Atalarımın
Yurt Edindiği Topraklardan, Yurdum olan Topraklara
Güveç
kabında közde pişirilmiş kuru fasulye yiyorduk iştahla, birden
bire "Allah ü Ekber, Allah ü Ekber" sesiyle irkildik. Öğle
ezanı Türk usulü ile okunuyordu. Kaşıkları bıraktık, lokmalar
boğazımızda düğümlendi. Hepimizin gözleri doldu. Avrupa‘da
yaşıyoruz yıllardan beri. Ezan sesine hasret kalmışız. Burası
da Avrupa, henüz Türkiye'ye varmadık. Türk çarşısındayız,
ama Türkiye'de değiliz. Geleneksel Osmanlı çarşısındayız,
döşeme taşları da o aynı taş. Her yerde Osmanlı izleri var.
İshak Paşa Camii, Mustafa Paşa Camii... Burası Üsküp.
Osmanlı'nın 600 sene can verdiği, hayat verdiği Üsküp.
Türkiye Cumhuriyeti devleti sahip çıkmış dedelerinin eserlerine
yüz sene sonra, restore ettiriyormuş camileri, hamamları,
kervansarayları. Bunun için 30 kişilik uzman ekip vardı Üsküp'te.
Masrafları Türkiye karşılıyormuş. Bu ne saadet.
Yemekten
sonra çarşıyı dolaştık, alışveriş yaptık. Aksilik olacak
ya, tam burada benim fotoğraf makinem bozuldu. Yapacak bir şey yok.
Öğle
namazını bahçesinde şadırvanı olan Türk Camii'nde kıldık.
Ahşap işçiliğinin o ince sanatını, ustalığını hayranlıkla
seyrediyoruz. Minber, kürsü, direkler ve kadınlar mahfili, ince
ince kanaviçe gibi işlenmiş, içimiz huzurla doluyor.
Makedonya
Cumhuriyeti'nde en yaygın din, %64,7 ile Makedon Ortodoks
mezhebi. %34.3 ile en yaygın ikinci din, İslam.
Makedonya Cumhuriyeti oran açısından Türkiye, Kosova,
Arnavutluk
ve Bosna-Hersek'ten
sonra, Avrupa'daki
en büyük Müslüman nüfusu
barındırıyor. Ülkede Müslümanlar'ın
büyük çoğunluğunu Arnavutlar
oluşturmakta. Arnavutların yanı sıra Türkler,
Boşnaklar ve
80.000 kadar nüfusa sahip oldukları tahmin edilen bir Müslüman
Makedon topluluğu da varmış. Müslüman Makedonlar,
Hristiyanlardan ayırt edilmek için kendilerine Torbeş derlermiş.
Ülkede 1.200 kilise,
400 cami
bulunuyormuş. Üsküp'te Ortodoks ve İslam dinine
mensup insanlar için okullar da varmış. İnanç hürriyetine saygı
bu olsa gerek.
Cem
ederek kıldık öğle ve ikindi namazını. Namazdan sonra hemen
yola çıktık, daha Yunanistan var önümüzde. Yol arkadaşım
Hüseyin Bozkurt. Yolculuğumuz oldukça rahat ve keyifli. Türk
pazarından şeftali almış Hüseyin. O kadar lezzetliydi ki
şeftaliler, bir oturuşta bitiriverdik. Keşke bir kasa alsaydım
diye hayıflandı Hüseyin ama nafile.
Berlin'den
sabah namazından sonra hareket etmiştik. Akşam olunca Belgrad'da
istirahate çekildik. Sabah namazını kılınca yine yollara düştük.
Dinlenmiştik.
Yollar
oldukça sakin. Dağlar, ovalar, ağaçlar akıp geçiyor yanımdan,
sanki zaman tünelindeyim. Osmanlı dedelerimi hatırlıyorum, ta
buralara kadar at sırtında gelmişler ve bu topraklarda 600 sene
kalmışlar. Medeniyetin ne olduğunu öğretmişler Avrupalılara.
Macaristan, Yugoslavya, Makedonya, Yunanistan... Hepsi Osmanlı
İmparatorluğu'na bağlı eyaletler. Sonra bizim gibi hayırsız
evlatlar yüzünden kaybetmişler bu güzelim toprakları. Onlar
çekilip gidince yine kan ve gözyaşı bu topraklardan eksik
olmamış, Kazıklı Voyvadalar tekrar sahneye çıkmış, sadece
5.000 can Srebrenitsa'da katledilmiş, Sırp Voyvodaları
tarafından...
Çocukluğumu,
gençliğimi, köyümü hatırlıyorum. Rabia Teyze'yi
hatırlıyorum, keçileri beraber güderdik onunla. Keçileri
kaybettiğim zaman babamdan yediğim dayakları da hatırlıyorum ve
gülümsüyorum. Birinde annemle birlikte bizi eve almamıştı da,
biz samanlıkta samanları yorgan yaparak sabahlamıştık kış
gününde.
İlkokulumu
hatırlıyorum, 80 kişi bir sınıfta okuyorduk, bütün sınıflar
aynı mekânda idi ve bir öğretmenimiz vardı. Ekrem Çetinkaya.
Ruhu şad olsun. Marshall yardımından payımıza düşen süt
tozundan yapılan sütü içerdik her sabah, hem de büyük bir
iştahla. Sıraya girer dakikalarca bir bardak süt için beklerdik.
O
zamanlar ayakkabı falan yoktu, çarık giyerdik. Kalın keçi
kılından örülmüş bir de çorap. Ama ayaklarımızın içine
karın girmesine yine de mani olamazdık.
Ortaokul
lise ve üniversite, elde yok avuçta yok, anada yok babada yok,
ilkokuldan sonra hep çalıştım ve öyle okudum. Simit satarak
okuyanların yolundan ben de geçtim. O zamanlar sırtı pek olan
insan sayısı azdı. Ellili yıllar. II. Dünya Savaşı yeni
bitmiş. 1299-1923, 700 yıllık koca imparatorluk yıkılmış ve
yerine Cumhuriyet kurulmuş... Ve ben şimdi o güzelim cennet
vatanıma doğru hızla ilerliyorum, anama- babama, arkadaşlarıma,
sevdiklerime doğru. Özlemişim onları. Atalarımın yurt edindiği
topraklardan, yurdum olan topraklara gidiyorum.
Hızla
geçip gidiyorum o tünelden. Gözyaşlarımın akmasına mani
olamadığım anlar da oluyor. 60 sene geçmiş aradan ben hâlâ
yollardayım, tünelin ucu görünüyor elbet. "Neden saçların
beyazlamış arkadaş, sana da benim gibi çektiren mi var..."Adnan
Şenses'in bu anlamlı şarkısını 70 li yıllarda Marmaris'te
dinlemiştim ilk defa, Mehmet Özzeybek ağabeyimin kasetçalarından.
Bu kadar dertli bir şarkıyı niçin dinliyor olduğuna anlam da
verememiştim. Şimdi ben dinliyorum o şarkıyı ve farklı bir
anlam kazanıyor bu şarkı zaman tünelinde.
„Neden saçların beyazlamış arkadaş
Sana
da benim gibi çektiren mi var
Görüyorum
ki her gün meyhanedesin
Yaşamaya
küstürüp içtiren mi var
Bir
zamanlar bende deli gibi sevdim
O
bana dert ben ona mutluluk verdim
Yıllardır
soruyorum bu soruyu kendime
Allah'ım
bu dünyaya ben niye geldim
Katlanmayı
bilmeyen aşkı çekemez
Aşka
mahkûm edilen garip gülemez
Ben
de yanmışım senin gibi arkadaş
Dünyanın
derdi bitmez böyle arkadaş."
Çek
Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Sırbistan, Makedonya derken
Yunanistan da bitmiş ve şimdi İpsala'dayız. Dilruba sınır
bekçiliği yapan askerlerin fotoğrafını çekmeye çalışıyor.
Her defasında oluyor bu enstantane. Demek ki biz memleketimizi çok
özlüyoruz. Hızlıca biten gümrük işlemlerinden sonra
Keşan'dayız. İstirahat çekilmenin zamanı geldi. Saat 24.00.
Biz ancak bu saatte yemek yiyebiliyoruz. Önce sarmısaklı ve
sirkeli bir işkembe, arkasından satır arası köfte. Bu saatte
olacak şey mi bu. Osman Müftüoğlu'nun kulakları çınlasın.
Sabah
namazından sonra hemen düştük yine yollara. Çanakkale Boğazı'nı
feribotla geçtik. Ben feribotta güneşe karşı iyi bir uyku
çekmişim. Karşıya geçince 7 düvele geçit vermeyen
askerlerimizi hatırladık ve neden şehitlerimizi ziyaret etmedik
diye hayıflandık, "Keşke" dedik. Ancak geriye dönemezdik,
kendimize bir dahaki sefere mutlaka ziyaret etme sözü vererek
ruhlarına Fatiha okumakla yetindik şehitlerimizin.
Edremit'e
nazır bir tepede çamların arasında doya doya ayran içtik.
Yemeğimizi de orada yedik ve Hüseyin Bozkurt‘la vedalaştık,
onlar Didim‘e ben Denizli'ye. Denizli'ye saat kaçta
varabileceğimizin hesabını yaparken, polis sağa yaklaşmamı
söyledi. Aliağa ile İzmir arasında bir mevki. 110' la gitmem
gerekiyormuş 10 tolerans varmış 120. Ben 122 ile radara
yakalanmışım. Ceza 313,00 TL. Yabancı plakalı iki araba arka
arkaya radara girmişiz. Kural kraldır, uyacağız, ancak 313 TL.
Çok fazladır dedik, dinleyen olmadı bizi, ısrarlarımızın
anlamı da olmadı. Sıcak 40 derece, o anda polis bir şişe su
uzattı "Buyurun ikramımız olsun" dedi. Belki iyi niyetli bir
yaklaşımdı ama ben "Al bu suyu üzerine bir soğuk su iç" der
gibi anladım ve çok susadığım halde o suyu içmedim. Böylece
313 ile Macaristan'da girdiğim zaman tünelinden Aliağa'da
çıktım.
Ne
özlem kaldı, ne moral. Bir anda o duygu seli kayboluverdi 313
süratle. Türkiye'de sürat yapana yüksek ceza var, ancak cezaya
sebep olana bir müeyyide yok. Yollar bölünmüş yol. Otoyol değil.
Bir anda önünüze traktör çıkabiliyor, inek çıkabiliyor, eşek,
koyun çıkabiliyor. Hatta önünüzde ışığı olmayan ve içinde
10 kişi bulunan bir Renault marka taksi seyredebiliyor, daha ilginç
olanı aynı yolda karşınızdan bir araba, bir traktör uzunları
yakarak gelebiliyor, bunlara ceza yok. Sürat yapana orantısız ceza
var.
Ceza
caydırıcı olsun düşüncesiyle bu kadar yüksek tespit edilmiş
olmalı, ancak bunun nefret doğurabileceği de düşünülmeli ve
aynı oranda ceza, kazaya sebep olması muhtemel olan zikrettiğim
araçlara da verilmelidir.
Sadece
ceza vermekle trafik problemi halledilemez. Eksik olan eğitimdir. Bu
eksik, trafik eğitimine ilkokuldan itibaren başlanırsa
giderilebilir. Uzun soluklu bir yoldur bu. Çocukluktan itibaren
trafik bilincinin geliştirilmesi gerekir. Hem okulda hem ailede ve
hem de tüm ülkede trafik seferberliği acilen ilan edilmelidir.
Sonuç alınabilmesi için en az 30 sene ister.
Denizli'ye
vasıl olduğumuzda saat 24.00 ‘ü gösteriyordu. Caddeler bir
Avrupa şehri gibi tertemiz, kaldırımların yüksekliği 5 cm'ye
düşmüş, yollar Denizli mermeriyle döşenmiş. Enverpaşa cad.
trafiğe kapatılmış, sadece toplu taşıma araçlarına açık.
Yayalar rahatlamış. Tebrik ediyorum belediyede emeği geçenleri.
Bir
iş için Çınar'a indim. Aracımı park ettiğim yerde
"Engelliler ücretsizdir" diye yazıyordu. İşimiz bitti ve
aracımıza bindik, tam hareket edeceğiz park sorumlusu olduğunu
söyleyen bir delikanlı camı tıklattı. "8 lira borcunuz var"
dedi ve bir makbuz uzattı. "Şu yazıyı niçin yazdınız
buraya?" dedim. "O Türk engellileri için geçerli, Almanya
engellileri için geçerli değil." dedi. Yapacak bir şey yok. Onu
da ödedik.
Türkiye'de
yabancı plakalı bir araç kullanıyorsanız polisinden, şoförüne
kadar sizin nasıl canınızı yakacaklar, sizi nasıl
aşağılayacaklar onun hesabını yapıyorlar. Çok bariz bir
şekilde bunu yaşıyorsunuz, görüyorsunuz.
Hükümetler
hizmet götürüyor ama, o hizmetin kıymetini bilen yok. Mantalite
menfaat üzerine kurgulanmış. Çıkar üzerine kurulu bir sistem
var Denizli'de. Bu mantalite Türkiye genelinde de böyleyse vay
memleketin geleceğine...
Devam
edecek...
Rüştü Kam