18 Aralık 2016 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (Vl/6)




-Bizler Avrupa’nın göbeğinde bodrum(kela) kapılarına duvarlar örerken S.S.C.B. lideri Mihail Gorbaçov Berlin Duvarı’nı yıkmakla meşguldü. Glasnost- Perestroika.


 İslâm Koleji(1989)

A.M.G.T. Berlin Bölgesi teşkilatlanma başkanıyım. Devlet okullarında, spor dersleri ve yüzme dersleri sıkıntı yaratıyor diye şikâyetler geliyormuş Milli Görüş Bölge Başkanlığı’na. Haldun konuyu icraya taşıdı. “Velilerin okul müdürlüklerine dilekçeler yazmalarını sağlayalım, Müslümanların kız çocuklarının spor ve yüzme derslerinden muaf tutulmalarını isteyelim, isteyen velilere de İslâm Federasyonu belge versin. Hukukçularla görüşelim ve örnek bir belge hazırlayalım.” dedi. Söylenenler yapıldı, ancak sorun tamamen çözülemedi.
Toplantılardan birinde özel lise açılması gündeme geldi. Sıkıntı liselerde okuyan kız öğrenciler içindi. Özel lise açılırsa kısman de olsa problem çözülmüş olurdu. Aylarca tartışıldı konu. Özel lise (Gymnasium) açılacaktı. Haldun’un Hanımı, baldızı, kardeşi Ahmet bu işle ilgili gerekli çalışmaları yapmak üzere görevlendirildi.
Görevli heyet adına Haldun çalışmaların seyriyle ilgili bilgiyi her hafta icra kuruluna açıklıyordu. Bizler özel lise açılacak diye beklerken, özel ilkokul açılmış. Niçin alınan karara uyulmadığı soruldu Haldun’a, cevap enteresandı; ‘tamamen hanımların isteği. Ben de son anda haberdar oldum.’ Dedi. Sanki her hafta icraya bilgiyi başkası veriyormuş gibi.
Yapacak bir şey yoktu. Haldun yapacağını yapmıştı. ‘Ben başkanım istediğimi yaparım. Sizin aldığınız karar beni ilgilendirmez.’ der gibi. ‘Baş başa bağlıdır, baş da şeriata.’ Slogan bu. Ne yapalım, olan olmuştur. Özel bir ilkokul açılması bile teşkilat için önemli bir adımdır denildi ve İslâm Koleji açıldı. Ancak, bu kolejin Berlin’in bütün ilçelerinde şubeleri açılacaktı, hedef böyle kondu. Bugüne kadar bir tane de olsa şube açılamadı. Yıl 2016. Belki ileride açılır.
Bu kolej Algan ailesinin ve Yahya Schulzke’nin başarısıdır. Haklarını teslim etmek gerekir. “Yiğidi öldür ama hakkını yeme” demişler.
İslâm Koleji adı, Berlin’de yaşayan bazı grupları ürküttü. Kolejin kapatılması için resmi makamlara baskılar yapıldı, Türk kökenli Eyalet milletvekili Özcan Mutlu okulun bahçesine kadar gelip basın toplantıları düzenledi. Bilhassa Türkçe basılan gazeteler kolejin açılmasını hiç hazmedemediler. Cemaatin provoke edilmesi için ne yapılması gerekiyorsa yaptılar. Teşkilat cemaatleri sağduyulu davranmaya davet etti, böylece taşkınlıklar önlendi ve Allah’ın izniyle şer odakları amaçlarına ulaşamadılar. Kolej bugün (2016) A.M.G.T.’ nin önemli bir kurumu olarak tedrisatına devam etmektedir. Cemaatin işine yaramasa da.

Almanya Türk televizyonu (TFD)

İkinci bir kurumun temelinin atılması teklifi, Nevzat Özpelitoğlu’ndan geldi. Milli Görüş Teşkilatları televizyon yayıncılığı da yapabilirdi. Berlin yasaları bu konuda müsaitti. TD1, BTT ve ATT gibi Türkçe yayın yapan yerel televizyon kanalları vardı Berlin’de. Tartışıldı uzun uzun. Leh ve aleyhte söz alanlar oldu. Sonunda Haldun verdi kararını: ‘Televizyona karşı olan bir teşkilat televizyon kuramaz.’
Milli Görüş Teşkilatlarında kural şöyledir; başkan yönetim kuruluyla istişare eder ve sonunda kararı kendisi verir. Kur’an’a ve Sünnet’e dayanmayan bir karardır bu. İslâm soslu bir karar. Ama karardır, neden ve niçin soruları sorulmadan itaat edilecektir.  ‘Baş başa, baş da şeriata bağlıdır’ anlayışı yani. Bize kulağımızın üstüne yatmak düştü. Aradan bir hayli zaman geçmişti ki; televizyon kurma meselesini bu sefer de Adil Avaz gündeme getirdi. Benim ATT Televizyonu’nda yaptığım programların da etkisiyle olacak ki, teklif, tek gündem maddesi olarak yeniden tartışmaya açıldı. Yönetim kurulu üyeleri fikirlerini beyan ettiler, televizyona karşı olan Haldun bu sefer o kadar keskin değildi. Keskin sirke misali küpüne zarar verdiğinin farkındaydı anlaşılan.  ‘Madem böyle bir imkân var onu değerlendirelim.’ dedi. Muzaffer Şahin ile Yılmaz Gün’e yetki verildi. Bu iki delikanlı, birkaç ay sonra icra kuruluna geldiler ve televizyon yayını ile ilgili olumsuz sonuç bildirdiler.

Hazır alınmış bir karar varken, Haldun’dan yetki istedim. Televizyonu ben kuracağım dedim, Haldun haklı olarak güldü, “Sen mi kuracaksın?” “Evet” dedim. Gülüştüler. Dil bilmediğim içindi bu gülüşmeler. Ben ısrarcı olunca Haldun, ‘peki buyur öyleyse, kur da görelim’ dedi…

Vakit geçirmeden kadromu kurdum. Zeki Bina(Allah rahmet eylesin) ve Hasan Akyol benimle birlikte çalışmayı kabul ettiler. Besmeleyi çektik ve kolları sıvadık. Önce bir Avukat bulduk, CDU Partisi’ne mensup bir avukat Milletvekili varmış Kurfürstendamm’da,  Erkan Dilek tavsiye etti. Önce ona gittik, ne yapmak istediğimizi anlattık. O’nun tavsiyeleri doğrultusunda bir yayın şirketi kurduk, eşit miktarda sermaye koyduk şirkete. Yayın politikamızı belirledik, haftalık yayın akışı hazırladık…, Ve 3 ay gibi kısa bir süre sonra yayın hakkını aldık. Artık bir televizyon yayın kanalımız vardı. Günde bir saat yayın yapabilirdik. Olsun, şimdilik o da yeterdi, ilerde saatleri çoğaltmak mümkündü. Yayın hakkını aldık almasına da içimizde yayıncı yoktu. Zeki uçak mühendisi, Hasan şirket yöneticisi ve ben İlahiyatçı. Yayını kim yapacaktı ve bu yayın nasıl yapılacaktı? Yayın için gerekli olan araç ve gereçler de yoktu.

TFD televizyonu kuruldu (1989)

İcra kurulunda konu tartışıldı; Genel yayın yönetmenliği için Nevzat Özpelitoğlu, Enes Hoca (Rafet Kay) ve Adil Avaz aday gösterildi. Haldun herkesi dinledikten sonra kararını verdi; “Televizyonun başına Hüdaverdi Hoca geçecektir.” Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim, hayırlı olsun, Allah utandırmasın dualarıyla toplantı sona erdi. Okul ne olacaktı, Okulun yeni müdürü kim olacaktı, bunlar konuşulmadı bile.  Ben İslâmî İlimler Okulu’nun müdürlüğünden ve Teşkilatlanma başkanlığından alınmış ve TFD Televizyonu’nun Genel Yayın Yönetmenliği ’ne getirilmiştim. Vakit geçirilmeden hemen yayına başlanacaktı. Bir aylık hazırlık süresi istedim ama kabul edilmedi. Deniz Olcayto (Allah rahmet eylesin) ile önceden kurulmuş bir yayın ortaklığımız vardı. Anlaşılamadığı için bu ortaklık sonlandırılmıştı. O ortaklıktan kalan yayın aletlerinden bir kısmı stüdyodaydı. En önemlisi kamera yoktu, gittik bir WHS kamera aldık ve başladık çekime. Deniz Olcayto’nun yanında yaptığım asistanlık tecrübesi işime yaradı.

O günlerde eşim Urban Hastanesinde yatıyor, üçüncü çocuğumuza hamile. Ben yayın telaşıyla uğraşırken hanımın hastanede olduğunu unutmuşum, akşam geç vakitte eve geldim. Baktım hanım yok evde. Hastanede olduğunu hatırladım, o saatte hastaneye de almazlar. Hay Allah! Çaresiz bekledim sabahı ve erkenden damladım hastaneye, doğum olmuş ve nur topu gibi bir kız çocuğu dünyaya getirmiş eşim. Özür diledim, af diledim eşimden ama affedilecek gibi bir hata değildi bu benim yaptığım. Hastanede hanım unutulur muydu, unutulursa, unutan affedilir miydi? Edilmezdi elbet…
Anlayışlı bir kadındır benim eşim. Çocukluk aşkımdır. Ne badireler atlattık biz onunla o güne gelinceye kadar. Bunu da atlatırız diye düşünürken üzüntümü sevince dönüştürecek olan bir ses işittim. Kızımızın adını ne koyalım? Önceden kararlaştırmıştık zaten ismi. Sorunun sorulma amacı belliydi; aradaki buzların eritilmesi isteniyordu. 2 Ekim 1989. Çocuk sayısı üç olmuştu, 2 oğlan bir de kız. Adını Dilruba Hayrunnisa koyduk. Kadınların en hayırlısı demek. Şimdi o Goethe Üniversitesi’nde Mastır yapıyor, bir dönemi kaldı. Niyeti doktora yapmak (2016). Allah niyetine göre versin. Gelişiyle bizi çok sevindirdi ama şimdilerde o ağabeyi ile birlikte çok uzaklarda ve bizler onların hasretiyle yanıyoruz.

TFD Televizyonu yayına başladı

İlk yayınımı yapacağım. Dikkat çeken bir program yayınlayayım istedim ama imkânsızlıklar yüzünden bu tam olarak mümkün olmadı. Yayın jeneriğinden sonra önce Almanya Türk Televizyonu’nu(TFD) (Türkisches Fernsehen in Deutschland) niçin kurduğumuzu anlattım. Yayın akışı içinde müzik olarak Bülent Ersoy’dan bir şarkı yayınladım, haberler ve yorumlar derken bir saati doldurduk. Hasan Hüseyin Duranel kaseti aldığı gibi koşarak Voltastr.deki yayın merkezine götürdü. Bizler stüdyoda yayınımızı seyretmek için vaziyet almış durumdayız. Yayın bitti. Fena da olmamıştı. Yayından sonra ilk telefon çaldı. Teşekkür edecekler diye heyecanla ahizeyi kulağıma götürdüm ve buyurun efendim, TFD televizyonu, ben Genel Yayın Yönetmeni Rüştü Kam. Selam bile vermeden bodoslama girdi adam, başladı bombardımana. Bülent Ersoy’u nasıl yayınlarsın, nasıl hocasın sen... Ahizeyi koydum yerine ve çuval misali sandalyemin üzerine yığıldım kaldım. İkinci ve sonraki telefonları açamadık, cesaretimiz kırılmıştı bir kere. Belki tebrik telefonlarıyla moralimiz düzelebilirdi de…

Yayıncılık kolay bir meslek değildi, teknik açıdan zor olduğu gibi, programcılık açısından da kolay değildi. Pratik bilgiler almam gerekiyordu. Teşkilat yöneticileriyle arasında sıkıntı olmasına rağmen, Deniz Olcayto’ya gittim. O TRT den ayrılmış bir televizyoncuydu. Onunla çok iyi anlaşırdık. Derdimi anlattım ona, hayır demedi, hemen başlayabilirdik çalışmaya. Dünya görüşlerimiz farklıydı ama birbirimize karşı şeffaftık. Gizli kapaklı konuşmalarımız olmazdı. Birbirimize güvenirdik. Uzun süre ATT Televizyonunda dini sohbetler programı yapmamın temelinde o güven vardı. 6 ay kadar ondan yayıncılık dersi aldım. Kamera nasıl kullanılır, haber nasıl okunur, moderatör nelere dikkat etmelidir, montaj nasıl yapılır, reklam nasıl seslendirilir vb.
Zamanla işi kavradım ve oldum ben televizyoncu. Adım tek kişilik orduya çıktı. Sadık Albayrak gazetesinde bu başlıkla tanıtmıştı televizyonu okuyucusuna. Benden başka personel yoktu çünkü. Bir ay içinde kadromu kurdum. Hasan Hüseyin Duranel, Adem Tanrıseven, Mustafa Yücel(Allah şifalar versin) Şevki Karasu, İsmail Yetiş, Ahmet Sezgin ve Hakan Yıldırım. Ekip tamam. Ancak hiç birisinin yayıncılıkla gazetecilikle ilgisi yoktu. Herkes işini ibadet aşkıyla yapıyordu ve de her işi yapıyordu.
Müzik yayınını yerel sanatçılarla kapatıyorduk, Aşık Kemteri (İbrahim Alkan ve eşi Aslıhan Hanım) ve Ümit Akkaya sanki kadrolu elemanımız gibi çalışırlardı.

1980 Darbesi’nden sonra, Milli Görüş, Ülkü Ocakları ve Sosyal demokratlar başta olmak üzere her eğilimin temsilcisini TFD Stüdyosu’nda bir araya getirdim ve onlarla açık oturumlar yaptım. Hamdi İlhan (A.M.G.T), Hamza Yanılmaz (MHP), Kenan Kolat(Sosyal demokrat)), Osman Bayrak(MHP), Ahmet İyidirli (HDB)değişmez konuklarımdı.
Yayınlarımız halk nazarında kabul edilmeye başlayınca reklam da almaya başlamıştık. Bolu GmbH ilk reklam müşterimdi. Rıfat Kazancı cömert bir iş adamıdır. Reklam fiyatı olarak üst sınırdan ödeme yapıyordu, ‘Televizyonu desteklemek lazımdır.’ diyordu. Öte taraftan ‘Biz Milli Görüş’ün camilerine aidat ödüyoruz diye reklam parası alamadığımız iş adamları da yok değildi.

Televizyon herkese açıktı

Türkiye’den gelen siyasilerle söyleşiler yapıyordum. Berlin’de hizmet veren dini cemaatlere ekranı açtım. Süleymancısı da, DİTİB’ cisi de, Nurcusu da, Tarikatçısı da, Ülkücüsü de, Milli Görüşçüsü de televizyonda kendisine yer bulabiliyordu. Bir anda Berlin’de o bir saatlik yayınla gündem oluşturmaya başladık. Haldun, Nail ve Mahmut bu cemaatlerin televizyonda program yapmalarını istemiyorlardı. Rekabet meselesi. Sadece Milli Görüş anlatılmalıydı ve sadece Milli Görüş hocaları konuşmalıydı televizyonda.
Bayram mesajları da yayınlıyorduk. Beşer dakikalık mesajlardı bunlar. Önce konsolosun mesajını, arkasından Milli Görüş’ün ve hemen sonra da İslâm Federasyonu’nun mesajını yayınladım. Yayından sonra Nail Dural telefondaydı, ‘Teşekkür ederim güzel olmuş.’ diye bekliyorum, ‘Ben İslam Federasyonu başkanıyım, bu televizyonu biz finanse ediyoruz, sen nasıl olur da beni üçüncü sırada yayınlarsın... Arkasından Haldun Algan, “yarın yayını tekrar edeceksin,  önce Nail Hoca’yı yayınlayacaksın, sonra da diğerlerini…” Ben onlara benden böyle bir isteklerinin olamayacağını, protokol gereği yayının doğru olduğunu anlatmaya çalıştım. Çalışmasına çalıştım da anlayan olmadı. İsteklerinin yerine getirilmemesi onları oldukça tedirgin etmişti…

Müzik haramdır anlayışı

Bölge toplantılarında müzik programlarımız “müzik haramdır anlayışıyla” hep tenkit edildi. Diğer dini cemaatlere, solculara, ülkücülere ekranı açmam, Bolu GmbH ve Ankara Diskont gibi marketlerin helal et reklamları yapmam tenkit ediliyordu. Haldun ve Nail’in ise bu yayınlar hiç hoşlarına gitmiyordu. Nail’e göre helal et satan tek kasap Elif Restoran’dı, diğerlerinin eti haramdı(1989). Yapılan bu tenkitler cemaati provoke ediyordu. Televizyonun yayına başlamasından sonraki ilk aylarda bilhassa akşamları tek başıma sokağa çıkmamaya dikkat ediyordum.
Bir gün Yakup Taşçı birkaç müridiyle birlikte stüdyoya geldiler, amaçlarının ziyaret olmadığı her hallerinden belliydi, baskın verdiler desek daha doğru olacaktır. Müritlerinin yanında horoz gibi kabararak peşrev çekişinden anlaşılıyordu gayelerinin ne olduğu. Sırıtarak televizyon logosunun yanına geldi ve logoyu işaret ederek, “bu logonun altında şarkı türkü yayını yapamazsın, Alevileri ise televizyona hiç çıkaramazsın” diyerek meydan okudu ve gitti. Müritleri camide Yakup hocanın bu asil(!) davranışını, bire beş katarak anlatacaklardı, onlarla birlikte gelişinin sebebi bu olmalıydı. Oysa Yakup Taşçı, evinde saz çalan bir hocaydı, demek ki evde saz çalmak haram dairesinin dışında kalıyordu...

Stüdyoda olmadığım zamanlarda yayın sorumluluğunu Şevki Karasu’ya devrederdim. Şevki bir gün yayına, sözleri Kazak Abdal’a ait olan bir deyiş koymuş. Sözleri anlamlı, ancak dinleyiciler sözlerini yanlış anlamışlar. Sonradan öğrendiğimize göre bazıları da özellikle kışkırtılmış. Sözleri şöyle:
“Eşeği saldım çayıra/ Otlaya karnın doyura/ Gördüğü düşü hayra/ Yoranın da avradını/ Münkir münafıkın soyu/ Yıktı harap etti köyü/ Mezarına bir tas suyu/ Dökenin de avradını/ Derince kazın kuyusun/ İnim inim inilesin/ Kefen dikmeye iğnesin/ Verenin de avradını/ Dağdan tahta indirenin/ Iskatına oturanın/ Hizmetini bitiren/ İmamın da avradını/ Müfsidin bir de gammazın/ Malı vardır da yemezin/ İkisin meyyit namazın/ Kılanın da avradını/ Kazak abdal nutk eyledi/ Cümle halkı dahleyledi/ Sorarlarsa kim söyledi/ Soranın da avradını...”

Vakıf’ta bölge toplantısı yapılıyor, her zaman olduğu gibi konu yine TFD Televizyonu’na geldi ve içi küfürlerle dolu bir türkü yayınladığım söylendi. Çizmeyi aşmaya başladığım da ayrıca ilave edildi. Onların anlayışlarına göre Kazak Abdal onlara küfrediyordu. Şevki, ‘Hüdaverdi Hoca yayınlamadı o türküyü ben yayınladım’ dese de. Durumdan vazife çıkaran sarı sakallı bir hacı bu sefer de döndü  “Şevki Karasu’ya, verdi veriştirdi. Neyse ki Haldun olaya el koydu ve sükûnet sağlandı da linç edilmekten kurtulduk…
Baktım işler büyüyecek, hiç yoktan insanlar birbirlerine girecek, Haldun’a teklif ettim, gündemi müzik olan bir hocalar toplantısı yapalım, bu toplantıda müziğin din açısından değerlendirmesi yapılsın, fetvası verilsin. Aslında o da rahatsızdı bu dedikodulardan, teklifimi hemen kabul etti.

Müzik haram mıdır yoksa helal midir?

‘Bu pazar Toplu Namaz Spandau Yeni Camii’nde kılınacak, orada toplanalım namazdan sonra.’ Toplantıda; Nail Dural, Abdullah İşler, Yakup Taşçı, Hidayet Kaya, Rafet Kay, Haldun Algan, Mahmut Gül hazır bulundular. Ben bu toplantının niçin yapıldığını açıkladım, bu konuda duyarlı davrandığı için Haldun’a teşekkür ettim ve hemen konuyu tartışmaya açtım. Herkes fikrini söyledi, uzunca bir süre tartışıldı. Ve o toplantıdan müziğin haram olduğu fetvası çıktı. Malumun ilamı oldu. Böylece benim televizyonda müzik yayınlamam da yasaklanmış oldu. Kendi ipimle çalıya dolanmış oldum. Kararlarına saygı duyduğumu açıkladım, teşekkür ettim. Ancak verilen bu fetvanın gerekçesiyle birlikte yazılı metin haline getirilmesini ve burada bulunan hocalar ve yöneticiler tarafından imzalanarak tarafıma verilmesini istedim. Sadece sözlü olarak verilen bu fetva ile amel etmeyeceğimi ve gerekçesi yazılı olan fetva gelinceye kadar müzik yayınına devam edeceğimi söyledim. İslâm Federasyonu başkanı Nail Dural yüksek perdeden, o her zamanki meydan okuyan tavrıyla, ‘Merak etme sen, bir hafta içinde fetva elinde olacaktır!’ dedi. Nail Dural Gurur abidesi bir adamdı.
Bizler Avrupa’nın göbeğinde müzik helal midir- haram mıdır diye tartışırken Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov Berlin Duvarı’nı yıkmakla meşguldü(1989). Ve Berlin Duvarı yıkıldı. İki Almanya birleşti. Bana söz verilen o fetva ise halen gelmedi (2016).

TFD televizyonundaki görevime son verildi

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra, Türk Cumhuriyetleri’ne seferler düzenlenmeye başlandı. Ben de hayal kuruyorum, gitsem ve oralarda belgesel çekip yayınlasam diye.
Bir gün Haldun Algan beni Genel Merkez’den çağırdıklarını söyledi. Mahmut Gül ile birlikte onlar da gideceklerdi, hep beraber gidebilirdik. Bu davete sevindim, demek ki hayallerim gerçekleşecekti. Semerkant, Kaşgar, Taşkent, Yesi ve Buhara. Müslümanların medeniyetler kurduğu şehirler oralar. Dünya medeniyetlerine yön veren İslâm Âlimleri oralarda yetiştiler. Uluğ bey, İmam Mâturidî, İmam Buhari,  Ahmet Yesevi vd ’nin hayallerini kuruyorum. Oralarda neleri çekmem gerektiğiyle ilgili kısa bir ön hazırlık da yaptım ve dosyayı aldım koltuğumun altına ver elini Köln... Belirtilen saatte salonda hazır olduk.

AMGT Genel Başkanı Osman Yumakoğulları ( Allah rahmet eylesin), Genel Sekreter Ali Yüksel, Haldun Algan, Mahmut Gül ve ben toplantı salonundayız. Osman Yumakoğulları başladı söze ve kafasını sallaya sallaya, heyecanlı bir şekilde; “ Hüdaverdi Hoca, seni televizyondaki görevinden alıyorum, çünkü Milli Görüş’ün politikasına uygun olmayan yayınlar yapıyorsun. Bundan sonra Milli Görüş’ün hiçbir kurumunda görev de alamayacaksın, toplantı bitmiştir.” 
Şoke oldum. Savunma hakkı istedim vermediler. Haldun ile Mahmut’a baktım kafalarını yere gömdüler. Anladım ki, iş onların başının altından çıkmış ve bana sorduğum halde bir tek kelime söylemediler 7 saat süren yolculuk sırasında. Başka bir yerde görev de alamayacaktım, tazminat da yoktu, mehil süresi, mühlet de. Ne hayallerle gelmiştim o salona. Ne umdum ne buldum. Tam bir şok. Veyl olsun o zalimlere…

Bir ara, o uygun olmayan yayınların hangi yayınlar olduğunu sordum Osman Yumakoğulları’na, arşiv tuttuğumuz için o yayını birlikte seyredebileceğimizi de söyledim. Yumakoğulları, bu soruma cevap vermek zorunda olmadığını söyledi. Seyredenler etmiş, rapor verenler vermişti. Adil Düzen’in savunucuları tarafından, adil (!) bir şekilde yargılanarak görevimden uzaklaştırılıvermiştim. Yapılacak bir şey yoktu. Şeriatın(!) kestiği parmak acımaz derlerdi de inanırdım, inanmamak gerekmiş…

Çıktım salondan, sersem tavuk gibiyim. Bir ara gözüm Haldun’a ilişti. Ne zaman döneceğimizi sordum; ‘Acelen varsa sen gidebilirsin, bizim daha işimiz var.’ dedi. Anladım ki, beni arabalarına da almayacaklar. Trene atladım ve geldim Berlin’e. Eşime olup biteni birkaç gün anlatamadım, yol yorgunluğu nedeniyle işe gidemeyeceğimi söyledim, o kadar.



Adına “Milli Görüş” derdik biz o davanın

İsmail Köse, İslâmî İlimler Okulu’ndan televizyona atandığımda, “bu yapılan tenzil-i terfi gibi görünüyor, sakın televizyonu kabul etme, senin ayağını kaydırıyorlar, sonra pişman olursun” demişti. Bir anlam verememiştim o gün o söylenenlere, şakadır herhalde diye düşünmüştüm. Adil Düzeni savunan bir teşkilatın adaletsizlik yapabileceğini aklıma bile getirememiştim. Basiretim de kapalıydı herhalde. 15 yaşından beri elimde bayrak gibi taşıdığım, yere düşmesine asla müsaade etmediğim bir davam vardı benim. Adına “Milli Görüş derdik biz o davanın.” Gördüm ki, maalesef o davadan geriye sadece adı kalmış, haberim yokmuş benim. Bağımlı olmak böyle bir şey…

Türkiye’ye dönmeyi düşündük eşimle birlikte. Ancak, gelmişken bir ev alsak da öyle dönsek daha iyi olacaktı, hem sonra el-âlem ne derdi. Mahalle baskısı işte… Kaldım orta yerde, işsizim, ne iş yapacaktım, kim bana yardım edecekti, geceleri uykularım kaçıyordu. Çalışma Ajansı’na işsizlik parası için gerekli başvuruyu yaptım. Almanlar, Milli Görüş Teşkilatlarından daha adil davrandılar, kısa sürede işsizlik maaşı bağladılar, en azından evde çorba kaynayacaktı. Osman Yamakoğluları’nın Çalışma Ajansı’na kadar eli uzanamadı. Uzansaydı, belki oradan da kovacaktı.

Pazarcılık yapıyorum

Ben ne iş yapabilirim konusunda istişareler yapıyorum. Teklifleri değerlendiriyorum. Maaşlı eleman olarak çalışmak için uygun bir yer bulamadım. İş yapmak için sermaye de olmayınca yapacak fazla bir şey yoktu. Bir gün kapım çalındı, açtım, İsmail Koçyiğit. İslâm Federasyonu’nun muhasibi ve sekreteri (Allah rahmet eylesin). Biraz konuşabilir miyiz? dedi. Kendisi üniversite öğrencisi, aynı zamanda pazarcılık da yapıyor. Haftada dört ayrı yerde semt pazarına çıkıyormuş, pazarlarda zeytin-peynir satıyormuş. Namerde muhtaç olmadan geçinip gidiyormuş.
Kayınpederinin bir minibüsü varmış, minibüsün parasını param olduğu zaman ödeyebilirmişim. Sermayeyi ve o dört semt pazarından ikisini de verebilirmiş bana. İstersem hemen ertesi hafta işe de başlayabilirmişim. Hanımla istişare etmek için müsaade istedim. Birkaç gün sonra aradım İsmail’i, teklifini kabul ettiğimi söyledim. Çektim besmeleyi ve başladım zeytin peynir satmaya semt pazarlarında. Eve ekmek getirmeye başladım. Okul tatillerinde oğlum Hureyre’yi de götürüyordum yanımda. Onun için eğlenceli bile oluyordu. Akşam eve gelince annesine pazarda neler yaptığını anlatıyordu heyecanlı heyacanlı. Benim ise bu durum ağırıma gidiyordu. Hureyre şimdi Friebourg /İsviçre Üniversitesi’nde İlahiyat Fakültesi kurmak için çalışma yapıyor. Aynı zaman da üniversitede hocalık da yapıyor. 

Sami Aydoğdu ve Mevlâna Camii

Bir gün evin önünde arabaya mal yüklüyordum, Sami Aydoğdu geldi yanıma, selam verdi, hoş-beşten sonra: Benim böyle pazarcılık yapmamı içine sindiremediğinden bahisle, Mevlâna Camii’nde gençler için eğitim verip veremeyeceğimi sordu. O’na Milli Görüş’ün camilerinde çalışma yasağımın olduğunu hatırlattım. “Ben o konuları hallederim, sen hele bir he de.” dedi. Bir ay sonra onun tabiriyle “he” dedim ve Mevlâna Camii’nde eğitimci olarak göreve başladım. Caminin başkanı Mahmut Gül. Beni televizyondan uzaklaştıranlardan biri. Mahmut kendi başına kaldığı zamanlarda böylesine vicdanlı da olabiliyordu. Üniversite öğrencilerine ders veriyorum, aynı zamanda çocuklara ve yaşlılara da. Bir sene kadar sürdü bu görevim. Bütün öğrencilerim benden memnun, ben de öğrencilerimden.
Çocukların ve gençlerin Türkçeleri çok zayıf. Mahmut Gül ile istişare ettim konuyu. Türkçe’nin, anadilin önemini anlattım kendisine, o da kabul etti. Camiyi jaluzilerle bölerek sınıf haline getirdik. O zamanlar Alman okullarında Türkçe dersleri veren Yusuf Seçmen Hoca ile de anlaştık ve dersler başladı. Altı ay kadar devam etti. Sonra da kapattık. Sebep; veliler çocuklarını camiye Kur’an okusun, dinini öğrensin diye gönderiyorlarmış, Türkçe öğrensinler diye değil. Bu çirkin propagandanın arkasından maalesef Yakup Taşçı çıktı. Yakup Taşçı, Mevlâna Camii’nin hocası, kürsüde bile göbekten aşağıya vurmayı marifet sayan bir hoca. “Değil faiz almak vermek, banka reklamı olan bankta oturmak, banka binasının saçağının altında beklemek bile; Kâbe’nin yanında anasıyla zina yapmak gibidir.” Diyen meşhur bir hoca. Bu meşhur hocanın, sonraları Merkez Bankası’nda binlerce Euro dövizi olduğu ortaya çıktı.
Bir de Ramazan Yenidede vardı Yakup Hoca gibi, o da göbekten aşağı fıkralar anlatmakla meşhurdu. Dortmund Anadolu Camii’nin imamı. Sonra Milletvekili bile oldu.

Bodrum (Keller) Duvarının yıkılması

Televizyonda çalıştığım günlerdeydi. Bizim oturduğumuz orta bloğun bodruma açılan kapısı duvarla kapatılmış. Gözlerime mi bir şey oldu diye şöyle bir elimle vurdum, hayır doğru görüyordum, bodrumun kapısı gerçekten duvarla örülmüştü. Ev soğuk, çocuklar üşüyorlar, sobayı yakmam lazım, yakamıyorum kömür yok. Kömür bodrumda. Bodrumun da kapısı duvar. O gece sobayı yakamadığımız için soğukta uyuduk. Ertesi gün, duvarın kimin tarafından yaptırıldığını araştırdım; ‘Haldun yaptırdı.’ dediler. Haldun’u aradım, bulamadım, telefonla da ulaşamadım. Bekir Pınarbaşı’nı gönderdim Haldun’a, ‘İşime karışmayın!’ demiş ve geri göndermiş Pınarbaşı’nı. Mert, delikanlı bir adamdır Bekir Pınarbaşı, hatır için laf söylemez. Teşkilatlanma Başkanlığı’nda birlikte çalışırdık. İsmail Köse de vardı.
Milli Selamet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ömer Faruk Ekinci gelmişti, televizyonda çekim yapıyorduk, durumu ona da anlattım, “bir de ben konuşayım” dedi. Haldun ona “senin görev yerin Ankara burasına karışamazsın” demiş. Keşke ona söylemeseydim diye hayıflandım sonra. Çekim falan tamamlanmadan “Berlin’den ayrıldı. Bu durumda ben Berlin’de kalamam” dedi.

Divan toplantısı

Ben diplomatik ataklara devam ediyordum. Benim yerime teşkilatlanma başkanlığına atanan Abdurrahman Akgül’ü aradım. Durumu anlattım ona, yapabileceği bir şey olup olmadığını sordum. Divanı toplayabilirsem orada belki bir çözüm bulabiliriz dedi. Haldun Algan, Nail Dural, Mahmut Gül, Abdurrahman Akgül ve Muharrem Yıldız divan üyeleri. Toplantıda, Mahmut ve Abdurrahman ne kadar çırpınsalar da sonuç değişmiyor. Çünkü Haldun nal diyor mıh demiyor. Abdurrahman divanın kararını hemen genel merkeze iletiyor, Ali Yüksel ile görüşüyor, tavsiye ve nasihat veriyorlar Abdurrahman’a ve çözüm yok.
Son olarak Mahmut Gül’ü aradım, “sen olsan ne yapardın” dedim, ”duvarı yıkardım” dedi. Öyleyse ben de yıkmaya gidiyorum dedim ve Remzi Uçan’la birlikte duvarı yıktık ve kömürü aldık bodrumdan. Haldun’u beklemeye koyuldum, “duvarı niçin yıktın?” diye hesap sormaya gelir diye düşündüm, gelmedi. Ben herhalde hatasını anladı, utancından yanıma gelemiyor diye düşünürken, bir de baktım ki duvar tekrar örülmüş. Bu sefer kimseyi aramadan duvarı ikinci kez yıktım.
Haldun duvarın tekrar yıkıldığını duyunca,  hışımla stüdyoya geldi, kırmızı görmüş boğa gibi burnundan soluyordu. “Ben Berlin’in Emiriyim, sen kim oluyorsun da Emir’e karşı geliyorsun, haddini bilmezsen bildirirler. Ben bu duvarı tekrar yapacağım, yine yıkarsam olacaklardan en sorumlu olursun.”

Ben de aynı tonda ona; ‘Bu duvarı bir daha yaparsan Allah yarattı demem, senin oracıkta canını alırım, benim efe olduğumu unutma. Senin boksörlüğün bana sökmez…’ dedim. Bu ağız dalaşlarından sonra stüdyodan ayrıldı ve gitti. O gün duvar yapılmadı.

Ertesi gün Genel Merkez’i aradım ve Ali Yüksel’le görüştüm Haldun’un yaptıklarını anlattım ona. ‘Eğer buraya gelmezseniz, burada hoş olmayan şeyler olabilir. Onlardan da siz sorumlu olursunuz’ dedim, Haldun’un bana dediği gibi. Abdurrahman Akgül’den sonra ben de arayınca konunun ciddiyetini anlamış olmalılar ki, ertesi gün Ali Yüksel ve Hasan Özdoğan birlikte Berlin’e geldiler. Mahkeme kuruldu. Ben şikâyetimi yeniledim. Teşkilatlanma başkanı olarak Abdurrahman Akgül de dinlendi. Haldun birkaç yerde Abdurrahman’a itiraz etse de, Abdurrahman elindeki not defterinden görüştüğü saati ve yeri söyleyince sustu. Sonra da diğer kiracılar şahit olarak dinlendi. Sanık sandalyesinde Haldun vardı. Cemiyet-i Nisa’nın yöneticisi olan kadınlar da Haldun’un şahitleriydi, Hürrem Sultanlar. Muna Algan, Emel Algan, Aysun Dilek ve Seyyare Uzun.

Dinlemeler bittikten sonra, olay yerine keşfe gidildi. Haldun duvarı niçin yaptığının gerekçesini tekrar anlattı. Cemiyet-i Nisa’nın çocuk yuvasının genişlemesi lazımmış, bodrum kapısı açık kalacak şekilde genişleme yapılırsa duvar eğri görünürmüş. Duvarın düz görünmesi için bodrum kapısının tamamen kapatılması lazımmış.
Ali Yüksel’in peki kiracılar kömürü nereden alacaklar? Sorusuna, ön binanın bodrumundan girip kömürü alacaklar, sonra aynı yoldan geriye dönecekler o kadar. Söylenilen yere de bakıldı ve o işin mümkün olamayacağı anlaşılınca karar verildi: Haldun suçludur, yaptığı iş yanlıştır, kiracılara zulüm yapmıştır. Duvar örülecekse, bodrum kapısı açık kalacak şekilde örülecektir. Ancak duvarı yıkarak, kamu malına zarar verdiği için Hüdaverdi Hoca 1.000 DM. para cezası ödeyecektir.
Hürrem Sultanlar, başladılar ajitasyon yapmaya, “duvar düz olarak yapılsın, biz hocamızın kömürünü taşırız, ne olur burası teşkilatımızın tek çocuk yuvasıdır…, ” Gülünüp geçilmesi gereken itirazlardı bunlar, Ali Yüksel ve Hasan Özdoğan da öyle yaptılar, güldüler ve geçtiler.

Benim de itirazım vardı Ali Yüksel’e: “Bu ne biçim bir adalettir ki, suçsuz olduğum halde ceza bana kesiliyor?” Cevabı pozitif olmayacağı belli olan bir soruydu bu… Sadece sormuş oldum…

Ve bizim bodrum (kela) duvarının hikâyesi aldı başını gitti. Uzun süre sohbetlere konu edildi. Sohbet aralarında konu Kela Duvarı’na gelince İsmail Köse şöyle derdi ve bizler de gülüşürdük: “Dünyada iki tane duvar vardır. Birincisi Berlin Duvarıdır onu Gorbaçov yıktı, ikincisi de Kela Duvarı’dır onu da Hüdaverdi Hoca yıktı.”

Mahkemeye veriliyorum

Her ne kadar bana kamu malına zarar vermekten 1000 DM. ceza kesilse de. Haldun Algan ve Nail Dural bu durumu içlerine sindirememişler. “Baş başa, baş şeriata bağlıdır” hükmü onlar için geçerli olmadığı için, aylarca beni evden nasıl atacaklarının hesabını yapmışlar. O tartışmaların içinde bulunan Ayhan Eşgünoğlu anlattı sonradan bu Bizans oyunlarını bana.

Ben her şey oldu bitti diye rahatlamaya çalışırken, mahkemeden bir celp aldım. Şikâyetçi İslâm Federasyonu başkanı Nail Dural.” Beni mahkemeye vermiş. Gerekçe: 1985 yılından 1990 yılına kadar ev kirasını ödememişim.
Mektubu aldım doğru nail Dural’ın yanına, koydum önüne, açıklama istedim. “Ben bilmiyorum seni mahkemeye kim vermiş” dedi. Bu imza sana ait değil mi? Dedim. Sekreter hazırlıyor evrakları ve ben imzalıyorum, nereden bileceğim seni mahkemeye kimin verdiğini ”dedi.
Kalktım oradan doğru Haldun’a. Celbi ona da gösterdim,  “Ödeseydin kiranı” dedi. Siz bana maaşımı ev kirasını keserek veriyorsunuz, benim kira borcum yoktur, defterler kontrol edildiği zaman bu anlaşılacaktır, desem de olmadı. İspat etmem gerekiyordu. Elimde de makbuz olmayınca oldum ben dolandırıcı. Dört sene niçin beklediklerini, bugüne kadar kirayı niçin almadıklarını sorsam da bu çabalarım fayda vermedi.  Bana mahkemenin kararına uymak gerektiğini söyledi.
Bunun üzerine cemiyet başkanlarına olup bitenlerle ilgili bir mektup yazdım, sadece Paşa camii başkanı Hasan Atalay cevap verdi ve en azından yazdıklarımla ilgili olarak beni dinleme zahmetinde bulundu. Diğer cemiyet başkanlarından ise ses çıkmadı.

Ben yine Genel merkeze telefon etmek zorunda kaldım, olup bitenleri Ali Yüksel’e anlattım (O zaman genel sekreterdi). Ve o mektubu onlara da gönderdim. Ali Yüksel tekrar geldi Berlin’e, bu sefer yalnız gelmişti. Akşam Zeki Bina’nın evinde toplandık( Allah rahmet eylesin). Ali Yüksel, Haldun Algan, Mahmut Gül, Sami Aydoğdu, Zeki Bina ve ben.  

Olayı hazirûnun huzurunda tekrar anlattım. Haldun da anlattı. Ali Yüksel beni ispata davet etti. “Ben ispatım yok, çünkü maaşımı zaten ev kirasını keserek veriyorlardı, makbuz da vermiyorlardı” bu durumun hesap defterlerinde yazılı olması lazımdır dedim. Haldun, hesap defterini incelettiklerini ve orada öyle bir bilgiye rastlamadıklarını söyledi.
Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş derler ya; tam o sırada aklıma geldi. Bir şahidim var dinlenmesini istiyorum dedim. İsmail Koçyiğit( Allah rahmet eylesin). Federasyon’un sekreteridir, muhasibidir. Haldun o saatte İsmail’i bulamayacaklarını söyledi. Ali Yüksel ısrarcı oldu. Bu sefer yanında İsmail’in telefon numarasının olmadığını söyledi. “mutlaka istiyorsanız ben gidip evinden alıp geleyim” dedi.  Ben itiraz ettim. ‘Buradan kimsenin gidip İsmail’i alıp gelmesini istemiyorum, birilerinden telefon bulunsun ve çağrılsın dedim. Artık onlara güvenemiyordum. Neden sonra telefon numarası bulundu ve çağrıldı İsmail, geldi. Ali Yüksel, hem Haldun’un ve hem de benim ifadelerimizi ona aktardı ve sorusunu sordu. Hangisi doğru söylüyor?’ İsmail tereddüt bile etmeden, ‘Hüdaverdi Hoca’mın dediği doğrudur. Biz maaşı ev kirasını keserek ödüyoruz ve makbuz da vermiyoruz. Bunların kayıtları defterlerde de mevcuttur.’ dedi. İnanın ben ağlayacağımı da bilemedim güleceğimi de. İsmail’in boynuna atılıp sarılmak geldi içimden, bir anda sırtımdan tonlarca yük inmişti. Bana iftira atarak mahkemeye verenlerin biri İslâm Federasyonu başkanı Nail Dural, öbürü de A.M.G.T Berlin Bölge Başkanı Haldun (Aykut) Algan, sessiz kalarak onları onaylayan da Bölge başkan yardımcısı. Mahmut Gül. Hatta bana kızmıştı da, “gidip duvarı yıkarım” dediğini mahkeme heyetine niçin anlattığımın hesabını sormuştu benden.  

Mahkeme bitti. Ali Yüksel bana ‘Geçmiş olsun’ dedi. Teşekkür ettim ve bu olup bitenlerin yazılı belgesini isterim dedim. Zeki bina kendi el yazısı ile tutanağı hazırladı ve oradakilere de imzalattı. Bir isteğim daha oldu Al Yüksel’den. Bu olayı bütün dernek başkanları biliyor, benim vakfı dolandırdığımı sanıyorlar. Kendilerine bölge toplantısında öyle anlatmış bu zat-ı muhteremler(!).  Önümüzdeki bölge toplantısında bu tutanağın aynen orada okunmasını istiyorum dedim. O da kabul edildi. Önümüzdeki ilk bölge toplantısında (Burcu Düğün salonu) tutanağı okunması için Mahmut Gül’e( Mehmet Gül) verdim. Toplantının sonuna doğru oturum başkanı Nail Dural’a verecekti ve okunmasını sağlayacaktı. Tutanak okunmadı. Neden okunmadığını sordum Mahmut Gül’e, Nail Dural’ın ‘okumaya gerek yok’ dediğini söyledi. Yüksek sesle söz istedim, oturum başkanı Nail Dural ‘Toplantı kapanmıştır.’ dedi ve bana söz vermedi. Gerçek suçlunun Nail ve Haldun olduğu kararını Ali Yüksel verdi, verdi vermesine de halkın gözünde mahkûm edilen yine ben oldum. Milli Görüş Teşkilatları yöneticilerinin Bizans oyunları…

Devam edecek

10 Aralık 2016 Cumartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (V)



-Kifayetsiz Muhterisler-


Geleceğin Fatih’i

Günlerden bir gün, Muzaffer Şahin ve Battal Aslan aynı arabada Nevzat Özpelitoğlu’nun evine gidiyoruz, Kreuzberg’ten Moabit’e. Direksiyonda Nevzat var. Muzaffer Şahin sohbetin bir yerinde, Erbakan Hoca’nın Haldun için “geleceğin Fatih’i” benzetmesi yaptığını söyledi. Dedim ki Muzaffer’e, ‘Ne Fatih’i be, Haldun’dan koyun çobanı bile olmaz! Hoca onu teşvik için söylemiştir.” Bu sözüm onların üzerinde soğuk duş etkisi yaptı, kabullenemediler. Muzaffer malum tavrıyla, “Ne diyorsun sen be!” diyerek oturduğu yerden şöyle bir savruldu. Hepsi beraber Haldun’un faziletlerinden bahsetmeye başladılar, o gece sohbetin konusu değişmedi. Sonradan Haldun’un Fatih olmadığını, hatta hiçbir zaman olamayacağını anladılar, anladılar anlamasına da, zamanı geriye doğru döndürmek mümkün olmuyordu.
Aslında Haldun yaptığı şeyleri inandığı için yapıyordu. Hain olabileceğini sanmam. Mesleği mimarlık, belediyede çalışıyor, çalışkanlığına ve gayretine sözüm yoktur. Ama yaptığı işleri aklın süzgecinden geçirerek yapmayan birisi olduğu için ve bazı şahsiyetlerin söylediklerini ayet gibi kabul ettiği ve şartsız şurtsuz uygulanması gerektiğine inandığı için, çok daha vahimi aklını kullanmamakta ısrar ettiği için hem kendisine hem hocalara hem de topluma zarar veriyordu…

Devlet düşmanlığı ve hoca kıyımı

Milli Görüş cemaati Türkiye’den gelen en üst düzey bürokratları, ilim adamlarını dinliyordu. Yaşamları boyunca para vererek dinleyemeyecekleri makam, mevki sahipleri olan seçilmiş insanlardı bunlar. Erbakan Hoca’nın sayesinde o insanlarla tanışıyordu Milli Görüş cemaati. Bu hatipler arasında T.C. devletini eleştirenler, Atatürk’ü aşağılamayı marifet sayanlar alkışlanıyor, onlardan az da olsa övgü ile bahsedenler yuhalanıyordu. Tayyar Altıkulaç yuhalananlardan biridir.
Dr. Rıza Nur’un yazdığı “Hatırat” kapış kapış gidiyor, yok satıyordu, en çok okunan kitaptı Hatırat. “Hatırat’ı okudun mu? ” şeklindeki sorunun cevabı, ‘okumadıysan senden adam olmaz’ demekti. Cemaat tamamen siyasallaşmıştı, dinlerini de siyasallaştırmışlardı. Kürsüde Allah’ın ayetlerinden bahsedenler iyi hoca değildi, Milli Selamet Partisi’nden, Erbakan’ın mücahitliğinden bahsedilecekti, Milli Gazete ’den ve Milli Görüş’ten bahsedilecekti. Yeri geldiğinde de Yahudi’ye atılacaktı. Yoksa o hoca, ‘Milli Görüşçü değil!’ denilerek hedef tahtasına konuyordu. Onlara göre dünyadaki bütün olumsuzlukların sorumlusu, İsrail’di, Amerika’ydı, Avrupa’ydı. Müslümanlarda hiç hata yoktu.

Milli Görüş Teşkilatları bir anlamda hoca kıyma makinesi sayılırdı. Viyana’da tanıştığım ve kendisiyle ilgili iyi anılarım olmayan Mustafa Arslan (Sadık hoca) Ulm bölgesinden Berlin Emir Sultan Camii’ne getirildi, âlây-ı vâlâ ile. İyi hatipti, Kur’an’ı da iyi okurdu. Tek eksiği vardı, biraz sinirli olduğu için hemen ayranı kabarıveriyordu. Caminin evinde kalıyordu. Neden sonra yönetimle araları açıldı, yönetimin ilk işi hocayı evden atmak oldu. Bu işin arkasında Nail Dural’ın var olduğuna kanaat getirdiği için, Emir Sultan Camii’nde Nail Dural’a hesap sormuş, üzerine yürümüş, bir de yumruk aşk eylemiş. Kavga caddeye taşmış.
Hocanın çocuklarından birisi rahatsızdı, kemik erimesi vardı, hoca sağlığına kavuşması için onunla uğraşıyordu, dünyası kararmıştı zavallının, onlar hocanın derdine el atacaklarına, ona yardım ellerini uzatacaklarına onu evden atmaya çalışıyorlardı.
Aynı şeyi Faruk Kâhya Hoca’ya da yaptılar. Hoca İslâmî ilimler Okulu’nda müdür yardımcısı. Hanımı kanser teşhisiyle hastaneye kaldırıldı. Olayın üzerinden bir hafta bile geçmeden hoca görevden alındı. Bu karar okul müdürü Sedat Şener hoca tarafından da tebliğ edildi. Siyami Öztürk bölge başkanıydı.
Kamil Hoca (Hüseyin Çiçek), İbrahim Selimoğlu, Mehmet Bıyıklı, Abdullatif hoca (Şükrü Kaya), Hidayet Hoca (Necmettin Kaya), Bilal Hoca, Mehmet Erol Hoca, Sedat Şener Hoca, Yusuf Hoca bunlar sadece Berlin Bölgesi’nde görevden alınan hocalardır. Gerekçe, yetersiz ve ehliyetsiz olmalarıdır.

Genel Merkez’de olduğum dönemde Münih Bölgesi’ne teşkilat çalışması için gitmiştim. Abdussamed Temel kardeşimle cemiyetleri dolaşıyorduk. Alp Dağları’nın eteğinde Haushamm Kasabası’nda, Haushamm Camii’ndeyiz. Manzara etkileyici, yemyeşil, işte tam yaşanacak yer diyebileceğiniz güzellikte bir şehir. Bulunduğu şehrin adıyla anılan veya o şehrin ileri gelen birisinin adıyla anılan fazla cami yoktur Milli Görüş camilerinin içinde Avrupa’da. Sırf bu anlamlı çalışmalarından dolayı yönetim kurulunu tebrik ederek başladım teşkilat çalışmasına.
Çalışma bittikten sonra kantine çay içmek için oturduk. Cemiyet başkanı, ‘Hoca bizlere çay yap demesin mi?!’  Bir bardak kaynar su döküldü sanki başımdan aşağıya. Biraz önce övdüğüm yere göğe sığdıramadığım cemiyet başkanı, hocasına ‘Bizlere çay yap hoca’ diyebiliyor. O hoca namaz saati geldiğinde arkasında namaz kılacağı hoca, kürsüde cemaate vaaz edecek olan hoca, çocuklarına Kur’an öğretecek olan hoca. Saygı gösterilmesi gereken âlim kişi…
Birçok camide aynı uygulamanın varlığına şahit oldum. Nedenini sorduğumda aldığım cevap enteresandı; ‘Caminin giderlerini karşılamak için masrafları düşürmemiz lazımdır. Camide maaşlı çalışan tek kişi hocadır. İkinci bir kişiye maaş veremeyeceğimize göre, camide yapılması gereken hizmetleri hocanın yapması gerekir.’

Yaygın Eğitim

Erbakan hoca Müslümanların siyaset sahnesinde olmalarını istiyordu, şuurlu bir siyasetti Hoca’nın istediği. Slogan siyaseti değildi. Okuyacaksın, öğreneceksin, öğreteceksin, üreteceksin, çalışacaksın, koşacaksın, terleyeceksin. Sadece bildik ibadetleri yapmakla, her sene Hacc’a gitmekle, Umre ’ye gitmekle, zikir çekmekle, sakal bırakmakla Müslümanlar haklarını koruyamazlardı, kimliklerini koruyamazlardı, Erbakan Hoca’nın talimatı bu yöndeydi. Hoca böyleydi ama arkasından giden cemaatlerin önderleri, hocalar, şeyhler, cemiyet başkanları yeterli dini ve siyasi bilgiye sahip değillerdi. Hocanın nezaketinden, giyim kuşamından onlar nasiplerini almamışlardı. Onlar usul adap bilmiyorlardı, nezaket kurallarından uzaktılar, kaba saba olmayı marifet biliyorlardı.

Aslında bu insanlar kötü niyetli değillerdi, heyecanlıydılar, yıllarca horlanmışlar, itilmişler-kakılmışlar, Erbakan Hoca’yla yeniden dirilmişlerdi. Onların eğitimleri eksikti. Eksik olan tamamlanmalıydı. Düşüncelerimi icra kuruluna taşıdım. Tartışıldı ve oy birliğiyle uygulamaya konulması karara bağlandı, görev bana verildi. Müfredatı hazırlayacaktım; hazırladım. Hocaları ve seminer mahallini tespit ettim, kimlerin bu seminerlerde görev alacağını tespit ettim. Kimlerin bu seminerlere katılabileceğini de tespit ettim ve bölge başkanı Haldun Algan’a sundum, onaylandı: Her hafta Mevlana Camii’nde seri seminerler düzenlenecek, bu seminerlere derneklerin yönetim kurulları ve cemaatin ileri gelenleri katılacaktı. Sadece seminer verilmeyecek, sorular da cevaplandırılacaktı.

Eğitim Seminerleri bir sene boyunca devam etti. İlgi yoğundu, katılımcı sayısı artarak çoğalıyordu, 200 sayısına ulaşmıştık. Bu durum İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural’ın işine gelmemiş olmalı ki, önce bölge başkanı Haldun Algan’ı ve Mahmut Gül’ü sonra da derse gelen hocaları olumsuz yönde etkilemiş, hocaların da işine geliyor olmalıydı ki, Nail Dural’a destek verdiler. Gerekçe; seminerler hocalara ilave yük getiriyordu ve hocalar yoruluyorlardı ve de asıl görev yerlerinde verimleri düşüyordu. Maalesef izin döneminden sonra oldukça verimli geçen yaygın eğitim seminerler dizisine son verildi.

Haftanın birinde, ‘Balık Kavağa Çıkar mı?’ üst başlığı altında bir seminer verdim. Alt başlık şöyleydi; ‘Sarığını, Sakalını, Şalvarını Put Yapanlar’. Konu ilginçti, ilginç olduğu kadar da hassas. Herkes dikkatle dinledi. Özeleştiri yapıyordum. ‘Balığın kavağa çıkması mümkün değildir. Öyleyse sizlerin de, sarığı, sakalı ve şalvarı İslam’ın sembolü olarak savunduğunuz sürece, insanlara gerçek İslâm’ı anlatmanız mümkün değildir.’ anlamında bir konuşmaydı. Seminerin sonunda katılımcılardan beğeni aldım. Tebrik ettiler, cesaretime hayran kaldılar, cesaretime cesaret kattılar. Niçin böyle bir konuyu seçmiştim: Çünkü Mevlana cemaatinden bazı kişiler bir araya geldiklerinde; Mevlana Camii’ne gelen kaç kişinin şapkasını nasıl kestiklerinden ve kaç kravatlı adamı camiden nasıl kovduklarından bahsediyorlardı. Marifetmiş gibi de bu yaptıklarıyla övünüyorlardı. Bunu din adına ibadet aşkıyla yapıyorlardı. Samimiydiler aslında, yaptıklarından dolayı sevap kazanacaklarına inanıyorlardı… Hocalar öyle anlatmışlardı onlara, İskilipli Atıf Hoca’nın şapka giymediği için idam edildiğinden bahsedilmişti onlara, kılık kıyafet devrimlerinden nefretle bahsedilerek o insanlar pimi çekilmiş el bombası haline getirilmişti.

Cesaretim artınca, seminerlerimin birinde de Atatürk’ten bahsettim, Atatürk’ün asker olarak elde ettiği başarılardan bahsettim, Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünden bahsettim ve bugün olsaydı mutlaka Milli Görüşçü olurdu dedim(1987). Atatürk düşmanlığının teşkilata bir getirisinin olmayacağından bahisle yapılan yanlışların altını çizdim. Kâmil Bayram kalktı ayağa ve ‘Seni şiddetle kınıyorum!’ dedi… Destekçileri de vardı, tartışmalı bir seminer oldu. Anlatmak istediğimi anlayanlar yeteri kadar vardı, seminer amacına ulaşmıştı. Kâmil bayram Üniversite öğrencisiydi, yakışıklı bir delikanlıydı, sakalı da vardı. Aynı zamanda cesaretliydi. Haldun’un da kıymetlisi. Çok sonraları yaptığı hatayı anlamış olmalı ki, geldi ve benden özür diledi.

Yaptığı hatalardan dolayı özür dileyenlerden birisi de Zülküf Ayık’tır. O da Almanya Türk Televizyonu’nda (TFD) reklam müziği olarak yayınladığım sambadan dolayı beni tehdit etmişti Berber İbrahim’in dükkânında. Milli Görüş’ün televizyonunda böyle bir müzik çalınamazdı, derhal o reklam yayından kaldırılmalıydı… Ufak tefek birisiydi ama cesaretliydi. Şimdilerde bu gençlerden yok veya çok az var. En azından tepkilerini koyuyorlardı ortaya, onların hatası heyecanlarını yanlış yerlerde kullanmalarıydı, akıllarını kiraya vermeleriydi, akıllarını kullanmaları gerektiğini öğrenince, eğitilince yollarını bulacaklardı, buluyorlardı da, taşkınlık yapmıyorlardı. Şimdiki gençlerde sorumluluk duygusu yok, üretken değiller, tepkisizler, uyur- gezer gibi dolaşıyorlar ortalıkta…

Benzer bir eğitim seminerine Mahmut Gül’ün bölge başkanlığı zamanında Hilal Spor Kulübü’nde başladım. Genel Merkez’de ikinci kez işime son verilince Berlin’e gelmiş ve tekrar pazarcılığa başlamıştım, bu kez çocuk tekstili satıyorum. Sermayeyi Crazyboy Tekstil verdi, sahibi Altunay Gülen. Malları satıyor ve parayı getiriyordum. Satamadığım mallar bende kaldığı için borç birikiyor ve beni sıkıntıya sokuyordu, sermayesiz ticaretin olamayacağını anlamam çok sürmedi. Sürmedi de yapacak başka bir şey yoktu. Çaresiz o pazar senin bu pazar benim tam 5 sene koştum durdum Almanya’nın o keskin soğuklarında semt pazarlarında. Böbreklerime zarar vermeye başlayınca bıraktım pazarcılığı. Bıraktım da yine kaldım işsiz güçsüz ortalıkta. Sami Aydoğdu ikinci kez elini uzattı. O güne kadar hep karşı çıktığım ve eleştirdiğim bir iş, holding temsilciği. 3 ay yaptım o beğenmediğim işi. Kendim ortak olmadığım bir holdinge başkalarını ortak yapamazdım, ilk iş olarak Türkiye’deki kooperatif aracılığıyla zor-zar yaptırdığım evimizi sattım ve holdinge ortak oldum. Kar payı dahi alamadan, 2000 yılında holdingler tarih oldu. Paramız da tarih oldu holdingle birlikte. Böylece evim de gitmiş oldu. Çaresiz kalınca bazı şeyleri yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu durumda insanlar, sizin çaresizliğinizle ilgilenecekleri yerde yaptığınız işle ilgileniyorlar ve sizi dedikodu malzemesi olarak kullanıyorlar.

Pazarcılığım devam ederken Hilal Spor Kulübü’nden teklif aldım. Teklifin sahibi Erol Aydın ve Hatem ceylan (Allah rahmet eylesin). Kulübün başkanı Zeki Bina(Allah rahmet eylesin).. O da destek vermiş arkadaşlara. Milli Görüş Berlin Bölgesi’ne rağmen yapılmış bu teklif bana. Çekincelerimi söyledim gençlere. ‘Arkanızda duracağız hocam., merak etme sen.’ dediler. Cumartesi günleri saat 20:00’ de başlıyordu seminerler ve ucu açık olarak devam ediyordu. Tıklım tıklım doluyordu kulüp. Beni orada da rahat bırakmadı Milli Görüş’ün o saygıdeğer(!) yöneticileri. Bazen Nail Dural, bazen Koçyiğit Hoca, bazen de Genel Merkez’den gelenler misafirlerimiz oluyorlardı. Raporlar tutuluyor, gerekli mercilere gönderiliyordu. Gençler baskıya 6 ay dayanabildiler. İzin sezonundan sonra seminerler iptal edildi. En ufak bir ücret almadan devam ettirdiğim seminerlerdi bunlar. Sermaye engel oldu çalışmalarımıza. Parayı veren düdüğü çaldı. Nail Dural’ın ve Mahmut Gül’ün de başları böylece göğe değdi sanırım. Kifayetsiz muhterisler...

Hasır Restoran’da yemek

Berlin’de yemek yiyebileceğim ciddi bir restoran yoktu o günlerde. Benim bildiğim, cemaatin gittiği Elif Restoran vardı. Üç ortaktılar. Sahipleri iyi insanlardı, saygılıydılar, gayretliydiler. Berlin’de oturum almam konusunda bana çok yardımları olmuştur. Onlar beni, ben de onları severdim, hâlâ severim. Ancak, iyi insan olmak iyi aşçı olmak anlamına gelmiyor. Yemekleri ahım şahım değildi.  İzmir’in, Denizli’nin yemekleri nerede, Elif Restoran’ın yemekleri nerede… Alışamadım o yemeklere. Tadı-tuzu yok, yağlı, ızgarası bile zevkle yenilmiyor, bazen yanık, bazen de kuru oluyordu.
Zaman zaman sonradan keşfettiğim Hasır Restoran’a gitmeye başladım. Türkiye’yi tutmasa da Elif Restoran’dan çok daha lezzetli yemekler pişiriyorlar. Bilhassa, işkembe ve mercimek çorbası hoşuma gidiyordu. Benim Hasır Restoran’da yemek yemem dedikodu malzemesi yapıldı. “Hüdaverdi Hoca Hasır Restoran’da yemek yiyormuş…” O zamanlar Hasır Restoran’da yemek yemek, domuz eti yemek gibi algılanıyordu. İcra heyeti toplantısına getirdiler konuyu. Milli Görüşçü birisi Hasır Restoran’da yemek yiyemezdi, hele hocaysa hiç yiyemezdi. “Ehl-i Kitap bir ülkede kesilen hayvanlar yenir, bu konuda Kur’an amirdir” desem de faydası olmadı. Derenin üst tarafında oturanlar suyun benim tarafımdan bulandırıldığını söylemekte ısrar ediyorlardı. ‘Ben suyun alt tarafındayım sizlerin suyunu nasıl bulandıracağım?’ desem de derdimi anlatamadım. Bir daha böyle bir şikâyetin kendilerine gelmemesini temenni ettiler uhuletle ve suhuletle. Aba altından sopa gösterdiler yine...
Gel zaman git zaman, ben Nail Dural’ı, Paşa Güven ve Ertan Taşkıran’la birlikte Avrupa Center’in altında Amerikan Tavuğu(Kentucky Fried Chicken) yerken gördüm. İcra kuruluna getirdim olayı, ‘Amerikan tavuğu yemek helal midir?’ diye sordum. Ancak, sadece sormuş oldum, kimse ilgilenmedi onların yediği tavukla, ciddiye alan bile olmadı. Çifte standardın böylesine de şahit oldum… Hüdaverdi Hoca yerse haram, Nail Dural yerse helal, yersen yani…

İslâmî İlimler Okulu Müfredatı

Haldun Algan ‘İslâmî İlimler Okulu’nun yeni öğretim yılına hazırlanması için toplantı yapalım’ Dedi. Fikri Emanet Hoca’yı da davet etmiş Dortmund’dan. Yeni öğretim yılında öğretmen olarak o da görev yapacakmış okulda. Toplantıyı benim o bir odalı evde yapıyoruz. Haldun toplantıyı açtı. Okulda hangi dersler okutulacak, kaç saat okutulacak ve bu dersleri kimler verecek, müfredat programında hangi konular yer alacak, bunları anlatıyor. Öğretmen olan biziz, uzman olan biziz, hangi derslerin okutulacağına karar veren ise Haldun, değil karar vermek, müfredatı belirleyen bile Haldun. Demek ki insan bölge başkanı olunca bir anda her konuda uzman olabiliyor.
Fikri Emanet söz aldı; ‘Öğretmen ben miyim yoksa siz misiniz? Bizlere sorup fikrimizi almanız gerekirken hep siz konuştunuz ve ben sadece dinledim, bu durumda sizinle çalışmam mümkün değil.  Öğretmen değilsin, konunun uzmanı değilsin, kalkıyorsun bize eğitimin nasıl olması gerektiğini anlatıyorsun!” dedi ve toplantıyı terk etti. İlk defa gördüğüm birisi, hatır için söz söylemiyor, sözünü de esirgemiyor. Menfaat için kafa sallayanlardan değil. Keşke kalsaydı okulda da birlikte çalışsaydık dedim içimden. Sonradan kendisiyle dost olduk, hâlâ haberleşiriz, dertleşiriz…

Toplantı bitti, iş başa düştü, hazırda bir müfredat yok, hemen müfredat hazırlığına girişmeliydim ve giriştim. Kısa sürede müfredatı hazırladım. Kayıtlar yapıldı ve okul açıldı. Öğrenciler hep erkek, kız öğrenci yok. Sebebini sordum, ‘Kadın hocamız yok, erkek hocalar da kızlara ders veremeyeceği için kız öğrenci almıyoruz.’ dediler. Bu konuyu tartışmak için tek gündemli bir toplantı düzenlenmesini istedim. Kabul edildi. Bölgede görev yapan bazı hocalar ve bölge yönetim kurulu toplantıda hazır oldular. Sunumu Ali Kemal Saral hocamız yaptı. Hoca, emekli müftü, 1.50 boylarında, hoş sohbet birisiydi. Yakup Taşçı’nın oğlu Tahir: “Hocam bir adam var, 20 katlı bir binanın ancak 10. katına kadar çıkabiliyormuş sebebi nedir? diye sormuş. Anlatırdı da gülerdik. (Allah rahmet eylesin)
Sunumdan sonra fetvayı da verdi Ali kemal Saral: “Erkek hoca, kız öğrencilere ders verebilir, dinen bir sakıncası yoktur. Ancak kadın hocanın olması tercih edilir.”

Heyet fetvayı kabul etmedi. Mahmut Gül şiddetle karşı çıktı. Saygı sınırlarını aşan tonda konuşuyor ve Ali Kemal Hoca’nın fetvasını reddediyordu, başında ter burçak burçak. Hoca değildi, kaportacıydı ama din adına fetva verebiliyordu, oldukça cesurdu, ne de olsa başkan yardımcısıydı. Başkan her konuda uzman olur da yardımcısı uzman olamaz mıydı?

Hocalardan bazıları da dâhil olmak üzere çoğunluk Mahmut Gül’ü desteklediler. Biz birkaç kişi kaldık Ali kemal Hocamızın yanında. Teklif reddedildi. 2 sene sonra Mahmut Gül’ün kızı Ankara’da Hamidiye Koleji’ne okumaya gidince sordum; ‘Mahmut, senin kızın öğretmenleri hep kadın mı?’
‘Hayır’ dedi.
‘Peki, haram değil mi erkek hocalardan ders alması’?  Kendisini haklı çıkaracak savunma yaptı yapmasına da, kimse onun savunmasına prim vermedi. Dolayısıyla, ertesi sene biz de İslâmi İlimler Okulu’na kız öğrenci almaya başlayabildik.

Mahmut Gül aslında babacan birisidir. Bana çok yardımları dokunmuştur, zaman zaman fikirlerimi desteklediği bile olmuştur. Bir sene boyunca 3 ayda bir Avusturya’ya vize için gidip gelirdim Muzaffer Şahin’le birlikte. Her gittiğimizde onun arabasıyla giderdik Avusturya’ya. Ayrıca cömert birisiydi. Haldun ve Nail’in yörüngesinden çıkabilseydi Berlin’e yararlı hizmetler yapabilirdi.

İzine gidiyorum

İzin zamanı gelmiş, herkes yol için hazırlık içinde. Ben de hazırlıklara başladım. İzine gidiyorum.  Kâbus gibi üzerime çöken olayların kaynağı olan Milli Görüşçülerden uzaklaşmam gerekiyor. Bavulumu hazırladım, eşim ve çocuklarım için hediyeler aldım, hemşerim Paşa Güven’e uğradım, babasına ulaştırmam için bir paket verdi, ilaç varmış içinde. Kayınbabamın dostudur Paşa Güven, seçim çalışmalarında tanıdım onu, O Demokratik Parti için ben Milli Selamet Partisi mücadele ettim Denizli’de.

Oldukça heyecanlıydım, sevdiklerime kavuşacaktım. Uçak, Schönefeld Havaalanı’ndan havalandı. O zamanlar Türk Hava Yolları’na Tegel Havaalanı’ndan uçuş yasağı vardı. Atatürk Havaalanı’na iner inmez polisler aldı beni. ‘Bizimle karakola kadar geleceksiniz’. ‘Niçin?’, ‘Neden?’ sorularına cevap alamadan koluma çoktan girdiler. ‘Bavullarımı almam lazım.’ dedim, ‘Biz alır getiririz.’ dediler. Önce havaalanında biraz tuttular, bu arada eşyalarımı getirdiler ve doğru Terörle Mücadele Şubesi’ne. Yolda konuşuyorlar telsizle; ‘Nasıl birisi, sakallı mı sakalsız mı?’
Ayakkabımın bağcığını, kemerimi, sigaramı, çakmağımı aldılar ve penceresi olmayan bir odaya koyuverdiler. Oturmak için bir tane sandalye var bir de küçük bir masa. Daldım derin düşüncelere ne olabilirdi bu apar topar alınmamın sebebi, üzerinden altı yıl geçmişti ama buna rağmen 80 İhtilali’nin artçıları olabilir miydi? diye düşünürken birisi içeriye girdi.
‘Kimsin sen? Ana adın, baba adın, doğum tarihin, tahsil durumun, evli misin bekar mı…? Berlin’de ne işin var, adını neden değiştirdin? Vakıf Camii’nde yaptığın konuşmalarında Atatürk’e niçin hakaret ettin? Atatürk düşmanı mısın? Paşa Güven’i nereden tanıyorsun? Doğu Almanya’da ne işin vardı? İşin rengi anlaşıldı, belli ki hakkımda şikâyet var. Berlinliler beni çok sevmiş olmalılar ki, izinde bile yakamı bırakmıyorlar.
Herhalde verdiğim cevaplar hoşlarına gitmedi, aniden peş peşe bir kaç yumruk geldi ve ben sandalyeden aşağıya, kalktım bir daha, bir daha… “Batı Berlin’de yaşıyorum, Türk Hava Yolları oradan uçamadığı için Schönefeld Havaalanı’ndan uçtum, ben Atatürk düşmanı değilim, Paşa Güven de benim hemşerimdir, THY’nin Berlin müdürüdür…” dediysem de kâr etmedi. Aşk ile bir daha… O gitti. Biraz sonra başka biri geldi ve aynı soruları tekrarladı ve aldığı cevaplar onu da tatmin etmeyince vurmaya devam etti… O gidiyor bir başkası geliyor derken artık sorulara cevap veremez hale geldim. M.T.T.B başkanı olduğum sırada(Denizli) Birinci Şube Müdürü Orhan Işıklar canı sıkılınca bizleri nezarete atardı ve bazen bir gece orada kalırdık, bazen de bir arkadaşımız Vali Münir Güney’e durumu iletir ve hemen dışarı çıkarılırdık. Dayak falan olmazdı. İstanbul’da Münir Güney yoktu tabii…
Ertesi sabaha kadar o betonun üzerinde yattım, sabah birisi daha geldi. Ben dayak faslı tekrar başlayacak diye dayağa konsantre olmaya çalışırken, müjdeli bir haber verdi; ‘Ben Paşa Güven’in eniştesiyim’ bir yanlış anlaşılma olmuş, şimdi çıkacaksın ve ben seni otobüs terminaline kadar götüreceğim’  Sevindim. Yediğim yumrukların acısı bile birden yok oldu sanki. Peki, nedir mesele, niçin aldınız, niçin bırakıyorsunuz? ‘
Uçaktan alınma sebebin, şikâyet var hakkında. Valizinden Paşa Güven ismi de çıkınca işin rengi değişmiş. Bir Paşa Güven daha var ve terörist, isim benzerliği olduğu anlaşıldı ve seni bırakıyoruz’.

Karakola alınış sebebimin Paşa Güven olmadığı anlaşıldı. Uçaktan alınış sebebi, güya Atatürk aleyhinde konuşmuş olmam ve müstear isim kullanmam, Hüdaverdi Nebioğlu, iddia bu. Kimlerin ihbarda bulunabileceği aşağı yukarı belliydi, belliydi ama elimde delilim yoktu ve ben o dayağı yediğimle kaldım.

İslâmî İlimler Okulu Öğrenci gezileri

İzin dönüşü kolları sıvadım, öğrenci sayısını artırmam lazımdı. Bana isimleri verilen velileri akşamları tek tek dolaşıyorum, onlarla sohbetler ediyorum ve çocuklarını İslâmî İlimler Okulu’na kaydettirmelerinin öneminden bahsediyorum. Öğrencilerden ilahi grupları oluşturdum, 10 dakika kadar konuşabilecekleri vaazlar hazırlattım onlara, camilerde programlar yapmaya başladık. Berlin, İslâmî İlimler Okulu’nu konuşmaya başladı. Bir de gezi düzenledik, iki minibüs ve bir taksi ile yola çıktık. Hacı Gün, Mustafa Tunç (Derviş Mustafa) ve Muhittin’in babası şoförlerimiz. Fransa, Hollanda, Belçika, dolaştık geldik. Milli Görüş Teşkilatları’nın misafirhanelerinde kalıyorduk. Paris’te bizden fazla hoşlanmadılar. Yemeğimizin içine müshil ilacı koymuşlar, Derviş Mustafa o çocukları sabaha kadar tuvalete taşımış. Ben de misafir olduğum Hacı Gün’ün amcasının evinde öğrencilerle aynı kaderi paylaştım. Bu olaydan sonra Paris’i hızlıca gezdik ve hemen sonra terk ettik. Okyanus kenarından Hollanda’ya doğru yola çıktık. Yolumuz semt pazarına düştü, domates, biber, soğan, ekmek, biraz meyve, peynir ve içecek aldık. Değişik bir uğraş oldu, çocuklar için de ilginç oldu. Onlar da kendileri için alışveriş yapmışlar. Niyetimiz açık havada Okyanus kenarında uyumak. Sahilden devam ettik ve Okyanus’a iyice yaklaştık, Fatih’in atını denize sürdüğü gibi biz de Okyanus’a doğru doğrulttuk araçlarımızın burnunu, çocuklar için müthiş bir eğlence oldu. Birbirlerine sular serperek, kumdan kuleler yaparak eğlendiler.
Bu arada derviş Mustafa sofrayı hazırlamış, çayı demlemiş, çağırıyor, “haydin sofraya.” Ellerimizi yıkadık ve toplandık o yer sofrasının etrafında. Adeta saldırdık sofraya, güle oynaya yedik yemeklerimizi, ne var ne yok süpürdük. Gün batımında çayımızı da içtik. Fıkralar anlatıldı, ilahiler söylendi, şarkılar okundu. Geç vakitte ancak uyuyabildik. Okyanusun hemen kenarında ayakkabılarımızı yastık etmişiz, çekmişiz üzerimize battaniyelerimizi, dalmışız derin uykulara.
Derviş Mustafa’nın çığlığıyla uyandık. Baktık ki, “Deniz üzerimize üzerimize geliyor, boğulacağız, çabuk olun, haydi, haydi.” Apar topar atladık arabalara, sahilden uzaklaştık ve seyre koyulduk Okyanusu, yanımıza kadar gelip durdu. Aman Allah’ım o ne müthiş bir heyecandı öyle. Böylece okul kitaplarında okuduğumuz Med- Cezir dedikleri olayı canlı olarak seyretmiş olduk. Meğer biz çadırı  Okyanusun çekildiği yere kurmuşuz. Derviş erkenden kalkıp olan biteni fark etmeseymiş, okyanus balıklarının kahvaltı sofrasında yerimizi alacakmışız.

Olayın şokunu üzerimizden attıktan sonra,  Hacı Gün topladı öğrencileri, başladı o gece gördüğü rüyasını anlatmaya: “ Rüyamda Derviş Mustafa beni uyandırdı, sabah namazını kılıyorum, baktım deniz üzerime üzerime geliyor, namazı bırakmak ve orada bulunan çocukları kurtarmak için koşmak istiyorum koşamıyorum, sanki ayağım yere çakılmış gibi, kan ter içindeyim, neredeyse boğulacağım, çaresiz kaldım, ümidimi yitirdim, kendimden ziyade o çocuklaradır feryadım. Derken Derviş Mustafa peyda oldu, denizin üzerinden koşarak geliyor, önce çocukları aldı denizden teker teker, sonra da beni. İşte tam bu sırada Derviş’in çığlığıyla uyandım.” Bu rüya derviş Mustafa’yı çok duygulandırdı, geldi Hacı Gün’ün boynuna sarıldı, o dehşet anı yerini hüzne bıraktı, hepimiz duygulandık. Rüya gerçek miydi, yoksa dervişi onurlandırmak için mi anlatılmıştı orasını öğrenemedik, ancak o olaydan sonra ekipteki herkes birbirine karşı daha nazik davranmaya başladı, Paris Camiindeki o müshil olayından sonra, hepimizin morale ihtiyacı vardı. Med-Cezir olayı ihtiyacımız olan moralin katbekat fazlasını verdi bize…Berlin’de anlatacağımız sıra dışı bir hatıramız vardı cebimizde. Önce Hollanda, sonra da Belçika. Hatıralarla dolu müthiş bir gezi oldu. Aynı zamanda ilk ve son gezi…

ATT televizyonu

Nevzat Özpelitoğlu’nun teşvikiyle Avrupa Türk Televizyonu’nda (ATT) dini programlar yapmaya başladım. Deniz Olcayto (Allah rahmet eylesin), Adnan Gündoğdu ve Enver Canoğlu ile orada tanıştım. O zamanlar Berlin’de yerel bazda yayın yapan 2 televizyon daha vardı. BTT ve TD1.
Bana televizyonda, din sohbetleri yapmam teklif edildi. Zaman 3 dakika. Belli ki bu program Nevzat ve Enver Canoğlu’nun hatırına binaen yapılıyordu. Deniz Olcayto biraz endişeliydi; bu endişesi benim anlatacaklarımdan mı kaynaklanıyordu yoksa dine olan olumsuz tavrından mı? Anlayamadım, zamanla anlaşılacaktı zaten, üzerinde de durmadım. Tamam, yapalım dedim ve besmeleyi çektim. 3 dakikalık o yayın o kadar beğenildi ki, yayından sonra telefonlar susmadı. Bu durum Deniz Olcayto’nun çok hoşuna gitti. Reytink meselesi. Yüzünde güller açıyordu, yayınla ilgili teklifler getirmeye başladı ve zamanla  o 3 dakika 30 dakikaya kadar uzatıldı.
Din programı Cuma Sohbeti adı altında cuma günü yapılıyordu. Program, üzerine doğa görüntüleri, cami görüntüleri bindirilerek, alttan verilen fon müzikleriyle çekici hale getiriliyordu. Önce Kur’an’dan bir bölüm okuyordum, sonra mealini veriyordum, sonra bir ilahi veya şiir, daha sonra da güncel ihtiyaçlara göre hazırladığım bir konuşma yapıyordum. İlahileri İslâmî İlimler Okulunun öğrencileri okuyorlardı. Çocukların o masumiyeti Berlinlileri büyülüyordu adeta. Berlin onları çok sevdi. Böylece benim de popülaritem arttı, yolda, pazarda camide beni görenler aaa bu Hüdaverdi hoca değil mi? Demeye başladılar. Öğrenciler ve aileleri mutluydular ve öğrenci sayımız seksene geldi dayandı.
Mustafa Genç, Mehmet Kaçar, Ali Kemal Saral, Nail Dural, Hidayet(Necmettin) Kaya, Yakup Taşçı, Mehmet Bıyıklı İslâmî İlimler Okulu’nda ders veren öğretmenlerimiz arasındaydı.


Devam edecek