Milli Görüş Teşkilatları Berlin bölgesi Braunschweig‘ta eğitim
kampı düzenlemiş. Bu kampta aynı zamanda Berlin bölge başkanının istişaresi de
yapılacakmış. Hatip olarak Ahmet Akgül davet edilmiş. Genel Merkez Eğitim Başkanlığı’nı
temsilen konuşmacı olarak ben de oradayım. Ormanların içinde bir gençlik evinde
yapılıyor bu kamp. Genel Merkez’in en iyi yaptığı çalışmalardan biridir eğitim
kapları. Hafta sonlarında düzenlenir bu kamplar. Misafir hatipler davet edilir,
değişik konularda sunumlarını yaparlar, genel merkez de teşkilat çalışmalarını
yapar, bazen Milli Görüş’ün Türkiye ayağından siyasetçiler de çağrılır bu
kamplara, dünya siyaseti Milli Görüş masasına yatırılır, bir dizi amaliyat
yapılır; ancak hastanın ayağa kalkması için Milli Görüş neşteriyle amaliyat
edilmesi gerekir bunun için de hastanın mutlaka Milli Görüş hastanesinde tedavi
edilmesi lazımdır. Mantık böyledir. Bir nevi beyin yıkama kamplarıdır bu
kamplar. Milli Görüş’e gönül veren
gençler, hanımlar, yaşlılar bu kamplarda bilgilendirilirler, eğitilirler. Bir
disiplin içinde yürütülür bu iş, saat kaçta kalkılacak, kaçta yatılacak, kaçta
yemek yenecek, hangi saatlerde aktiviteler yapılacak bellidir. İyi bir Milli
Görüşçü nasıl olunacaksa, yetiştirilecekse bu kamplarda yetiştirilir. Ne
yazıkki iyi bir Milli Görüşçü, aynı zamanda iyi bir Müslüman olarak yetiştirilmez.
At gözlüğüyle bakarak hedefe giden Milli Görüş mücahidi olarak yetiştirilir.
Sorgulamak yoktur, sorgulayan hain olarak damgalanır. Eskiler, büyükler, mezhep
imamları, siyasi liderler o insanlar için gerekli olan şeyleri düşünmüşlerdir.
Onlardan istenen sadece itaattır, sorgusuz sualsiz itaat.
Fetavâ-yı Hindiye’nin fetvalarıyla, Kara Davut’un, Hüsnü
Aktaş’ın fetvalarıyla Milli Görüşçülere yön verilir buralarda.
“Erbakan’ın kasetleri sizlere yeter!”
Benden önce Ahmet Akgül konuştu. Konuşmasında Milli Görüş
Lider’i Necmettin Erbakan’ı yere göre sığdıramadı, Erbakan bazen siyasetçi
oldu, bazen de Allah’ın seçilmiş kulu, veli kulu oldu ve Allah onu özellikle
seçip gönderdi… Riyakârlık cıvık cıvık akıyordu, midem bulandı. O kilometrelerce
uzak yoldan birşeyler öğrenmek için bu kamplara gelen iyi niyetli insanlara
böylesine bir işkence yapılmamalıydı. Son konuşmacı olarak kürsüye çıktım.
Oturum başkanı Abdurrahman Akgül. Berlin Bölge Teşkilatı Teşkilatma Başkanı.
Nezaketimi bozmadan, Genel Merkez’e yakışır bir uslupla
konuşmama başladım. Allah’ın bir olduğundan, Kur’an’ın Allah’ın Kitab’ı
olduğundan ve Peygamber aracılığıyla bizlere ulaştırıldığından bahisle; dini
öğrenmek ve iyi bir Müslüman olmak isteyen insanların /Müslümanların Kur’an
dışı kaynaklardan beslenmemeleri gerektiğini anlattım. “Hata yapan kişi Peygamber
bile olsa dinin Sahibi tarafından şah damarı kesilip atılacaktır”, buyruk
böyledir dedim. Erbakan Hocamız’a
gelince; o bir siyasi liderdir, Milli Görüş’ün lideridir, bir siyasetçi olarak
bizler onun siyasi çizgisinde yümümeyi tercih etmişizdir… “Ancak o din âlimi
değildir, dini lider de değildir. Allah’ın seçilmiş kulu hiç değildir…” dedim.
Ahmet Akgül oturduğu yerden müdahale etmeye başladı. Oturum
başkanı susuturmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. “Söz istiyorum” diyerek
benim konuşmamı provoke etmeye başladı. Tam bir provokatör. Abdurahman bana
baktı, ne yapayım der gibiydi, söz vermesi gerektiğini söyledim. Bu sefer de
kürsüye gelmek istedi, Abdurrahman “ Biz aslında hocanın hocaya soru sormasına
prensip olarak müsade etmeyiz, madem Rüştü Hocam izin verdi buyurun sorunuzu
sorun ama yerinizden sorun.” dediyse de o provokatör kürsüye gelmekte ısrarcı
oldu ve koşar adımlarla pür telaş kürsüye geldi. Bıraktım mikrofonu ona.
Başladı bağıra bağıra konuşmaya, ağzından salyalar akıtarak başladı konuşmaya
desem hakaret etmiş olmam. Cibilliyetinin gereğini yapıyordu çünkü: “İşte bu
hocalar yüzünden Milli Görüş yükselemiyor, bunlar haindirler, mezhepsizdirler,
reformisttirler…, Kur’an’ı anlamak için okuyun diyorlar, Kur’an’ı anlayamayız…
Kur’an’dan siz ne anlayacaksınız, günaha girmek de var bunun sonucunda… Erbakan
din adamı değilmiş…O Allah’ın seçilmiş kuludur, bunlar Erbakan’ı tanımaz ki,
onu tanıyanlar tanır….Sizler Milli Gazeteyi okuyun, Erbakan’ın kasetlerini
dinleyin sizlere yeter…Sizler dininizi oralardan öğreneceksizin Kur’an’dan
değil…” ve nihayet indi kürsüden o hızla da salonu terketti gitti. Mürüdleri de
peşinden…
Yapılan çalışmanın tadı da tuzu da kalmadı. Ben
salyalarını temizlemeye çalıştım çalışmasına da, midem bozulduğu için,
tiksidiğim için pisliğini temizlemeyi fazla da istemedim. Ben anlatacaklarımı
anlattım, oradakilerde dinledi. Onlar akıl sahibi insanlar, akıllarını
çalıştırsınlar ve doğru ile yanlışı farketsinler istedim. Abdurrahman yapılan
bu işin terbiyesizlik, saygısızlık olduğunu anlattı ama dinleyiciler arasında
fanatikler de yok değildi. Hatta Ahmet Akgül’ün has müridleri bile vardı
salonda. Adil Düzen diye bir masal kitabı yazmış Ahmet Akgül, o kitap yok
satıyordu. Milli görüşçüler sayesinde adam köşeyi dönmüştü.
Erbakan Hocamıza bir icra heyeti toplantısında soruldu
Ahmet Akgül, o da dedi ki; “Bırakın o meczubu, teşkilatlara sokmayın.” Bu olay,
Erbakan’ın “o meczubu sokmayın teşkilatlara” uyarısından sonra gerçekleşmişti. Dinleyen
kim…
Yıllar sonra Genel Merkez’den ayrıldım, Berlin’deyim. Berlin
Türk Cemaatı Talat Paşa’yı anma toplantısı düzenledi. Konuşmacılar Türkiye’den
getirildi. Kimler vardı bu heyetin içinde bilin bakalım, sıkı durun ben
söyleyeyim; Doğu Perinçek, Vural Savaş, Kemal Alemdaroğlu, Ahmet Akgül, Zekeriya
Beyaz ve Rauf Denktaş(Rauf Denktaş’ın mazeret beyan ederek gelemediğini orada
söylediler). Berlin’deki Milli Görüşçülere sordum; “Ahmet Akgül’ün bu
insanların içinde ne işi var?” Aldığım cevap manidardı; ”Onlara Milli Görüşü
anlatıyor fena mı?” Aynı Ahmet Akgül 2000 li yıllarda Ergenekon soruşturması çerçevesinde,
Adana’da sorgulandı(!)
Ve ben Erbakan Hoca’nın Ahmet Akgül hakkında yaptığı
uyarıya rağmen, Genel Merkez tarafından bir daha sigaya çekildim. “Ahmet Akgül’e
niçin öyle davrandın” diye… İster istemez şüpheleniyor insan, Erbakan’ın
uyarılarına rağmen bu “meczup” A.M.G.T teşkilatlarına nasıl davet ediliyor,
kimler davet ettiriyor ve beni kimler sigaya çektiriyor?
Braunschweig
Eğitim Kampı’nda yapılan istişareden öyle sanıyorum ki, Berlin Bölge başkanı
olarak Mahmut (Mehmet) Gül çıkmadı. Ama o bölge başkanı oldu, öyleyse nasıl
oldu? İşte orası muamma, oralara fazla girmemek gerekiyor... Milli Görüş’e
başkan olacak kişiler önceden divan heyeti tarafından belirlenir, üyelerle
yapılan istişareler, gaz alma çalışmalarıdır. Bize sormadan nasıl başkan
atarsınız? Sorusunun sorulmaması içindir. Genel Merkez’de olduğum süre içinde zaman
zaman ben de istişare heyetlerinde bulundum. Bizim yaptığımız istişarelerde
belirlenen isimler de ne yazıkki bölge ve cemiyet başkanı olamadılar. Sonra, o
bölgeye teşkilat çalışması için gittiğimizde; “Hocam istişareyi siz yaptınız,
gerçekten bu atanan isim mi çıktı?” şeklindeki sorulara sadece omuzumuzu
çekerek cevap verebilirdik.
Hasan Damar
Bizim odamız zeminde olduğu için Genel Merkez’e kim
geliyor kim gidiyor görebiliyorduk. Genel Merkez’e ilk geldiğim sıralarda
dikkatimi çeken bir durum vardı. Hasan Damar ana kapıdan içeriye giriyor,
mutfak tarafına geçiyor, bahçede birileriyle oturuyor sonra da gidiyordu. Bu
durum sık sık tekrarlanınca Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal)’e sordum: “Hocam
Hasan Damar buraya geliyor bahçede ve mutfakta biraz oyalanıyor içeri girmeden
geriye gidiyor, neden böyle yapıyor?”
“Gülüm, Hasan Damar’a (Hausverbot)içeriye girme yasağı
konuldu, bundan dolayı içeriye giremiyor oralarda dolanıp dolanıp geriye
gidiyor. Mağdurları oynuyor” dedi.
Aradan zaman geçti ve geçmişte kendisiyle hiç de hoş
olmayan ilişkilerimiz olmamasına rağmen, Abdullah Yüksel’e; “Hocam siz babacan
birisiniz, herkese hoşgörü ile yaklaşıyorsunuz, bu duruma da gördüğüm kadarıyla
üzülüyorsunuz, odaya çağıralım da çay içirelim, sohbet edelim sonra da o
yasağın kalkması için Osman Hocam ile görüşürsünüz dedim.” Davet ettik, öyle
mahcup mahcup içeriye girdi, köşeye oturdu, sorarsak cevap verdi ve sonra da
sevinerek ve Abdullah Yüksel’e arkası arkasına teşekkürler ederek odadan çıktı
gitti…
Daha sonra da Osman Yumakoğulları gerekeni yaptı. Yaptı
yapmasına da alışmış kudurmuştan beter olur derler ya, Sefer Malak (Ahmetoğlu)
ile birlikte Mehmet Erbakan’a iftiralar atarak genel başkanlıktan
uzaklaştırılmasına sebep oldu.
Ben genel merkezden ayrıldıktan sonra, Saadet Partisi’nin
sahibi(!) Oğuzhan Asiltürk tarafından Yavuz’u azletmek üzere görevlendirilmişler,
Şener Şentürk ve Recep Çınar ile
birlikte. Yavuz(Osman Yobaş) da onların hepsini birden Genel Merkez’den tekrar kovmuş…
Witten’de Miraç gecesi(1993)
Miraç gecelerinden birinde hatip olarak Witten’e gitmem
istendi. Gittim, hem de severek gittim. 1978 yılında Ramazan görevlisi olarak
oraya gelmiştim. Gitmeden önce Rüştü Kılıç’ı aradım, haber verdim, onlar da
sevindiler. Yıllar sonra hasret giderdik, 1978 yılında bıraktığım gibi değillerdi.
O görev yaptığım camiyi Diyanet satın almış, Milli Görüş cemaati de kendilerine
başka bir semtte cami açmışlar. Sayıları oldukça az. O gün orada program
yapması için gönderilen Elazığ Belediye Başkanı Hamza yanılmaz da varmış.
Küçücük bir camide iki hatip. Zamanı paylaştık. Önce Belediye başkanı konuştu,
Elazığ’da yaptığı altyapı hizmetlerinden bahsetti... Bu hizmetler Witten’li
Milli Görüş cemaatini ne kadar ilgilendirir onu bilemedim, ama konuştu adam. Sonra
da ben konuştum. Konum, o gecenin Miraç gecesi olması hasebiyle Miraç olayı idi.
Önce bildik hikâyeyi anlattım. Sonra da bu hikâyenin
başka bir versiyonu daha var dedim ve onu da anlattım, sonra da cemaate “Tercih
size aittir, bildik hikâyeyi mi tercih edeceksiniz yoksa benim anlattığım
gerçekleri mi” diyerek sohbeti sonlandırdım. İstemeyerek de olsa 20 rekât
teravih namazını da kıldırdım. Namazdan sonra sohbet ettik, çay içtik ve eski
hatıraları dillendirdik. Pehlivan amcayı, Rıza Karatoprağı sordum, Eşref
Altınok’u, Celal hocayı sordum, Abdullah bayram’ı sordum…ve tekrar görüşmek
ümidiyle oradan ayrıldım.
Miraç olayı kısaca şöyle anlattım
Gidiş yolu
Peygamber, Kâbe’de uykuda olduğu
bir sırada Cebrail gelip göğsünü yarıyor, kalbini zemzem ile yıkadıktan sonra
içine iman ve hikmet dolduruyor. Burak adlı bir binekle Mescid-i Aksaya
götürülüyor. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Muhammed, onlara
imamlık yaparak namaz kıldırıyor. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe
doğru yükselmeye başlıyorlar. Göğün birinci katında Hz.Adem, ikinci katında
Hz.İsa ve Hz.Yahya, üçüncü katında Hz.Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris,
beşinci katında Hz.Harun, altıncı katında Hz.Musa, yedinci katında Hz. İbrahim
ile görüşüyor. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü‘l Münteha‘ya
kadar devam ediyor. Cebrail; „Buradan öteye geçecek olursam yanarım“ diyerek
orada Peygamber’den ayrılıyor.
Peygamber Refref adlı bir binekle
yükselişini sürdürerek Allah‘ın huzuruna varıyor. Bu yükseliş sırasında
kendisine; Cennet ve Cehennem
gösteriliyor, ümmetinden Allah‘a şirk koşmamış olanın cennete gireceği müjdesi
veriliyor ve ümmetine elli vakit namaz farz kılınıyor.
Dönüş yolu
Allah’la görüşmeyi tamamlayan
Hz.Muhammed, dönüşte Hz.Musa’ya uğruyor.
Hz.Musa: „Ne ile emrolundun?“
Hz.Muhammed: “Elli vakit namaz ile“
Hz.Musa: „Hergün elli vakit namaz
çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın?” diyor.
Hz.Muhammed de yeniden Allah’a
giderek vakit sayısını azaltmasını istiyor, Allah beş vakit azaltıyor.
Peygamber dönüşte yeniden Hz.Musa’ya uğruyor.
Hz.Musa: “Bu kadarı da çok, git
Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” diyor. Hz.Musa’nın bu uyarıları ile,
namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz.Muhammed, Allah’la görüşmeye gidip
gelişi devam ediyor. Tam 9 kez gidip geliyor. Böylece 45 vakit namaz Musanın
sayesinde kaldırılıyor.
Hz. Muhammed tekrar Hz.Musa’ya
uğruyor 5 vakte kadar indirdi diyor.
Hz.Musa: Beş vaktin de çok
olduğunu, ümmetinin buna da gücünün yetmeyeceği uyarısında bulunuyor ve yeniden
Allah’a dönmesini, biraz daha azaltmasını istemesini söylüyor.
Ancak bu kez Hz. Peygamber artık
isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söylüyor, yola
devam ediyor. Ve miraç olayı da böylece tamamlanmış oluyor.(Buhari, Müslim)
Olayın isra Suresinde
bildirildiği şekline kimsenin itirazı olmaz. Bizim itirazımız olayın gidiş ve
dönüş aşamasıyla, yani miraç (yükseliş) kısmı ile ilgilidir. Allah, bir kısım
ayetlerini göstermek amacıyla kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i
Aksa’ya yürütüyor, ancak Kur‘an bu ayetlerin/ belgelerin neler olduğu konusunda
herhang bir bilgi vermiyor.
Miraç hikâyesi uydurmadır
Şimdi miraç hadisesinin neden
uydurma olduğunu izah etmeye çalışalım. Muhaddisinden siyercisine, âliminden
cahiline varıncaya kadar, İslam toplumunun büyük bir çoğunluğunca gerçekliği
kabul edilen miraç olayı, Kur’an‘ın dışında başka kaynaklara dayandırılan bir
olaydır, şöyle ki:
1- Kur‘an, gece yürüyüşünün
nasıllığı hakkında hiçbir ipucu vermemektedir. Eğer olayın mucize yönü
bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması
şarttır. Oysa olay tamamen Peygamber’in şahsında gerçekleşmiştir, mahiyeti
bilinmemektedir.
2- Namazın ilk kez Hz. Muhammed
ve ümmetine farz kılınan bir ibadet olmayıp, daha önceki ümmetlere de farz
kılınan bir ibadet olduğu Kur’an‘da açıkça belirtilmektedir. „Kitap’ta İsmail’i
de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekât
vermeyi emrederdi.” (Meryem -54, 55)
3- Allah’a mekân izafe edilemez. Oysaki
Peygamber’in yolculuk güzergâhı ve sonu bir mekânda noktalanmaktadır. Bu anlatım
Kur’an’a ters düşmektedir.
4- Günün 24 saat olduğunu bilen
Allah, nasıl olur da 50 vakit namazı Müslümanlara farz kılar? Uyku için 7-8
saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan saate bölünecek olunursa, yaklaşık
her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak mümkün
olabilir mi? Mümkün değil diyorsak, mümkün olmayan birşeyi Allah’ın kullarından
isteyebileceğini nasıl düşünebiliriz?
5- O nasıl bir Allah ki,
kullarının gücünün neye yetip neye yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı
farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor?
Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah
düşünülebilir mi?
6- peygamberimiz Musa ile
karşılaşmasaydı, bu azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadislere
bakılırsa Musa oldukça akıllı, Peygamberimiz de oldukça akılsız bir konuma
düşürülmektedir. Öyleki, Hz.Musa, Allah‘ın ve Hz.Muhammed’in düşünemediği şeyi
düşünmüştür (!).
7- Namaz miraçla farz kılındıysa
daha miraca çıkılmadan Hz.Muhammed’in diğer peygamberlere imamlık ederek namaz
kıldırmış olması büyük bir çelişki değil midir?
8-
Ayette bahsedilen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Süleyman tapınağı olduğu
söylenmektedir ki; Peygamberimiz zamanında orada bir tapınak mevcut değildi.
Süleyman Tapınağı Hz. Muhammed’den 650 sene önce yıkılmıştı, yeri boştu. Halife
Ömer zamanında Kudüs’te bir mescid yapıldı.
Bütün bunları anlattıktan sonra
cemaatten bazıları; “evet doğru söylüyorsun, ama o zaman bu hadis neden Kütb-ü
Sittenin içinde duruyor. O koca koca âlimler bu konuyu hiç mi böyle
düşünmemişler” dediler, bu kadar net ve açık bir anlatımdan sonra böyle bir
soru ile karşılaşılıyorsa yapılacak fazla bir şey olmaz, zaten olmadı da...
Hamza Yanılmaz da dinledi benim
anlattıklarımı ve sonra birlikte çay içtik, sohbet ettik. Orada bana
anlattıklarımla ilgili hiçbirşey söylemeyen hamza Yılmaz, yememiş içmemiş ve
beni, Witten’de anlattıklarımdan dolayı büyük bir tehlike olarak Genel Merkez’e
şikâyet etmiş. Eğer bu tehlikenin önü alınmaz ise telafisi mümkün olmayan
olaylar Genel Merkezi beklermiş. Sırf bu yüzden icra kurulunda hesaba çekildim.
Zaten rutine bağlamıştım ben haftalık geziler sonrasını, hafta sonlarında
gittiğim bölgelerden mutlaka bir şikâyet geliyordu ve benimle ilgili şikâyetler
icra kurulunun değişmez gündem maddesi haline gelmişti.
Hollanda (1994)
Deventer
Sultan Abdul Hamid Han Camii’ndeyim. İsmini unuttuğum bir genç beni davet etmişti
Deventer’e. O cemiyetin başkanıydı. Beni özellikle davet edişinin sebebi
söylemlerimdeki farklılıkmış, gençler bu farklılıkları bilerek yetişmeliymiş.
Kabul ettim daveti. Seminer çerçevesinde kısa bir sohbet uzunca da soru cevap
faslı arzu etti. Ben arzuya uydum.
Gençler o
kadar ilgiliydiler ki, salonda çıt çıkmıyordu. Sorular soruluyor cevapları da
alınıyordu. Programı bitirmek üzereydik ki bir genç kalktı ayağa, açtı ağzını
yumdu gözünü, veryansın etmeye başladı. 3 saat süren programın oluşan o güzel
havasını birden dağıtıverdi. İşte örnek bir provokatör size. Provokatörlerin
görevi budur. Ahmet Akgül gibi o da yapacağını yapmıştı. Ben o Deventerli
gençleri ve muhterem başkanlarını hiç unutmadım. Bir gayret içine girmişler ve
Kur’an ile tanışmak istemişlerdi, ben yapılabileceklerini hâlâ yaptıklarına
inanıyorum.
Tevhid
erleri öyle kolay kolay pes etmezler, onların rehberi Muhammed’dir.
Allah bir
dediği için tek başına putperestlere kafa tuttuğu için ateşe atılan İbrahim’dir.
Firavun’un
karşına çıkıp mesajını haykıran Musa’dır.
Bu olaydan
sonra bir Sefer daha Hollanda’ya teşkilat çalışması için gittim. Bölge
toplantısıydı. Benzer bir olaya orada da tanık olmuştum.’ Gençlerin eğitimi
konusunda neler yapmalıyız?’ Konu başlığı böyleydi. İster istemez müzik
dinleme, bilardo vs. oynama konuları gündeme geldi. Bu konularda sıkıntı vardı,
bütün bölgelerde aynı sıkıntı vardı zaten, çözülmesi gerekiyordu. Fetva
heyetiyle kaç aydan beri bu konular üzerinde konuşuyorduk, konuşuyorduk
konuşmasına da bir arpa boyu yol alamıyorduk, patinaj yapıp duruyoruz.
Kabahak
fetva heyetinde midir, yoksa o heyeti oraya seçen Genel merkezde midir kararı
sizlere bırakıyorum. O gün orada daha sonra Genel Merkez’e, fetva heyetine
alınan Hulusi Ünye de vardı. Başka söze ne hacet. Bekri Mustafa’nın hikayesini
burada hatırlamk lazımdır.
Ben Eğitim
Başkanı Abdullah Yüksel ile yaptığım istişarelerin sonucunda bu konuları
konuşuyordum gittiğim bölgelerde. Dolayısıyla başarılarımız arttıkça
düşmanlarımız çoğalıyordu. Ancak Abdullah Yüksel’e (Yüksel haşal) saygılarımı
her daim sunuyorum. Osman Yumakoğullarından sonra arkamda duran dava eri olduğu
için. Hollanda Bölge toplantısında tartışmaya sebep olan konuşmamı aynen
istifadenize sunuyorum, yıl 1994:
Gençliğin
problemleri/ Tespitler
-Gençlik denince
Genç denince 25 - 30 yaş grubu ile büluğ çağına ulaşanlar
akla gelir. (Bay-Bayan) Gençliğin bittiği gün, gençlerin hür iradeleriyle geleceklerini
planlamaya başladıkları gündür. Bugünün hukuku bu yaşı 18 yaş olarak
belirlemiştir. Bülüğ çağı denilen çağ işte bu çağdır. Allah’a karşı olan
sorumluluklar da bu çağda/yaşta başlar. Hanefi mezhebinin görüşü de böyledir. 18
yaşına kadar olan süre çocuklar için aile içi eğitim süresidir.
-Aile yapısındaki
değişiklik
Aile; ana-baba, büyük anne, büyük baba, hısım
akrabalardan oluşan bir yapıdır. Günümüzde, -bilhassa Avrupa’da yaşayanlar
için- büyük anne, büyük baba ve hısım
akrabalardan oluşan aile yapısı zorunlu olarak terkedilmiştir, bu aile modeli
yerini, ister istemez çekirdek aileye bırakmıştır, ve aile parçalanmıştır. Bu
değişim bazen olumlu bazen olumsuz sonuçlar getirmiştir.
-Olumsuz Sonuçlar
Aile otoritesi kaybolmuştur, geleneksel saygı
bozulmuştur, aile içi dayanışma ortadan kalkmıştır, kullanılacak eşyalar,
herkes için ayrıdır, aile içinde yapılan ve büyük anne ve büyük baba merkezli
toplu din eğitimi terkedilmiştir, aile büyükleri, küçükleri kontrolleri altına
alamaz olmuşlardır.
-Olumlu Sonuçlar
Çocuklarda kişilik gelişmesi daha iyi olmuştur, çocuklar
çalışarak kendilerini ispat edebilmişlerdir, mesela, toplumda (Ali Bey) olarak
değer kazanmışlardır, psikolojik olarak özgüvenleri artmıştır.
-Parçalanmış aile
tipinde gelenekler ve kültür
Parçalanmış aile modelinde gelenekler, örf adetler
unutulmuş veya bozulmuştur. Bugün gelinen noktada Avrupa’da doğup büyüyen
çocuklar kendilerine yabancı, içinde bulundukları topluma da yabancı olarak
büyümektedirler. Bu yabancılaşma ne Avrapa’ya ne Türkiye’ye ne de Anne ve
babaya yaramaktadır. Avrupa’da doğup büyüyen, saçlarının siyahlığından başka
kendi milletine aid üzerinde başka bir değer taşımayan gayesiz bir sürü genç
yetişiyor. Bozulan geleneklerin bu sürüleşmede etkisi oldukça fazladır. Bu konu
da sorumlu olan tabiatıyla ilk önce anne- baba, sonra da dini cemaatler, diğer Türk
dernekleri ve kuruluşlarıdır. Bozulan geleneklerden bazı örnekler sunarak
konumu zenginleştirmek isterim:
-Sofra geleneği
Sofra geleneği türk örf ve âdetinde önemli bir yere
sahiptir. Ama neyazıkki, bugün bu önemli gelenek bozulmuştur; kişi kendi haline
bırakılmış, karnını istediği yerde doyurur hale gelmiştir.
-Dini Bayramlar
Dini bayramlar tamamen olmasa bile büyük ölçüde unutturulmuştur.
Bayram geleneği unutulunca büyükler ile küçükler arasındaki kaynaşma otamatik
olarak ortadan kalkmıştır. Kendi kültürlerinden/ ilk kültürlerinden kopan
ailelerin, geleneksel değer yargıları da değişmeye başlamıştır. Çocuklar bu
durumdan etkilenmiş ve yaşadığı toplumun kültürünü ve inancını kendi inaç ve
kültürünün yerine koymuştur. Böylece çekirdek aile bireyleri arasında ikinci
bir bölünme başlamıştır. Bu nesil Ne İsa’ya, ne Musa’ya nede Muhammed’e
yarayacaktır.
-Arkadaşlık
Arkadaşlık etme, eğlenme ve evlenme kuralları
değişmiştir. Arkadaş seçiminde ailenin tavsiyesi kalktığı için, olumsuz kişilerle
arkadaşlıklar çoğalmıştır. Evliliklerde eşlerin birbirlerine verebilecekleri
ahlaki değerler ve moral gücü kaybolmuş yerini cinsel ilişki, şekilcilik, maddecilik
almıştır. Aile fertleriyle gençlerin, çocukların, eğlenme ve yemek yeme gibi
zevkleri, alışkanlıkları tamamen değişmiştir. Gerek dini oteritenin gerekse
aile otoritesinin ortadan kalkması, gençlerde saldırganlık eğilimini
kamçılamıştır.
-Kültürel eğitim
uygulanmadığı için
Kültürel eğitim uygulanmadığı için, genç kendisine ve çevresine
yabancılaşmış, huyları ve davranışları değişmiş, duygusallığı kaybolmuş, elektronik
aletlere tutkunluğu artmış, televizyon merakı hastalık haline gelmiştir. İnsanlardan
kaçmaya başlamış, yalnızlığı tercih eder duruma gelmiş, sosyal planda gerilemiş
ve mahcuplaşmıştır.vs.
En kötüsü; okumaya, öğrenmeye, çalışmaya karşı
isteksizleşmiş, ilgisizleşmiş, dağınıklık hoşuna gider olmuş, giyim kuşamıyla
kendisine yabancılaşmış, dini kurallara ve değerlere bigâne hale gelmiştir.
Fertler ile toplum arasındaki kaynaşmanın yerini bireyselliğin almış olmasıyla ne pahasına olursa olsun
ayakta durmak zorunda olan fert zamanla yalnız kalmıştır. Çağın başdöndürücü
hızı iki toplum arasında sıkışıp kalan talihsiz genci örseleyip bir köşeye
atıvermiştir.
-Dil problemi
Öte yandan dil problemi; kelimeler, deyimler, espiri anlayışı ve estetik anlayışında, gençler
kendi kültürlerine tamamen uzaklaşmışlardır. Kendi kültürümüze ait güzelliklerin gençlere sunulmayışı, gençleri ister
istemez yabancı kültürlerin ağına düşürmüştür.
-Tarih bilinci
Yaşanılan ülkelerdeki resmi
ideolojiler Türkleri barbar olarak, çingene olarak tanıtırken genç bu tanıtım
karşısında aktif olamamış ve söylenenleri kabul etmek zorunda kalmıştır: Çünkü
genç kendi tarihini bilmemektedir. Bu durum genci aşağılık
kompleksine düşürmüştür. Türkler barbar değildir, çingene değildir demek onun
için belki kolaydır ama bunu isbat edecek bilgi donanımı onda yoktur.
Çözümler /
hedefler
Birinci kuşak hizmetler zincirinde yerini almış ve
gerekli hizmetleri ne pahasına olursa olsun, o bilgisiz ama saf ve cesur
haliyle bugüne kadar getirmiştir. Cami ise cami, dernekse dernek, para ise para
ne gerekiyorsa yapmış ve görevi 2. kuşağa iç huzuruyla devretmiştir. Ancak 2.
kuşak emanete gereği gibi sahip çıkamamış ve birinci kuşağa büyük ölçüde problem
olmuştur.
Proplemler büyümüş ve kartopu haline gelmiştir. Problemlerin
çözümü, eğitim faaliyetlerinin yer, zaman, şahıs ve cemiyet açısından bilinçli
olarak yürütülmesine bağlıdır.
Bugün dini motiflerle süslediğimiz bir eğitime eskisinden
daha fazla ihtiyaç vardır. Geleneklerin güzellikleri ile süslenen, milli şuur ile
tarih şuuru ile desteklenen bir dini eğitim, ancak gençlerin kimlikli hale
gelmelerine yardımcı olacaktır. Sadece dini eğitim gençleri kimliksiz hale
getirecektir, sadece ulus bilinci de gençleri saldırgan yapacaktır. Her ikisi de
gelecek için tehlikelidir. Kendi hakkına sahip çıktığı kadar başkalarının
hakkına da sahip çıkacak görüp gözetecek olgunlukta bir genç yetiştirmektir
doğru olan. Vatan sevgisi, millet sevgisi, Allah sevgisi eğitimde belirleyici
rol üslenmelidir.
Eğitim hizmeti, kısa vadeli çıkarlar için üzerinde iyice
düşünülmeden önümüze ilk gelen kişi ile alalacele, uygun olmayan eğitim araç ve
gereçlerinden yoksun olarak yapılacak basit bir hizmet değildir. Eğitim hizmeti
sorumluluk ister, ehliyet ister.
Neler, nasıl
yapılmalıdır?
Müfredatların
hazırlanması, ehliyetli kişilerin tespiti ve fizik mekânın hazırlanmasından
sonra:
1)
Eğitimciler,
eğitim dernekleri, dini liderler ilk önce mutlaka ailelerle diyalog içerisine
girmelidirler.
2)
Zaman
zaman gruplar halinde eğitim amaçlı, piknikler yapılmalı, suni çevreler
oluşturulmalı ve toplu yemek ziyafetleri verilmelidir.
3)
Gençler,
çocuklar, üyeler başıboş bırakılmamalı değişik aktivitelerle, güzel sanatlarla,
resimle, müzikle, fotoğrafçılıkla meşgul etmenin yolları araştırılmalıdır.
4)
Gençlerin istek ve arzularına, fikirlerine,
tekliflerine değer verilmelidir.
5)
Gençlerle
konuşurken, dikte ettirme yerine fikirleri alınmalıdır, onlarla istişareler
yapılmalıdır, onlara önemli oldukları hissettirilmelidir.
6)
Yaşantımızla,
yaptgıklarımızla onlara, iyi örnek olunmalı ve yakın ilgi gösterilmelidir.
7) İhtiyaç olan heryerde "Veliler Birliği ve Kötü Alışkanlıklarla Mücadele Dernekleri"
kurulmalıdır. Gençlerin buralarda görev almaları sağlanmalıdır. Gençler ülke
yönetimine katkıda bulunabilmeleri için o ülke vatandaşlığına geçmeleri ve
siyasi partilere üye olamaları teşvik edilmelidir.(Bunu ilk söylediğim tarih
(1989 Berlin)ülke vatandaşlığına geçmek din değiştirmek gibi algılanıyordu,
büyük tepki almıştım sırf bu yüzden)
8) Türk tarihinden başlamak üzere, sırasıyla İslam Tarihi,
Medeniyet Tarihi ve Yakın Tarih imkânlar ölçüsünde gençlerimize verilmelidir.
Aynı amaca uygun geziler düzenlenerek gençlerin özgüvenleri artırılmalıdır.
9) Birinci kuşak büyük anne ve büyük baba rolünü üslenerek
tarihteki yerini almalıdır. Ben emekli oldum bundan sonra “altı ay Türkiye’de
altı ay burada” anlayışından vazgeçilmelidir. Bizler artık buralıyız. Yılın 11
ayını burada geçiren bir insan için Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika,
Danimarka…, ’’baba’’ vatandır. Türkiye’yi yıllık izin için kullanan her bir Türkiye
insanı için bu böyledir, böyle olmak zorundadır. İnsan ömrü çok kısadır, zaman
ise çok kıymetlidir. Bu süre ne kadar akıllı kullanılırsa mutluluk açısından o
kadar faydalı olacaktır. Türkiye’ye yapılan yatırımlar çoğu insanımıza mutluluk
yerine sıkıntı getirmiştir.
10) İmkânlar dâhilinde dil problemi mutlaka çözülmelidir. Dil deyince aklımıza
ilk önce Türkçe gelmelidir ikinci olarak da ülke lisanı.
a-Türkçe:
Türkçe önümüzde duran en büyük problemdir. Bütün kuşaklar
için büyük bir problemdir. Avrupa’da yaşayan Türklerin ortak lisanı Türkçedir. Dilini bilmeyen insan;
-Dinini yeterince öğrenemez
-Kültürünü öğrenemez
-Tarihini öğrenemez.
b-Ülke lisanı:
İçinde yaşanılan ülkenin lisanı bir kitabı veya gazeteyi
okuyup anlayabilecek kadar mutlaka öğrenilmelidir. Hakların alınabilmesi,
savunulması ve korunulması için ve tebliğ için zorunludur. O ülkede doğup
büyüyenler ise ülke lisanını en üst sevide konuşmalı, anlamalı ve yazmalıdır.
9)Bulunduğumuz ülkelerin halklarıyla uyum içinde
yaşayabilmemiz için kültürel faaliyetler, değerler korunarak artırılmalıdır.
Bunun için:
-Folklor kursları
-Musiki kursları
-Resim ve elişleri kursları
-Biçki dikiş ve yemek kursları açılmalıdır.
10) Okul öncesi eğitim için çocuk yuvaları açılmalıdır.
11) Bulunduğumuz ülkelerde iki dilli eğitim için gerekli
çalışmalar yapılmalıdır. Bu konuda çalışma yapan kuruluşlarla siyasi ve dini
farklılıklarına bakılmaksızın işbirliği içine girilmelidir.
12) Hem kızlar, hem de erkekler için eğitim amaçlı lokaller
açılmalıdır.
13) Genç kızlarımız ve genç erkeklerimiz için spor kulüpleri,
satranç kulüpleri açılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.
14) Bilgisayar kursları açılmalıdır.
15) Tiyatro kursları açılmalıdır.
16) Hitabet kursları açılmalıdır.
17)
Amaçları
iyi düşünülerek, değişik konularda eğitim amaçlı panel, seminer, sempozyum,
açık oturum v.s. düzenlenmelidir.
Başıboş bırakılan gençlerin, çocukların, hem kendilerine
hem de yaşanılan ülke insanına zararları dokunacaktır. Yaşanılabilir bir
toplumu oluşturmak; devletiyle, milletiyle, yabancılarıyla, Hristiyanıyla,
Müslümanıyla, Yahudisiyle, budistiyle ve sivil toplum örgütleriyle elele
vermekle ancak mümkün olacaktır. Tarafların birbirlerini yok farzederek
faaliyetlerde bulunmaları huzursuzluğun ana kaynağıdır ve sorumsuzluktur.
Devam edecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder