-Anlaşılan o ki, etin helalliğinden ziyade, ekonomisi
önemliydi-
Avusturya’dayım
Asım Bey uzun boylu, kızıl sakallı ve oldukça babayiğit
bir adam, güven veren bir duruşu var. Çok nazik, gurur ve kibirden uzak, tam
hizmet adamı. Boşnak’mış. ‘Bavullarınızı alayım hocam…’ Alışmadığım bir şey
bavullarımı başkasına taşıtmak, hele kendimden yaşlı birisine… ‘Hayır olmaz!
dedim. Dedim demesine de sadece demiş oldum. Asım Bey çoktan bavulları bagaja
koydu bile. Eski püskü bir araba.
Avrupa’da yaşayacaksın böyle bir arabaya bineceksin... Fakirlikten midir yoksa
dünya malına değer vermemekten midir? Bekleyip göreceğim…
Bir süre otobanda gittikten sonra köy yoluna saptık. Asım
Bey oldukça hızlı şoför. Altındaki arabaya baktığı yok, yükleniyor gaza. Kıvrıla
kıvrıla gidiyoruz yılan gibi köy yollarından. Tek şerit gidiş tek şerit geliş, yollar
oldukça düzgün, çukurlar falan yok, yağ gibi kayıp gidiyoruz. Başta gerildim ama
bir süre sonra gerginliğim geçti, alıştım bu tarz araba kullanan birisiyle
yolculuk yapmaya, bıraktım kendimi Asım Bey’in yönetimine
Hoş sohbet birisi Asım Bey. Sorularını nezaket
çerçevesinde soruyor. Soruların maksatlı sorulduğunu anlamak için uzman olmak
gerekmiyor. Belli ki beni yakından tanımak istiyor. Denizliliyim, Dokuz Eylül
Üniversitesi İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü mezunuyum. Öğretmenlikten istifa
ederek buraya geldim. Anladım ki bu açıklama yeterli olmadı, detay isteniyor. İmam
Hatip Lisesi’ndeki faaliyetlerimden bahsettim. Milli Türk Talebe Birliği’nde(MTTB)
geçen yıllarımı anlattım, MTTB’nin Denizli şubesinde başkan olduğumun özellikle
altını çizdim. 1980 Darbesi’ne nasıl geldi Türkiye onu anlattım. Darbelerin
Türkiye’yi getirdiği yerden söz ettim. Daha sonra kurulan Denizli Akıncılar
Derneği’ndeki faaliyetlerimden bahsetmeden olmazdı. İlgi ile dinliyordu, zaman
zaman sözlerimi kesse de daha ziyade dinlemeyi tercih etti. Aldığı cevaplardan
memnun olmuştu. O gece Asım Bey’in evinde misafir oldum.
Ertesi gün kahvaltıdan hemen sonra yola koyulduk, hedef Viyana.
Önce AMGT Avusturya Bölgesi yönetim kurulu üyeleriyle tanıştım. Berlin’e
gidebilmem için Avusturya’da oturumumun ve işimin olması gerekiyormuş. Din hizmetlerinde
çalışacağıma göre Avusturya Diyanet işleri Başkanlığı tarafından tayinimin
yapılması mecburiyeti varmış. Bunun için de sınavdan geçmem gerekiyormuş.
Tanışma faslından sonra Avusturya Diyanet İşleri Başkanı Abdurrahim Zai’nin
makamına gittik. Afganistanlıymış. “İki dirhem bir çekirdek” derler ya, işte bu
deyim sanki Abdurrahim Zai için söylenmiş. Oldukça şık giyimli bir adam, uzun
boylu, vücut ölçüleri kusursuz. Ancak bir kusuru var çok konuşuyor, ama boş
konuşuyor. O makamın adamı olmadığı her halinden belli.
Beni mülakata tâbi tuttu. Kur’an’dan bir bölüm okudum ve
arkasından küçük bir konuşma yaptım, Kur’an okumam ve hitabetim test edildi
böylece. Asım Bey sonuçtan oldukça memnun görünüyordu. Tirol Eyaleti’nin
başkenti İnnsbruck şehrindeki Sultan Ahmet Camii’ne tayinim yapıldı. Dağların
eteğinde bir şehirmiş. Aynı zamanda kayak merkeziymiş. Şehri Tuna Nehri ikiye
ayırıyormuş. Asım Bey öyle dedi.
Benim görev yerim Berlin İslami İlimler Okulu. Mehmet Ali
Cengizgil Hoca davet etmişti Berlin’e. Asım Bey de bu durumu biliyordu. Berlin’e
gidiş ‘Uzun bir prosedür’ den sonra ancak
mümkün olacak senin anlayacağın.’ dedi Asım Bey. Bundan dolayı süreç devam
ederken bir yerde görev yapman daha uygun olacaktır. Teşekkür edip ayrıldık
Abdurrahim Zai’nin huzurundan.
Günlerden Cuma. Asım Bey, ‘Cuma namazını sen
kıldıracaksın.’ dedi. Viyana Ayasofya Camii’nde ilk Cuma namazı. Daha akşam
gelmişim Avusturya’ya, yol yorgunluğum var, cemaati tanımam etmem, hazırlığım
yok. Hayır demek de olmaz, ‘Tamam.’ dedim. Tamam dedim de ne anlatacağım
cemaate. Bir imtihan da Asım Bey ve
ekibi tarafından yapılacaktı anlaşılan. Bir nevi görücüye çıkmak da diyebiliriz
buna. Cemaat kalabalık, cami tıklım tıklım dolu. Biraz heyecanlandım. Cübbe ve
sarık verdiler, giydim ve çıktım kürsüye. Konum Milli Görüş ve Milli Görüşçü
olmak. “Niçin Milli Görüşçü olmak lazım geliyordu, Milli Görüşçü olup da ne
olacaktı?” Heyecanlı bir konuşma oldu. Pür dikkat dinledi cemaat. Konuşma
esnasında başlarıyla onaylayanlar bile vardı. Namazda Hüseynî makamı tercih
ettim ve dua…
Namazdan sonra cemaat hoş geldiniz diyebilmek için sıraya
girdi. “Hoş geldiniz, nerelisiniz, hangi camide görev yapacaksınız…?” sorgulama
faslı başladı, uzunca bir fasıldı bu. Birkaç da hemşerim vardı, oldukça mutlu
görünüyorlardı.
Cemaatin teveccühü Asım Bey’i oldukça memnun etmişti.
Kanı ısınmıştı bana. Konuşmalarından, tavırlarından anlaşılıyordu. Görev yerim
olan Tirol’a hemen gitmem gerekmiyordu. Cami yetkilileriyle gerekli görüşmeyi
yapacaktı. Avusturya’daki diğer teşkilatları birlikte dolaşmalıydık. Bölge
toplantısı da vardı önümüzdeki günlerde. Toplantıdan sonra Tirol/İnnsbruck’ tan
gelenlerle görev mahallime gidebilirdim. Eğer istersem Avusturya’da da
kalabilirdim. Tayinimi Viyana’ya aldırabilirdi. Bölgede çalışmanın avantajları
daha fazlaydı. Avusturya’da kaldığım bu süreç içinde düşünmek için çok zamanım
olacaktı. Kararını vermişti Asım Bey. Hoşuma gitmedi değil bu teklif. Hayırlısı
bakalım…
Cemiyetleri dolaşıyoruz
Başladık tek tek cemiyetleri dolaşmaya. Birbirine yakın cami
yok Avusturya’da. Mesafeler fazla. Günde en fazla iki cami gezebiliyorduk. Camiler
çok küçük, cami demek için şahit lazım. Bodrum katında olan cami olduğu gibi,
birinci ikinci katlarda olan camiler var. Fabrika kalıntısından camiye
çevrilmiş müstakil camiler de var. Hepsi kiralık. Camilerin içinde çay ocağı
var, bakkal dükkânı var, et bile satıyorlar. Alışmadığım bir manzara. İmkânsızlıklar
imkâna çevrilmiş. Camiler ibadet ihtiyacını karşıladığı gibi aynı zamanda
alışveriş merkezri. Camiler birbirine mesafeli ama ulaşım kolay. Altınızdaki
arabanız da sağlamsa hiç sorun yok. Asım Bey’in arabasıyla bile bu camiler
dolaşılabiliyorsa sorun kendiliğinden rafa kalkıyor zaten. Türklerin
oturdukları evler de küçük küçük. Misafir ağırlamak şöyle dursun, aileler
kendileri evde rahat değiller. Hele Viyana’daki evler oturulacak gibi değil.
Hayal kırıklığı başladı bende. O hayalimdeki Avrupa’yı arıyordu gözlerim...
Ancak doğal güzelliği açısından harika bir ülke
Avusturya. Her taraf bembeyaz, gelinlik giymiş kız gibi. Avusturya’da kış çetin
geçermiş. Evden işe işten eve gidiyor insanlar, bir de camiye. Hareket
kabiliyetleri oldukça sınırlı. Necmettin Kaya, Hüseyin İpek, Ekrem Kaya, Dursun
Ali Ayyıldız, Şükrü Kaya, Halil Karlık Avusturya’da görev yapan hocalardanmış. Asım
Bey söyledi. Bunlardan bir kısmı benim üniversiteden
arkadaşım. İki seneden beri Avusturya’dalarmış. Bu isimleri duyunca sevindim.
Belki karşılaşır hasret gideririz diye düşündüm. Asım Bey’le gezip dolaşıyorum
ama, aynı zamanda tanıdık bir sima da arıyorum. Birkaç hafta oldu geleli
Avusturya’ya, geldiğim günden beri dolaşıyorum. Dolaşıyorum dolaşmasına da,
memleket özlemi, aile özlemi çoktan başladı bile.
Arkadaşlarla zaman zaman bir araya geldiğimiz oldu. Avusturya’dan
şikâyetçiydiler, maaşlar azmış, şartlar zormuş, cemaat ise oldukça azmış. Almanya’ya
geçmek istiyorlar. Ben onlara göre şanslıydım, daha Türkiye’den gelirken yerim
belliydi.
Aylar sonra Berlin’e geldiğimde çok kısa sürede AMGT Berlin Bölgesi Teşkilatlanma ve Eğitim
Başkanlığı’na getirildim. O sıralarda hoca sıkıntısı had safhadaydı. Almanya,
Türkiye’den getirilen hocalara oturum vermiyordu. Muzaffer Şahin’le birlikte
yaptığımız çalışmalarla, oradaki arkadaşlarımdan Necmettin Kaya, Hüseyin İpek,
Ekrem Kaya ve Şükrü Kaya’yı Berlin’e getirdik.
Hele Necmettin Kaya (Hidayet Kaya) ve hanımını Berlin’e
getirirken Çekoslovakya’da çektiğimiz sıkıntılar anlatmakla bitecek cinsten
değildir. O zaman doğu bloku içindeydi Çekoslovakya. Yazımın ilerleyen
bölümlerinde yeri geldikçe o sıkıntıları anlatacağım.
Bölge toplantısı
Herzogenburg’ta bölge toplantısındayız. Cami
derneklerinin yönetim kurulları ve hoca efendiler katılmıştı toplantıya. İrşad
başkanı Mustafa Arslan, oturumu açtı. Ramazan ayı yaklaştığı için gündem
maddeleri “Zekât, Fitre ve Hilâl” meselesinden ibaret. Konuşulacak olanlar
konuşuldu. Hilâl konusu hararetli hararetli tartışıldı. Hilâl’e göre oruç
tutmak ve bayram yapmak isteyenler olduğu gibi, böyle bir uygulamanın bazı
cemiyetlerde sıkıntılar doğurabileceğini söyleyenler de vardı.
Milli Görüş’ün ilk Almanya kafilesi
Ben konuşulanları sonuna kadar dinledim, gerekli
notlarımı aldım. Böyle bir toplantıya ilk defa katılıyordum, ancak konuya
yabancı değildim. Toplantının sonunda Asım Bey beni tanıttı ve konu ile ilgili
görüşlerimi almak istediğini söyledi. Başımdan geçen bir olayı anlatarak söze
başladım: “1978 yılında A.M.G.T’nin ilk ramazan kafilesiyle Almanya’ya gelmiştim. Kafile başkanımız Mehmet Ali
Cengizgil Hoca efendiydi. Karayoluyla gelmiştik Münih’e, kafilede 45 kişiydik. Bulgaristan, Yugoslavya,
Avusturya ve Almanya. Dağıtım Rüştü Banaz tarafından Münih’te Freimann Camii’nde
yapıldı. Witten’e tayin edildim. Dortmund’un yanında bir kasabaymış. Beni
götürmek için gelenler bekliyorlarmış. Üç kişiler. Yolda anlattılar; Cami yeni
açılmış, ben ilk hocasıymışım. Her görüşten insan varmış cemaat içinde.
İnsanları ürkütmemek gerekiyormuş. Konuşmalarımda dikkatli olmam lazımmış. Uzun
uzun sohbet ettik Wittenlilerle. Hepsi iyi niyetli insanlar. Dinlerini öğrenmek
istiyorlar, bunun için de ceplerinden para harcıyorlar. Tebrik ettim onları ve
endişelenmemeleri gerektiğini söyledim.
Witten’e geldik dediler. Küçük bir kasaba. Caminin içinde
küçük bir oda hazırlamışlar benim için. Bir ay süreyle orada kalacağım. Söylenildiği
gibi, cemaat değişik dünya görüşüne sahip olan insanlardan oluşuyor. Rıza
Karatoprak ve Eşref Altınok’u, Abdullah Bayram’ı, Rüştü Kılıç ve kardeşi Ziya
Kılıç’ı, pehlivan abimizi orada tanıdım. Güzel insanlardı onlar. Ramazan ayı program
açısından oldukça yoğun geçti, gündüzleri çocukları ve yaşlıları okutuyordum,
akşamları da vaaz ve teravih namazı. Bazen de sahura kadar sohbet ettiğimiz
oluyordu.
Bir gün Genel Merkez’den haber geldi. Kamen’de
Süleymancıların hocalarıyla, Milli Görüş’ün hocaları açık oturum yapacaklarmış.
Konu: “Vaktin girmediği yerde yatsı namazı kılınır mı kılınmaz mı?”
Süleymancılar adına toplantıya katılacak olan Hüseyin Kumaş gelmemiş. Yerine
vekil tayin etmiş. Vekil olarak gelen
hocayı, Milli Görüş Teşkilatları Genel başkan yardımcısı Hasan Damar muhatap
kabul etmedi. Aldı mikrofonu eline, esti, gürledi. Hakaretler yağdırdı Hüseyin
Kumaş’a. Korkaklar falan…
Süleymancı cemaati de tabiatıyla yapılan hakaretleri
kaldıramadı. Onlar da başladılar Hasan Damar’a hakaret etmeye. Cemaat birbirine
girdi. Sandalyeler havada uçuşuyordu. Salonun camları kırıldı. Sanki meydan
muharebesi, ortalık toz duman. Hemen sahneye fırladım ve mikrofonu kaptım.
Salondaki kaosu yatıştırmak için Kur’an okumaya başladım. Kimse tınlamadı,
kavgaya devam edildi. Ben de Kur’an okumaya devam ettim. Birdenbire üzerime
birisi atladı ve onunla birlikte yere yığıldık, korktum, çok korktum, ne olup
bittiğini anlayamadım, kalkmak istedim kalkamadım. Meğer Pehlivan amcaymış
üzerime atlayan. Birisi beni bıçaklamak istemiş, Pehlivan amca onu görmüş,
üzerime atlaması ondanmış. Siper olmuş bana. Ben alttayım, tanımadığım birileri
kolumdan tuttu ve beni oradan uzaklaştırdı. Pehlivan amca kaldı orada, bıçak
darbesiyle yaralanmış, hemen hastaneye kaldırmışlar. Birkaç gün hastanede kaldı.
Kimin bıçakladığı belli olmadı. O vefakârlığı hiç unutamam.
Bu arada Hasan Damar arabasına atlamış ve oradan kaçmış.
Ortalığı karıştırmak için birilerinden emir mi almıştı, yoksa olacak olanlardan
korktuğu için mi kaçmıştı? Onu öğrenemedik. Ancak bir lider cemaatini orada
bırakarak kaçmamalıydı… ve devam ettim Witten hatıralarımı anlatmaya:
Hilâl
Günler günleri kovaladı derken bayram geldi çattı. Milli
Görüş’e mensup olan kişiler her fırsatta hilâl konusunu gündeme getiriyorlardı.
Teravih namazından sonra bazen sahura kadar hilâli tartışıyorduk. O kadar önemli
bir hale getiriliyordu ki hilâl, oruç ve orucun sağladığı faydalar, çocukların
eğitimi gibi konular sohbet konusu bile edilmiyordu. İftar sofralarında devamlı
hilâl muhabbeti. Bayrama iki gün kaldı takvim hesabıyla. Kantinde sohbet
ediyoruz, konu yine hilâl. Bayram namazını ne zaman kılacağız…?
Cemaatten birisi “Hocam, telefonda Hasan Damar var,
seninle görüşmek istiyor” dedi. Aldım ahizeyi elime ‘Buyurun efendim ben Rüştü
Kam, caminin hocasıyım.’ Selam sabah bile etmeden;
-‘Hoca, hilâl göründü yarın bayram namazını kıldıracaksın!.’
Diye kaba bir şekilde emirler yağdırmaya başladı.
-‘Efendim cemaat bu konuda hazır değil. Biz namazı bir
gün te’hir edelim ve ertesi gün kılalım, cemaatin de isteği bu yöndedir.’,
dedim. Kendisini tanımam etmem. Sadece duyarım ismini.
-‘Ulan çorbacı! (Bu kelimeyi hocaları aşağılamak için
devamlı kullanırmış) Ben Hasan Damar, sana ne diyorsam onu yapacaksın, itiraz
istemem. Kıldıracaksın diyorsam kıldıracaksın! ‘
-O zaman gel sen kıldır, ben kıldırmıyorum!’, dedim ve
telefonu kapattım. Bu kavga cemaatin önünde cereyan etti. Benim Hasan Damar’la
konuşacaklarıma şahit olmak için cemaat etrafımı sarmıştı. Teravih namazı
sohbetinde bana yapılan bu saygısızlığı işledim. Ve ‘Ben yarın bu camide bayram
namazı kıldırmayacağım, kılmak isteyenler varsa başka camilere gitsinler.’
dedim.
Ve takvimdeki bildirilen tarihi esas alarak ertesi gün
kıldırdım Bayram namazını. Cemaatin çok az bir kısmı bayram namazı kılmak için
Dortmund’a gittiler. Diğerleri bana tabi oldular.
Bayramdan sonra değerlendirme toplantısı yapmak için bizleri
Köln’e çağırdılar. Yönetimden iki kişi ile birlikte gittik. Bütün hocalar
oradaydı. Genel başkan Dr. Zeynel Abidin (Mekânı cennet olsun) bir konuşma
yaptı. Hocalardan memnuniyetini dile getirdi. Bereketli bir Ramazan ayı
geçirildiğinin altını çizdi. Görev layıkıyla yerine getirilmişti. Çok nazik bir
adam, kelimeleri seçerek konuşuyor ve oldukça saygılı, tam bir beyefendi…
Daha sonra Hasan Damar kürsüye geldi. Başını yukarı kaldırdı,
ağzını kocaman açarak başladı bağıra bağıra konuşmaya; hocalara nasihat
etti(!), cihattan, davadan ve dava adamlığından bahsetti, sonra da Türkiye’ye
döndüğümüzde neleri nasıl yapacağımızı anlattı bize. Fevkalade kaba ve itici bir
konuşmaydı. Kendini beğenmişin biriydi adam. Sonrasında her hoca kısa kısa bir
ayın değerlendirmesini yaptı.
Ben Rüştü kam, görev yerim Witten deyince kıyametler
koptu, başladı Hasan Damar tekrar bağırmaya: “Sen benim emrimi yerine
getirmedin, saygısızlık yaptın, komutanı dinlemedin, biz harp ediyoruz, sen
daha ne yaptığının farkında değilsin…” Hakaret derecesine varan çirkin sözler
sarf etti ve benim alacağım paranın kesilmesi için benimle gelenlere emir
buyurdu. Ben de; ‘Ben buraya para için gelmedim, o parayı sen al, sana daha çok
lazımdır!’ dedim.’ ve salonu terk ettim. Demek ki hocaların içinde sadece ben
denileni yapmamışım.
Arkadaşlarım da beni takip ettiler ve olup bitenleri
konuşa konuşa Witten’e geldik. Bir gün sonra Dr. Zeynel Abidin telefonla beni
aradı, olanlardan çok rahatsız olduğunu söyledi ve özür diledi. Yapılanların
yanlış olduğunu anlatarak gönlümü almaya çalıştı. O gerçekten büyük bir
insandı. (ben şahitlik ediyorum ki; Allah ondan razıdır)
Bütün bu olaylara şahit olan Witten cemaati Hasan Damar’ın
buyruğuna itibar ve vermeleri gerekenden paradan daha fazlasını el çantama
koymuşlar. Çantamı uçakta açınca oldukça duygulanmıştım.”
Başımdan geçen bu olayı anlattım, sekiz sene sonra
Avusturya’da ki Milli Görüş Bölge toplantısında yöneticilere ve hocalar. Sonra
da, takvime göre oruca başlamanın ve takvime göre bayram namazı kılmanın daha
uygun olacağını söyledim. ‘Ramazan ayında kaşıkla toplanılan cemaati, bayramdan
sonra kepçe kepçe dağıtmayalım.’ dedim. En azından Türkiye’den gelen
Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanması için bu şekildeki
uygulamanın daha doğru olacağını söyledim. ‘Farz olan, bir ay boyunca oruç
tutmaktır. Oruca başlama ve bitiş zamanı bir şekilde tespit edilir ve süreç başlar.
Oruç tamamdır. Orucun başlangıcının ve sonunun tespitini yapmak ve bayram
namazı kılmak sünnettir. Kavga etmek, kalp kırmak ise haramdır, sünnet bir
ibadeti yerine getireceğiz diye haram işlemenin anlamı yoktur…’ gibi açıklamalarda bulundum. Tezimi destekleyen örnekler de verdim. Uzunca
bir konuşma oldu. Destekçilerim de vardı karşı çıkanlar da.
Bölge İrşad başkanı
Mustafa Arslan hiç haz etmedi benim konuşmamdan, sesini yükseltti ve daha dün
geldiğimden bahisle T.C.’nin yörüngesinden çıkamadığımı söyledi. Genel Merkez’den
talimatı almıştı, uygulatacaktı. Öyle de oldu. Toplantının sonunda başkanlara
ve hocalara, Hasan Damar gibi emir buyurdu: “Hilâli esas alarak oruç
tutulacaktır o kadar, bu Genel Merkez’in emridir.” Vesselam…
Witten macerasından sonra,
o güne kadar aradan sekiz sene geçmişti ve hilâl konusu hâlâ halledilememişti.
Anladığım kadarıyla bu tartışmalar dini olmaktan çok, siyasi idi. Farklılık
yaratmak. Farklı olmak…
Helal et
Asım Bey konuşmamı çok beğenmiş, tebrik etti. Ancak
yapabileceği fazla bir şeyin olmadığını da söyledi. “Bir teşkilata bağlıysak
onun kurallarına uymamız gerekir” dedi. Haklıydı.
Ertesi gün hayvan kesmeye giderken sohbet konumuz hilâl idi.
Orucu takvime göre mi tutacağız, yoksa hilâli gözleyerek mi? Yirminci asırda
Müslümanların uğraştığı konular bunlar… Varın gerisini siz anlayın.
Daracık yollar, inişli-çıkışlı, dere-tepe düz gidiyoruz.
Manzara oldukça güzel, sadece seyretmek bile dinlendiriyor insanı. Yokuş
tırmanıyoruz, ama hep tırmanıyoruz, sonunda dağın zirvesine ulaştık. Zirvede küçücük
bir mezbaha var. Asım Bey önce danayı seçti ve sonra da kesti, parçaladı ve
mavi poşetlere doldurdu, üzerlerine cemiyetlerin ismini yazdı ve arabaya
yükledi. Hepsini tek başına kendisi yaptı. Bölge başkanı değil de hizmetkâr
sanki…
Geri dönüş yolculuğu başladı. Çıkış kadar iniş de keyifliydi.
Ancak Asım Bey’in hızı kesilmişti, arabanın yüklü olması bu konuda etken
olmalı. Etin cemiyetlere dağıtımını da kendisi yaptı. Sıkıntılı ve sağlıksız
bir iş yapıyordu. Onaylamam mümkün değildi.
Sordum O’na-
“Neden bu sıkıntıyı çekiyorsun başkanım, hem yaptığın bu iş
hijyenik değil?”
-“Cemaate helal et yedirmek istiyorum” dedi.
-“Eti haram kılan nedir?” dedim,
-“Besmele ile kesilmemesidir.” dedi.
Hilâl bitirdik ve bu sefer de helal et konusunu konuşmaya
başladık. Yol boyunca, etin helal olması için besmele ile kesilme şartının
olmadığını, Allah’tan başkası adına
kesilen hayvanların etinin murdar olduğunu anlattım. Sorularla araya girerek kafasındaki şüpheleri
gidermeye çalışıyordu. Art niyeti yoktu,
öğrenmek istiyordu, değişik bir fikirle karşılaştığı belliydi. Dikkatle
dinledi. Eve geldiğimizde de devam ettik helal et konusuna. Gece geç vakte
kadar konuştuk. Kur’an ayetlerini gösterdim O’na. Ayet numaralarını özenle yazdı.
Bir zaman sonra Asım Başkan, sadece hocaların katıldığı
bir toplantı düzenledi Viyana’da. Konu “Helal et.” Hocalarla tartıştık. Oldukça
hararetli bir tartışma oldu. Sadece bir toplantıyla anlayışları değiştirmek ne
mümkün. Bana karşı çıkanlar olduğu gibi beni destekleyenler de oldu. Sonunda, eski
anlayışın devamına karar verildi. Teşkilat disiplini baskın geldi. Hilâl konusu
gibi, et konusunda da anlayış değişmedi. Anlaşılan o ki, etin helalliğinden
ziyade, ekonomisi önemliydi. Cemiyetler parayı etten kazanıyorlardı. Her
caminin kasasına et parası giriyordu. Bu paradan hocaların maaşı, kira ve diğer
giderler ödeniyordu. Bu kaynaktan vazgeçilemezdi…Hilal tartışması da farklılık
yaratıyordu…Biz farklıyız ve bizim dediğimiz tek doğrudur…
Devam edecek