13 Şubat 2016 Cumartesi

OSMANLI´DA MASONİK DARBE: SULTAN ABDÜLAZİZ CİNAYETİ

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i tekerrür diye ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
                                                         Mehmet Ersoy
Şair Mehmet Akif  Ersoy çok güzel özetlemiş yanlışlarımızı. Geçmişte yapılan hatalar ve ödediğimiz bedeller var. Dostlarımız var, dost zannettiklerimiz var. Aynı insanlar bugün de var. Aynı şeyleri yapıyorlar. Bizler de hiç geçmişe bakmadan aynı hataları yapıyoruz ve aynı belalar başımıza geliyor. Aynı delikten tekrar tekrar ısırılıyoruz. Sultan Abdulaziz, Osmanlı Padişahı. Osmanlı’nın düşmanları var. Abdulaziz onlarla mücadele ediyor, ancak kurulan kumpasları göremiyor, uyarılara da fazla kulak asmıyor ve hatalarının bedelini canıyla ödüyor. Osmanlı’nın ogünkü düşmanıyla, Türkiye’nin bugünki düşmanı aynıdır. Tarih tekerrür ediyor. Ancak bizler ibret almamakta direniyoruz.
Sultan Abdülaziz bir darbeyle tahttan indirildiği halde neden öldürüldü? 
Doktorların cesedi incelemesine neden izin verilmedi? 
Ölüm raporu nasıl hazırlandı? 
Masonların bu olaydaki rolleri neydi? 
Derin Tarih dergisi Mayıs ayında 139 yıldır aydınlatılamayan Sultan Abdülaziz cinayetini kapağa taşıdı. Dosyaya katkıda bulunan Mehmet Ali Beyhan, Ekrem Buğra Ekinci, Süleyman Kocabaş, Arzu Tozduman Terzi cinayetin sebeplerini siyasi, tarihi ve hukuki açıdan incelemişler. Okuyalım:
„Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve 'hal' edildikten birkaç gün sonra odasında ölü bulunması Osmanlı tarihinin bir türlü aydınlatılamayan hadiselerinden biri. Dosya yazarlarına göre cinayete giden süreç doğrudan darbeyle ilgilidir. Darbeyi gerçekleştiren ekip, bir tertip (komplo) neticesinde iş başına geldi. Sultan Abdülaziz, Veliahd Murad Efendi etrafında birleşenlerin gerçekleştirdiği bir darbe sonucu tahttan indirildi. Darbenin, İstanbul'daki Prodos Mason Locası üzerinden uluslararası bir boyutu da bulunmaktadır. 
Cuntadakilerin Abdülaziz'e karşı farklı hesapları vardı. Midhat Paşa'nın şahsında tecessüm eden Yeni Osmanlıların amacı, meşruti bir monarşi ve anayasaya dayalı parlamenter bir sistem getirmekti. Ancak Abdülaziz böyle bir sistem için engeldi. Bu sebeple cemiyet çalışmalarını, Veliahd Murad Efendi ile sürdürdü. Ayrıca Abdülaziz'in orduyu çağının modern silahlarıyla donatması, donanmayı dünyanın -İngiltere ve Fransa'dan sonra- 3. deniz gücü haline getirmesi, tahta çıkışından itibaren 450 km. uzunluğundaki demiryollarını üç katına çıkarması onu uluslararası güçlerin hedefi haline getirmişti. 
İngiltere meşruti bir yönetimin kendi çıkarları açısından daha avantajlı gördüğünden Sultan Abdülaziz'in muhaliflerine destek verdi. Ayrıca Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'nın Rusya'ya yakınlığı da İngilizleri rahatsız eden unsurlardan biriydi. Bu sebeple İmparatorluğun yönetimini kontrol edebilmek amacıyla İngiltere ve Mason locaları meşrutiyet taraftarlarını desteklemiş, hatta Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve öldürülmesinde aktif rol oynamışlardı.
Cuntanın Abdülaziz işbaşında kaldıkça emellerini gerçekleştiremeyecekleri aşikârdı. Bu yüzden onu devirmek ve meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren Mason Veliahd Murad Efendi'yi tahta çıkarmak amacıyla darbeye giriştiler. Midhat Paşa Padişah'tan bir şekilde kurtulmak isteyen devlet ricaliyle, yani Şeyhülislam Hasan Hayrullah, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa, Askerî Şurâ Reisi Redif Paşa, Fetva Emini Filibeli Kara Halil Efendi, Şirvanizade Ahmed Hulusi Efendi, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Askerî Mekteb Kumandanı Süleyman Paşa ile Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi hususunda anlaştı. 
Medrese öğrencilerinin dersleri boykot ederek sokağa çıkarılması ve ayaklandırılması kararı Midhat Paşa'nın konağında yapılan bir toplantıda alındı. Çıkarılan karışıklar sonucunda amacına ulaşan cunta kabineyi ele geçirmeyi başardı. Ardından da 29 Mayıs 1876'da saray kuşatılarak Şehzade Murad Efendi dairesinden çıkarılmış ve kendisine çete mensuplarınca biat edilmiştir. Sultan Abdülaziz Topkapı Sarayı'na hapsedildi. Birkaç gün sonra Feriye Sarayı'na nakledilen Sultan Abdülaziz, burada kendisine reva görülen pek çok eziyetten sonra 4 Haziran 1876'da ölü bulundu. Sultan'ın intihar ettiği duyuruldu oysa bir cinayete kurban gitmişti. Küçük bir makasla iki bileğini birden kesmesi imkansızdı. 
Cunta Sultanı öldürmekle kalmadı. İhtilal sırasında Abdülaziz'in mal varlığı dışında padişahın annesi, eşleri ve bütün harem halkının mücevherleri ve kıymetli eşyalarına da el konuldu. Elde edilen servet de V. Murad'ın borçları için kullanıldı. Bu darbe sırasında haremde yaşananlar ise ilk kez karşılaşılan hadiselerdi.
Sultan V. Murad nasıl Mason olmuştu? 
Sultan Abdülaziz, 1867'de Avrupa seyahatine çıktığında yanında Murad Efendi'yi de götürmüştü. İngiliz Veliahdı Prens Edward liberal fikirleri sebebiyle Murad Efendi'ye yakın ilgi göstermiş, dahası masonluk hakkında bilgi vererek teşkilata girmesini istemişti. 1872'de Edward'dan Murad Efendi'ye mason olması için bir teklif mektubu geldi. Mektup Prodos Locası Üstad-ı Azamı Kleanti Skaliyeri tarafından özel doktoru yine bir mason olan Kapolyon aracılığıyla ulaştırılmıştı. Bunun üzerine Veliahd Murad Efendi Dolmabahçe Sarayı'nın tenha bir odasında yapılan basit bir törenle mason yapılarak adı geçen locaya kaydedildi (Ziya Şakir, Çırağan Sarayında 28 Sene, İst., 1943, s. 57). Kurbağalıdere'deki köşkünde veya Mısır seyahati sırasında tekris edildiği de rivayet edilir.”
Rüştü Kam

8 Şubat 2016 Pazartesi

Tevbe suresi 24


„De ki:
Babalarınız,
oğullarınız,
kardeşleriniz,
eşleriniz,
akrabalarınız,
elde ettiğiniz mallar,
durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret,
hoşunuza giden konutlar;
size Allah’tan, Resulünden
ve O’nun yolunda Cihad’dan daha sevgili ise Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin!
Allah fasık topluma yol göstermez.“

Açıklama
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, sevgide ölçüyü kaçırmamak  gerekir.
ALLAH’ın ayetlerini iyi anlamak gerekir.

Sorsak Müslümanlara;
Allah’ı mı çok seviyorsunuz yoksa;  “Babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, akrabalarınızı, elde ettiğiniz mallarınızı, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden konutlarınızı mı?” diye.

Cevap Allah’ı olacaktır.

Devam etsek sormaya;
“Babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, akrabalarınızı, elde ettiğiniz mallarınızı, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaretinizi, hoşunuza giden konutlarınızı mı, yoksa,  Allah’ın Rasül’ünü mü daha çok seviyorsunuz? diye.

Cevap Rasül’ü olacaktır.

Sormaya devam etsek;
Peki cihadı mı çok seviyorsunuz, yoksa  “Babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, akrabalarınızı, elde ettiğiniz mallarınızı, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaretinizi, hoşunuza giden konutlarınızı mı? diye.

Çoğu Müslüman sınıfta kalacaktır.

Çünkü Cihad;
can ile, mal ile, toplumun menfaatine iş yapmak için zaman ayırmakla yapılıyor.
Yetimin yoksulun elinden tutmakla yapılıyor. Malını Allah yolunda infak etmekle yapılıyor.

Sonuç;
Müslümanlar mallarını, eşlerini, paralarını, canlarını Allah yolunda “Cihad” etmekten daha çok sevmemiş olsalardı, bugün ayaklar altında çiğnenen kafalar Müslümanların kafası olmazdı.
Irzlarına geçilen kadınlar Müslümanların kadınları olmazdı. Mallarına, mülklerine, yurtlarına el konarak mülteci durumuna düşürülenler Müslümanlar olmazdı.

Öküzün kuyruğu
Peygamberimiz bu ayeti şu şekilde detaylandırmıştır:          
„Öküzün kuyruğuna yapışır da cihadı terk ederseniz, Allah sizi zelil kılar.
Taki tekrar cihada dönünceye kadar.“

Nedir öküzün kuyruğu?
Öküzün kuyruğu paradır, maldır, kadındır, makamdır.
Müslüman, malını sevecek, hanımını sevecek, parasını sevecek, çocuğunu sevecek elbet. Ancak Allah’tan, Rasül’ünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha fazla sevmeyecek.

Ölçü budur. Ölçü kaçtığı gün Müslümanlar zelil olacaktır. Zelil; kaos demektir, sıkıntı demektir, anarşi demektir, aşağılanmak demektir. Tıpkı bugün olduğu gibi.

1 Şubat 2016 Pazartesi

MOCCA ZİYARETLERİ (l)


Mocca Dergisi’ne maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen iş adamlarını ziyaret ediyorum. Bu ziyaretlerimde bana Ayhan Eşgünoğlu eşlik ediyor.
İş adamlarımızı iş başında görünce göğsüm kabardı. Firmalarını büyütmek için gayret sarf eden işadamlarımız var. Bazıları Türkiye’ye de yatırım yapmaya başlamışlar. İstihdam alanı açmışlar insanımıza. 5 kişi çalıştıran da var 100 kişi çalıştıran da var.  Bu iş yerlerinde Almanlar da çalışıyor Türkler de. Almanya‘ya kalifiye eleman kazandırmak için hedeflerine 500 rakamını koyanlar bile var. 500 kalifiye eleman yetiştirmek kolay bir iş olmasa gerek… Market zinciri kuran işadamlarımız var. Döner sektörü almış başını gidiyor. Sevindik, gururlandık.

Randevu alarak gidiyoruz işadamlarımızın mekânına. Güler yüzle karşılıyorlar bizi. Ziyaret süresince telefonlarını kapatıyorlar. Saygı görüyoruz. Kucaklaşıyoruz. İkramlar da bulunuyorlar. Mocca Dergisi’ne katkılarından dolayı teşekkür faslından sonra, konu dönüp dolaşıyor siyasi ve dini konulara. Aynı görüşleri paylaştığımız işadamlarımızda var paylaşmadığımız da. Buna rağmen kırıcı olmadan konuşabiliyoruz. Değişik dünya görüşüne mensup olan işadamlarımız bize, bizler de onlara saygı gösteriyoruz.
Sonunda konu Berlin’e geliyor. Eğitim eksikliğinden muzdarip olmayan işadamımız yok. Sıkıntılı bir konu. Genel olarak gençlerimizin fazla sorumluluk almamaları, almak istememeleri, hedeflerinin olmayışı, iyi bir meslek edinmek ve üniversitede okumak gibi heveslerinin olmadığı yönünde fikir birliği hemen oluşuveriyor. Üniversitede okuyanların da özel olarak kendilerini yetiştirmek gibi bir çalışma içinde olmadıkları ortak kanı.
Dil konusu da geliyor masaya. Anadilin unutulmaması yönünde uzlaşma var. Nasıl olacağı konusuna, nasıl yapalım konusuna gelince; çözüm önerilerinde söyleyecek fazla şeyler bulunamıyor, bulunsa da burada ayrılıklar hemen başlayıveriyor. Ailenin görevini yeterince yapmadığı, T.C. Devleti’nin insanına sahip çıkmadığı, sadece konuştuğu hemen ilk madde olarak söyleniveriyor. İşadamlarına da elbette görevler düştüğü ancak işadamlarına ciddi projelerle gelinmediği konuşuluyor.
Kurumsallaşmanın çok geç başladığı ve istenilen düzeyde olmadığı, Berlin’de üniversiteli öğrencilerin istifade edebilecekleri bir yurdun olmayışı, ilkokuldan liseye kadar hatta üniversiteye kadar eğitim alanına yatırım yapılmadığı bu konuda oluşmuş toplumsal bir iradenin de olmadığı konuşuluyor.


Dini konularda sıkıntılar var. Alevi- Sünni kavgası başlıyor gibi. Benden söylenmesi. Dini cemaatlerin bir araya gelerek buradaki meseleleri çözmek için adım atmadıkları konuşuluyor. Camilere, “Cami A.Ş.” diyenler var. Helal ve haram konusunda ise büyük sıkıntılar var. Helal et-Haram et. Cemaatler kendi kasaplarının etlerini helal ilan ederken diğer cemaatin kasabının etini haram ilan ediyormuş. Aslında konu dini olmaktan çıkmış, ekonomik hale gelmiş. Din sosuyla, cemaatler ekonomilerini güçlendirmekle meşgullermiş.  Velhasıl yapılacak çok iş var. Nelerin yapılacağı da aşağı-yukarı belli olmuş. Ama, nasıl yapılacağı konusunda problemler var.

Bu arada sevgili Ayhan, Ali ile Hasan’ı hatırlattı bana. Kraliçe Sophie Charlotte’nin hizmetinde bulunan iki Türk esirden bahsetti.  Ali ve Hasan adında 20 yaşlarında iki Osmanlı genci bunlar.  Üçüncü Viyana kuşatması sırasında esir alınmışlar. Önce Hannover’e sonra da 1684’te ganimet olarak Berlin’e getirilmişler. Berlin’e getirilen iki Osmanlı esir önce vaftiz edilerek Hıristiyanlaştırılmışlar. Daha sonra Christian-Friedrich Aly ve Friedrich Hassan olarak da isimleri değiştirilmiş.
Kraliçe Sophie-Charlotte’nin hizmetinde kısa zamanda hizmetleri ve sadakatlarıyla sarayda ün salmışlar. Her ikisi de Charlottenburg sarayına yaklaşık 100 metre uzaklıktaki Schlossstr. 4 ve 6 numaralı kendilerine ait evde yaşamışlar.

"Konu ile ilgili yazılı bir kitap var bende, eskiciden almıştım" dedi Ayhan, gittik evine o kitabı aldık. Almanca yazılmış. Seelingerstr. 14 14059 Berlin adresinde bulunan bir dernek yayınlamış. Derneğin adı; Kiezbündnis Klausenerplatz e.V. , Eigenverlag basmış, basım tarihi 2010.
Gittik o adrese. Bir plaket var. Bu plaket Hasan’ın evinin olduğu yerde. Bugün orada Kilise var.  Plaket kilisenin duvarında. Ali’nin evinin de 4 numarada olması gerekiyor. Yaşlı bir Alman aileye sorduk. Ali’nin evini. “Ne o geriye mi alacaksınız Ali’nin evini, geçti o dönemler avucunuzu yalarsınız.” Dediler. Çok da ciddi söylediler ve de tonlayarak söylediler.
Berlin’de yaşayan insanımız en azından verilen adrese gidip burada fotoğraf çekilmelidir. Çünkü daha sonraları Ali ve Hasan o Alman çift gibi olan, o günkü Almanların gazabına uğruyorlar, evlerini  satıyorlar geçimlerini sağlamak için, ilaç parası almak ve doktora gidebilmek için. Sonunda sefalet içinde ölüyorlar.

Bilhassa çatı kuruluşu olan derneklerimiz çalışmalar yaparak, Ali ve Hasan’ın büstlerini oraya diktirmek için çalışma yapmalıdırlar. Bu vesile ile Berlin’e gelen bu insanlara yapılan kötü muameleler orada her sene anlatılmalıdır. “Vaftiz” edildikleri ve “isimlerinin değiştirildiği”, daha sonra “sefalet” içinde öldükleri orada anlatılmalıdır.


Sonra da Talat Paşa’nın Ermeni komitacı ve suikastçı Soğomon Tehleryan tarafından öldürüldüğü (15 Mart 1921) BERLİN Charlottenburg semtindeki Hardenbergstrasse'ye, evinin önüne gittik. Orayı da fotoğrafladık.
Çatı kuruluşları Talat Paşaya da sahip çıkmalıdırlar. Hatasıyla, sevabıyla O bir Osmanlı paşasıdır. Oraya da bir anıt diktirmek için çalışmalar yapılmalıdır. O anıtın önünde, Talat Paşa vesile edilerek “Birinci Dünya Savaşı” na Osmanlı’nın nasıl sokulduğu, Ermenilerle olan kavganın asıl sebeplerinin neler olduğu, Talat Paşa’nın “tehcir” emrini kimden aldığı…,  Orada her sene anlatılmalıdır. Anlatılmalıdır ki, genç nesiller Osmanlı’yı oturması gereken koltuğa oturtsunlar…


Vaftiz belgesi

Sponsorlar ziyaretleri devam edecek.
Rüştü Kam

24 Ocak 2016 Pazar

TÜRKİYE’Yİ DIŞARIYA ŞİKÂYET ETMEK VE SONUÇLARI/ Rüştü Kam Ha-ber.com



Kendi ülkesini ve o ülke yönetimini yabancı ülkelere ve o ülke yönetimlerine şikâyet eden başka bir millet var mıdır bilmiyorum. Ülke içindeki kaostan, sıkıntıdan beslenmek kadar yüz kızartıcı bir suç olamaz kanaatindeyim. Hele şikâyet edilen ülke ve ülkeler ile geçmişte kötü sonuçlanan birliktelikleriniz olmuşsa; çok daha vahim bir durum. Neredeyse yarım asra varan zamandır terör ile mücadele eden bir ülke Türkiye. Halkının %99’u Müslüman. 

Türkiye 15 Ağustos 1984'ten bu yana terörle mücadele için milyarlarca dolarını harcamış. 30 bine yakın insanını toprağa vermiş. İçerdeki ve dışardaki düşmanlarına rağmen yıkılmamış, hâlâ ayakta duruyor.
30 yılda teröre harcanan para yaklaşık 350 Milyar dolar: "Teröre harcanan 350 milyar dolarla, Türkiye yeniden inşa edilebilirdi. Hesaplamak güç olsa da; 117 Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray, İstanbul'a yapılacak 3. havalimanı özelliklerinde 35 havalimanı, 11 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP),8 Kanal İstanbul Projesi, 52 bin 500 adet 24 derslikli okul, 3 bin 60 tane 400 yataklı tam teşekküllü eğitim ve araştırma hastanesi yapılabileceği düşünüldüğünde, devletimizin ve halkımızın kaybının ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir.". (Türk Hava Kurumu (THK)Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ünsal Ban-Ekotrent)

Cumhuriyet’in kurulduğu günden beri Osmanlı’ya küfrederek varlığını sürdürmek isteyen parazitler var Türkiye’de. Bunlar Osmanlı Hanedanını Türkiye’den sürmüşler. Laikliği öne çıkararak yıllarca Müslümanları aşağılamışlar, İslâm diniyle alay etmişler, mukaddes değerlerini ayaklar altına almışlar, karikatürize ederek, Müslümanları ve Müslümanların liderlerini, önderlerini, peygamberlerini aşağılamışlar. İnandıkları kitap olan Kur’an yakılmış, parçalanmış, çiğnenmiş. Bütün bunlar, fikir hürriyeti adına yapılmış, demokrasilerde böyle ahlaksızlıklar normalmiş, yapılırmış. 

Temel eğitim okullarında, üniversitelerde, iş yerlerinde, sokaklarda kitle iletişim araçlarında, sinemalarda, tiyatrolarda velhasıl her platformda Müslümanlarla alay edilmiş. Genç kızlar başörtüsüyle üniversitelerde okuyamamışlar, ikna odalarında aşağılanmışlar. Kıyıma tâbi tutulmuşlar. Bunun adına irtica ile mücadele demişler. 79 yıl bu aşağılama şiddetlenerek devam etmiş.

Bu maceraperestlerin yaptıkları yanlışları zaman zaman yüzlerine vuranlar olmuş. Aydın Ovası’ndan Adnan Menderes çıkmış, fesat çetesinin tekerine çomak sokmuş, fesat çetesine güç yetirememiş, mağlup olmuş, idam etmişler demokrasi adına Menderes’i.
Daha sonra Malatyalı Turgut Özal çıkmış er meydanına, kispet çırpmış, nice pehlivanları sırt üstü çalmış çayıra, oyunlar bozulmuş, zulüm çarkları birer birer kırılmaya başlamış, şaibeli bir şekilde onu da Menderes gibi öbür âleme göndermişler. 

Arkasından Karadeniz’in Yiğit evladı Necmettin Erbakan çıkmış sahneye.  ‘Dünyada iki görüş vardır “hak ve batıl”. Hakkın temsilcisi Millî Görüş’tür, bâtılın temsilcileri de diğerleri.’ demiş. Bütün dünyayı karşısına almış. İslâm Birliği’nden bahsetmiş. İslâm ekonomik birliğinden bahsetmiş, İslam Dinar’ı demiş. Avrupa Birliği’ne Hristiyan kulübü demiş. D-8’leri kurmuş. Şahsiyetli dış politika demiş, faizsiz bankacılık sitemini savunmuş. Erbakan da 28 Şubat post modern darbesiyle iktidardan uzaklaştırılıvermiş. “1.000 yıl devam edecek olan bir kıyımdan bahsedilmiş…” Ama bu zulüm 1.000 yıl sürmemiş.

2002 yılına gelindiğinde Kasımpaşa’dan bir ses gök kubbede çınlamaya başlamış. Her ne kadar “Milli Görüş Gömleğini” çıkardığını söylese de, aslında o gömlek sırtından hiç çıkmamış. Recep Tayyip Erdoğan. Seleflerinin yolundan ayrılmamış, sadece mücadele şeklini değiştirmiş. Bir taraftan Avrupa Birliği’nin kapısını çalarken, öbür taraftan “ one minute” sloganıyla Arap baharının güneşi olmuş. Komşularla sıfır problem politikasını savunmuş, ‘Dünya 5’ ten büyüktür.’ demiş…

Bütün şimşekleri üzerine çekmiş, makam arabasında mahsur kalmış, suikastlarla yıldırılmaya çalışılmış, Gezi Olayları ile gözdağı verilmiş, 17 Aralık karabasanıyla iktidarına ecel tayin edilmiş, "beddualarla" halk ayaklanması başlatılmak istenmiş ama olmamış. Fesat çetesi amaçlarına ulaşamamış. Şimdilerde PKK terör örgütüyle dirsek temasına girerek başka bir yola girmiş. 

Bazı Aydınları(!) fesat çetesini destekleyici eylem içinde görünüyorlar. Çocuklar öldürülüyor yalanlarıyla dünya gündemine oturmaya çalışıyorlar. Türkiye de başlayan bu karalama kampanyası başbakan Davutoğlu’nun Almanya ziyaretinden önce, yandaş Alman aydınları(!) tarafından Merkel’e açık mektup yazılarak desteklendi: “Türkiye’de Kürtler öldürülüyor baskı yapın.”

Ve “Berlin Alevi Toplumu Cemevi“  gösteri düzenledi, bildiri yayınladı, bildiri aynen şöyle: „…Bir ülke kendi vatandaşını ölümle terbiye etmez, edemez. Bu zulümdür. Bu katliamdır. Kentlerde, Kasabalarda, Mahallelerde günlerce sokağa çıkma yasağıyla insanları evlere hapsetmek, abluka altına almak, açlığa susuzluğa mahkûm etmek, 10 bin askerle, özel timlerle, Polisle, topla, tankla saldırmak Hitlerizm değil de nedir? Diktatörlük hırsına, Başkanlık hevesine, para makam düşkünlüğüne bir ülke feda edilemez. Bir gün bunların hepsinin er geç hesabı sorulacak. Vicdan sahibi herkesin, aydınların, kadının, gencin, kimliği inancı ne olursa olsun, bu insanlık suçuna ortak olmamak ve savaşa son, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın, barış hemen simdi diyerek, Gezi ruhu ile bu karanlık ve gerici zihniyetten Türkiye'yi kurtarmak, demokratik Türkiye inşa etmekten başka kurtuluşun olmadığı.“ (ha-ber.com)

Bildiride barıştan bahsediliyor… çocuk ölümlerinden bahsediliyor… gericilikten bahsediliyor… insanlık suçundan bahsediliyor… Gezi ruhundan bahsediliyor… Bu bildiriyi Türkiye’den gelen ve Almanya’da yaşayan bazı Alevi dernekleri yapıyorlar. PKK teröründen hiç bahsedilmiyor.

Türkiye ve Misak-ı Milli sınırlarının mahremiyeti bunlar için önemli değil. Kendi ülkesini dışarıya şikâyet eden bir zihniyetin sahipleri bunlar. Türkiye’yi şikayet ettikleri ülke Enver Paşa’yı nasıl kandırdıysa ve Birinci Dünya Savaşı’na soktuysa ve de ordu komutanı olarak Liman Von Sanders’i Osmanlı Ordusu’nun başına getirdiyse ve sonra da bu insanları birer birer ortadan kaldırttıysa, hem de kendi ülkelerinde; benzer bir durum sizlerin de başınıza gelebilir, dikkat edin…kendi ülkesini dışarıya şikayet edenlere hain denir…