridir. Zigana
Dağı‘nın eteklerine kurulmuştur. Yapı gördüğünüz gibi oldukça sarp olan
dağın zirvesine yapılmıştır. Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte
bulunan yapı dünyanın en eski ve en önemli tarihi manastırlarından biri
olma özelliğini taşır. Aşağıda gördüğünüz dere Meryemana (Panagia)
deresidir.
Manastır hakkında çok fazla
efsaneler mevcuttur. Anlatılanlara göre, burayı Atinalı Barnabas ile
Sophronios adlı iki rahip yaptırmış. Bu iki rahip aynı gece rüyalarında
Hz. isa ve Hz.Meryem’i görmüşler. Gördükleri yer Sümela’nın bulunduğu bu
yermiş. Birbirinden habersiz olarak yola çıkmışlar ve burada
buluşmuşlar. Birbirlerine gördükleri rüyayı anlatmışlar. Hayretler
içinde birbirlerini dinleyen rahipler bu rüyanın bir işaret
olabileceğini düşünerek, vurmuşlar kazmayı dağların sarp yamacına. Ve
Manastırın temelini atmışlar. Asıl adı Meryem Ana Manastırı’dır. Sümela
"Sou-mela" Manastırın Rumca adıdır. Manastır M.S 395 yıllarında Trabzon
Rum İmparatoru III. Alexios döneminde yapılmıştır.
Sümela’yı Hristyanlar tarafından
değerli kılan en önemli nokta Hz. Meryem resmidir. İnanışa göre bu
manastırda Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Lukas’ın çizdiği Hz.
Meryem portresi manastırın temelini atan rahipler tarafından buraya
getirilmiştir. Ancak bugüne kadar o resim hiç görülmemiştir.
Dağın zirvesinde kurulmuş olan bu
muhteşem manastırı önemli kılan; mucizeler gösterdiğine inanılan ve
Hıristiyanlar için son derece önemli ve kutsal sayılan bu portredir.
Yaygın bir inanışa ve birçok kaynağa göre, Aziz Luka bu portreyi her
gittiği yere beraberinde götürmüş ve Kutsal Meryem onu bu nedenle mutlu
kılıp, Aziz Luka'nın yaptığı her işi kutsamıştır.
Maalesef bu güzelim Manastır, define
avcıları tarafından sık sık kazılmış ve gördüğünüz gibi harabeye
dönüşmüştür. Birkaç defa da yanmıştır. Bu yangınlar sırasında
Manastırın ahşap çatısı tamamen kül olmuştur, ve birçok tarihi değer de
kaybolmuştur.
Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u
aldıktan sonra manastırın haklarına dokunmayacağına dair bir ferman
yayınlamıştır. Yavuz Sultan Selim de buraya iki büyük şamdan hediye
etmiştir. Diğer zamanlardaki padişahlar da buraya dokunmamışlar ve
çeşitli onarımlarla gelişmesini sağlamışlardır.
Trabzon için büyük turistik önem
taşıyan Sümela her yıl binlerece kişi tarafından ziyaret edilmektedir.
2010 yılında özel bir izinle Meryem Ana’nın göğe yükselişi sebebiyle
burada bir ayin yapılmıştır. Bu ayin 88 yıl aradan sonra yapılan ilk
ayindir. „
Maçka
Dönüşte Maçka’da soluklandık.
Türküde olduğu gibi gerçekten taşlı. Yapılaşma çok kötü. O güzelim doğa
çarpık yapılaşmaya baka baka, çarpıklaşmış. Doğanın o güzelliğine
paralel bir yapılaşma ne de güzel olurdu. Yunus İnci tavsiye etti ve
Trabzon ekmeği aldık oradan, kapış kapış herkes bir parça aldı ekmekten,
katıksız yedik, lezzetli.
Karadeniz insanı sert mizaçlı,
kayalara, sarp yokuşlara baka baka sertleşmiş olmalılar. Hemen
parlayıveriyorlar. Kötü niyetli olduklarını sanmıyorum.
Maçka yolları taşlı
Geliyor sarı saçlı
Ne oldu sana yavrum
Böyle gözlerin yaşlı
Dereler akar akar
Karışır denizlere
Kurban olayım yavrum
O sevdalı yüzlere
Yukarı gel yukarı
Irmağın gözündeyim
Eller ne derse desin
Ben gene sözümdeyim
Sis dağının başları
Duman değil kar idi
Sevdiğim senin ile
Ne günlerim var idi
Yomra
Yomra’dayız, Yomra, Trabzon’a 14
km. uzaklıkta bir ilçe. Nufusu 30.000 civarındaymış. Buraların yerli
halkı Turanî ırktanmış. Orta Asyalı Türklerden.
Yomra‘da, çay fabrikası var. İkiçay
çay fabrikası. Sorumlu mühendis fabrikayı, gezdirdi ve tanıttı. Çay,
bahçeden sofraya gelinceye kadar hangi aşamalardan geçiyor, üretim nasıl
yapılıyor, çay nasıl demleniyor? Bu konularda bilgiler aldık. Bizim
için özel demlenmiş çayından da içtik mühendisin. Tabii ki hediyelik
çaylarımızı da buradan almayı ihmal etmedik. Bir de tavsiye aldık
mühendis beyden, „Demlediğiniz çayı, 45 dakikada mutlaka bitirin.“
Sürmene
Yol üzerinde Sürmene var.
Sürmene‘nin de bıçağı meşhurmuş. Almadan geçmek olmazdı. Tek tek de
satılıyor, takım olarak da. Sürmene’den Of’a oradan Çaykara’ya, sonra da
Uzun Göl‘e geçtik. Uzungöl’de balık yiyeceğiz. Ta Berlin’den
beri Uzungöl’deki balığa odaklandık. Uzungöl‘de balık yemek bir
başkadır diye reklamını yapmıştı Tur Şirketi. Yanaştı otobüs restoranın
önüne, heyacanla indik aşağıya. Ancak, mekan sahiplerinde bir telaş yok.
Kim gelmiş niye gelmiş, buyrun efendim, şöyle oturun, çocuğum koş
oradan sandalye kap da gel… Biz böyle şeyler bekliyoruz. 6 ay önceden
rezerve edilmiş yerimiz var diye seviniyoruz. Üstüne üstlük bir de
garson demesin mi?:„Mekânın önünden çekin arabanızı, 2 saat sonra gelin,
doluyuz“… Birbirimize bakıştık. Emin’e ve Yasin’e dödük; “Ne oluyor
arkadaşlar bu ne rezalettir böyle?“
Mekân Arap turistlerle dolu. Yer
yok. Bizden önce onlar gelmişler. ‘Sanki Arabistan uzun Göl‘e taşınmış
gibi. Adım attığın yerde Arap var. Para bol tabi. Bizi saf dışı
bıraktılar. Yani Uzungöl bizi paraya değişti. En mütedeyyin bildiğimiz
Karadenizli bizi sattıysa Arap’a. Başka ne denebilir ki…
Karşılıklı sertleşmelerden ve
restleşmelerden sonra çiğ balıkları getirdiler önümüze, yesen bir türlü
yemesen bir türlü. Balık ziyafeti Seyfi Bozdağ ve İsmail Yılmaz
tarafından verildi. Gölün etrafını turladık yemekten sonra. Göl ile
toprak içiçe geçmiş durumda. Yeşili bol bir yer Uzungöl. Doğa harikası
bir yer. Elveda Uzungöl.
Bu güzelim yer maalesef pislik
içinde. Çarpık yapılaşma burada da dikkatimizi çekiyor. Ağacın, ahşabın
içinde beton evler. Tedbir alınmazsa 10 sene sonra Uzungöl’ün unutulması
gerekir. Dünyanın en küçük camisi de burada yapılmış. 3 kişilik bir
cami. Cami ile mütenasip olmayan kocaman bir minaresi var.
Devam edecek.
Rüştü Kam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder