Bu
olay Peygamberimiz'in doğumundan sonraki aylarda cereyan etmiştir.
Aslen Hiristiyan olan Ebrehe, Yemen'de bir darbeyle ordu
komutanlığını ve Habeşistan'ın Yemen valiliğini ele geçirdi,
gönül alıcı mektuplarıyla da Habeş hükümdarını kendine
bağladı. Ve hemen, Yemen'in San'a şehrine „el- Kulleys'' adlı
bir tapınak yaptırdı, bu tapınak; her tarafını kıymetli
taşlarla süslenmiş, eşi görülmemiş güzellikte bir kiliseydi.
Ebrehe, Arapları hacı olmak için Kâbe yerine bu tapınağı
ziyarete çağırdı. Gayesi insanların Kâbe'ye tavaf için
gitmelerini önlemek ve San'a şehrini ziyarat merkezi yapmaktı.
Fakat Hacc için ziyarete gitmek şöyle dursun, Kinane'li bir Arap
gizlice bu kiliseye girerek hakaret için pisledi. Ebrehe, olayın
farkındaydı, ama pisleyen kişiyi birtürlü yakalayamadı.
Bu
olay üzerine, intikam almak için büyük bir ordu hazırladı ve
Kâ'be'yi yıkmak üzere Mekke'ye yöneldi. Ordusunda büyük de bir
fil vardı. Ve çok hızlı bir şekilde Mekke civarına gelerek,
Mekkeliler'in hayvan sürülerini topladı; gayesinin Kâbe'yi yıkmak
olduğunu ve buna engel olunmazsa kimsenin canına dokunulmayacağını,
Mekke reisi bulunan Abdülmuttalib'e söyledi. O ise, Ebrehe'den
sadece devesini istiyor ve şöyle diyordu: „Ben develerin
sahibiyim, senden onları istiyorum; Kâbe'nin sahibi başkadır, O,
onu koruyacaktır.„
Bu
sonuç getirmeyecek münakaşadan sonra, Abdülmuttalib, halkına
şehir dışına çıkmalarını söyledi, kendisi de dua etmek için
Kâbe'ye gitti. Ertesi gün Ebrehe, harb düzenine geçti ve ordusuna
hücum emri verdi. Ancak, büyük fil adım bile atmıyordu. Yemen'e
doğru çevrilince adeta koşuyordu. Bütün kırbaçlamalara ve usta
fil sürücüsünün olanca çabalarına rağmen fil yerinden
kıpırdatılamadı. Nihayet yere çöktü ve öylece kaldı.
Hikâye
edildiğine göre, bu esnada Yüce Allah'ımız tarafından
kırlangıca benzer kuşlar gönderildi. Her biri gagalarında
mercimek veya nohut büyüklüğünde üç çakıl taşı taşıyordu,
kuşların attığı çakıl taşının isabet ettiği her asker
ölüyordu. Beklemedikleri bu mucize savunma karşısında askerlerin
çoğu telef oldu, geri kalanlar da Yemen'e zor kaçtılar. Ebrehe'ye
de bir taş isabet etti, Sana'ya varıncaya kadar Ebrehe'nin
organları birer birer düştü ve nihayet Sana'ya ayak basarken
öldü. Böylece, Yüce Allah, Kâbe'yi yıkmaya teşebbüs eden bir
kendini bilmeze haddini bildirmiş oldu ve Abdulmuttalib'in dediği
gibi evini korudu. Kur'ân'ın Fil Sûresi'nde işaret ettiği bu
olay, İslâm Tarihi'ne „Fil olayı'' olarak geçmiştir.1
„Bunlar
leş yiyen kuşlar olmalıdır.„
Klasik
siyer kitaplarında, „kırlangıç kuşları, çakıltaşı ve
Ebrehe„ üçgeninde yorumlanan olaya, bugün başka bir bakış
açısı getirenler de vardır. Şöyle ki: Ebabil kuşu ismiyle
anılan bir kuş çeşidinin olmadığı, ebabil kelimesinin sürü
anlamına geldiği çeşitli kaynaklarda belirtilmiştir. Mikail
Bayram Ebabil için diyor ki: „Bunlar leş yiyen kuş lar
olmalıdır.„
Bu
kuşlar ayaklarıyla ve gagalarıyla taşıdıkları nohut
büyüklüğündeki taşları, Ebrehe'nin ordusunun üzerine de atmış
değillerdir. Ayrıca âyet'de, Ebrehe'nin askerleri yenmiş ekine
benzetilmektedir. Kuşların attığı taşların, askerlerin
başından girip dübüründen çıktığına göre, bu taşlar
askerleri yenmiş ekine çeviremez. „Bazı askerlerin ve Ebrehe'nin
yaralı olarak kaçtığını ve kimisinin yolda, Ebrehe'nin de
Yemen'de öldüğünü biliyoruz'', durum böyle olunca, bazı
kuşların isabetli taş atamadıkları gibi bir düşünce akla
gelir ki; mucize olaya ters düşer. Böyle bir düşünce, „hâşa''
Allah isabetli atış yapamadı gibi bir garip düşünceyi de
peşinden getirir.
Kaynakların
belirttiğine göre; Fil olayı, Taif ile Mekke arasında, Mağammis
denilen yerde gerçekleşmiştir. İslâm Tarihçilerinin
kaydettiklerine göre, Peygamberimizin doğduğu sıralarda, bu
yörede volkanik bir patlama olmuştur.
Mikâil
Bayram; „Siccil'' kelimesini;
Hud Suresi'nin 82. Âyetiyle, Hicr Sûresi'nin 74. âyetlerini de
delil getirerek, `lav`
olarak açıklıyor.„ Emrimiz gelince yerin altını üstüne
getirdik ve üzerine sert pişmiş taş (siccil) yağdırdık.''
''Böylece ülkelerinin altını üstüne getirdik. Üzerlerine
pişmiş taş (siccil) yağdırdık.„
Bayram
bu iki âyetin yorumunda şu ilginç tesbitini yapıyor:
„Yerin
altının üstüne çevrilmesi, yerin altında bulunan lavların
yeryüzüne püskürmesi demektir. O halde `siccil`
lav demektir. Sanıyorum bunda şüpheye mahal yoktur. Bu iki âyette
`siccil`
kelimesi 'lav' anlamında
kullanılmış ise, Fil Sûresi'nde de 'lav'
anlamında kullanılmış olmalı ve
böyle değerlendirilmelidir.
Bu
açıdan bakarak Fil Sûresini yorumlayan Bayram: „Fil Ashabı'nın
Mekke yakınlarında ki Mağammis denilen yörede bulundukları bir
sırada o yörede ani bir volkanik patlama olayı meydana geldiğini
düşünüyorum. Bu volkanik püskürme olayı ile Ebrehe'nin
ordusunun üzerine'lav';
yani, siccil yağdığını ve Habeşli askerlerin bu suretle kızgın
lav serpintileri altında helâk olduklarını düşünüyorum.„
diyor.
Lavlardan
kaçabilen (yaralı ve yarasız) askerlerin bir kısmı yolda ölmüş
bir kısmı da, Yemen'e ulaşabilmişlerdir. Ebrehe de Yemen'e
ulaşabilenlerden biridir. Ancak aldığı yaraların tesiriyle daha
sonra, o da burada ölmüştür. Kuşların attığı taşların
baştan girip dübürden çıkması halinde, yaralı askerlerin
olmaması ve hepsinden önemlisi de Ebrehe'nin orada ölmesi
gerekirdi diye düşünüyoruz.
Mikâil
Bayram cesetlerle ilgili yorumunda da şu tesbitini yapıyor: „Şimdi
şöyle bir manzara gözönüne getirelim. Volkanik bir patlama
sonucu üstlerine lav (= siccil) yağmış binlerce ceset ortada
bulunuyor. Böyle cesetlerin bulunduğu yere kuşlar üşüşecektir.
Bunlar leş yiyen kuşlar olmalıdır. Bu kuşlar cesetleri didik
didik edip, parçalayıp, lavların üstüne saçacak ve bu cesetleri
yenilmiş ekin gibi etrafa dağıtacaklardır.„
Bayram:
„Peygamberimizin doğduğu sıralarda o yörede volkanik bir
patlamanın olduğundan, Tarihçi Sıbt İbnu'l Cevzî, (H. 652)nin
de yazdığını'' ayrıca yorumunda belirtmektedir.2
Biz
de , belki birgün gelir, arkeologlar söz konusu volkanik patlamayı
yapacakları kazı çalışmalarıyla ispat ederler diye düşünüyoruz.
Mikâil
Bayram bu yoruma göre, Fil Sûresi'nin anlamı şu şekilde
olmalıdır diyor: „Rabbin Fil
ashabına ne yaptı görmedin mi? Onların planlarını saptırmadı
mı? Onların üzerine sürüler halinde kuşlar gönderdi. Bu
kuşlar, onları lavdan taşların üstüne attı ve yenilmiş ekin
gibi yaptı.„
Bu
bir yorumdur, öncekilerin yaptığı da bir yorumdur. Öncekilerin
yaptığı yorum doğrudur ama Mikail Bayram'ın yaptığı yorum
yanlıştır demek doğru değildir. Körü körüne bir şartlanma
olur o zaman. Bizim arzumuz M. Bayram gibi çalışkan ilim
adamlarının çoğalmasıdır. Şartlanma miskinliği davet eder,
miskinlik de köleliği davet eder. İslâm ise ikisini de reddeder.
Değerlendirme:*
Cahiliye
Çağı Arapları'nın hayata bakışları, İslâm Dîni'nin son din
olarak inmesine sebep olmuştur. Cahiliye Arapları'nın hayata
bakışlarına benzer bir durum hangi toplumda söz konusu olursa, o
topluma İslâm Dîni ilk günkü tazeliğiyle yeniden müdahale
etmelidir. Hakların hak sahiplerine iadesi ve hürriyetlerin herkes
tarafından korkusuzca insan onuruna yaraşır biçimde kullanılması
için, olmazsa olmaz bir müdahaledir bu. Sünnetullah böyledir.
Fil
vakası da, Abdulmuttalib'in teslimiyeti de bize gösteriyor ki;
tevekkülü tam olan insanlara, Allah her şartta tahmin edilemeyecek
bir biçimde mutlaka yardım edecektir.
Mikâl
Bayram'ın yaptığı yorum, günümüz dünyasının ilmi
verilererinin ışığında, ayağı yere basan cinsten bir yoruma
benzemektedir.
Rüştü
Kam
..............................
1
Ibn-i Hişam, es-Siretü'n Nebeviyye. I. 43-56; Ibnü'l- Esir. I.
442 vd.: Ebu'l-Velid el-Ezirkî, Ahbar-u mekke, Trc. Y. Vehbi
Yavuz, 135 vd.: Mir'at-ı Mekke, 447 vd. Ayrıca bk. Kur'ân-ı
Kerîm, Fil Sûresi'nin tefsiri.
2
İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, 1988, 13/184. Geniş bilgi
için bakınız; 1. Kur'an Sempozyumu, Tebliğler-Müzakereler, Bilgi
Vakfı Yay. Ankara
1994, s. 171
*Bilinen
tercüme:
''Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi?
Onların'tasarladıkları planlarını'boşa öıkarmadı mı?
Üzerlerine ebabil(sürü sürü) kuşlarını gönderdi.
Onlara'pişirilip- sertleştirlmişbalçık taşları'atıyorlardı;
sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı.''(Ali Bulaç)
3 Ocak 2013 Perşembe, 00:05 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Çıkar
çevreleri Hz.İsa'yı polemik konusu yapmışlardır. Sıradışı hamilelik,
sıradışı doğum ve çarmıha gerilerek öldürülmek istenilmesi bu
polemiklere zemin hazırlamış olabilir. Ona karşı ilk haksızlığı Bizans
kralını manipule eden Yahudiler yapmışlardır. Daha sonra hristiyanlar,
onun Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmiş ve onu Allah'a eş koşmuşlardır.
Müslümanlar da Yahudi ve Hristyanların anlattıkları hikayeleri esas
kabul ederek, Hz. İsa'yı kıyamet öncesi gelecek olan bir kurtarıcı kabul
etme yanlışlığına düşmüşlerdir. Bu kabulde müslümanlar arasındaki çıkar
grupları etkili olmuş olmalıdır. Nesilden nesile anlatılan İsa merkezli
hikayeler bir şekilde hadis literatürüne de girmeyi başarmıştır.
Kur'an'a rağmen başarmıştır.
Müslümanların çoğunluğu, Hz. İsa henüz ölmemiştir ve tekrar yeryüzüne
dönecektir diye inanırlar, o uydurma hadisleri esas alarak böyle
inanırlar. Bu inançlarını da imanın şartlarından birisi gibi şiddetle
savunurlar.
Bazı müslüman ilim adamları(!) tarafından da, Hz. İsa ile ilgili
Kur'an ayetlerindeki ifadelerin anlamları kaydırılarak, konu
çarpıtılmakta ve yanlış yorumlarla, Hz. İsa'nın geleceği sanki Kur'an'da
varmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu bir tahriftir. Bu tahrif,
Kur'an'ın açık beyanları gözardı edilerek yapılmaktadır:
''Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey
söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk
edin.' İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat
ettirince yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten herşey üzerinde bir
Şehid'sin, bir tanıksın.'' (1)
''Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime
yükselteceğim. Seni inkar edenlerden kurtaracağım ve sana uyanları
Diriliş Günü'ne kadar inkar edenlerin üzerinde tutacağım. Sonra,
dönüşünüz banadır ve anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda ben
hüküm vereceğim.'' (2)
Ayrıca, Enbiya suresi 34'üncü ayete bakarsak İsa'nın ölmemiş olması imkansızdır, hitap Peygamberimiz'edir:
''Biz senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar? ''
Ayetlerde geçen ''Teveffa'' kelimesi ''canın alınması'' anlamına gelir. Kuran'da bu kelime 25 yerde geçer:
* ''Kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken melekler.... (3)
* Sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını hiç vakit geçirmeden alırlar. (4)
* Melekler canlarını alırken nasıl da (pişmanlık içinde) yüzlerine ve sırtlarına vururlar? (5)
* Aralarında bulunduğum sürece onlara tanıktım. Canımı aldıktan sonra ise sen onların üzerine (6) gözetleyici oldun. Sen her şeye tanıksın.
* Onlar ki, nefislerine zulmedip dururlarken melekler canlarını alır. (7)
* İyi durumdayken melekler canlarını almaya geldiklerin:(8) de,
* Onlara söz verdiklerimizin bir kısmını sana göstersek de veya canını alsak da, (9)
* Onlara söz verilenlerin bir kısmını sana göstersek de, senin canını alsak da (10)
* Ondan önce hayatına son versek de, onlar bize döndürüleceklerdir. 40:77
* İnkar edenlerin canlarını melekler alırken bir görseydin!..... 8:50, 10:104
* Ve sizi Allah yarattı, sonra da yaşamınıza son verir. 16:70
* De ki, üzerinize görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak ve sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. 32:11
* Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört tanık getirin. Tanıklık ederlerse, onları, ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. 4:15
* Elçilerimiz kendilerine gelip canlarını alırken....7:37
* Rabbimiz, biz, ‘Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçiyi
işittik ve inandık. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört
ve iyi kişiler olarak canımızı al. 3:193
* Rabbim, sen bana hükümranlık verdin ve rüyaların yorumunu öğrettin.
Yeri ve göğü ayırarak yaratansın. Dünya ve ahirette sensin benim Velim
(sahibim). Canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat. 12:101
* Kiminizin hayatına son verilir, 22:5
* Sizden bazılarının canı daha erken alınır. 40:67
* İçinizden ölen erkeklerin geride bıraktığı eşleri 2:234
* Ölüp de geriye eşler bırakan erkekleriniz,... 2:240
* Allah İsa'ya şöyle demişti: Senin dünyadaki hayatına son vereceğim ve kendime yükselteceğim.''3:55
Eğer İsa ölmemiş olsaydı; Allah iman ile ilgili olan bu kadar önemli
bir meseleyi muallakta bırakmazdı. Mutlaka konuyla ilgili açık bir ayet
gönderirdi.
Ayetlerdeki bu açık bilgilerden sonra bir de Peygamberimiz'e fatura edilen hadislere göz atalım:
Hadislerde, İsa'nın yeryüzüne tekrar geleceği konusu açık bir şekilde
anlatılmaktadır. Buhârî ve Müslim'in sahihi başta olmak üzere Hz.
İsa'nın yeryüzüne iniş hadisesi ağırlıklı olarak Deccâl'in çıkışı
ile ilgili hadislerde açıkça tasvir edilmektedir.
-Hz. İsa, kıyametin kopuşuna dair on alâmetten biridir. (11)
-İsa b. Meryem'in ineceği yer, indikten sonra yapacağı işler, Deccâl
ile savaşması, Hz. Muhammed'in ümmeti olarak Mehdi'nin arkasında namaz
kılması, dünyada ne kadar süre kalacağı, eceli ile ölüp Hz. Peygamber'in
yanına gömülmesi en küçük ayrıntılarına kadar anlatılmıştır. (12)
Bu hadislerin anlattığına göre; -''İsa b. Meryem, Şam Camii'nin doğu tarafındaki beyaz
minareye inecek ve elinde bir kargı ile Afik denilen bir yerde ortaya
çıkacak, -Deccâl'i öldürecek ve sabah namazında Kudüs'e gelecektir. -Müslümanların imamı olan Mehdi yerini ona vermek isteyecek fakat o kabul etmeyerek Mehdi'nin arkasında namaz kılacaktır. -Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır. -Cizyeyi kaldıracak, -kendisine inanmayan Yahudi ve Hıristiyanları öldürecek, -ve bütün insanlık Müslüman olacaktır. -Yeryüzünde kırk yıl kalacak sonra ölecek, -namazı Müslümanlar tarafından kılınarak Medine'ye Hz.
peygamber'in yanına Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer'in arasındaki yere
gömülecektir.''
İsa'nın kıyamet kopmadan önce yeryüzüne ineceği ağırlıklı olarak
Mehdi fikrinin aksine kabul görmüş ve kelam kitaplarında yer almıştır.
(13)
Kadiyanilere göre de Hz. İsa ölmüştür, ancak...
Kadiyânîler'e göre Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ölmemiş,
yaralanmıştır. Yaralarını "Merhem-i İsa" denilen bir ilaçla iyileştirmiş
ve İncil'i öğretmek için Keşmir'e gelmiştir. Burada yüz yirmi yaşında
vefat eden Hz. İsa, Srinagar'da gömülmüştür. Bu nedenle, Kıyamet
öncesinde gelmesi beklenen Mesih, Hz. İsa değil, Hz. Muhammed'in
ümmetinden yaratılış bakımından ona çok benzeyen birisi olacaktır.
Müslümanların beklediği Mehdî de ayrı bir kişi olmayacak, Mesih'le
aynı kişi olacaktır. Bu kişi de Mirza Gulam Ahmed'den başkası
değildir. Mesih ve Mehdi olan Mirza Gulam, hem Hz. İsa'nın, hem de
Hz. Muhammed'in ruhsal gücünü taşımaktadır. Bu nedenle barışçıdır,
cihadını kılıçla değil propaganda ile yapacak ve böylece İslâm'ı
yayacaktır. Kılıçla cihad döneminin kapandığını İslam'ın dünyaya
yayılması için kalem ve dua dışında bir metodun olmadığını
savunmaktadırlar. (14)
Değerlendirme:
1-Kur'an'ın beyanına göre, Hz.Muhammed son Peygamberdir. Ondan sonra başka peygamber gelmeyecektir:
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir.
Fakat O, Allah'ın rasûlu ve peygamberlerin de sonuncusudur." (Ahzab 40)
2-Hz. İsa gelip de ne yapacak, Hz.Muhammed'in eksik bıraktığı
veya beceremediği, yetersiz kaldığı hangi işi tamamlayacaktır?
Ayetlerde Hz. İsa'nın öldüğü belirtildiği halde, Hz. Muhammed niçin Hz.
İsa'nın geleceğiyle ilgili hadisler söylemiştir. Peygamber'in Allah'a
rağmen birşey söylemesi mümkün müdür?
''Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış veya
eksiltmiş olsaydı, Biz onu perçeminden kuvvetle yakalardık ve sonra onun
şah damarını koparıverirdik.'' (Hakka 44-46)
4-Bu kadar önemli olan bir konu -ki, inancımızla ilgilidir- Kur'an'da niçin yer almamıştır ?
5-Hz. İsa'nın geleceği konusunda israrcı olanlar, Mehdi'nin
geleceği kousunda israrcı olanlar, dini stismar ederek, çıkar elde
edenlerdir, etmek isteyenlerdir. İtibar edilmemlidir. Bir başka ifadeyle, dini kullanarak nemalananlar Hz. İsa'nın
ve Mehdi'nin geleceği konusunda israrcı olanlardır. Kendilerine itibar
edilmemelidir.
6-Allah, bilmeden işlene günahlara yapılan tevbeleri kabul
eder, bilerek işlenen günahları, günahta israr edenlerin günahlarını ise
affetmeyecektir:
''Doğrusu, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi, ancak bilmeyerek
kötülük işleyen ve sonra, zaman geçirmeden tevbe edenlere mahsustur.
Allah onlara rahmetiyle tekrar yönelecektir, zira Allah her şeyi
bilendir, hikmet sahibidir.'' (Nisa 17)
7-Allah kafasını çalıştırmayan insanları pislik içinde bırakacaktır:
''... Allah, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakır.'' (Yunus 100)
8- Allah'ın çizdiği yolda yürüyen insanların zaten Hz. İsa'ya
ihtiyaçları yoktur. Onun yolunda yürümeyen inanların ise son ondaki
yapacakları tevbe zaten kabul edilmeyecektir:
''Oysa ne ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an
gelip çattığında "Şimdi tevbe ediyorum!" diyenlerin tevbesi kabul
edilecektir, ne de hakikat inkarcısı olarak ölenlerin; Biz, işte
böylelerine şiddetli bir azap hazırlamışızdır.'' (Nisa 18)
Öyleyse İsa'nın gelmesi din istismarcılarının dışında kimin işine yarıyor veya yarayacaktır düşünmek gerekmez mi?
Bitirirken sözü, sözün Sahib'ine bırakalım: ''İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah'ım? (Araf 155)
Rüştü Kam
1) Maide Suresi - 117
2) Al-i İmran Suresi - 55
3) 4:97
4) 6:61
5) 47:27
6) 5:117
7) 16:28
8) 16:32
9) 10:46
10) 13:40
11) Ebu Davud, Sünen, II, 429-430.
12) Buhârî, Sahih, ''Tabirür'r-rüya'', s. 33, ''Enbiya'', s. 48,
''Fiten'', s. 26; Müslim, Sahih, ''İman'', s. 273, 275, 277, ''Fiten'' ,
s. 110; Ebu Davud, Sünen, ''Melahim'', 14; Ebu Abdillah Muhammed
el-Hakim en-Nisâburi, el-Müstedrek ale's-Sahihayn, Beyrut ts, IV, 492.
Kadiyânîlik Bağlamında Mehdilik | 187 / Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 24 (2011/2), s. 175-191
13) İbn Kayyim el-Cevziyye, Menakıbu Ahmed b. Hanbel, Kahire 1972, s.
169; Tahavi, Akidetü't-Tahaviyye, Beyrut 1978, s. 59; Ebu'l Hasan
Ali b. İsmail el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslamiyyin
va'htilâful-Musallin, Wiesbaden 1963, I, 323; Bağdadi, age., s. 270; Ebu
Cafer Muhammed b. Ali ibn Babeveyh el- Kummi, Şii İmamiyye'nin İnanç
Esasları, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara: AÜİF Yay., 1978, s. 69.
14) Fığlalı, Kadiyanilik, s.52-53. 182 |Ahmet YÖNEM/Sakarya
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:XIII,Sayı: 24 (2011/2),
s.175-191
Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları
Almanya'nın
Hessen eyaletinde 2013-2014 yılından itibaren okullarda İslâm din
dersi düzenli ders olarak ouktulacaktır. Bu dersi, Diyanet
İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB)
veAhmediyye Cemaatiderneği
verecektir. Ders Almanca olarak verilecektir. Müslüman öğrencilere
verilecektir. Müfredatı okul denetleme kurulu takip edecek.
Türkçe
yayımlanan gazetelere baktığınızda bu dersleri sadece DİTİB'in
vereceğini okuyoruz. Ahmedilerden/Kadiyânilerden hiç söz
edilmiyor.
Diyanet
İşleri Türk İslam Birliği(DİTİB) teşkilatını herkes tanır.
''Ahmediyye Cemaati''ni kimse tanımaz. Ahmediler, diğer ismiyle
Kadiyânîler kimdir, din anlayışları nasıldır, bu cemaatı kim
kurmuştur, ne zaman kurmuştur, Nerede kurmuştur fazla bilinmez.
Bu
soruların cevabını bilmek lazım. Çünkü çocuklarımızı
onların eline teslim edeceğiz. Dinlerini onlardan öğrenecekler.
Prof.Dr.Ethem
Ruhi Fığlalı* bunları çok güzel tanıtıyor. Okuyalım ve
sonunda da düşünelim, Kadiyâniler müslümanların temsilcileri
olabilirler mi? Karar verelim:
''Öyle
ki; mevzu da, mevzunun kahramanları da, insanları saptırmak için
kullandıkları yol ve yöntemler de, hep aynı ve bütün
sahtelikleri ile asrın serencamında işin içyüzünü bilenlere
bütün açıklığı ile sırıtmaya devam etmektedir.
Bu
zevatın mehdiyetlerini ilan etmekle kalmayıp, yer yer
bulunduklarını iddia ettikleri makam adına; dinin hükümlerini
gevşeterek uydurdukları hezeyanlarla, cahil insanımızı
bozdukları da görülmektedir.
İşte halkı aldatarak,
kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm bu şarlatanları,
tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed Kadiyani'nin
şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine,
Gulam Ahmed, sadece bir örnek.
Kadıyanilik
Kadiyanîlik,
19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî
tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb
eyaletine bağlı Kadiyan'da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına
başlayan Gulam Ahmed, 18 yaşlarına kadar Kur'an-ı Kerim, Farsça,
Arapça mantık ve felsefe dersleri aldı. Babasından da hekimlik
mesleğine ait bazı bilgiler öğrendi.
Gulam
Ahmed, 1864′den 1868′e kadar Sialkot'ta, Bölge Mahkemesinde bir
memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden
Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla
tartışmalara girişti. İskoç papazı olan Butler ile samimî bir
dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.
Bundan sonra,
işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu yanına
çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle ''bir kenara itilen ve
kendi haline terkedilen'' bir durumda kaldı.
Kendisi
bunu şöyle ifade eder: ''Babam bana olan ümitlerinin üstüne bir
çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir
şeyler yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü.''
Gulam
Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur'an, tefsir, hadis
sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi
topladı.
Bu
inziva hayatı, Gulam'ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar
ve garip davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu.
Bu arada onun aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze
çarpıyordu. Ayrıca pek çok hastalık sahibiydi. Kendisi bu
hastalıklarını şöyle ifade eder: ''Ben, müzmin hasta bir
insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp
çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı
hep şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok
idrara çıkarım.''
1876
yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed'in hayatında
yeni bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve
ifadesine göre ''dünya adamı olmadığı için'' ailenin geçim ve
idaresini nasıl çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan
duyduğunu söylediği bir ses kendisine, ''eleysAllahu bi-kafin
'abdehu'' (Allah kuluna yetmez mi?) diye seslendi.
Bundan
sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam
etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma
alışkanlığını kazanmak için bazı denemelerde bulundu.
1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara ve Hıristiyanlara
karşı makaleler yazdı. Hindu ve Hıristiyanların, Müslümanları
yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun İslamiyet'i savunmak
için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini çekti ve
onun kişiliğini ön plana çıkardı.
Hindistan,
19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne olmuştu.
Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri,
Hindistan'ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi
dinlerine çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek
için oldukça gayret gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç
ve bağlılık dikkate değer bir şekilde zayıflamıştı. Halk bir
kurtarıcı bekliyordu.
Gulam, halkın bu beklentisini iyi
değerlendirdi. Bir yazısında Hindû ve Hıristiyanlara karşı 50
ciltlik bir reddiye yazacağını ama bastırabilmek için
Müslümanların abone olup peşin para vermeleri gerektiğini
bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra Gulam
Ahmed, 1880′de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk
iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve
Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca
takdirle karşılandı.
Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam'ı
diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu arada kendisine ilham
geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi şahsiyetini ön
plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe
etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri
gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan
'İşa'atu's-Sünne' isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım
1884) bu kitabın lehinde yazılar yazdı.
1884
yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de
yayınlandı. Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini,
kesilmemesi gerektiğini, Peygamberimize (a.s.m.) tam uyan birinin,
peygambere verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını,
bu gibi kimselerin sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin
bilgisini andırdığı gibi, hezeyanlarda bulunuyordu.
Ayrıca
bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve
İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği
üzerinde duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür
içerisinde büyüyen Hind Müslümanlarınca fazla yadırganmadı
ise de, içlerinden ileri görüşlü olan bazı alimler, bu
vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed'in yakında daha
ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe aldılar.
Müceddidliğini
ilan ediyor
Gulam
Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi
vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi
karşılanmış, hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan
cesaret alan Gulam Ahmed, 1885′de kendisini açıkça 14. Hicrî
yüzyılın müceddidi olarak ilan etti. Buna göre, kendisi 14.
Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini yenilemek
üzere gönderilmiştir.
Bundan sonra o, diğer dinlere karşı
Barâhin'de başlattığı tartışmayı seyahatleriyle sürdürmeye
başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve bu
tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i
Arya (Arya'nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.
1885-1888
yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu
seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed
bundan sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888′de,
seyahat için bulunduğu Ludhiana'da bir bildiri yayınlayarak,
Allah'ın kendisine, taraftarlarından bi'at alarak, ayrı bir cemaat
oluşturmasını buyurduğunu bildirdi.
Hak
ile kandırıyor...
Bi'at
şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam Ahmed'e bi'at
eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak,
namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün
insanlara iyilikle davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalıp
kendini O'na adayacak, Kur'an'ın yolundan yürüyecek, dine, İslam'a
bağlılığı; kendi hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve
kıymetli bildiği her şeyden çok değer verecek, dini dünyanın
üstünde tutacak ve son olarak da kendini Gulam Ahmed'e kopmayacak
derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat edecek.
Gulam
Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin 346;
Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli
eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu:
''Allah
beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni bu
yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa
çıkarmam için müceddid olarak gönderdi.''
Mesih
ve Mehdiliğini ilan ediyor
1857′de
Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi
Ayaklanması ismiyle tarihe geçen bir
girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamışlardı. Bu sebeple,
İngilizlerin gözü devamlı olarak Müslümanların üzerindeydi.
Bunu,
iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye'nin ilk cildinin neşrinden
itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını,
bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı
olduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili
ifadelerinden bazıları şöyleydi: ''Kalemimle hükümete hizmet
ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine sadakat ve muhabbeti
yazıyorum... Biz kalemimizle bu devletin emrindeyiz; iyiliği için
duacıyız, hizmetkarıyız.
Gerçek
İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına
arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh
ve güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı
herhangi bir kötü düşüncem yoktur.''
Böylece
İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan kendi adına
bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891′de, hayatının
üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz.
İsa'nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların
beklediği 'Mesîh' ve 'Mehdî' olduğu bildirilmişti.
O,
bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı
Feth-i İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3
Eylül 1891) isimli eserlerinde açıkladı. Onun bu konudaki
görüşleri özetle şöyle idi:
''Hz.
İsa çarmıhta ölmemiştir. O, öldü zannedilerek mezara
indirildikten sonra, kendine gelmiş, yaralarını Merhem-i İsa
denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra, İncil'i yaymak ve
özellikle kayıp ''On İsrail
Koyununu'' aramak üzere Keşmir'e
seyahat etmiştir. Orada iken 120 yaşlarında ölmüş ve
Srinagar'da gömülmüştür.Bu
bakımdan ahirzamanda gelmesi beklenen Mesîh, Hz. İsa değil,
yaradılış bakımından ona benzeyen ama Muhammed ümmetinden biri
olacaktır. Ayrıca Müslümanların beklediği Mehdi ve Mesîh aynı
şahıslardır. O da Mirza Gulam Ahmed'dir. O hem Hz. Muhammed
(s.a.v.), hem de Hz. İsa'nın (a.s.) ruhunu taşıdığı için
barışçıdır.''
''Cihadını
kılıçla değil, propaganda ile yapıp İslam'ı yayacaktır.
Davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller,
kendisine indirilen vahiy ve mucizeleri
sebebiyle, ona inanmak zorunludur.''
Gulam
Ahmed, İtmamu'l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve
Mesîhliği ile ilgili ''vahiy'' için şöyle diyordu:
''Rabbim
bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi ki:
'Onların bekledikleri Mesîhu'l-Mev'ud ve el-Mehdiy-yu'l-Ma'hud
sensin.' Ve yine dedi ki: 'Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'''
Peygamber
olduğunu iddia ediyor
1900
yılı Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı
oldu. Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı
namazında bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah'ın vahyine
dayalı olarak Arap dilinde, irticalen yapılmış ve bir benzerinin
yapılması mümkün olmayan bir hutbedir.
Bu
hutbeden sonra, 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza
için 'nebî ve resul' sıfatlarını kullandı. Bu
durum alimlerden Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla
karşılandı. Bunun üzerine Ahmed
Kadiyani, Abdülkerim Mirza'dan, yanılıyorsa kendisini düzeltmesini
istedi. Abdülkerim Mirza da kendisiyle aynı görüşte olduğunu
söyledi.
Bunun
üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar.
Gulam Ahmed: ''Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini
bastıracak şekilde yükseltmeyin'' (Hucurat: 2) âyetini okuyarak
evine çekildi.
1902
yılının Ekim ayında Amritsar'da toplanan konferansta, bu iş için
kaleme aldığı Tuhfetu'n Nedve isimli tebliğinde kendisinin
Allah'ın zıllı (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri
sürdü. Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz.
Muhammed'in (sav) manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde
etti.
Gulam
Ahmed'e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi
olması, Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olmasına zıt değildir.
O, ''Hatemünnebiyyîn'' yani ''peygamberlerin sonuncusu olma''
tâbirini şöyle yorumlar:
'Hatem'
kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan
sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun
şeriatını ikame etmesiyle mümkündür. O, Hakikatü'l Vahy isimli
kitabının 27. sayfasında bununla ilgili olarak şöyle der:
Hakkı
tasdik ederek batılı hak gibi gösteriyor
''O,
yani Hz. Peygamber (sav), peygamberlerin hatemidir. Şu manayla ki,
o, tek başına mührün sahibidir. Başka birisine vahiy nimeti,
ancak onun mührü sayesinde nasip olur. Ayrıca, rabbani hitap ve
konuşma kapısı, onun ümmetine kıyamete kadar da asla
kapanmayacaktır. Bugün dahi mührün sahibi yalnızca odur. Onun
mührü, yalnızca Muhammed ümmetine nasip olan peygamberliği tek
başına sağlayacak güçtedir.''
Gulam
Ahmed; et-Ta'lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda
şunları söyler: ''Allah'ın, inanç bakımından sizlerden
istediği, Onun tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed'in
peygamberlerin hatemi ve en şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan
sonra peygamber gelmeyeceğine, ancak zılliyet yani tabi olmak
suretiyle Muhammedi abanın giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü
hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters düşmez. Dal da kökünden
ayrılmaz.''
Et-Tecelliyâtü'l
İlâhiyye isimli kitabının 24. sayfasında da bununla ilgili
olarak şöyle denilir: ''Eğer ben, Muhammed'in ümmetinden olmayıp,
onun yolundan gitmiş olmasaydım, ilâhî hitaba mazhar olamazdım.
Amellerimin ağırlığı dünyanın dağlarına denk gelse, yine de
durum değişmezdi. Çünkü, Hz. Muhammed'in peygamberliği dışında,
tüm peygamberlikler sona ermiştir. Hz. Muhammet'ten sonra şeriat
koyacak bir peygamber gelmeyecektir. Ancak şeriat getirmeyen bir
peygamberin varlığı mümkündür. Ama bu peygamberin öncelikle
Muhammed'in (sav) ümmetinden olması gerekmektedir.''
Gulam
Ahmed hayatının sonuna kadar nebi olduğunda ısrar etti mi?
O,
ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908′de Bedr gazetesinde onun
''Günlüğünde'' şu ifâdelerine yer verildi:
''İddiam
şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında,
kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar
yalnızca Allah'tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve
Mûsa dininin gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır.
Bu tür nebevî haberlerdir ki, onların nebî adıyla
isimlendirilmelerini netice vermiştir. Aynı durum benim görevim
için de söz konusudur. Eğer nebî olarak çağrılmayacaksam, beni
ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak başka özel bir
kelime var mıdır?''
Gulam 'Ek
Galte ke İzâle' (Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede
de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:
''Nebî
ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün yazılarımda, bunu yeni
bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım anlamında
yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî
nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah
tarafından gelecek olayların bilgisi ile donatıldığım için,
yeni bir şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten
bir resul ve nebî idim.Şeriat
getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu anlamda
Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda
nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr
etmiyorum.''
Ahbâr-ı Am
gazetesinde Gulam Ahmed'in nebîliğini inkâr ettiği şeklinde bir
açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün önce bu
gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908′de
neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle
demektedir:
''23
Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm'ın birinci kolon ikinci kısmında,
benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi
açıkladığım bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu
husus bilinmelidir ki, o yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka
bütün yazılarımda açıkça bildirmiş bulunuyorum ve hattâ
şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm'la bütün bağlarımı
koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında bulunduğumu, yani
başka bir deyişle kendim için Kur'ân-ı Kerim'i takibe gerek
bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm
şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini
reddeden tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri
sürülen suçlama, baştan sona asılsızdır.''
''Nebîliğimi
ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah'la
konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana
söyler, sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin
sırlarını bana açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan
dolayı, O beni bir nebî olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.
Bu
yüzdendir ki, ben Allah'ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu
gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah
olacaktır. Beni nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu
nasıl inkâr edebilirim?'' (1)
Gulam
Ahmed'in vahiy iddiası
Vahiy,
Allah'ın peygamberlerine genelde Cebrail (aleyhisselam)
aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını
bildirmesidir. Gulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu
hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti.
Onun vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur'ân âyeti idi. Bir
kısmı da yâ âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da
âyetler parçalanarak ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü
ise tamamen kendi hayal mahsûlü idi.
Geldiğini
söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli lisanlarda gelmiş
olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler içerisinde
Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır.
O,
kendisine vahiy geldiği ile ilgili olarak şöyle der:
''Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve
kadınlar, benim helakim için secdeye kapanmaktan burunlarından kan
gelinceye ve elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile,
Allah onları işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar
benim işimi durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese
bile, O bana yardım için melekler gönderecektir.'' (2)
''Rabbim
bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya
kadar bana yardım edeceğini vaad etti.'' (3)
Şimdi
onun vahiy dediği şeylere birkaç misâl verelim: ''Rabbim dedi ki:
Senin kötülüğünü isteyeni alçaltıcı, sana yardım etmek
isteyene de yardımcıyım.'' (4)
''Şüphe
yok ki, Muhammed ümmetinde binlerce evliya ve asfiyâ doğmuştur;
ama onların hiçbiri benim gibi olmamıştır.'' (5)
''Dünyaya
bir uyarıcı geldi; fakat dünya onu kabul etmedi. Bununla birlikte
Allah onu kabul edecek ve onun dâvasının gerçeğini çok dehşetli
hücumlar ve âfetlerle aşikar kılacaktır.'' (6)
''Ey
insanlar! Ben iddiamda haklıyım ve doğruyum. Siz ise sözlerimi
kabul etmezseniz, iki yüzlü olursunuz...Öyle ise 'Gelin,
oğullarımızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve
kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin
yalancılara olmasını dileyelim.' (Âl-i İmran Sûresi, 61)'' (7)
''Ey
câhiller ve sefihler, düşmanlar ve şakiler topluluğu! Hazret-i
Kibriya'nın nurunu siz mi söndüreceksiniz?'' (8)
''Sen
Benden bir uyarıcısın. Şüphe yok ki seni, kötü yolda olanlar
doğrulardan ayrılsın diye gönderdim.'' (9)
''De
ki: Ben emrolundum ve ben inananların ilkiyim.'' (10) ''Sen açık
bir delil üzerinesin.'' (11) ''Onlara Rabbinden sana vahyedileni
oku.'' (12) ''Sen benim için şerefli birisin. Seni Kendim için
seçtim.'' (13) ''Ey Ahmed, sen ve eşin Cennette oturun.'' (14)
''Sana bereket vereceğim ve bunun nurlarını, melikler ve sultanlar
senin elbiselerini öpüp eteklerine sarılıncaya kadar
parlatacağım.'' (15)
Gulam
Ahmed'in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine
vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden
üstün olduğunu da iddia etti. (!)
''Allah'ın,
'Muhammed Allah'ın elçisidir' (17) sözünden kasıt benim. Çünkü
Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak isimlendirdi'' dedi.
(18)
Harekete
'Ahmediyye' ismi veriliyor
Fırka
önceleri kurucusunun ismine nispetle Kadiyanîlik olarak anılmışsa
da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile
'Ahmediyye' adını almıştır. Bu isim değişikliği ile ilgili
olarak şu açıklama yapılmıştır:
''Nüfus sayımı
sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan ayrılık
gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her
fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî
kayıtlara gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı
için biz de bu harekete en uygun olan 'Ahmediyye Mezhebi'
Müslümanları ismini almayı uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz.
Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun Muhammed ve Ahmed olmak üzere
iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini yansıtır. Bu da Hz.
Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde eder.''
Bu
açıklama sebebiyle mezhebin adı 1901 Bombay nüfus sayımı
belgelerinde 'Ahmediyye' olarak kaydedilmiş ve o tarihten itibaren
de, gerek kendileri, gerekse Avrupalılar, bu yeni mezhep için
'Ahmediyye' ismini kullanmışlardır.
Buna
karşılık bâzı Müslüman yazarlar, Kadiyânîlerin Müslümanları
aldatmak gayesini güttüklerini, hareketin 'Ahmediyye' ismi
almasının Peygamberimizin adından değil, Gulam Ahmed'in kendi
ismi sebebiyle olduğunu söylerler.
Burada
mezhep hakkında yazılmış eserlerde mezhep yerine ''Ahmediyye
Hareketi'' isminin kullanıldığını da ifâde edelim.''
*Prof.Dr.Ethem
Ruhi Fığlalı Kimdir?
Ethem
Ruhi Fığlalı, 8 Aralık 1937'de Mehmet ve Emine Fığlalı'nın
ilk çocukları olarak Burdur'da doğdu. 1982 yılında profesör
oldu ve aynı yıl Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
dekanlığına atandı. Bu görevini 1991 yılına kadar sürdürdü.
Bu dönem içerisinde rektör yardımcılığı görevi de üstlendi.
1992 yılında kurucu rektör olarak Muğla Üniversitesi'nde
görevlendirildi.
Fığlalı,
öğretmenlik ve akademik hayatı sürecinde birçok kitap yazdığı
gibi çeviriler ve makalelerde yapmıştır. Aynı zamanda birçok
ansiklopedinin de İslâm diniyle iligili maddelerini de yazmıştır.
Muğla
Üniversitesi'nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları
bölümünü kurmuş olması da ayrı bir önemdedir. Bu bölüm
Türkiyede açılan alanının ilk bölümüdür.
Rüştü
Kam
Eserleri
:
Çağımızda
İtikadi İslam Mezhepleri (1980)
Kadıyanilik (Ahmediye Mezhebi)
(1986)
Kadıyanilik (1994)
Babilik ve Bahailik (1994)
İslam'a
Karşı Cereyanlar: Babilik ve Bahailik (1981)
Din ve Devlet
İlişkileri (1997)
İmam Ali (1997)
İmamiye Şiası
(1984)
Türkiye'de Alevilik Bektaşilik (1990)
Geçmişten
Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevilik - Bektaşilik
(1994)
Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli (Mahmut
Aydın ile birlikte)
Türkistan'ın Piri Hoca Ahmed Yesevi ve
Külliyesi ( Kemal Eraslan, Selçuk Mülayim, Yaşar Çoruhlu ile
birlikte)
Atatürk ve Din (1988)
Atatürk Düşüncesinde Din
ve Laiklik (1999, T. Müftüoğlu, İ. Karakuş ile birlikte)
Din
ve Laiklik Üstüne Düşünceler (2001)
İbâdiye&58217;nin
Doğuşu ve Görüşleri (1983) (Doktora Tezi)
27 Aralık 2012 Perşembe, 13:38 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Almanya'nın
Hessen eyaletinde 2013-2014 yılından itibaren okullarda İslâm din dersi
düzenli ders olarak ouktulacaktır. Bu dersi, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) veAhmediyye Cemaatiderneği verecektir. Ders Almanca olarak verilecektir. Müslüman öğrencilere verilecektir. Müfredatı okul denetleme kurulu takip edecek.
Türkçe yayımlanan gazetelere baktığınızda bu dersleri sadece
DİTİB'in vereceğini okuyoruz. Ahmedilerden/Kadiyânilerden hiç söz
edilmiyor.
Diyanet İşleri Türk İslam Birliği(DİTİB) teşkilatını herkes
tanır. ''Ahmediyye Cemaati''ni çok az insan tanır. Ahmediler, diğer
ismiyle Kadiyânîler kimdir, din anlayışları nasıldır, bu cemaatı kim
kurmuştur, ne zaman kurmuştur, Nerede kurmuştur fazla bilinmez.
Bu soruların cevabını bilmek lazım. Çünkü çocuklarımızı onların eline teslim edeceğiz. Dinlerini onlardan öğrenecekler.
Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı* bunları çok güzel tanıtıyor.
Okuyalım ve sonunda da düşünelim, Kadiyâniler müslümanların temsilcileri
olabilirler mi? Karar verelim:
''Öyle ki; mevzu da, mevzunun kahramanları da, insanları saptırmak
için kullandıkları yol ve yöntemler de, hep aynı ve bütün sahtelikleri
ile asrın serencamında işin içyüzünü bilenlere bütün açıklığı ile
sırıtmaya devam etmektedir.
Bu zevatın mehdiyetlerini ilan etmekle kalmayıp, yer yer
bulunduklarını iddia ettikleri makam adına; dinin hükümlerini gevşeterek
uydurdukları hezeyanlarla, cahil insanımızı bozdukları da
görülmektedir.
İşte halkı aldatarak, kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm
bu şarlatanları, tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed
Kadiyani'nin şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine,
Gulam Ahmed, sadece bir örnek.
Kadıyanilik
Kadiyanîlik, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî
tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb eyaletine
bağlı Kadiyan'da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına başlayan Gulam Ahmed,
18 yaşlarına kadar Kur'an-ı Kerim, Farsça, Arapça mantık ve felsefe
dersleri aldı. Babasından da hekimlik mesleğine ait bazı bilgiler
öğrendi.
Gulam Ahmed, 1864′den 1868′e kadar Sialkot'ta, Bölge Mahkemesinde bir
memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden Hıristiyanlık
hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla tartışmalara girişti. İskoç papazı
olan Butler ile samimî bir dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.
Bundan sonra, işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu
yanına çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle ''bir kenara itilen ve
kendi haline terkedilen'' bir durumda kaldı.
Kendisi bunu şöyle ifade eder: ''Babam bana olan ümitlerinin üstüne
bir çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir şeyler
yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü.''
Gulam Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur'an, tefsir,
hadis sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi topladı.
Bu inziva hayatı, Gulam'ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar ve garip
davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu. Bu arada onun
aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze çarpıyordu. Ayrıca pek çok
hastalık sahibiydi. Kendisi bu hastalıklarını şöyle ifade eder: ''Ben,
müzmin hasta bir insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp
çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı hep
şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok idrara çıkarım.''
1876 yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed'in hayatında yeni
bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve ifadesine göre
''dünya adamı olmadığı için'' ailenin geçim ve idaresini nasıl
çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan duyduğunu söylediği bir ses
kendisine, ''eleysAllahu bi-kafin 'abdehu'' (Allah kuluna yetmez mi?)
diye seslendi.
Bundan sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam
etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma alışkanlığını
kazanmak için bazı denemelerde bulundu. 1877-1878 yıllarında gazetelerde
Hindûlara ve Hıristiyanlara karşı makaleler yazdı. Hindu ve
Hıristiyanların, Müslümanları yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun
İslamiyet'i savunmak için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini
çekti ve onun kişiliğini ön plana çıkardı.
Hindistan, 19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne
olmuştu. Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri,
Hindistan'ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi dinlerine
çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek için oldukça gayret
gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç ve bağlılık dikkate değer bir
şekilde zayıflamıştı. Halk bir kurtarıcı bekliyordu.
Gulam, halkın bu beklentisini iyi değerlendirdi. Bir yazısında Hindû
ve Hıristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ama
bastırabilmek için Müslümanların abone olup peşin para vermeleri
gerektiğini bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra
Gulam Ahmed, 1880′de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk
iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve
Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca takdirle
karşılandı.
Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam'ı diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu
arada kendisine ilham geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi
şahsiyetini ön plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe
etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri
gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan
'İşa'atu's-Sünne' isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım 1884) bu
kitabın lehinde yazılar yazdı.
1884 yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de yayınlandı.
Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini, kesilmemesi
gerektiğini, Peygamberimize (a.s.m.) tam uyan birinin, peygambere
verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını, bu gibi kimselerin
sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığı gibi,
hezeyanlarda bulunuyordu.
Ayrıca bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve
İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği üzerinde
duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür içerisinde büyüyen Hind
Müslümanlarınca fazla yadırganmadı ise de, içlerinden ileri görüşlü olan
bazı alimler, bu vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed'in
yakında daha ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe
aldılar.
Müceddidliğini ilan ediyor
Gulam Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi
vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi karşılanmış,
hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan cesaret alan Gulam Ahmed,
1885′de kendisini açıkça 14. Hicrî yüzyılın müceddidi olarak ilan etti.
Buna göre, kendisi 14. Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini
yenilemek üzere gönderilmiştir.
Bundan sonra o, diğer dinlere karşı Barâhin'de başlattığı tartışmayı
seyahatleriyle sürdürmeye başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve
bu tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i Arya
(Arya'nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.
1885-1888 yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu
seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed bundan
sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888′de, seyahat için
bulunduğu Ludhiana'da bir bildiri yayınlayarak, Allah'ın kendisine,
taraftarlarından bi'at alarak, ayrı bir cemaat oluşturmasını buyurduğunu
bildirdi.
Hak ile kandırıyor...
Bi'at şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam
Ahmed'e bi'at eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak,
namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün insanlara
iyilikle davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalıp kendini O'na
adayacak, Kur'an'ın yolundan yürüyecek, dine, İslam'a bağlılığı; kendi
hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve kıymetli bildiği her şeyden çok
değer verecek, dini dünyanın üstünde tutacak ve son olarak da kendini
Gulam Ahmed'e kopmayacak derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat
edecek.
Gulam Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin
346; Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli
eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu:
''Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni
bu yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmam için
müceddid olarak gönderdi.''
Mesih ve Mehdiliğini ilan ediyor
1857′de Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi Ayaklanması
ismiyle tarihe geçen bir girişimde bulunmuş, ancak başarılı
olamamışlardı. Bu sebeple, İngilizlerin gözü devamlı olarak
Müslümanların üzerindeydi.
Bunu, iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye'nin ilk cildinin
neşrinden itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını,
bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu her
fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili ifadelerinden bazıları şöyleydi:
''Kalemimle hükümete hizmet ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine
sadakat ve muhabbeti yazıyorum... Biz kalemimizle bu devletin
emrindeyiz; iyiliği için duacıyız, hizmetkarıyız.
Gerçek İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına
arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh ve
güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı herhangi bir kötü
düşüncem yoktur.''
Böylece İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan
kendi adına bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891′de,
hayatının üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz.
İsa'nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların beklediği
'Mesîh' ve 'Mehdî' olduğu bildirilmişti.
O, bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı Feth-i
İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3 Eylül 1891)
isimli eserlerinde açıkladı. Onun bu konudaki görüşleri özetle şöyle
idi:
''Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O, öldü zannedilerek mezara
indirildikten sonra, kendine gelmiş, yaralarını Merhem-i İsa denilen bir
ilaçla iyileştirdikten sonra, İncil'i yaymak ve özellikle kayıp ''On İsrail Koyununu'' aramak üzere Keşmir'e seyahat etmiştir. Orada iken 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar'da gömülmüştür.Bu
bakımdan ahirzamanda gelmesi beklenen Mesîh, Hz. İsa değil, yaradılış
bakımından ona benzeyen ama Muhammed ümmetinden biri olacaktır. Ayrıca
Müslümanların beklediği Mehdi ve Mesîh aynı şahıslardır. O da Mirza
Gulam Ahmed'dir. O hem Hz. Muhammed (s.a.v.), hem de Hz. İsa'nın (a.s.)
ruhunu taşıdığı için barışçıdır.''
''Cihadını kılıçla değil, propaganda ile yapıp İslam'ı yayacaktır.
Davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller, kendisine
indirilen vahiy ve mucizeleri sebebiyle, ona inanmak zorunludur.''
Gulam Ahmed, İtmamu'l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve Mesîhliği ile ilgili ''vahiy'' için şöyle diyordu:
''Rabbim bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi
ki: 'Onların bekledikleri Mesîhu'l-Mev'ud ve el-Mehdiy-yu'l-Ma'hud
sensin.' Ve yine dedi ki: 'Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'''
Peygamber olduğunu iddia ediyor
1900 yılı Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı oldu.
Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı namazında
bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah'ın vahyine dayalı olarak Arap
dilinde, irticalen yapılmış ve bir benzerinin yapılması mümkün olmayan
bir hutbedir.
Bu hutbeden sonra, 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza için 'nebî ve resul' sıfatlarını kullandı. Bu durum alimlerden Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla karşılandı. Bunun
üzerine Ahmed Kadiyani, Abdülkerim Mirza'dan, yanılıyorsa kendisini
düzeltmesini istedi. Abdülkerim Mirza da kendisiyle aynı görüşte
olduğunu söyledi.
Bunun üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar.
Gulam Ahmed: ''Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak
şekilde yükseltmeyin'' (Hucurat: 2) âyetini okuyarak evine çekildi.
1902 yılının Ekim ayında Amritsar'da toplanan konferansta, bu
iş için kaleme aldığı Tuhfetu'n Nedve isimli tebliğinde kendisinin
Allah'ın zıllı (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri sürdü.
Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz. Muhammed'in (sav)
manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde etti.
Gulam Ahmed'e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi
olması, Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olmasına zıt değildir. O,
''Hatemünnebiyyîn'' yani ''peygamberlerin sonuncusu olma'' tâbirini
şöyle yorumlar:
'Hatem' kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan
sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun şeriatını
ikame etmesiyle mümkündür. O, Hakikatü'l Vahy isimli kitabının 27.
sayfasında bununla ilgili olarak şöyle der:
Hakkı tasdik ederek batılı hak gibi gösteriyor
''O, yani Hz. Peygamber (sav), peygamberlerin hatemidir. Şu manayla
ki, o, tek başına mührün sahibidir. Başka birisine vahiy nimeti, ancak
onun mührü sayesinde nasip olur. Ayrıca, rabbani hitap ve konuşma
kapısı, onun ümmetine kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır. Bugün dahi
mührün sahibi yalnızca odur. Onun mührü, yalnızca Muhammed ümmetine
nasip olan peygamberliği tek başına sağlayacak güçtedir.''
Gulam Ahmed; et-Ta'lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda
şunları söyler: ''Allah'ın, inanç bakımından sizlerden istediği, Onun
tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed'in peygamberlerin hatemi ve en
şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine,
ancak zılliyet yani tabi olmak suretiyle Muhammedi abanın
giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters
düşmez. Dal da kökünden ayrılmaz.''
Et-Tecelliyâtü'l İlâhiyye isimli kitabının 24. sayfasında da bununla
ilgili olarak şöyle denilir: ''Eğer ben, Muhammed'in ümmetinden olmayıp,
onun yolundan gitmiş olmasaydım, ilâhî hitaba mazhar olamazdım.
Amellerimin ağırlığı dünyanın dağlarına denk gelse, yine de durum
değişmezdi. Çünkü, Hz. Muhammed'in peygamberliği dışında, tüm
peygamberlikler sona ermiştir. Hz. Muhammet'ten sonra şeriat koyacak bir
peygamber gelmeyecektir. Ancak şeriat getirmeyen bir peygamberin
varlığı mümkündür. Ama bu peygamberin öncelikle Muhammed'in (sav)
ümmetinden olması gerekmektedir.''
Gulam Ahmed hayatının sonuna kadar nebi olduğunda ısrar etti mi?
O, ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908′de Bedr gazetesinde onun ''Günlüğünde'' şu ifâdelerine yer verildi:
''İddiam şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında,
kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar yalnızca
Allah'tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve Mûsa dininin
gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür nebevî
haberlerdir ki, onların nebî adıyla isimlendirilmelerini netice
vermiştir. Aynı durum benim görevim için de söz konusudur. Eğer nebî
olarak çağrılmayacaksam, beni ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak
başka özel bir kelime var mıdır?''
Gulam 'Ek Galte ke İzâle' (Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:
''Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün
yazılarımda, bunu yeni bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım
anlamında yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî
nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah tarafından gelecek
olayların bilgisi ile donatıldığım için, yeni bir şeriat getirmemekle
birlikte, gerçekten bir resul ve nebî idim. Şeriat getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu
anlamda Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda
nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr etmiyorum.'' Ahbâr-ı Am gazetesinde Gulam Ahmed'in nebîliğini
inkâr ettiği şeklinde bir açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün
önce bu gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908′de
neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle demektedir:
''23 Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm'ın birinci kolon ikinci kısmında,
benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi açıkladığım
bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu husus bilinmelidir ki, o
yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka bütün yazılarımda açıkça
bildirmiş bulunuyorum ve hattâ şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm'la
bütün bağlarımı koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında
bulunduğumu, yani başka bir deyişle kendim için Kur'ân-ı Kerim'i takibe
gerek bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm
şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini reddeden
tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri sürülen suçlama,
baştan sona asılsızdır.''
''Nebîliğimi ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah'la
konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana söyler,
sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin sırlarını bana
açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan dolayı, O beni bir nebî
olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.
Bu yüzdendir ki, ben Allah'ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu
gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah olacaktır. Beni
nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu nasıl inkâr
edebilirim?'' (1)
Gulam Ahmed'in vahiy iddiası
Vahiy, Allah'ın peygamberlerine genelde Cebrail
(aleyhisselam) aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını
bildirmesidir. Gulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu
hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti. Onun
vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur'ân âyeti idi. Bir kısmı da yâ
âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da âyetler parçalanarak
ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü ise tamamen kendi hayal mahsûlü
idi.
Geldiğini söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli
lisanlarda gelmiş olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler
içerisinde Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır. O, kendisine vahiy
geldiği ile ilgili olarak şöyle der:
''Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve kadınlar,
benim helakim için secdeye kapanmaktan burunlarından kan gelinceye ve
elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile, Allah onları
işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar benim işimi
durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese bile, O bana yardım
için melekler gönderecektir.'' (2)
''Rabbim bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya kadar bana yardım edeceğini vaad etti.'' (3)
Şimdi onun vahiy dediği şeylere birkaç misâl verelim: ''Rabbim dedi
ki: Senin kötülüğünü isteyeni alçaltıcı, sana yardım etmek isteyene de
yardımcıyım.'' (4)
''Şüphe yok ki, Muhammed ümmetinde binlerce evliya ve asfiyâ doğmuştur; ama onların hiçbiri benim gibi olmamıştır.'' (5)
''Dünyaya bir uyarıcı geldi; fakat dünya onu kabul etmedi. Bununla
birlikte Allah onu kabul edecek ve onun dâvasının gerçeğini çok dehşetli
hücumlar ve âfetlerle aşikar kılacaktır.'' (6)
''Ey insanlar! Ben iddiamda haklıyım ve doğruyum. Siz ise sözlerimi
kabul etmezseniz, iki yüzlü olursunuz...Öyle ise 'Gelin, oğullarımızı,
kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra
lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.'
(Âl-i İmran Sûresi, 61)'' (7)
''Ey câhiller ve sefihler, düşmanlar ve şakiler topluluğu! Hazret-i Kibriya'nın nurunu siz mi söndüreceksiniz?'' (8)
''Sen Benden bir uyarıcısın. Şüphe yok ki seni, kötü yolda olanlar doğrulardan ayrılsın diye gönderdim.'' (9)
''De ki: Ben emrolundum ve ben inananların ilkiyim.'' (10) ''Sen açık
bir delil üzerinesin.'' (11) ''Onlara Rabbinden sana vahyedileni oku.''
(12) ''Sen benim için şerefli birisin. Seni Kendim için seçtim.'' (13)
''Ey Ahmed, sen ve eşin Cennette oturun.'' (14) ''Sana bereket vereceğim
ve bunun nurlarını, melikler ve sultanlar senin elbiselerini öpüp
eteklerine sarılıncaya kadar parlatacağım.'' (15)
Gulam Ahmed'in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine
vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden üstün
olduğunu da iddia etti. (!)
''Allah'ın, 'Muhammed Allah'ın elçisidir' (17) sözünden kasıt
benim. Çünkü Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak
isimlendirdi'' dedi. (18)
Harekete 'Ahmediyye' ismi veriliyor
Fırka önceleri kurucusunun ismine nispetle Kadiyanîlik olarak
anılmışsa da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile
'Ahmediyye' adını almıştır. Bu isim değişikliği ile ilgili olarak şu
açıklama yapılmıştır:
''Nüfus sayımı sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan
ayrılık gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her
fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî kayıtlara
gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı için biz de bu
harekete en uygun olan 'Ahmediyye Mezhebi' Müslümanları ismini almayı
uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz. Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun
Muhammed ve Ahmed olmak üzere iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini
yansıtır. Bu da Hz. Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde
eder.''
Bu açıklama sebebiyle mezhebin adı 1901 Bombay nüfus sayımı
belgelerinde 'Ahmediyye' olarak kaydedilmiş ve o tarihten itibaren de,
gerek kendileri, gerekse Avrupalılar, bu yeni mezhep için 'Ahmediyye'
ismini kullanmışlardır.
Buna karşılık bâzı Müslüman yazarlar, Kadiyânîlerin Müslümanları
aldatmak gayesini güttüklerini, hareketin 'Ahmediyye' ismi almasının
Peygamberimizin adından değil, Gulam Ahmed'in kendi ismi sebebiyle
olduğunu söylerler.
Burada mezhep hakkında yazılmış eserlerde mezhep yerine ''Ahmediyye Hareketi'' isminin kullanıldığını da ifâde edelim.''
*Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı Kimdir?
Ethem Ruhi Fığlalı, 8 Aralık 1937'de Mehmet ve Emine Fığlalı'nın ilk
çocukları olarak Burdur'da doğdu. 1982 yılında profesör oldu ve aynı
yıl Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına atandı. Bu
görevini 1991 yılına kadar sürdürdü. Bu dönem içerisinde rektör
yardımcılığı görevi de üstlendi. 1992 yılında kurucu rektör olarak Muğla
Üniversitesi'nde görevlendirildi.
Fığlalı, öğretmenlik ve akademik hayatı sürecinde birçok kitap
yazdığı gibi çeviriler ve makalelerde yapmıştır. Aynı zamanda birçok
ansiklopedinin de İslâm diniyle iligili maddelerini de yazmıştır.
Muğla Üniversitesi'nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları
bölümünü kurmuş olması da ayrı bir önemdedir. Bu bölüm Türkiyede açılan
alanının ilk bölümüdür.
Rüştü Kam
Eserleri :
Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri (1980)
Kadıyanilik (Ahmediye Mezhebi) (1986)
Kadıyanilik (1994)
Babilik ve Bahailik (1994)
İslam'a Karşı Cereyanlar: Babilik ve Bahailik (1981)
Din ve Devlet İlişkileri (1997)
İmam Ali (1997)
İmamiye Şiası (1984)
Türkiye'de Alevilik Bektaşilik (1990)
Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevilik - Bektaşilik (1994)
Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaş Veli (Mahmut Aydın ile birlikte)
Türkistan'ın Piri Hoca Ahmed Yesevi ve Külliyesi ( Kemal Eraslan, Selçuk Mülayim, Yaşar Çoruhlu ile birlikte)
Atatürk ve Din (1988)
Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (1999, T. Müftüoğlu, İ. Karakuş ile birlikte)
Din ve Laiklik Üstüne Düşünceler (2001)
İbâdiye&58217;nin Doğuşu ve Görüşleri (1983) (Doktora Tezi)
21 Aralık 2012 Cuma, 14:17 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Berlin Türk Eğitim Derneği'nde İsmet Özel*** bir sohbet yaptı (04.12.2012)
Konu: Türkiye ve Arap Baharı.
Kapıdan adımını içeri atar atmaz, "Siz beni istemeseniz de ben yine
geldim. Ben burada en az 50 konuşma yaptım. Rüştü Kam bu konuşmalarımın
özetini yaptı her seferinde. Ama hep yanlış yazdı."
Böyle bir açıklamayla giriş yapan İsmet Özel'e, bu kadar insanın
içinde ne denir; herhalde susulur. Ben de öyle yaptım. 50 kişi dinledi o
gün İsmet özel'i dernekte. Dinleyicilerin çoğu İsmet Özel'i tanıyan
insanlardı. Kimisi kitaplarından, kimisi de sohbetlerinden.
İsmet Özel, insanların kendisini anlamasını İstemeyen bir "Şair".
Eğer O'nu anladığınızı söylerseniz, hemen ben öyle demedim diye cevap
verecektir size. Anlaşılmak istemez O. Anlaşılırsa siz O'nu anlamış
olursunuz, oysa anlamamanız gerekir. Mütefekkirler anlaşılmak için
konuştuğu halde, İsmet Özel anlaşılmamak için konuşuyormuş, bu sefer en
azından bunu anladık.
Ben o gün anladıklarımı yazdım yine. O'nu anladım demiyorum, O'nun
kanuşmasından anladıklarımı yazdım. Her seferinde kendisine tuttuğum
notları okuduğum halde, bu sefer yaptığım özeti kendisine okumayı uygun
görmedim. Nasıl olsa yanlış yazıyorum, yanlış yazmaya devam edeyim
dedim.
Anlattıklarından anladığım kadarıyla yazdığım tespitleri sizlerle
paylaşıyorum. Bu tespitlerin ne kadarına katılırsınız, ne kadarına
katılmazsınız, karar siz kıymetli okurlarımındır. Okuyalım:
"İnsan olmak demek bir mirası devralmak demektir.. İnsanlar manaya
ulaştıkları kadar mana ifade ederler. Kendileri manaya ulaşamamış
olanlar zaten manasızdırlar. Türkiye'ye adını gayri müslimler
vermişlerdir. Mesela(Friedrich Barbarossa)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1960' ta lağvedildi. Türkiye diye bir
devlet yok aslında, biz uzatmaları oynuyoruz. Kapadokya hristiyanlığın
merkezidir. Japonlar neden Kapadokya'ya gidiyorlar? Japonların üst düzey
yöneticileri Katoliktir. Nagazaki'de hristiyan nüfus budistlerden
çoktur. Amerika'nın attığı atom bombasından sonra "Batı kendi
çocuklarını yiyor" diye yazdı gazeteler.
Anadolu topraklarını İslâmlaştıranlar Türkiye'ye "Rum diyarı" derlerdi. Türkiye adının resmileşmesi Cumhuriyet'ten sonradır.
Prag Baharı'nı anlamadan Arap Baharı'nı anlamak mümkün değildir.
Nisan 1968 de Sovyet tankları Prag'a girdi ve Prag Baharı yok oldu. 1989
da da Kapitalizmi tehdit eden Komünizm ortadan kalkınca, Kapitalizm
düşman olarak İslâm'ı seçti.
Arap Baharı ile de İslâm tehlikesi yok oldu. Arap Baharı müslümanların esaretine hizmet eden birşeydir.
Türkiye'de yaşayanların çoğu Türkiye tarihten silinince kâr edecek
olanlardır. Türkiye'de vatan hainlerinin sayısı vatan için mücadele
edenlerin, savaşanların sayısından daha fazladır.
Demokrasi neymiş, insan hakları neymiş, serbest pazar ekonomisi neymiş söylesinler de anlayalım, neymiş bunlar?
1953'e kadar Stalin Sovyetlerin başında kaldı. Sovyetler özel
mülkiyeti yok edeceklerdi. Daha sonra barış içinde yaşayacaklardı,
olmadı. Sonra da kapitelistlerle bir arada yaşayabiliriz dediler.
Kuruşçev "Biz Kapitalizmi tereyağı gibi yok edeceğiz." diyordu oysa.
Nisan 1968 de Sovyet tankları Prag'a girdi ve Prag Baharı yok oldu.
1977 yılında Amerika'da bir Siyonist toplantısıyapıldı ve bu
toplantıda alınan karara göre, Ortadağu'da ve Kuzey Afrika'da küçük
küçük devletçikler kurulacaktı. Şu anda BOP çerçevesinde yapılmak
istenen alınan bu kararın uygulanmasıdır.
14. Asırdan beri işleyen bir sistem yürürlüktedir, sermayenin iş
yaptırdığı bir mekanizmadır bu. Avrupa'nın hayat kaynaklarının
Avrupalıların etkisinden uzaklaştırıldığı bir zamanda doğdu.
Kapitalizmin merkezi İtalya'daydı, 17.y.y. da Hollanda'ya taşındı,
daha sonra merkezi Londra'ya taşındı, daha sonra da Amerika'ya. Şimdi
merkez Wall Street'tir. 1944 yılında ticaretin dolar üzerinden yapılması
esas alındı. ... Altın değil. Bretton Woods sistemi çerçevesinde.
1945 ‘ten sonra para karın doyurma ölçüsü oldu. Sermaye galip geldi
ve 1989 da, komünizm bitti. Kızıl tehlike ortadan kalktı. Kapitalizm
yeni bir düşman arayışına girdi, Çünkü: Finas siteminin sonunun
gelmemesi gerekiyordu. Ve düşmanını da buldu. O düşman İslâm'dı.
Kızıl'ın yerine yeşil geldi. Kapitalizmi tehdit edebilecek tek güç
vardı, O'da İslâm.
Bu korkuyu manipule etmek gerekiyordu. 1979 yılında İran Devrimi bu
amaçla yapıldı. Müslümanların nelere sahip olduklarını anlamamalarıydı
esas olan. Eğer kendilerinde var olanların farkına varırlarsa, onu
anlarlarsa Kapitalizm'in sonu gelebilirdi. Dolayısıyla, İslâm tehlikesi
İran Devrimiyle birlikte yok edildi, Arap Baharı ile de tamamen ortadan
kaldırıldı. Türkiye'de Arap Baharı'nın çığırtkanlığını yapan bir
iktidar var bugün.
Taşmayan sabır, sabır değildir, tahammüldür. Dünya'da Türkiye'den
daha önemli bir ülke yoktur. Dünyada halkı müslüman olduğu için, onlara
vatan olan başka bir ülke de yoktur. Türkiye gayri müslimlerin
imkanlarını daraltarak vatan olmuştur. Ne yazık ki bugün, Türkiye'de
akıl almaz bir şekilde hızla ilerleyen hristiyanlaştırma çalışması var.
Toplu taşıma araçlarında gördüğünüz boynunda Haç'la dolaşan gençlerin
kim olduğunu hemen anlarsınız. Ben bunu size ne diye söylüyorum ki, siz
zaten onların içinde yaşıyorsunuz. Sizin için bu önem arzetmez. Siz
vatan tehlikede deyince de o kadar duyarlı hale gelmezsiniz. Yani size
ne bütün bunlar...
Trabzon'da aktif olarak çalışan üç tane kilise var. Trabzon'lular
halen kendi şiveleriyle konuşuyorlar ve bu şiveden de kurtulmak
niyetleri hiç yok. Trabzon'da Rum-Pontus'un alt yapısı oluşturuluyor. Bu
konu da sizin için önemli değildir...
Hristiyan alemi 1918 den sonra İslâm'ı güç ve siyasi organizasyon
olarak ortadan kaldıracağına inanıyordu. İstedikleri olmadı. Bir
İstiklal savaşı verdik ve ordumuz da oldu, siyasi organizasyonumuz da.
Devletimiz de oldu. (Refik Halit Karay)
Maraş direnişi, Sakarya'nın provasıdır. Maraş'ta bizimle savaşanlar
Fransız Üniforması giymiş Ermenilerdir. Sonra sıra Urfa'ya geldi,
Antep'e geldi ve sonunda 1920 de Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu
Cumhuriyet ilk İslâm cumhuriyetidir. Anayasasının ikinci maddesinde
Devletin dini „dini İslamdır" yazıyordu o zaman.
Biz en büyük darbeyi Tanzimat'la birlikte yedik. Osmanlı İslâm'a
düşman olanlarla savaşan bir devletti. Osmanlı klasik düzenine
Tanzimat'la son verildi. Türkiye'ye laiklik bir komplo olarak girdi.
Çünkü o zaman Türkiye'de müslüman yoktu. Müslüman olsaydı direnirlerdi,
kabul etmezlerdi. Direnilmedi, karşı çıkılmadı, bir matahmış gibi alındı
ve kabul edildi.
Milletin başında üç tane bela var, bu belalardan kurtulursak nefes alabiliriz:
1.Anayasa
2.Dokunulmazlık
3.Başkanlık sistemi
Bu belalar şu anda tartışılıyor, nasıl şekillenecek bekliyoruz.
İnsanlar hayatlarını devam ettirmek için araçlara ihtiyaç duymazlar.
İnsan helal ve haram ayırımını yapabilen bir varlıktır. Haram ve helal
ayırımını yapamayan bir insan, insan değildir. Ancak Darwin'e göre
insandır."
Evet, İsmet Özel bunları söyledi ve gitti. Zaman zaman
sinirlense de, eskisi kadar hırpalamadı dinleyenlerini. Bu konuşmasında
Türklük ve Müslümanlık konusunun da üzerine fazla gitmedi. Sorular
oldukça fazlaydı, buna rağmen cevaplanmayan soru kalmadı.
En ilginç soru Mustafa Kemal Özdemir'den geldi: "Geçtiğimiz
günlerde Ulusalcılar buradaydı, ben de oradaydım. Sizin de kendilerinden
olduğunuzu söylediler, ben şaşırdım. Buradaki söylemlerinizde de
paralellikler var. Onlara ne diyeceksiniz, gerçekten onlardan mısınız?"
Ama bu cevabı sorunun sahibini tatmin etmediği gibi, dinleyenlerini de tatmin etmedi.
................................... *** İsmet Özel 1944'de, Sökeli bir polis memurunun
altıncı çocuğu olarak Kayseri'de dünyaya gelir. İlk ve orta öğrenimini
Kastamonu, Çankırı ve Ankara'da tamamlar. Öncelikle Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilimler Fakültesi'nde okuduysa da mezun olacağı okul Hacettepe
Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı olacaktır. On sekiz yıl Devlet
Konservatuarı'nda Fransızca okutmanlığı yapar, ilk şiiri 1963'de Yelken
Dergisi'nde yayınlanır. Bu tarihle birlikte; edebiyat, düşünce ve sanat
dünyasındaki serüvenine başlamıştır.
İlk kitabı Geceleyin Bir Koşu'yu 1966 yılında, büyük yankılar
uyandıran ikinci kitabı Evet, İsyan'ı ise 1969 yılında yayımlar. 1970'de
yakın arkadaşı Ataol Behramoğlu ile birlikte Halkın Dostları dergisini
çıkarır. 1974 yılına gelindiğinde ise, o zamana dek içerisinde bulunduğu
ve savunduğu sosyalist düşünce çizgisini geride bırakarak fikri ve ruhi
bir değişim yaşayacaktır. Bu tarihten sonra yazı ve sanat hayatına,
İslami düşünce çerçevesinde devam eder. Bu düşünce yapısı aynı zamanda
ona yeni sorumluluklar da yüklemiştir. Bu sorumluluk bilinci ile 1977'de
Yeni Devir gazetesinde günlük fıkralar yazar, yine aynı gazetede
Abdullah Çıdamlı müstear ismi ile çeviriler yapar, Pazar günlerine özel
kültür sayfaları hazırlar.
1985 yılında Milli Gazete'de Cuma Mektupları'na, 1997 yılında Yeni
Şafak Gazetesi'ndeki günlük fıkralarına başlar. Yazdığı deneme kitabı
Taşları Yemek Yasak ile Türkiye Yazarlar Birliği Deneme ve 2005'de üstün
hizmet ödülünü kazanır. 1995'de Şilili Ozan Gabriela Mistral nişanı
alır. Siyasi yazıları 2003 yılına dek kısmi aralıklarla çeşitli gazete
ve dergilerde yayımlanmıştır. Halen İstiklal Marşı Derneği'nin genel
başkanlık görevini yerine getirmektedir.
Evli ve dört çocuk babası, iki çocuk dedesi İsmet Özel, Çengelköy'deki evinde düşünce ve sanat hayatına devam etmektedir.
Rüştü Kam
ESERLERİ
Şiir:
Geceleyin Bir Koşu (1966),
Evet İsyan (1969),
Cinayetler Kitabı (1975),
Şiirler (1980),
Şiir Kitabı (1982),
Cellâdıma Gülümserken (1984),
Erbain (1987),
Bir Yusuf Masalı (2000).
Of Not Being A Jew (2005)
Deneme, Söyleşi, Mektup:
Üç Mesele (1978),
Şiir Okuma Kılavuzu (1980),
Zor Zamanda Konuşmak(1984),
Taşları Yemek Yasak (1985),
Bakanlar ve Görenler (1985),
Faydasız Yazılar (1986),
İrtica Elden Gidiyor (1986),
Surat Asmak Hakkımız (1987),
Tehdit Değil Teklif (1987),
Waldo Sen Neden Burada Değilsin? (1988),
Sorulunca Söylenen
Cuma Mektupları (1-10)(1995-2004),
Tahrir Vazifeleri
Neyi Kaybettiğini Hatırla(1994)
Ve'l-Asr,
Bilinç Bile İlginç,
Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar (1995),
Tavşanın Randevusu(1996)
Kırk Hadis(2004)
Henry Sen Neden Buradasın? (2004)
Kalın Türk (2006)
Çenebazlık (2006)
Çeviri:
Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri - William Ebenstein
Gariplerin Kitabı - Ian Dallas
Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek - Norman Itzkowitz
Bilim Kutsal Bir İnektir - Anthony Standen
Cihad- Bir Temel Tasarım - Abdülkadir Es-Sufi
TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN
TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN
TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN
TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN
TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN
TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN
TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN