-Bid’at ve Hurafelerden beslenen bir nesil Sakarya’yı
ayağa kaldıramazdı-
Sözde Ermeni Soykırım iddialarına karşı halk mitingi
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar da yılları
izleyip gitti. ATT Televizyonu neredeyse evimiz gibi oldu. Deniz Olcayto(Allah
rahmet eylesin) çok hoşsohbet birisiydi. İleri görüşlüydü, üretkendi. Her şeyin
devletten beklenmemesi gerektiğine inanırdı. Olayları çok güzel yorumlardı.
Haber saatini ve yorumlarını iple çekerdik, haberden sonra yaptığı günün
yorumunun yeri başkaydı. Davudi bir ses tonuna da sahipti. Bir gün sohbet
Ermeni Soykırım iddialarına gelip dayandı. O konuda yeteri kadar bilgimiz
yoktu, Deniz Olcayto bizleri aydınlattı. Kendisi de zaten asker kökenli bir ailenin
çocuğuymuş. Hemen orada, orada bulunanlar tarafından bir teklif yapıldı, Nisan
ayı yaklaşıyordu bir protesto yürüyüşü ve mitingi yapılabilir miydi?
Teklif kabul edildi ve acilen harekete geçilmesi
gerekiyordu, zira 24 Nisan yaklaşmaktaydı, Ermeni Diasporası sözde soykırım
iddiasıyla yakında sahneye çıkacaktı. Görevlendirmeler yapıldı: Nevzat Özpelitoğlu Milli Görüş Teşkilatları’nı
ikna edecekti, Ben Din Hizmetleri Ataşesi Hayrettin Şallı’yı ikna edecektim. Deniz
Olcayto’ya geniş bir yelpaze kalmıştı. ATT’ deki yorumları ve yayınlarıyla
Berlin’de yaşayan tüm Türkiye sevdalılarını bilgilendirecek ve bu mitinge davet
edecekti. Herkes aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirdi. Çok kısa denecek
kadar kısa sürede organize olundu. Oranienplatz’da miting yaptık. 30.000
kişinin katıldığı bir mitingden bahsediyorum. Organize adına Deniz Olcayto ve
ben birer konuşma yaptık. Başka derneklerden konuşanlar da oldu. Bu miting ile
tarihe not düşüldü. “Vatan toprağı mukaddestir. Vatanımızın üstüne oyun
oynayanlar karşılarında bizleri, vatan sevdalılarını bulacaktır.” Bu miting aynı
zamanda Türkler arasındaki kamplaşmaları yumuşatan bir miting oldu, az da olsa
safları sıklaştırdı.
Eğitim ataşesi Hayrullah Duman ve ilkokul diploması
Hem televizyon programları, hem de mitingler ve cami
kürsülerinden yaptığım konuşmalar sohbet yelpazemi genişletmişti. Gençlik
evlerinde gençlerle beraber oluyordum, onlara seminerler veriyor ve onlarla sohbetler
ediyorduk. Hacı Bayram Camii’nde her Cumartesi seminerlerim olurdu, sorular
sorulur, görüşler belirtilir, sorulan sorularla sohbetlere yön verilirdi.
Kreuzberg’te bir sohbet evimiz daha vardı. Gençler oraya “Huzurevi” derlerdi.
Demek ki orada huzur buluyorlardı. Vahdet
Yılmaz ailesine ait bir evdi orası. Cemil ve Cengiz Yılmaz kardeşler,
Hamdi İlhan, Vahdet Yılmaz, Abdullah çağlar ve adını hatırlayamadığım başka
gençler de vardı. Daha sonra o gençlik Evi Vakfın bodrumunda gençlik salonuna
dönüştü. Remzi Terzi’nin(Allah rahmet eylesin) o evin açılmasında çok emeği
vardır. Canla başla çalıştı oranın hayata geçmesi için. Bana şöyle demişti;
“hocam sen çok haklıydın, keşke bu salonu yıllar önce açsaydık.” Orada, değişik oyun aletleri de vardı. Gençler
bu vesileyle başka salonlara gitmiyorlardı. Bu salonun varlığını hazmedemeyen,
meselelere at gözlüğüyle bakan malum çevreler, o salonun adına Hüdaverdi Hoca’nın
kumarhanesi diyorlardı.
***
Daha sonra 1992 yılının sonlarına doğru genel merkeze
gideceğim ve Avrupa ülkelerinden bazılarını görev icabı gezme fırsatını
yakalayacağım. Oralarda edindiğim tecrübeler ve Berlin’de edindiğim tecrübeler ışığında,
gençlerimizin, bilhassa genç kızlarımızın içinde bulunduğu durumları beni
derinden yaralayacak ve bir gün bölge başkanları toplantısında şöyle bir teklif
yapacağım: “Kızlarımız için sigara içme salonları açalım.”
Böyle bir teklif başkanlara ağır geldi. Büyük infial
uyandırdı, salonda, bölge başkanları birbirlerine bakıştılar, öfkelerini
ceketlerinin eteklerinden hızla çekiştirip yerlerinden sağa sola dönerek
yenmeye çalıştılar. Teklif oldukça uçuktu onlara göre. Kızlar da sigara mı
içermiş…, içse bile onlara salon açmak da neyin nesidir…. Öfkeleri yatıştırmak
ve gerginliği sonlandırmak gerekiyordu, bunu yapmazsam teklifim havada
kalabilirdi: Genel Başkan Osman Yumakoğulları salonu sükûnete davet etti. Bana
da sözümü tamamlamam için ek süre verdi. Genel Merkez’de tanıdığım Osman
Yumakoğulları ile beni yıllar önce savunmamı dahi almadan görevden alan Osman
Yumakoğulları aynı kişi değildi sanki. Etrafındaki kişiler onu yanlış
yönlendiriyor olabilirlerdi. Zaman geçtikçe onu daha iyi tanıyacaktım.
Önce salona şöyle bir göz attım ve kendimden emin bir
şekilde başladım sözlerime, “İster kabul edin isterse etmeyin, bizim kızlarımız
sigara içiyorlar, içmelerini savunmuyorum ama içiyorlar. İnsanımız/cemaatimiz kızların sigara içmesine
sıcak bakmadığı için, onlar sigaralarını değişik mekânlarda içiyorlar, gizli mekânlarda
içiyorlar, bizlerin kontrolünden uzak mekânlarda içiyorlar; eğer önlem
almazsak, özellikle kızlarımız için benzer salonlar açmazsak, kızlarımız o
salonlarda sigaralarını içmeye devam edecekler. Sonra, sonrası malumu ilan
etmek olur. Onlar o salonlarda sigara içmekle kalmayacaklar, yeni yeni
arkladaşlar edinecekler, yeni arkadaşlarına ayak uydurmak için bira içmeye
başlayacaklar, sonra, şaraba, rakıya, viskiye gelecek sıra, sonra da esrar veya
eroine gelecek, sonra da bir bakmışsınız kızımız bir gün eve gelmeyecek,
gidecek evden.–Allah göstermesin-.
Biz kızlarımız için benzer salonlar açarsak; kızlarımız
oralarda sigaralarını içecekler, oyunlarını oynayacaklar, kendilerince eğlenecekler,
müziklerini dinleyecekler, çaylarını-kahvelerini içecekler, kızlarımızın da
teklifleri doğrultusunda en az haftada bir kez oralarda eğitim seminerleri
düzenlenecek. Elbette bu salon belirli bir disiplin çerçevesinde faaliyetini
sürdürecek, başıboş bırakılmayacak, tercih sizlerin.”
Biraz önce öfkelerinden ceketlerin uçlarını çekiştirip
yerinden sağa sola döneneler, bu sefer rahatlamış bir şekilde başlarıyla beni
onaylayarak yine sağa-sola dönüyorlardı, bu sefer gözlerinde öfke yerine endişe
vardı. Onaylamayanlar da vardı teklifimi. Osman Yumakoğulları, Ali Yüksel, Yavuz
çelik Karahan(Osman Yobaş) ve Abdullah
Yüksel(Yüksel Haşal) rahatlamışlardı. Osman Yumakoğulları ve Ali Yüksel beni
onaylayan birer konuşma da yaptılar. Daha sonra bu teklifimi gittiğim bütün
bölgelerde dile getirdim. Teklifim Fetva heyetine rağmen, Osman Yumakoğulları
ve Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal)’in de desteğiyle yazılı olarak bölgelere
gönderildi. Kontrollü bir şekilde bilardo salonlarının açılması teşvik edildi.
Salonlar açılmasına açıldı da çoğu bölgelerde kızlarımızın
işine yine yaramadı. Yaşlılardan, gençlerden hocalardan kızlara sıra gelmedi.
İsediğimiz gibi organize yapılamadığı için teklif maalesef asıl amacına ulaşamadı.
Mesela, Berlin Fatih Camii, bilardo salonunu, cami müştemilatının içine açtığı
için sıra Nail Dural hocadan ve yaşlılardan gençlere bile gelemedi ki kızlara
gelsin. O zaman bir daha öğrendimki, cemaatin hırçınlığının altında yatan
nedenler vardır. Onların da bastırdıkları duyguları var. Hocaların da
bastırdıkları duyguları var.
***
Ayrıca televizyon programlarına malzeme toplamak için, değişik
dünya görüşüne sahip cemaatlerin içine giriyor ve onlarla da sohbetler ediyordum.
Çevrem genişledikçe vatandaşlarımızın problemlerini daha iyi tanıyordum.
Bilhassa televizyon çekimleri sebebiyle kahvelere gidiyordum, gençlerimizin
devam ettiği bilardo salanlarına gidiyordum, değişik cemaatlerin camilerine
gidiyordum, Süleymancıymış, Milli görüşçüymüş, Diyanetçiymiş, tarikatçıymış
benim için fark etmiyordu. Bu ilişkilerden ve gençlik evlerindeki sohbetlerden,
kahve sohbetlerinden elde ettiğim bilgiler bana yeni ufuklar açtı. Vatandaşlarımızın
içinde okuma yazma bilmeyen, okuma yazma bildiği halde diploması olmayan bir
hayli insanımızın vardı. Onlar için birşeyler yapmak lazımdı.
Önce, Eğitim Ataşesi Hayrullah Duman ile görüştüm. Konuyu
bildiğini söyledi, ancak çözümü için
elinde imkânları yoktu. Ben o imkânların temininde yardımcı olabileceğimi
söyleyince heyecanlandı, öğretmen
tahsisi konusunda ve kitap gibi harita gibi araç gereç temininde sıkıntı olmayacağını
söyledi. Bu sefer ben de heyacanlandım. Gerekli görüşmeleri yapmak için kolları
sıvadım, önce Nevzat Özpelitoğlu ile görüştüm, projeyi havada kaptı. Hemen
sonra Haldun Algan ile görüştüm, o da olumlu karşıladı teklifimi. Benim
müdürlüğünü yaptığım İslâmî İlimler Okulu’nun sınıflarında kurslar
yapılabilirdi. Camilerden ilanlar yapıldı ve kurslar için kayıtlar başladı.
Süresi altı ay olan kurslardı bunlar. İlk altı ayı zar zor tamamladık. Ve böylece
250 kişiyi diploma sahibi yaptık.
İkinci 6 aya maalesef başlayamadık, sebebi, sebep bile
olmayacak bir şey. Neymiş efendim, derslerde Atatürk’ten bahsediliyormuş,
kitaplarda Atatürk resimleri varmış... Doktor Rıza Nur’un hatıratıyla beslenen
bir cemaatin mekânında bu dersler yapılıyordu. Provokatörler nerede hayırlı bir
hizmet varsa onu engellemek için hemen devreye girerler. Burada da devreye
girmekte gecikmediler. Böylesine önemli bir işi neden provoke etmesinler. Hem
de Milli Görüş’ün yaptığı bir işse bu. Haldun gelen şikâyetlere dayanamamış
olacak ki, kursları sonlandırdı. Yapacak bir şey yoktu.
Böyle bir güzelliğin ortaya çıkmasına vesile olan Eğitim
Ataşesi Hayrullah Duman’a küçük de olsa bir hediye vermeyi düşündük. Nevzat hediye
olarak, bilgisayar almanın daha anlamlı olacağını söyledi. Bilgisayarlar yeni
yeni evlere girmeye başlamıştı. Teşkilattan para istedik, ‘O kadar paramız yok.’
dediler. Ancak, bizler parayı bulur da o bilgisayarı alabilirsek, daha sonra
ödeyebilirlerdi. Etrafımızı şöyle bir kolaçan ettik, sorduk-soruşturduk maalesef
gerekli parayı bir araya getiremedik. Bilgisayar kaldı diye üzülürken, Nevzat, “Adil
Avaz’ın bilgisayarı var, yeni aldı. Ondan bilgisayarı alırız ve teşkilat bize parayı
verince de Adil’e bilgisayarını veririz” dedi. Teklif uygundu. Konuyu Adil’e
anlattık. Makul karşıladı ve ne zaman bilgisayarı alırsınız sorusunu bile
sormadan verdi bilgisayarını bize. Moralimiz yerine geldi.
Hemen Eğitim Ataşesinden randevu aldık, kendisine yaptığı
bu hizmetlerin karşılığında bir bilgisayar hediye edeceğimizi söyledik. Randevu
saatinde oradaydık, Hayrullah bey basını da çağırmış. Teşekkür faslından sonra
verdik bilgisayarı Hayrullah Duman’a. Deklanşörlere basıldı ve ertesi gün
gazetelerden, “Milli Görüş Teşkilatları Eğitim Ataşesi Hayrullah Duman’a
bilgisayar hediye etti.” Haberini okuduk. Biz yaptığımız işin gururuyla motive
olurken, Milli Görüş teşkilatlarının sicili bozuk olduğu için; Başkonsolos, Hayrullah Duman’dan o
bilgisayarı iade etmesini istemiş. “Devlet düşmanı olan bir teşkilattan hediye alamazsın,
bu aldığın, bilgisayar da olsa.”
O da Başkonsolosa; “bu bilgisayarı pencereden atarım
geriye yine vermem” demiş. Bize öyle anlattı. Durumdan haberdar olduk ve
ziyaretine gittik. Olan bitenleri anlattı. Üzüldük elbet. Türkiye Cumhuriyeti
devletinin konsolosu vatandaşına düşman, vatandaşı da devletine, tam bir kaos.
Hayrullah Bey’e dedik ki; ‘İster bu bilgisayarı kullan, isterse dediğin gibi pencereden
aşağıya at, biz bilgisayarı devletimize hediye ettik. Bundan sonrası senin
sorumluluğundadır. Ancak bizler sana minnettarız, ne zaman bir dosta –arkadaşa
ihtiyaç duyarsan bizler senin yanındayız, bunu bilesin’ dedik ve ayrıldık
oradan. Bilgisayarın akıbeti ne oldu onu bilmiyoruz.
Bir kurs düzenledik, vatandaşlarımız diploma sahibi
oldular, okuma yazma öğrendiler. Bu çalışmalarımızla maalesef ne Milli Görüş
Teşkilatı’na yaranabildik, ne de devletimize. Olan Adil Avaz’a ve Hayrullah
Duman’a oldu. Defalarca istemememize rağmen, defalarca icra kurulunda da gündeme
getirmemize rağmen, bilgisayar parasını alamadık ve Adil Avaz’ın bilgisayarını
veremedik.
Geçtiğimiz günlerde Türk Eğitim Derneği’nde sohbet
ederken konu konuyu açtı ve nereden gelindiyse gelindi, Adil Avaz’a müziği
neden bıraktığı soruldu. ‘Millî Görüş Teşkilatlarının değişik bölgelerine
konserler vermek için çağırdılar, ben hiçbirine hayır demedim, her yere koşturdum.
Bazı bölgelerden, bazı teşkilatlardan paramı alamadım, şimdi yok sonra verelim
dediler, o sonra bir türlü gelmedi. Özel arabamla yağmur- kar demeden, soğuk-sıcak
demeden gittim o davetlere, ama sonuç ortada. Eylülün karakışına, kendim
yakalandım. Ve sırf bu yüzden müziği bıraktım.’ Kaset bedelleriyle birlikte
toplam 675.000 DM. Alacağım var. Adil avaz bu durumda bilgisayar parasından
çoktan geçmiş olmalı. Bu kadar alacağın yanında bilgisayarın lafı mı olurmuş…
Adi Avaz bir yetenekti. Keşfedilmeyi bekleyen bir
yetenek, o da bana nasip oldu. Güzel şiirler yazardı, onun için TFD Televizyonu’nda
şiir köşesi açtım. Şiirlerini her hafta Cuma günleri o köşede yayınlardım. Televizyonda
program yapan bir kişi daha vardı. İstek üzerine ilahiler okurdu saz eşliğinde.
Ümit Akkaya. Yayından sonra hep birlikte
stüdyoda çalar söyledik. Adil Avazın şiirlerini de okurduk. Adil’e bu bestelerin
televizyonda yayınlanması için çok ısrar ettim, her seferinde reddetti. Benim televizyonda
yayınladığım müzik yayınlarından sonra başıma gelenleri çok iyi bildiği için,
teklifimi kabul etmezdi. Mahalle baskısından korkardı. Haksız da sayılmazdı. Bir
gün gönüllü gönülsüz, ümit Akkaya’nın da ısrarıyla zorla bir şarkının çekimini
yaptım, Ümit Akkaya çaldı Adil söyledi:
“Bana
ırkımı sormayın/ Kâh beyazım kâh siyahım /Bazen Türküm bazen Kürdüm/ Benim
dinim yerter bana /Bazen Türküm bazen Kürdüm İslam dini yeter bana
Sabret Kur' an rafta
kalsın / Camide imamlar sussun/ İsterse erkek kalmasın/ Bacılarım yeter bana /
İsterse erkek kalmasın /Ayşelerim yeter bana / Müslümanın çeşitleri dervişleri
entelleri / Cenneti size bıraktım / Şehit olmak yeter bana / Müslümanın çeşitleri
dervişleri entelleri / Cenneti size bıraktım benim kavgam yeter bana.”
Ertesi gün Adil kararından vazgeçmeden, hemen TFD
televizyonunda yayınladım bu şarkıyı. Güfte anlamlı, beste vurucu, ses de
güzel, ümit Akkaya da sazın bam teline iyi dokunmuş, harika bir eser ortaya
çıktı. Berlin’de yer yerinden oynadı ve böylece Adil Avaz patladı gitti. Ondan
sonra Milli Görüş’ün Bütün genel kurullarında Adil Avaz vardır. “Bana ırkımı
sormayın, Kâh beyazım kâh
siyahım…” diye haykıran ve salonları ayağa kaldıran besteleriyle...
Hemen arkasından ikincisi, arkasından üçüncüsü,
dördüncüsü derken Ümit Akkaya ile birlikte bir kaset çıkardılar. O kaset bütün Avrupa’da,
Türkiye’de insanların kalplerine su serpiyordu, irtica sıkıntısından, başörtü
zulmünden, Filistin’de olup bitenlerden bunalmış insanlara ümit ışığı oluyordu,
her taraftan davetler gelmeye başladı:
“Aldırma eylülün
karakışına/ Ağlama Zeynep’im bahar gelecek/ Virane yurdumu şenlendiririm/
Mehmed’i yanıma alır gelirim / İstersen Toros’u yere sererim/ Fırat’a Tuna’ya
setler çekerim/ Anadolu’nun dört bir yanına/ Zeynep’im örtünü sancak eylerim/ Bırak
şu zamane çağdaş türküsü/ İrtica, mürteci diye havlasın / Bir kale gibi dimdik
başına / Örtüver örtünü ört dalgalansın/ Zalimler, fasıklar istemese de/ Allah'ın
vaadi var üzülme Zeynep/ Mutlaka bu nur tamamlanacak/ Yarınlarda güneş size
doğacak.”
Evet O bir değerdi, yazıyor ve söylüyordu. Şuurlu bir Müslümandı
ve inancını, inandığı gibi cesaretle haykırıyordu. Ezilenlerin, hor
görülenlerin, ırkından dolayı aşağılananların yanındaydı. Ancak, cemaat Adil’in
vermek istediği mesajları tam olarak anlayamıyordu. Anlasaydı değerini
bilecekti, tutacaktı elinden, onun isyanına katkı sağlayacaktı. Yöneticilerin
istediği şey coşkuydu, salonlar dolsun, herkes el ele tutuşsun, ayağa kalksın
ve tekbirler çeksin, sloganlar atsın, sonra da muhteşem bir genel kurul yaptık,
diyerek evlerine dönsünler, istenen buydu. Adil ve benzeri değerleri ne kadar
da hoyratça harcıyordu Milli Görüş. Bu teşkilatın kaç tane Adil Avazı vardı
ki…,
Milletvekili adayıyım
Refah Partisi’nden Denizli Milletvekili adayıyım. Nevzat
Laleli birinci sırada. Denizli’den Milletvekili çıkarma ihtimali yok. Buna
rağmen Denizli’nin en küçük köylerine kadar gidiyoruz, üç kişi dahi bulsak
onlara Milli Görüş’ü anlatıyoruz. İbadet aşkıyla çalışıyoruz bu çalışmaları,
kendi arabamızla katılıyoruz çalışmalara ve harcamaları cebimizden yapıyoruz,
hele Almanya’dan gelmişseniz beklentiler fazla oluyor. Bir de adaysanız
beklentiler biraz daha fazlalaşıyor. Önce Ahlak ve Maneviyat diyoruz, ağır
sanayiden bahsediyoruz, Avrupa ortak pazarına hayır diyoruz, İslâm ortak
pazarına ise evet diyoruz, İslâm Ülkeleri arasında para birimi olarak İslâm
Dinarı dolaşsın istiyoruz.
İstiyoruz istemesine de, Halkımız bizim anlattıklarımıza
itibar etmiyor, anlatılanları anlayamadıkları için veya bizlerin anlatamadığı
için dalga geçenler bile oluyordu, bazı yerlerde kahvelerde dahi konuşmamıza
müsaade edilmiyordu. Bizlerin de yanlışları oluyordu. Mesela, Nevzat Laleli
konuşma yaptığı kahvede, “biz iktidara gelirsek kahveleri kapacağız buralara
halı tezgâhları kuracağız diyebiliyordu.” Ve o seçimlerde, yani 1987 seçimlerinde
oy oranımız %7.1. İsmet Özel o yıllarda Milli Görüş’ü şöyle tanımlıyordu: “Bize
%6 derler.”
Yıllar yılları kovaladı, zaman su gibi akıp geçti.
Refahyol hükümeti kuruldu. Erbakan Hoca Başbakan, Tansu Çiller Başbakan Yardımcısı
oldu. İçerdeki çıkar gruplarıyla dışardaki çıkar gruplarının menfaatleri
Refahyol hükümetinin icraatlarıyla çatıştı. Orgeneral Çevikbir tarafından
tanklara balans ayarı yapıldı ve 28 Şubat’ta post modern bir darbeyle Refahyol
hükümeti tarihteki yerini alıverdi. Bu darbeden sonra bir bıkkınlık evresine
girildi. Parti kaçıncı kez kapatılmış, kaçıncı kez başka bir isimle yeniden
açılmıştı. Hükümet olundu onu da alaşağı ettiler anlayışı moralleri iyice
bozmuştu. Refahyol hükümeti seçmeninin isteklerine cevap da veremeyince hızlı
bir kopuş başladı. Bu kopuş Milli Görüş Teşkilatlarının Avrupa ayağınında dağılma
sürecine girmesine sebep oldu. Çare olsun ve tekrar toparlanma sürecine
girilsin diye, yıllar sonra Erbakan Hocamız o hasta haliyle Berlin’e getirildi.
Apartopar getirildi desek abartılı olmaz. Vicom düğün salonunda bir konuşma
yaptı. O konuşmayı dinledikten sonra bir yazı kaleme almıştım, aynen şöyleydi:
ERBAKAN BERLİN'DE/40 YIL SONRA İŞ
BURAYA GELMEMELİYDİ (2010)
-Bir tüccarın kârı % 36’ dan %iki buçuğa düşmüşse, ya malı kalitesizdir, ya
da pazarlamacılar ehil değildir-
"Bu yazıyı yazan, yapılan iyiliğin karşılığını Allah'ın vereceğini
bilen bir kişidir. Onun anlatmak istediği, Allah'ın değil kulun verecekleri ile
ilgilidir."
"Ya Muhammed sana tabi olanlara kanadını indir" buyruğunun
muhataplarının neler yapması gerektiğinin peşindedir o. Yazıyı lütfen bu
anlayış çerçevesinde okuyun.
"Bir çiçek ile bahar olmaz, ancak o çiçek olmasa bahar başlamaz."
"Heyecanınız nerede sizin! Kime söylüyorum ben!..."
Söze böyle başladı 14 yıl sonra Hocamız Berlin'de. Kırk yıl önce de aynı
heyecanı istiyordu muhataplarından ve istediği heyecanı buluyor ve bir kaç
çiçekle birden başlatıyordu baharı. 2010 yılında Berlin'de mevsim son bahardı,
yaprak dökümü başlamıştı. Baharın yeniden gelmesi için gerekli olan o çiçek
belki hiç açmayabilirdi. Ortada ne bağ vardı ne de bağban.
40 yıl önce 17 yaşın verdiği heyecanla, yeni bir dünya kurulurken tarafsız
kalınamayacağının şuuruyla bakıyorduk dünyadaki gelişmelere. Büyük Doğu Nesli
diyorlardı o zaman bizlere. Sakarya'nın ayağa kalkmasını istiyorduk: Çünkü o
yüzüstü çok sürünmüştü. O ayağa kalkarsa bizler de ayağa kalkabilecektik. Salon
programlarında Üstad Necip Fazıl Kısakürek "Ben bir genç arıyorum,
gençlikte köprübaşı" diye tanımlıyordu bu nesli. Üstad’ın aradığı genç biz
olabilirdik, olmalıydık, bu inançla ve bu azimle çalışıyorduk gece gündüz
demeden sokakta, dernekte, okulda.
Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) çatısı altında sürdürüyorduk
çalışmalarımızı. Her hafta seminerler veriliyordu. Milli Türk Talebe Birliği
sağduyulu gençler için hayat mektebiydi. Şiirler ezberleniyordu, piyesler
sahneleniyordu, dergiler çıkarılıyor, bildiriler dağıtılıyordu, kahramanlık
türküleri söyleniyordu orada. İçinde bulunduğumuz ortam bu şiirlerin ve sahneye
konan piyeslerin millî ve dini içerikli olmasını icap ettiriyordu.
Mehmet Akif Ersoy dememiş miydi, "Asımın nesli diyordum ya, nesilmiş
gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek" diye. İşte biz o namusunu
çiğnetmeyecek olan nesildik. Olaylar bizleri böyle düşünmeye sevk ediyordu.
Bu güzel dönemin arkasından öyle bir dönem geldi ki; gerçekten çok
korkunçtu. Kardeş kardeşine, çocuğu babasına, karısı kocasına düşman olmuştu. O
öyle bir dönemdi ki, ortaokul öğrencileri bile siyasallaştırılmıştı.
Kavramlar havalarda uçuşuyordu. ‘Sağcılık, Solculuk, Milliyetçilik,
Şeriatçılık'. Her bir kavramın içi ağa babaları tarafından
doldurulmuştu. Gençlere sadece bu düşünceleri muhataplarına servis yapmak
kalıyordu. Herkes kendi kabulünü bir şekilde gündeme getirmeli ve grubuna yeni
sempatizanlar ve üyeler kazandırmalıydı. Okulda, sokakta, pastanede ve
derneklerde hararetli tartışmalar oluyordu. En kötüsü zaman zaman bu
tartışmalar yerini şiddete bile bırakabiliyordu. Maalesef sonraki zamanlarda bu
şiddet içerikli kavgalar yerini karşılıklı olarak ölümlere bırakmaya başlamıştı.
Üyelerini 1969 yılına kadar bu kavgaların dışında tutmasını bilen M.T.T.B.
, bu tarihten sonra zorlanmaya başladı. Sahneye yeni bir siyasi parti çıkmıştı,
Milli Nizam Partisi. Heyecan isteyen gençler hemen o tarafa kanalize oluverdi. Daha
sonraları bu parti kendi gençlik teşkilatını kurdu. Akıncılar. Parti, M.T.T.B'
yi tamamen bünyesine alamadı veya almadı.
Akıncılar’ın kurulmasıyla, yeni yeni sloganlarla tanıştık. "Şeriat
gelecek vahşet bitecek", "Ne sağcıyız ne solcu, Müslümanız
Müslüman", "İslâmî devlet kurulacak elbet", "Şeriat
İslâm'dır Anayasa Kur’an’dır "v.d.
Ortalık iyice toz duman olmuştu. Bir tarafta, Lenin, Stalin, Mao sesleri
yükseliyor, öbür tarafta Turancılık. Bu tarafta şeriatçılık. Bu günün
ulusalcısı Doğu Perinçek'i o günün hızlı Maocusuydu.
Derken, şeriat isteyenler, İslâmi devlet isteyenler zaman zaman iktidara
ortak oldular. Bu ortaklık zamanlarında, o partileri iktidara taşıyan inançlı,
saf, tertemiz olan o gençler hep dışarıda kaldılar, unutuldular. ‘80 Darbesi’nde
o heyecanlı gençlerin çoğu içeri alındı, işkencelere tabi tutuldu. İktidar
nimetinden istifade eden ekâbir takımı maalesef o gençlerin kapısını bile
çalmadı. Hatta onlarla aynı cümlenin içinde isimlerinin geçmesine bile tahammül
edemediler.
Haliyle ekâbir takımı da bir süre içerde kaldı. Ancak içerden çıkar çıkmaz,
kaldıkları yerden başka isimler altında tekrar siyaset sahnesinde yerlerini
aldılar. Yeniden başladılar ‘Biz kardeşiz.’ demeye, birlik ve beraberlik
nutukları tekrar atılmaya başlandı, maddi ve manevi kalkınma, adil düzen
konuları sanki hiç bir şey olmamış gibi yeniden sahneye konuldu. Tek başına
iktidara gelememenin sıkıntısından bahsedilerek, gençler tekrar kazanılmaya
çalışıldı. 28 Şubat post modern darbeyle iktidardan ulaştırılan Refah-Yol
hükümeti keşke kurulmasaydı. Bu tarih o partiyi iktidara taşıyan insanların
hayallerinin bittiği tarihtir. Hiç bir şey değişmemiştir. Ondan önceki
iktidarlarla, o iktidarın arasında Müslümanlara vaat edilen beklentiler
açısından hiç bir fark yoktur.
Değişen bir tek şey vardır; bu iktidardan sonra artık toplantılarda tekbir
çekilmeyecek alkış yapılacaktır. Şalvar giyenler şalvarını çıkaracak, sakal
bırakanlar sakallarını kesecek, çarşaf giyenler de çarşaflarını çıkaracaktır.
Değişmeyen bir şey daha var o da Hocamızın söylemleri. Mübarek 1970’ te ne
söylediyse 2010 da da onları söylüyordu. "Avrupalının tuvaleti
bilmediğini, yüzünü lavabonun deliğini kapatarak aynı suyla yıkadığını,
yıkanmadıklarını, Goethe'nin bile seneden seneye yıkandığını" söylüyordu hâlâ
hocamız kendisini dinlemeye gelenlere. (Nisan 2010 Berlin)
Buna mukabil Müslümanların o çağlarda, sıfırı bulduklarını, Cebir’i
bulduklarını, Astronomide fevkalade yollar kat ettiklerini anlatarak o günün
Müslümanlarının Avrupalıdan ne kadar ilerde olduklarını 2010 yılında Avrupa'da
yaşayan dinleyicilerine anlatıyordu. Hocamızın kırk yıldan beri anlattığı bu
bilgiler elbette doğruydu.
Ancak doğru olmayan bir şey var, o da Hocamızın Avrupalıları tarihe mahkûm
ederken, günümüz Müslümanlarını provoke etmesidir, bu yapılan doğru değildir.
Doğrusunu isterseniz, Avrupa'da yaşayan bu insanlara Avrupalıları hedef
göstermek hocamıza hiç yakışmadı.
Sonra Avrupalılar, tarihlerinde ne varsa onu inkâr etmiyorlar. Hatta Hocamızın
da söylediği gibi müzelerde geçmişlerini teşhir etmekten çekinmiyorlar. Biz
eskiden böyleymişiz diyebiliyorlar.
Peki, o sıfırı bulan, Cebir’i bulan Müslümanların torunları bu gün ne
durumdadırlar. Bu günün Müslümanının hangi artı değerin altında imzası vardır?
Sıfır ve Cebir gibi ilimleri bulan o Müslümanların varisleri neden bugünkü
teknik seviyeyi yakalayamadılar. Sıfırı Müslümanlardan alan Avrupalılar sıfır
sayesinde bugünkü teknik seviyeyi yakalarken o varisler ne ile meşgul oluyordu?
Tuvaleti Müslümanlardan alan, yıkanmayı Müslümanlardan öğrenen Avrupalının
dört odalı evlerinde bugün iki tuvalet ve iki banyo bulunuyor. Umuma açık olan
tuvaletleri bile pırıl pırıl oluyor Avrupalının. Ama tuvaleti Avrupalılara
öğreten Müslümanların camilerindeki tuvaletlerine pislikten, kokudan
girilmiyor. Umuma açık olan yerlerde ki tuvaletleri ise hiç sormayın.
Geçmişle övünmek elbette güzeldir. Gururumuzu kabartır. Kendimize olan
güveni artırır. Ancak geçmişin güzelliği o insanların güzelliği ile ilgilidir.
Orada kalır.
Bizi ilgilendirmesi gereken bizim güzelliğimiz olmalıdır. Dünya insanlığına
mal olmuş hangi başarılı projenin altında günümüz Müslümanlarının imzası
vardır? Günümüz Müslümanlarının dünya çapında yetiştirdiği kaç tane ilim adamı
vardır?
Hangi Müslümanın Müslümanlığı, bu günün insanına örnek olarak
gösterilebilir güzelliktedir. 50 seneden beri Avrupa'da yaşayan Müslümanların
yaşantısının, kendilerine örnek teşkil etmesinden dolayı kaç tane Avrupalı,
sırf bu yüzden İslâm'ı din olarak seçmiştir?
Hocamızın cemaatinde parmakla gösterilebilecek kaç tane örnek Müslüman
vardır: İnsani davranışlarda örnek, ticaret ahlakında örnek, aile yapısında
örnek, konuşmasında örnek, paylaşımcılıkta örnek, ilimde örnek, güzel
sanatlarda örnek, insan haklarına saygılı olmakta örnek, kaç tane Müslüman
vardır o cemaattin içinde?
Liderler ve toplum mühendisleri, öncelikle kendi mensuplarının arasında
adaleti sağlamalıdır. Kendi içlerinde ki eksiklikleri gidermelidir. Söylemleri
İslâm'ın güzelliğine yakışır güzellikte olmalıdır. Müslüman Liderlerin
söylediği:
"Gidin Firavuna anlatın, ama en güzel şekilde anlatın" ilahi
buyruğuyla paralellik arz etmelidir.
"Onların putlarına küfretmeyin ki, sizin İlahınıza
küfretmesinler" uyarısına ters düşmemelidir.
"Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten ayırmasın" anlayışına
uygun olmalıdır.
"Birbirinizin ayıplarını araştırmayın" , "Birbirinizi kötü
lakaplarla da çağırmayın" uyarısına muhalif olmamalıdır. Yoksa
inandırıcılığınız kaybolur.
Bir tüccarın kârı yüzde otuz altıdan yüzde iki buçuğa düşmüşse, ya malı
kötüdür, ya da malını pazarlayanlar beceriksizdir. Kaliteli mal her zaman alıcı bulur ve o mal
her zaman aranan maldır ve piyasası da vardır.
Geriye dönüp baktığım zaman yaşananlar filim şeridi gibi geçiriyor gözümün
önünden. Tekrar yaşıyorum o günleri. Geride kalan o kocaman kırk yılı.
Bu süre içinde; Büyük Doğu Nesli kaybolmuş. Sakarya yüz üstü bırakılmış.
Asımın nesli tırpanlanmış, paramparça olmuş, lime lime doğramışlar onun
idealini beceriksiz siyaset tacirleri. Şimdi Asım, bu kırk yılın hesabını
kimden soracak sevgili Hocam...?
Genel merkeze Üniversiteliler başkanı olarak gittim
Berlin’e geldiğim günden beri bir mücadelenin içine
girdim. İnandığım doğruları söyledim, söylemekle kalmadım hayata geçirilmesi
için de mücadele ettim. Yalakalık yapmadım, sallabaşı al maaşı düşüncesiyle
hareket etmedim. Benim aldığım teşkilat terbiyesi böyle yapmamı gerektiriyordu.
15 yaşında MTTB Denizli Şubesi’nde tanıştığım ve değer verdiğim davamın
öğretisi böyleydi.
Benim Berlin’de yaptığım mücadele, o günlerde
başlattığımız mücadeleydi. Sakarya’yı ayağa kaldırma mücadelesi. Sakal bırakmakla,
şalvar giymekle, tespih çekmekle Sakarya’nın ayağa kalkması mümkün
değildi. Bid’at ve Hurafelerden beslenen
bir nesil Sakarya’yı ayağa kaldıramazdı. Kravatlıları camiye sokmamakla, şapka
ve fötr kesmekle, hakka hukuğa riayet etmemeyi sünnet haline getirip onunla
övünmekle, Sakarya’yı ayağa kaldırmak
mümkün olamazdı. Atatürk’e, devlet erkine küfretmekle Sakarya ayağa kalkamazdı.
Ben Berlin’de Sakarya’yı sürünmeye mahkûm edenlerle, bilerek
veya bilmeyerek onlarla birlikte olanlarla mücadele ettim. Yol kesicilerin
yolunu kestim. Rahatsız oldular, rahatsızlıklarını bana ve benim gibi hocalara zulmederek
açık ettiler. Ben de hissediyordum ki, bundan ilerisi yoktu, suyun başındakiler
beni susuz bırakmaya kararlıydılar, bunu hissediyordum, birinci raunt zaten
oynanmıştı. Hakem kararıyla mağlup ilan edilmiştim. İkinci kez ringlere tekrar
döndüm ama, yine hakem kararıyla her an minder dışına çıkarılabilirdim.
Çünkü, bahisçiler başka başka atlara oynamışlardı. Kimisi
milletvekili atına oynamıştı, kimisi bölge başkanlığı atına, kimisi kazan kazan
atına oynamıştı.
Bodrum duvarının altında kalan Haldun Algan Bölge
başkanlığından alınmış, yerine Mahmut Gül atanmıştı. İyi niyetliydi, duruma
göre vicdanının sesini de dinleyebilen birisiydi, ancak kendi başına göbeğinin
bağını kesebilecek yeteneğe ve birikime sahip olmadığı için, Nail ve Haldun’dan
bağımsız kararlar alamıyordu. Haldun’da kuyruk acısı, bende de ihanet acısı vardı.
Bundan sonra Teşkilat içinde yapabileceklerim sınırlı görünüyordu. İnsan
güçlendikçe düşmanları çoğalmaya başlarmış, benimki de öyle oldu. Ben geleceğimle ilgili endişeli günler yaşarken;
bir gün Genel Merkez’den telefon geldi, Ali Yüksel var telefonun öbür ucunda.
Köln’e davet ediliyordum. Temel’in hikâyesi geldi aklıma. Hikâye şöyle: Bir gün
Temel kapı eşiğinden dışarıya adımını atar atmaz kayar ve sırt üstü yere düşer.
Muz kabuğunun üzerine basmıştır. Ertesi gün düşme korkusuyla dikkatli bir
şekilde adımını atmıştır dışarıya, düşmesine düşmemiştir ama, yolun öbür tarafında bir muz kabuğu görmüştür
ve “Bugün de düşeceğiz herhalde.” demiş.
Ben de Temel gibi düşündüm ama yine de davete icabet
ettim. Ali Yüksel’in odasındayız. Asım Genç (Abdullah Gencer) Milletvekili
adayı olmuş Konya’dan, ondan boşalan koltuğa ben oturacakmışım. Üniversiteliler
başkanlığı koltuğuna: Çünkü, Berlin’de gençlerle yaptığım çalışmalar çok
verimliymiş, bu çalışmalar Avrupa’nın her bölgesine yayılmalıymış v.b. Sanki
bir sene önce beni Milli Görüşçü değilsin diye görevden alanlar bunlar değilmiş
gibi...
Detayları üzerinde konuştuk ve anlaştık Ali Yüksel’le, el
sıkıştrık ve 15 gün sonra göreve başlamak üzere ayrıldım Köln’den. Kararlaştırıldığı
gibi iki hafta sonra Köln’deyim. Çocuklarım Berlin’de kaldı, ev bulur bulmaz
onları da yanıma alacaktım, gurbet içinde gurbet yaşamak olmazdı...
Haftaya Köln’de buluşmak üzere…
Ancak Berlin’de neler yapmıştım onları kısaca
hatırlayalım. Çünkü, Köln’de kaldığım yerden devam edeceğim:
1-Üçten dokuza boş ol boş ol bo şol demekle hanım boşanamaz.
Erkeğin eşini boşama yetkisi yoktur. Kur’an böyle bir boşamaya cevaz vermez. Boşama
yetkisi kamu otoritesinindir, dedim ve bu konuda mağdur olmuş olanların elinden
tuttum.
2-Allah birden fazla eşle evli olmayı neredeyse yasaklamıştır,
ancak bu yasak olağan üstü durumlarda ruhsatlarla yumuşatılmıştır. Bu konuda
yetkili makam kamu otoritesidir. Şahıslar kamu otoritesine rağmen birden fazla
eşle evlenemezler.
3-Ehl-i Kitab’ın kestiği et yenir, Avrupa ülkeleri de
Ehl-i Kitap olduğu için kestikleri helaldir.
4-Bugün, bankaların verdiği enflasyonun altındaki faiz
Allah’ın haram kıldığı faiz değildir, faiz enflasyonun üstündeki makul olmayan artışlara
denir.
5-Müzik haram değildir, haram olan insanların müzik
eşliğinde yaptıkları icraatlarıdır.
6-Ehl-i Kitap bir kızla Müslüman bir erkek
evlenilebileceği gibi, Ehl-i Kitap bir erkekle Müslüman bir kız da evlenebilir.
7-Bilardo, satranç, tavla gibi oyunların oynanması haram
değildir. Haram olan kumardır, şans oyunlarıdır.
8-Sakal, sarık ve şalvar Arap örfüdür, bunlar İslam’ın
getirdiği şeyler değildir. Kravat takmakla, şapka giymekle Müslüman küfre
girmez.
Devam edecek