-Bizler Avrupa’nın göbeğinde bodrum(kela) kapılarına
duvarlar örerken S.S.C.B. lideri Mihail Gorbaçov Berlin Duvarı’nı yıkmakla meşguldü.
Glasnost- Perestroika.
İslâm Koleji(1989)
A.M.G.T. Berlin Bölgesi teşkilatlanma başkanıyım. Devlet
okullarında, spor dersleri ve yüzme dersleri sıkıntı yaratıyor diye şikâyetler
geliyormuş Milli Görüş Bölge Başkanlığı’na. Haldun konuyu icraya taşıdı. “Velilerin
okul müdürlüklerine dilekçeler yazmalarını sağlayalım, Müslümanların kız
çocuklarının spor ve yüzme derslerinden muaf tutulmalarını isteyelim, isteyen
velilere de İslâm Federasyonu belge versin. Hukukçularla görüşelim ve örnek bir
belge hazırlayalım.” dedi. Söylenenler yapıldı, ancak sorun tamamen çözülemedi.
Toplantılardan birinde özel lise açılması gündeme geldi. Sıkıntı
liselerde okuyan kız öğrenciler içindi. Özel lise açılırsa kısman de olsa
problem çözülmüş olurdu. Aylarca tartışıldı konu. Özel lise (Gymnasium) açılacaktı.
Haldun’un Hanımı, baldızı, kardeşi Ahmet bu işle ilgili gerekli çalışmaları
yapmak üzere görevlendirildi.
Görevli heyet adına Haldun çalışmaların seyriyle ilgili
bilgiyi her hafta icra kuruluna açıklıyordu. Bizler özel lise açılacak diye
beklerken, özel ilkokul açılmış. Niçin alınan karara uyulmadığı soruldu
Haldun’a, cevap enteresandı; ‘tamamen hanımların isteği. Ben de son anda
haberdar oldum.’ Dedi. Sanki her hafta icraya bilgiyi başkası veriyormuş gibi.
Yapacak bir şey yoktu. Haldun yapacağını yapmıştı. ‘Ben
başkanım istediğimi yaparım. Sizin aldığınız karar beni ilgilendirmez.’ der
gibi. ‘Baş başa bağlıdır, baş da şeriata.’ Slogan bu. Ne yapalım, olan
olmuştur. Özel bir ilkokul açılması bile teşkilat için önemli bir adımdır
denildi ve İslâm Koleji açıldı. Ancak, bu kolejin Berlin’in bütün ilçelerinde
şubeleri açılacaktı, hedef böyle kondu. Bugüne kadar bir tane de olsa şube
açılamadı. Yıl 2016. Belki ileride açılır.
Bu kolej Algan ailesinin ve Yahya Schulzke’nin başarısıdır.
Haklarını teslim etmek gerekir. “Yiğidi öldür ama hakkını yeme” demişler.
İslâm Koleji adı, Berlin’de yaşayan bazı grupları
ürküttü. Kolejin kapatılması için resmi makamlara baskılar yapıldı, Türk
kökenli Eyalet milletvekili Özcan Mutlu okulun bahçesine kadar gelip basın
toplantıları düzenledi. Bilhassa Türkçe basılan gazeteler kolejin açılmasını
hiç hazmedemediler. Cemaatin provoke edilmesi için ne yapılması gerekiyorsa
yaptılar. Teşkilat cemaatleri sağduyulu davranmaya davet etti, böylece taşkınlıklar
önlendi ve Allah’ın izniyle şer odakları amaçlarına ulaşamadılar. Kolej bugün
(2016) A.M.G.T.’ nin önemli bir kurumu olarak tedrisatına devam etmektedir. Cemaatin
işine yaramasa da.
Almanya Türk televizyonu (TFD)
İkinci bir kurumun temelinin atılması teklifi, Nevzat
Özpelitoğlu’ndan geldi. Milli Görüş Teşkilatları televizyon yayıncılığı da
yapabilirdi. Berlin yasaları bu konuda müsaitti. TD1, BTT ve ATT gibi Türkçe
yayın yapan yerel televizyon kanalları vardı Berlin’de. Tartışıldı uzun uzun.
Leh ve aleyhte söz alanlar oldu. Sonunda Haldun verdi kararını: ‘Televizyona
karşı olan bir teşkilat televizyon kuramaz.’
Milli Görüş Teşkilatlarında kural şöyledir; başkan
yönetim kuruluyla istişare eder ve sonunda kararı kendisi verir. Kur’an’a ve
Sünnet’e dayanmayan bir karardır bu. İslâm soslu bir karar. Ama karardır, neden
ve niçin soruları sorulmadan itaat edilecektir.
‘Baş başa, baş da şeriata bağlıdır’ anlayışı yani. Bize kulağımızın
üstüne yatmak düştü. Aradan bir hayli zaman geçmişti ki; televizyon kurma
meselesini bu sefer de Adil Avaz gündeme getirdi. Benim ATT Televizyonu’nda
yaptığım programların da etkisiyle olacak ki, teklif, tek gündem maddesi olarak
yeniden tartışmaya açıldı. Yönetim kurulu üyeleri fikirlerini beyan ettiler, televizyona
karşı olan Haldun bu sefer o kadar keskin değildi. Keskin sirke misali küpüne
zarar verdiğinin farkındaydı anlaşılan. ‘Madem
böyle bir imkân var onu değerlendirelim.’ dedi. Muzaffer Şahin ile Yılmaz Gün’e
yetki verildi. Bu iki delikanlı, birkaç ay sonra icra kuruluna geldiler ve televizyon
yayını ile ilgili olumsuz sonuç bildirdiler.
Hazır alınmış bir karar varken, Haldun’dan yetki istedim.
Televizyonu ben kuracağım dedim, Haldun haklı olarak güldü, “Sen mi
kuracaksın?” “Evet” dedim. Gülüştüler. Dil bilmediğim içindi bu gülüşmeler. Ben
ısrarcı olunca Haldun, ‘peki buyur öyleyse, kur da görelim’ dedi…
Vakit geçirmeden kadromu kurdum. Zeki Bina(Allah rahmet
eylesin) ve Hasan Akyol benimle birlikte çalışmayı kabul ettiler. Besmeleyi
çektik ve kolları sıvadık. Önce bir Avukat bulduk, CDU Partisi’ne mensup bir
avukat Milletvekili varmış Kurfürstendamm’da, Erkan Dilek tavsiye etti. Önce ona gittik, ne
yapmak istediğimizi anlattık. O’nun tavsiyeleri doğrultusunda bir yayın şirketi
kurduk, eşit miktarda sermaye koyduk şirkete. Yayın politikamızı belirledik,
haftalık yayın akışı hazırladık…, Ve 3 ay gibi kısa bir süre sonra yayın
hakkını aldık. Artık bir televizyon yayın kanalımız vardı. Günde bir saat yayın
yapabilirdik. Olsun, şimdilik o da yeterdi, ilerde saatleri çoğaltmak mümkündü.
Yayın hakkını aldık almasına da içimizde yayıncı yoktu. Zeki uçak mühendisi,
Hasan şirket yöneticisi ve ben İlahiyatçı. Yayını kim yapacaktı ve bu yayın nasıl
yapılacaktı? Yayın için gerekli olan araç ve gereçler de yoktu.
TFD televizyonu kuruldu (1989)
İcra kurulunda konu tartışıldı; Genel yayın yönetmenliği
için Nevzat Özpelitoğlu, Enes Hoca (Rafet Kay) ve Adil Avaz aday gösterildi.
Haldun herkesi dinledikten sonra kararını verdi; “Televizyonun başına Hüdaverdi
Hoca geçecektir.” Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim, hayırlı olsun, Allah
utandırmasın dualarıyla toplantı sona erdi. Okul ne olacaktı, Okulun yeni
müdürü kim olacaktı, bunlar konuşulmadı bile. Ben İslâmî İlimler Okulu’nun müdürlüğünden ve
Teşkilatlanma başkanlığından alınmış ve TFD Televizyonu’nun Genel Yayın Yönetmenliği
’ne getirilmiştim. Vakit geçirilmeden hemen yayına başlanacaktı. Bir aylık
hazırlık süresi istedim ama kabul edilmedi. Deniz Olcayto (Allah rahmet
eylesin) ile önceden kurulmuş bir yayın ortaklığımız vardı. Anlaşılamadığı için
bu ortaklık sonlandırılmıştı. O ortaklıktan kalan yayın aletlerinden bir kısmı
stüdyodaydı. En önemlisi kamera yoktu, gittik bir WHS kamera aldık ve başladık
çekime. Deniz Olcayto’nun yanında yaptığım asistanlık tecrübesi işime yaradı.
O günlerde eşim Urban Hastanesinde yatıyor, üçüncü
çocuğumuza hamile. Ben yayın telaşıyla uğraşırken hanımın hastanede olduğunu
unutmuşum, akşam geç vakitte eve geldim. Baktım hanım yok evde. Hastanede
olduğunu hatırladım, o saatte hastaneye de almazlar. Hay Allah! Çaresiz
bekledim sabahı ve erkenden damladım hastaneye, doğum olmuş ve nur topu gibi
bir kız çocuğu dünyaya getirmiş eşim. Özür diledim, af diledim eşimden ama
affedilecek gibi bir hata değildi bu benim yaptığım. Hastanede hanım unutulur
muydu, unutulursa, unutan affedilir miydi? Edilmezdi elbet…
Anlayışlı bir kadındır benim eşim. Çocukluk aşkımdır. Ne
badireler atlattık biz onunla o güne gelinceye kadar. Bunu da atlatırız diye
düşünürken üzüntümü sevince dönüştürecek olan bir ses işittim. Kızımızın adını
ne koyalım? Önceden kararlaştırmıştık zaten ismi. Sorunun sorulma amacı
belliydi; aradaki buzların eritilmesi isteniyordu. 2 Ekim 1989. Çocuk sayısı üç
olmuştu, 2 oğlan bir de kız. Adını Dilruba Hayrunnisa koyduk. Kadınların en
hayırlısı demek. Şimdi o Goethe Üniversitesi’nde Mastır yapıyor, bir dönemi
kaldı. Niyeti doktora yapmak (2016). Allah niyetine göre versin. Gelişiyle bizi
çok sevindirdi ama şimdilerde o ağabeyi ile birlikte çok uzaklarda ve bizler
onların hasretiyle yanıyoruz.
TFD Televizyonu yayına başladı
İlk yayınımı yapacağım. Dikkat çeken bir program
yayınlayayım istedim ama imkânsızlıklar yüzünden bu tam olarak mümkün olmadı. Yayın
jeneriğinden sonra önce Almanya Türk Televizyonu’nu(TFD) (Türkisches Fernsehen
in Deutschland) niçin kurduğumuzu anlattım. Yayın akışı içinde müzik olarak
Bülent Ersoy’dan bir şarkı yayınladım, haberler ve yorumlar derken bir saati
doldurduk. Hasan Hüseyin Duranel kaseti aldığı gibi koşarak Voltastr.deki yayın
merkezine götürdü. Bizler stüdyoda yayınımızı seyretmek için vaziyet almış
durumdayız. Yayın bitti. Fena da olmamıştı. Yayından sonra ilk telefon çaldı. Teşekkür
edecekler diye heyecanla ahizeyi kulağıma götürdüm ve buyurun efendim, TFD
televizyonu, ben Genel Yayın Yönetmeni Rüştü Kam. Selam bile vermeden bodoslama
girdi adam, başladı bombardımana. Bülent Ersoy’u nasıl yayınlarsın, nasıl
hocasın sen... Ahizeyi koydum yerine ve çuval misali sandalyemin üzerine
yığıldım kaldım. İkinci ve sonraki telefonları açamadık, cesaretimiz kırılmıştı
bir kere. Belki tebrik telefonlarıyla moralimiz düzelebilirdi de…
Yayıncılık kolay bir meslek değildi, teknik açıdan zor
olduğu gibi, programcılık açısından da kolay değildi. Pratik bilgiler almam
gerekiyordu. Teşkilat yöneticileriyle arasında sıkıntı olmasına rağmen, Deniz
Olcayto’ya gittim. O TRT den ayrılmış bir televizyoncuydu. Onunla çok iyi
anlaşırdık. Derdimi anlattım ona, hayır demedi, hemen başlayabilirdik
çalışmaya. Dünya görüşlerimiz farklıydı ama birbirimize karşı şeffaftık. Gizli
kapaklı konuşmalarımız olmazdı. Birbirimize güvenirdik. Uzun süre ATT
Televizyonunda dini sohbetler programı yapmamın temelinde o güven vardı. 6 ay
kadar ondan yayıncılık dersi aldım. Kamera nasıl kullanılır, haber nasıl
okunur, moderatör nelere dikkat etmelidir, montaj nasıl yapılır, reklam nasıl
seslendirilir vb.
Zamanla işi kavradım ve oldum ben televizyoncu. Adım tek
kişilik orduya çıktı. Sadık Albayrak gazetesinde bu başlıkla tanıtmıştı televizyonu
okuyucusuna. Benden başka personel yoktu çünkü. Bir ay içinde kadromu kurdum.
Hasan Hüseyin Duranel, Adem Tanrıseven, Mustafa Yücel(Allah şifalar versin)
Şevki Karasu, İsmail Yetiş, Ahmet Sezgin ve Hakan Yıldırım. Ekip tamam. Ancak
hiç birisinin yayıncılıkla gazetecilikle ilgisi yoktu. Herkes işini ibadet
aşkıyla yapıyordu ve de her işi yapıyordu.
Müzik yayınını yerel sanatçılarla kapatıyorduk, Aşık
Kemteri (İbrahim Alkan ve eşi Aslıhan Hanım) ve Ümit Akkaya sanki kadrolu
elemanımız gibi çalışırlardı.
1980 Darbesi’nden sonra, Milli Görüş, Ülkü Ocakları ve
Sosyal demokratlar başta olmak üzere her eğilimin temsilcisini TFD Stüdyosu’nda
bir araya getirdim ve onlarla açık oturumlar yaptım. Hamdi İlhan (A.M.G.T),
Hamza Yanılmaz (MHP), Kenan Kolat(Sosyal demokrat)), Osman Bayrak(MHP), Ahmet
İyidirli (HDB)değişmez konuklarımdı.
Yayınlarımız halk nazarında kabul edilmeye başlayınca
reklam da almaya başlamıştık. Bolu GmbH ilk reklam müşterimdi. Rıfat Kazancı
cömert bir iş adamıdır. Reklam fiyatı olarak üst sınırdan ödeme yapıyordu, ‘Televizyonu
desteklemek lazımdır.’ diyordu. Öte taraftan ‘Biz Milli Görüş’ün camilerine
aidat ödüyoruz diye reklam parası alamadığımız iş adamları da yok değildi.
Televizyon herkese açıktı
Türkiye’den gelen siyasilerle söyleşiler yapıyordum.
Berlin’de hizmet veren dini cemaatlere ekranı açtım. Süleymancısı da, DİTİB’ cisi
de, Nurcusu da, Tarikatçısı da, Ülkücüsü de, Milli Görüşçüsü de televizyonda
kendisine yer bulabiliyordu. Bir anda Berlin’de o bir saatlik yayınla gündem
oluşturmaya başladık. Haldun, Nail ve Mahmut bu cemaatlerin televizyonda
program yapmalarını istemiyorlardı. Rekabet meselesi. Sadece Milli Görüş
anlatılmalıydı ve sadece Milli Görüş hocaları konuşmalıydı televizyonda.
Bayram mesajları da yayınlıyorduk. Beşer dakikalık
mesajlardı bunlar. Önce konsolosun mesajını, arkasından Milli Görüş’ün ve hemen
sonra da İslâm Federasyonu’nun mesajını yayınladım. Yayından sonra Nail Dural
telefondaydı, ‘Teşekkür ederim güzel olmuş.’ diye bekliyorum, ‘Ben İslam
Federasyonu başkanıyım, bu televizyonu biz finanse ediyoruz, sen nasıl olur da
beni üçüncü sırada yayınlarsın... Arkasından Haldun Algan, “yarın yayını tekrar
edeceksin, önce Nail Hoca’yı
yayınlayacaksın, sonra da diğerlerini…” Ben onlara benden böyle bir isteklerinin
olamayacağını, protokol gereği yayının doğru olduğunu anlatmaya çalıştım.
Çalışmasına çalıştım da anlayan olmadı. İsteklerinin yerine getirilmemesi
onları oldukça tedirgin etmişti…
Müzik haramdır anlayışı
Bölge toplantılarında müzik programlarımız “müzik
haramdır anlayışıyla” hep tenkit edildi. Diğer dini cemaatlere, solculara,
ülkücülere ekranı açmam, Bolu GmbH ve Ankara Diskont gibi marketlerin helal et
reklamları yapmam tenkit ediliyordu. Haldun ve Nail’in ise bu yayınlar hiç hoşlarına
gitmiyordu. Nail’e göre helal et satan tek kasap Elif Restoran’dı, diğerlerinin
eti haramdı(1989). Yapılan bu tenkitler cemaati provoke ediyordu. Televizyonun
yayına başlamasından sonraki ilk aylarda bilhassa akşamları tek başıma sokağa
çıkmamaya dikkat ediyordum.
Bir gün Yakup Taşçı birkaç müridiyle birlikte stüdyoya
geldiler, amaçlarının ziyaret olmadığı her hallerinden belliydi, baskın verdiler
desek daha doğru olacaktır. Müritlerinin yanında horoz gibi kabararak peşrev
çekişinden anlaşılıyordu gayelerinin ne olduğu. Sırıtarak televizyon logosunun yanına
geldi ve logoyu işaret ederek, “bu logonun altında şarkı türkü yayını
yapamazsın, Alevileri ise televizyona hiç çıkaramazsın” diyerek meydan okudu ve
gitti. Müritleri camide Yakup hocanın bu asil(!) davranışını, bire beş katarak
anlatacaklardı, onlarla birlikte gelişinin sebebi bu olmalıydı. Oysa Yakup
Taşçı, evinde saz çalan bir hocaydı, demek ki evde saz çalmak haram dairesinin
dışında kalıyordu...
Stüdyoda olmadığım zamanlarda yayın sorumluluğunu Şevki
Karasu’ya devrederdim. Şevki bir gün yayına, sözleri Kazak Abdal’a ait olan bir
deyiş koymuş. Sözleri anlamlı, ancak dinleyiciler sözlerini yanlış anlamışlar.
Sonradan öğrendiğimize göre bazıları da özellikle kışkırtılmış. Sözleri şöyle:
“Eşeği saldım çayıra/ Otlaya karnın doyura/ Gördüğü düşü
hayra/ Yoranın da avradını/ Münkir münafıkın soyu/ Yıktı harap etti köyü/
Mezarına bir tas suyu/ Dökenin de avradını/ Derince kazın kuyusun/ İnim inim
inilesin/ Kefen dikmeye iğnesin/ Verenin de avradını/ Dağdan tahta indirenin/
Iskatına oturanın/ Hizmetini bitiren/ İmamın da avradını/ Müfsidin bir de
gammazın/ Malı vardır da yemezin/ İkisin meyyit namazın/ Kılanın da avradını/
Kazak abdal nutk eyledi/ Cümle halkı dahleyledi/ Sorarlarsa kim söyledi/
Soranın da avradını...”
Vakıf’ta bölge toplantısı yapılıyor, her zaman olduğu
gibi konu yine TFD Televizyonu’na geldi ve içi küfürlerle dolu bir türkü yayınladığım
söylendi. Çizmeyi aşmaya başladığım da ayrıca ilave edildi. Onların
anlayışlarına göre Kazak Abdal onlara küfrediyordu. Şevki, ‘Hüdaverdi Hoca
yayınlamadı o türküyü ben yayınladım’ dese de. Durumdan vazife çıkaran sarı
sakallı bir hacı bu sefer de döndü “Şevki
Karasu’ya, verdi veriştirdi. Neyse ki Haldun olaya el koydu ve sükûnet sağlandı
da linç edilmekten kurtulduk…
Baktım işler büyüyecek, hiç yoktan insanlar birbirlerine
girecek, Haldun’a teklif ettim, gündemi müzik olan bir hocalar toplantısı yapalım,
bu toplantıda müziğin din açısından değerlendirmesi yapılsın, fetvası verilsin.
Aslında o da rahatsızdı bu dedikodulardan, teklifimi hemen kabul etti.
Müzik haram mıdır yoksa helal midir?
‘Bu pazar Toplu Namaz Spandau Yeni Camii’nde kılınacak, orada
toplanalım namazdan sonra.’ Toplantıda; Nail Dural, Abdullah İşler, Yakup
Taşçı, Hidayet Kaya, Rafet Kay, Haldun Algan, Mahmut Gül hazır bulundular. Ben bu
toplantının niçin yapıldığını açıkladım, bu konuda duyarlı davrandığı için
Haldun’a teşekkür ettim ve hemen konuyu tartışmaya açtım. Herkes fikrini
söyledi, uzunca bir süre tartışıldı. Ve o toplantıdan müziğin haram olduğu
fetvası çıktı. Malumun ilamı oldu. Böylece benim televizyonda müzik yayınlamam
da yasaklanmış oldu. Kendi ipimle çalıya dolanmış oldum. Kararlarına saygı
duyduğumu açıkladım, teşekkür ettim. Ancak verilen bu fetvanın gerekçesiyle
birlikte yazılı metin haline getirilmesini ve burada bulunan hocalar ve
yöneticiler tarafından imzalanarak tarafıma verilmesini istedim. Sadece sözlü
olarak verilen bu fetva ile amel etmeyeceğimi ve gerekçesi yazılı olan fetva
gelinceye kadar müzik yayınına devam edeceğimi söyledim. İslâm Federasyonu
başkanı Nail Dural yüksek perdeden, o her zamanki meydan okuyan tavrıyla, ‘Merak
etme sen, bir hafta içinde fetva elinde olacaktır!’ dedi. Nail Dural Gurur abidesi
bir adamdı.
Bizler Avrupa’nın göbeğinde müzik helal midir- haram
mıdır diye tartışırken Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov
Berlin Duvarı’nı yıkmakla meşguldü(1989). Ve Berlin Duvarı yıkıldı. İki Almanya
birleşti. Bana söz verilen o fetva ise halen gelmedi (2016).
TFD televizyonundaki görevime son verildi
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra, Türk Cumhuriyetleri’ne
seferler düzenlenmeye başlandı. Ben de hayal kuruyorum, gitsem ve oralarda
belgesel çekip yayınlasam diye.
Bir gün Haldun Algan beni Genel Merkez’den çağırdıklarını
söyledi. Mahmut Gül ile birlikte onlar da gideceklerdi, hep beraber
gidebilirdik. Bu davete sevindim, demek ki hayallerim gerçekleşecekti. Semerkant,
Kaşgar, Taşkent, Yesi ve Buhara. Müslümanların medeniyetler kurduğu şehirler
oralar. Dünya medeniyetlerine yön veren İslâm Âlimleri oralarda yetiştiler. Uluğ
bey, İmam Mâturidî, İmam Buhari, Ahmet Yesevi vd ’nin
hayallerini kuruyorum. Oralarda neleri çekmem gerektiğiyle ilgili kısa bir ön hazırlık
da yaptım ve dosyayı aldım koltuğumun altına ver elini Köln... Belirtilen
saatte salonda hazır olduk.
AMGT Genel Başkanı Osman Yumakoğulları ( Allah rahmet
eylesin), Genel Sekreter Ali Yüksel, Haldun Algan, Mahmut Gül ve ben toplantı
salonundayız. Osman Yumakoğulları başladı söze ve kafasını sallaya sallaya,
heyecanlı bir şekilde; “ Hüdaverdi Hoca, seni televizyondaki görevinden
alıyorum, çünkü Milli Görüş’ün politikasına uygun olmayan yayınlar yapıyorsun.
Bundan sonra Milli Görüş’ün hiçbir kurumunda görev de alamayacaksın, toplantı
bitmiştir.”
Şoke oldum. Savunma hakkı istedim vermediler. Haldun ile
Mahmut’a baktım kafalarını yere gömdüler. Anladım ki, iş onların başının
altından çıkmış ve bana sorduğum halde bir tek kelime söylemediler 7 saat süren
yolculuk sırasında. Başka bir yerde görev de alamayacaktım, tazminat da yoktu,
mehil süresi, mühlet de. Ne hayallerle gelmiştim o salona. Ne umdum ne buldum. Tam
bir şok. Veyl olsun o zalimlere…
Bir ara, o uygun olmayan yayınların hangi yayınlar
olduğunu sordum Osman Yumakoğulları’na, arşiv tuttuğumuz için o yayını birlikte
seyredebileceğimizi de söyledim. Yumakoğulları, bu soruma cevap vermek zorunda
olmadığını söyledi. Seyredenler etmiş, rapor verenler vermişti. Adil Düzen’in
savunucuları tarafından, adil (!) bir şekilde yargılanarak görevimden uzaklaştırılıvermiştim.
Yapılacak bir şey yoktu. Şeriatın(!) kestiği parmak acımaz derlerdi de
inanırdım, inanmamak gerekmiş…
Çıktım salondan, sersem tavuk gibiyim. Bir ara gözüm
Haldun’a ilişti. Ne zaman döneceğimizi sordum; ‘Acelen varsa sen gidebilirsin,
bizim daha işimiz var.’ dedi. Anladım ki, beni arabalarına da almayacaklar.
Trene atladım ve geldim Berlin’e. Eşime olup biteni birkaç gün anlatamadım, yol
yorgunluğu nedeniyle işe gidemeyeceğimi söyledim, o kadar.
Adına “Milli Görüş” derdik biz o davanın
İsmail Köse, İslâmî İlimler Okulu’ndan televizyona
atandığımda, “bu yapılan tenzil-i terfi gibi görünüyor, sakın televizyonu kabul
etme, senin ayağını kaydırıyorlar, sonra pişman olursun” demişti. Bir anlam
verememiştim o gün o söylenenlere, şakadır herhalde diye düşünmüştüm. Adil
Düzeni savunan bir teşkilatın adaletsizlik yapabileceğini aklıma bile
getirememiştim. Basiretim de kapalıydı herhalde. 15 yaşından beri elimde bayrak
gibi taşıdığım, yere düşmesine asla müsaade etmediğim bir davam vardı benim.
Adına “Milli Görüş derdik biz o davanın.” Gördüm ki, maalesef o davadan geriye
sadece adı kalmış, haberim yokmuş benim. Bağımlı olmak böyle bir şey…
Türkiye’ye dönmeyi düşündük eşimle birlikte. Ancak, gelmişken
bir ev alsak da öyle dönsek daha iyi olacaktı, hem sonra el-âlem ne derdi.
Mahalle baskısı işte… Kaldım orta yerde, işsizim, ne iş yapacaktım, kim bana
yardım edecekti, geceleri uykularım kaçıyordu. Çalışma Ajansı’na işsizlik
parası için gerekli başvuruyu yaptım. Almanlar, Milli Görüş Teşkilatlarından
daha adil davrandılar, kısa sürede işsizlik maaşı bağladılar, en azından evde
çorba kaynayacaktı. Osman Yamakoğluları’nın Çalışma Ajansı’na kadar eli uzanamadı.
Uzansaydı, belki oradan da kovacaktı.
Pazarcılık yapıyorum
Ben ne iş yapabilirim konusunda istişareler yapıyorum.
Teklifleri değerlendiriyorum. Maaşlı eleman olarak çalışmak için uygun bir yer
bulamadım. İş yapmak için sermaye de olmayınca yapacak fazla bir şey yoktu. Bir
gün kapım çalındı, açtım, İsmail Koçyiğit. İslâm Federasyonu’nun muhasibi ve
sekreteri (Allah rahmet eylesin). Biraz konuşabilir miyiz? dedi. Kendisi
üniversite öğrencisi, aynı zamanda pazarcılık da yapıyor. Haftada dört ayrı
yerde semt pazarına çıkıyormuş, pazarlarda zeytin-peynir satıyormuş. Namerde
muhtaç olmadan geçinip gidiyormuş.
Kayınpederinin bir minibüsü varmış, minibüsün parasını
param olduğu zaman ödeyebilirmişim. Sermayeyi ve o dört semt pazarından ikisini
de verebilirmiş bana. İstersem hemen ertesi hafta işe de başlayabilirmişim.
Hanımla istişare etmek için müsaade istedim. Birkaç gün sonra aradım İsmail’i,
teklifini kabul ettiğimi söyledim. Çektim besmeleyi ve başladım zeytin peynir
satmaya semt pazarlarında. Eve ekmek getirmeye başladım. Okul tatillerinde oğlum
Hureyre’yi de götürüyordum yanımda. Onun için eğlenceli bile oluyordu. Akşam
eve gelince annesine pazarda neler yaptığını anlatıyordu heyecanlı heyacanlı. Benim
ise bu durum ağırıma gidiyordu. Hureyre şimdi Friebourg /İsviçre Üniversitesi’nde
İlahiyat Fakültesi kurmak için çalışma yapıyor. Aynı zaman da üniversitede hocalık
da yapıyor.
Sami Aydoğdu ve Mevlâna Camii
Bir gün evin önünde arabaya mal yüklüyordum, Sami Aydoğdu
geldi yanıma, selam verdi, hoş-beşten sonra: Benim böyle pazarcılık yapmamı
içine sindiremediğinden bahisle, Mevlâna Camii’nde gençler için eğitim verip
veremeyeceğimi sordu. O’na Milli Görüş’ün camilerinde çalışma yasağımın
olduğunu hatırlattım. “Ben o konuları hallederim, sen hele bir he de.” dedi.
Bir ay sonra onun tabiriyle “he” dedim ve Mevlâna Camii’nde eğitimci olarak göreve
başladım. Caminin başkanı Mahmut Gül. Beni televizyondan uzaklaştıranlardan
biri. Mahmut kendi başına kaldığı zamanlarda böylesine vicdanlı da olabiliyordu.
Üniversite öğrencilerine ders veriyorum, aynı zamanda çocuklara ve yaşlılara
da. Bir sene kadar sürdü bu görevim. Bütün öğrencilerim benden memnun, ben de
öğrencilerimden.
Çocukların ve gençlerin Türkçeleri çok zayıf. Mahmut Gül
ile istişare ettim konuyu. Türkçe’nin, anadilin önemini anlattım kendisine, o
da kabul etti. Camiyi jaluzilerle bölerek sınıf haline getirdik. O zamanlar
Alman okullarında Türkçe dersleri veren Yusuf Seçmen Hoca ile de anlaştık ve
dersler başladı. Altı ay kadar devam etti. Sonra da kapattık. Sebep; veliler çocuklarını
camiye Kur’an okusun, dinini öğrensin diye gönderiyorlarmış, Türkçe öğrensinler
diye değil. Bu çirkin propagandanın arkasından maalesef Yakup Taşçı çıktı. Yakup
Taşçı, Mevlâna Camii’nin hocası, kürsüde bile göbekten aşağıya vurmayı marifet
sayan bir hoca. “Değil faiz almak vermek, banka reklamı olan bankta oturmak,
banka binasının saçağının altında beklemek bile; Kâbe’nin yanında anasıyla zina
yapmak gibidir.” Diyen meşhur bir hoca. Bu meşhur hocanın, sonraları Merkez Bankası’nda
binlerce Euro dövizi olduğu ortaya çıktı.
Bir de Ramazan Yenidede vardı Yakup Hoca gibi, o da
göbekten aşağı fıkralar anlatmakla meşhurdu. Dortmund Anadolu Camii’nin imamı.
Sonra Milletvekili bile oldu.
Bodrum (Keller) Duvarının yıkılması
Televizyonda çalıştığım günlerdeydi. Bizim oturduğumuz
orta bloğun bodruma açılan kapısı duvarla kapatılmış. Gözlerime mi bir şey oldu
diye şöyle bir elimle vurdum, hayır doğru görüyordum, bodrumun kapısı gerçekten
duvarla örülmüştü. Ev soğuk, çocuklar üşüyorlar, sobayı yakmam lazım,
yakamıyorum kömür yok. Kömür bodrumda. Bodrumun da kapısı duvar. O gece sobayı
yakamadığımız için soğukta uyuduk. Ertesi gün, duvarın kimin tarafından yaptırıldığını
araştırdım; ‘Haldun yaptırdı.’ dediler. Haldun’u aradım, bulamadım, telefonla
da ulaşamadım. Bekir Pınarbaşı’nı gönderdim Haldun’a, ‘İşime karışmayın!’ demiş
ve geri göndermiş Pınarbaşı’nı. Mert, delikanlı bir adamdır Bekir Pınarbaşı,
hatır için laf söylemez. Teşkilatlanma Başkanlığı’nda birlikte çalışırdık.
İsmail Köse de vardı.
Milli Selamet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ömer Faruk
Ekinci gelmişti, televizyonda çekim yapıyorduk, durumu ona da anlattım, “bir de
ben konuşayım” dedi. Haldun ona “senin görev yerin Ankara burasına
karışamazsın” demiş. Keşke ona söylemeseydim diye hayıflandım sonra. Çekim
falan tamamlanmadan “Berlin’den ayrıldı. Bu durumda ben Berlin’de kalamam”
dedi.
Divan toplantısı
Ben diplomatik ataklara devam ediyordum. Benim yerime
teşkilatlanma başkanlığına atanan Abdurrahman Akgül’ü aradım. Durumu anlattım
ona, yapabileceği bir şey olup olmadığını sordum. Divanı toplayabilirsem orada
belki bir çözüm bulabiliriz dedi. Haldun Algan, Nail Dural, Mahmut Gül,
Abdurrahman Akgül ve Muharrem Yıldız divan üyeleri. Toplantıda, Mahmut ve
Abdurrahman ne kadar çırpınsalar da sonuç değişmiyor. Çünkü Haldun nal diyor
mıh demiyor. Abdurrahman divanın kararını hemen genel merkeze iletiyor, Ali
Yüksel ile görüşüyor, tavsiye ve nasihat veriyorlar Abdurrahman’a ve çözüm yok.
Son olarak Mahmut Gül’ü aradım, “sen olsan ne yapardın”
dedim, ”duvarı yıkardım” dedi. Öyleyse ben de yıkmaya gidiyorum dedim ve Remzi
Uçan’la birlikte duvarı yıktık ve kömürü aldık bodrumdan. Haldun’u beklemeye
koyuldum, “duvarı niçin yıktın?” diye hesap sormaya gelir diye düşündüm,
gelmedi. Ben herhalde hatasını anladı, utancından yanıma gelemiyor diye
düşünürken, bir de baktım ki duvar tekrar örülmüş. Bu sefer kimseyi aramadan
duvarı ikinci kez yıktım.
Haldun duvarın tekrar yıkıldığını duyunca, hışımla stüdyoya geldi, kırmızı görmüş boğa
gibi burnundan soluyordu. “Ben Berlin’in Emiriyim, sen kim oluyorsun da Emir’e
karşı geliyorsun, haddini bilmezsen bildirirler. Ben bu duvarı tekrar
yapacağım, yine yıkarsam olacaklardan en sorumlu olursun.”
Ben de aynı tonda ona; ‘Bu duvarı bir daha yaparsan Allah
yarattı demem, senin oracıkta canını alırım, benim efe olduğumu unutma. Senin
boksörlüğün bana sökmez…’ dedim. Bu ağız dalaşlarından sonra stüdyodan ayrıldı ve
gitti. O gün duvar yapılmadı.
Ertesi gün Genel Merkez’i aradım ve Ali Yüksel’le
görüştüm Haldun’un yaptıklarını anlattım ona. ‘Eğer buraya gelmezseniz, burada
hoş olmayan şeyler olabilir. Onlardan da siz sorumlu olursunuz’ dedim,
Haldun’un bana dediği gibi. Abdurrahman Akgül’den sonra ben de arayınca konunun
ciddiyetini anlamış olmalılar ki, ertesi gün Ali Yüksel ve Hasan Özdoğan
birlikte Berlin’e geldiler. Mahkeme kuruldu. Ben şikâyetimi yeniledim. Teşkilatlanma
başkanı olarak Abdurrahman Akgül de dinlendi. Haldun birkaç yerde Abdurrahman’a
itiraz etse de, Abdurrahman elindeki not defterinden görüştüğü saati ve yeri
söyleyince sustu. Sonra da diğer kiracılar şahit olarak dinlendi. Sanık
sandalyesinde Haldun vardı. Cemiyet-i Nisa’nın yöneticisi olan kadınlar da
Haldun’un şahitleriydi, Hürrem Sultanlar. Muna Algan, Emel Algan, Aysun Dilek
ve Seyyare Uzun.
Dinlemeler bittikten sonra, olay yerine keşfe gidildi.
Haldun duvarı niçin yaptığının gerekçesini tekrar anlattı. Cemiyet-i Nisa’nın
çocuk yuvasının genişlemesi lazımmış, bodrum kapısı açık kalacak şekilde
genişleme yapılırsa duvar eğri görünürmüş. Duvarın düz görünmesi için bodrum
kapısının tamamen kapatılması lazımmış.
Ali Yüksel’in peki kiracılar kömürü nereden alacaklar? Sorusuna,
ön binanın bodrumundan girip kömürü alacaklar, sonra aynı yoldan geriye
dönecekler o kadar. Söylenilen yere de bakıldı ve o işin mümkün olamayacağı
anlaşılınca karar verildi: Haldun suçludur, yaptığı iş yanlıştır, kiracılara
zulüm yapmıştır. Duvar örülecekse, bodrum kapısı açık kalacak şekilde örülecektir.
Ancak duvarı yıkarak, kamu malına zarar verdiği için Hüdaverdi Hoca 1.000 DM.
para cezası ödeyecektir.
Hürrem Sultanlar, başladılar ajitasyon yapmaya, “duvar
düz olarak yapılsın, biz hocamızın kömürünü taşırız, ne olur burası
teşkilatımızın tek çocuk yuvasıdır…, ” Gülünüp geçilmesi gereken itirazlardı
bunlar, Ali Yüksel ve Hasan Özdoğan da öyle yaptılar, güldüler ve geçtiler.
Benim de itirazım vardı Ali Yüksel’e: “Bu ne biçim bir
adalettir ki, suçsuz olduğum halde ceza bana kesiliyor?” Cevabı pozitif
olmayacağı belli olan bir soruydu bu… Sadece sormuş oldum…
Ve bizim bodrum (kela) duvarının hikâyesi aldı başını
gitti. Uzun süre sohbetlere konu edildi. Sohbet aralarında konu Kela Duvarı’na
gelince İsmail Köse şöyle derdi ve bizler de gülüşürdük: “Dünyada iki tane
duvar vardır. Birincisi Berlin Duvarıdır onu Gorbaçov yıktı, ikincisi de Kela
Duvarı’dır onu da Hüdaverdi Hoca yıktı.”
Mahkemeye veriliyorum
Her ne kadar bana kamu malına zarar vermekten 1000 DM.
ceza kesilse de. Haldun Algan ve Nail Dural bu durumu içlerine sindirememişler.
“Baş başa, baş şeriata bağlıdır” hükmü onlar için geçerli olmadığı için, aylarca
beni evden nasıl atacaklarının hesabını yapmışlar. O tartışmaların içinde
bulunan Ayhan Eşgünoğlu anlattı sonradan bu Bizans oyunlarını bana.
Ben her şey oldu bitti diye rahatlamaya çalışırken, mahkemeden
bir celp aldım. Şikâyetçi İslâm Federasyonu başkanı Nail Dural.” Beni mahkemeye
vermiş. Gerekçe: 1985 yılından 1990 yılına kadar ev kirasını ödememişim.
Mektubu aldım doğru nail Dural’ın yanına, koydum önüne,
açıklama istedim. “Ben bilmiyorum seni mahkemeye kim vermiş” dedi. Bu imza sana
ait değil mi? Dedim. Sekreter hazırlıyor evrakları ve ben imzalıyorum, nereden
bileceğim seni mahkemeye kimin verdiğini ”dedi.
Kalktım oradan doğru Haldun’a. Celbi ona da gösterdim, “Ödeseydin kiranı” dedi. Siz bana maaşımı ev
kirasını keserek veriyorsunuz, benim kira borcum yoktur, defterler kontrol
edildiği zaman bu anlaşılacaktır, desem de olmadı. İspat etmem gerekiyordu.
Elimde de makbuz olmayınca oldum ben dolandırıcı. Dört sene niçin
beklediklerini, bugüne kadar kirayı niçin almadıklarını sorsam da bu çabalarım fayda
vermedi. Bana mahkemenin kararına uymak
gerektiğini söyledi.
Bunun üzerine cemiyet başkanlarına olup bitenlerle ilgili
bir mektup yazdım, sadece Paşa camii başkanı Hasan Atalay cevap verdi ve en
azından yazdıklarımla ilgili olarak beni dinleme zahmetinde bulundu. Diğer
cemiyet başkanlarından ise ses çıkmadı.
Ben yine Genel merkeze telefon etmek zorunda kaldım, olup
bitenleri Ali Yüksel’e anlattım (O zaman genel sekreterdi). Ve o mektubu onlara
da gönderdim. Ali Yüksel tekrar geldi Berlin’e, bu sefer yalnız gelmişti. Akşam
Zeki Bina’nın evinde toplandık( Allah rahmet eylesin). Ali Yüksel, Haldun
Algan, Mahmut Gül, Sami Aydoğdu, Zeki Bina ve ben.
Olayı hazirûnun huzurunda tekrar anlattım. Haldun da anlattı.
Ali Yüksel beni ispata davet etti. “Ben ispatım yok, çünkü maaşımı zaten ev
kirasını keserek veriyorlardı, makbuz da vermiyorlardı” bu durumun hesap
defterlerinde yazılı olması lazımdır dedim. Haldun, hesap defterini
incelettiklerini ve orada öyle bir bilgiye rastlamadıklarını söyledi.
Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş derler ya; tam o
sırada aklıma geldi. Bir şahidim var dinlenmesini istiyorum dedim. İsmail
Koçyiğit( Allah rahmet eylesin). Federasyon’un sekreteridir, muhasibidir.
Haldun o saatte İsmail’i bulamayacaklarını söyledi. Ali Yüksel ısrarcı oldu. Bu
sefer yanında İsmail’in telefon numarasının olmadığını söyledi. “mutlaka
istiyorsanız ben gidip evinden alıp geleyim” dedi. Ben itiraz ettim. ‘Buradan kimsenin gidip İsmail’i
alıp gelmesini istemiyorum, birilerinden telefon bulunsun ve çağrılsın dedim. Artık
onlara güvenemiyordum. Neden sonra telefon numarası bulundu ve çağrıldı İsmail,
geldi. Ali Yüksel, hem Haldun’un ve hem de benim ifadelerimizi ona aktardı ve
sorusunu sordu. Hangisi doğru söylüyor?’ İsmail tereddüt bile etmeden, ‘Hüdaverdi
Hoca’mın dediği doğrudur. Biz maaşı ev kirasını keserek ödüyoruz ve makbuz da
vermiyoruz. Bunların kayıtları defterlerde de mevcuttur.’ dedi. İnanın ben
ağlayacağımı da bilemedim güleceğimi de. İsmail’in boynuna atılıp sarılmak geldi
içimden, bir anda sırtımdan tonlarca yük inmişti. Bana iftira atarak mahkemeye
verenlerin biri İslâm Federasyonu başkanı Nail Dural, öbürü de A.M.G.T Berlin
Bölge Başkanı Haldun (Aykut) Algan, sessiz kalarak onları onaylayan da Bölge
başkan yardımcısı. Mahmut Gül. Hatta bana kızmıştı da, “gidip duvarı yıkarım”
dediğini mahkeme heyetine niçin anlattığımın hesabını sormuştu benden.
Mahkeme bitti. Ali Yüksel bana ‘Geçmiş olsun’ dedi.
Teşekkür ettim ve bu olup bitenlerin yazılı belgesini isterim dedim. Zeki bina
kendi el yazısı ile tutanağı hazırladı ve oradakilere de imzalattı. Bir isteğim
daha oldu Al Yüksel’den. Bu olayı bütün dernek başkanları biliyor, benim vakfı
dolandırdığımı sanıyorlar. Kendilerine bölge toplantısında öyle anlatmış bu
zat-ı muhteremler(!). Önümüzdeki bölge
toplantısında bu tutanağın aynen orada okunmasını istiyorum dedim. O da kabul
edildi. Önümüzdeki ilk bölge toplantısında (Burcu Düğün salonu) tutanağı
okunması için Mahmut Gül’e( Mehmet Gül) verdim. Toplantının sonuna doğru oturum
başkanı Nail Dural’a verecekti ve okunmasını sağlayacaktı. Tutanak okunmadı.
Neden okunmadığını sordum Mahmut Gül’e, Nail Dural’ın ‘okumaya gerek yok’
dediğini söyledi. Yüksek sesle söz istedim, oturum başkanı Nail Dural ‘Toplantı
kapanmıştır.’ dedi ve bana söz vermedi. Gerçek suçlunun Nail ve Haldun olduğu kararını
Ali Yüksel verdi, verdi vermesine de halkın gözünde mahkûm edilen yine ben
oldum. Milli Görüş Teşkilatları yöneticilerinin Bizans oyunları…
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder