-“İstanbul’un başka bir
yüzünü göreceğiz bugün. Turumuza Edirnekapı‘dan başlayacağız. Balat’ı boydan boya yaya olarak
geçeceğiz, birgün boyunca yürüyeceğiz Balat sokaklarında. Tarihe tanıklık
edeceğiz. Rehberimiz Edirnekapı‘da bizi bekliyor“ olacak dedi ve düdüğünü çaldı
Emin. Sezgin bey de bastı gaza. Hedef Edirnekapı. Rehberimiz Nurcan hanım güzel
ve nazik bir bayan. Tanışma faslından sonra gün boyunca gezeceğimiz
güzergahlarla ilgi bilgi verdi, „burası Balat…“:
Balat
„Bu tur, tarihe tanıklık yapma turudur. 3 büyük dine mensup insanların bir
arada yaşadığı yerdir Balat. Turumuz akşama kadar sürecektir. – Mihrimah Sultan
camii, Karye müzesi, Kadir Has Üniversitesi/ Tarihi Küçük Mustafa Paşa Hamamı/
Gül Cami/ Ayakapı Hamamı / Özel Maraşlı Rum İlkokulu/ Rum Ortodoks
Patrikhanesi/ Renkli Kapılar/ Dimitrie Cantemir Evi/ Özel Yuvakimyon Rum Kız
Lisesi/ Moğolların Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise)/ İstanbul Fatih Özel Fener
Rum Lisesi Ve Ortaokulu/ Kiremit Caddesi Evleri/ Kadın Eserleri Kütüphanesi ve
Bilgi Merkezi Vakfı/ Balat Kültür Evi/ Metroloji Kilisesi/ Sveti Stefan Bulgar
Kilisesi/ Tahta Minare Cami/ Merdivenli Yokuşu/ Balat Ahrida Sinagoğu/ Balat
Surp Hireşdagabet Ermeni Kilisesi/ Balat Yanbol Sinagoğu/ Hz. Cabir Cami-
Bu mekanlar gezi güzergahımızdaki
bazı tarihi mekanlardır. Balat eski bir
Yahudi semtidir. Balat isminin, Rumca saray anlamına gelen “palation”
sözcüğünden türediği varsayılır. 15. yüzyılda, 2. Beyazıt’ın davetiyle, engizisyondan
kaçıp İspanya’dan İstanbul’a göç eden Sefarad Yahudileri, İstanbul’a
geldiklerinde ilk bu bölgeye yerleştirilmişler ve burada kendi cemaatlerine ait
sinagogları inşa etmişlerdir. Zamanla sadece İspanya Yahudileri değil,
Gürcistan Yahudileri de Balat‘a gelmişlerdir. Yahudilerin büyük bir kısmı 1950’lerdeki
toplu İsrail göçlerinin ardından Balat’ı terk etmişler. Geride kalanlar da
şehrin Taksim, Nişantaşı ve Şişli gibi diğer bölgelerine yerleşmişlerdir. Daha
sonra Balat Romanların yerleşim mekanı olmuştur. Son zamanlar da onlar da Balat’ı
terketmektedirler. Balat yeniden keşfediliyor dersek yanlış olmaz. Çukur dizisi
burada çekiliyor.“ Özet bir Balat bilgisinden sonra başladı rehberimiz Mihr-î-Mâh Sultan Camii’nden başlayarak
Balat’ı anlatmaya.
Mihr-î-Mâh Sultan Camii
“Mihr-î-Mâh Sultan Camii, İstanbul'un
Karagümrük
semtinin Edirnekapı bölümünde surların hemen yanında bulunan camidir. Mimar
Sinan tarafından aşık olduğu kız olan, Mihr-i Mâh Sultan
adına yapılmıştır. Mimar Sinan derin bir tutku ile aşık olduğu Mihr-i
Mâh Sultan’a, aşıktır, ama aşkına izhar edemediği için sevdiğine kavuşamamıştır,
ona olan aşkını, sanatına yansıtmıştır. (1562-1565)
Dikdörtgen planlı caminin
etrafında medrese, mektep, türbe, hamamlar vardır. 37 m yükseklikteki kubbe üçer kemere
yaslanır, yanlarda ikişer sütun, sağ ve solda üç kubbe ve mahfelleri bulunur. Mihrap
ve minber
taş işçiliğiyle yapılmıştır.
Caminin büyük avlu kapısından dik
merdivenlerle cami içine çıkıldığında sağ tarafta medreseler ve karşısında 7
kubbeli 8 mermer granit sütunlu son cemaat yeri bulunur. Caminin tek minaresi ve
şadırvan bahçede, sağdaır.
Osmanlı’nın büyük cihan padişahı Kanuni Sultan
Süleyman’ın ve büyük aşkı Hürrem Sultan’ın bir kız çocuğu gelir dünyaya.
Efsane bir aşkın meyvesidir bu çocuk, ismi Mihr-i
Mâhtır. Mihr-i Mâh Farsça’da güneş ve ay demektir. Zaman hızla geçmiş, Mihr- i
Mâh Sultan büyümüş 17 yaşına gelmiştir. İki talibi vardır, birisi Diyarbakır
Valisi Rüstem Paşa, diğeri ise sarayın baş mimarı Mimar Sinan’dır…
Padişah, biricik kızını Mimar Sinan ile değil, Rüstem
Paşa ile evlendirir. Sinan kahreder bu duruma ve 50 yaşına kadar hiç evlenmez. Mihr-i
Mâh Sultan’ı unutamaz, ona dedliler gibi aşıktır.
Üsküdar Mihr-i
Mâh Sultan Camii
Ve Mimar Sinan’dan, İstanbul’un en güzel
yerlerinden biri olan Üsküdar’a Mihr-i Mâh Sultan adına bir cami yapması
istenir. Emir yüksekten gelmiştir, hayır demesi mümkün değildir Sinan’ın. 1540
yılında inşa etmeye başladığı camiyi 1548 yılında tamamlar.
Sinan camiyi inşa ederken duvarlara sanki aşkını nakşeder.
O kadar ki; camiye “Eteklerini giymiş bir kadın ” silueti verir. Cami iki
minarelidir, padişah fermanı ile yapılmış bir eserdir.
Sinan’ın söyleyecekleri bununla bitmemiş olacak ki,
bu eserden 14 yıl sonra, İstanbul’un en yüksek tepesine, o güne kadar ilk defa
padişah fermanı olmaksızın bir cami yapar. Edirnekapı’da surların hemen yanına
yapar camiyi. Burası o zaman ıssız bir yerdir. Sanki Sinan bu yaptığı cami ile aşkını
ve yalnızlığını, aşkının büyüklüğünü haykırmak istermiştir. Edirnekapı Camii.
Derler ki, cami Mihr-i Mâh Sultan’ın arı duru,
gösterişsiz ve bir o kadar da asil güzelliğine istinaden küçücük yapılmıştıor.
Minaresi sadece 38 M.dir. Caminin tek minareli olarak yapılması Sinan’ın
yalnızlığının simgesidir.
Kubbesi inceciktir ve üzerinde 161 Pencere vardır.
Bu kubbenin dünyada başka benzeri yoktur. Caminin içi oldukça aydınlıktır
ışıklar içeride dans eder. Bu kadınsı bir danstır.
Cami içindeki pandatiflerde ve minare
kenarlarındaki upuzun işlemelerde, Mihr-i Mâh Sultan’ın ayak tapuklarını döven
uzun şaçları tasvir edilmiştir. Sinan, aşkını öyle sihirli bir tılsımla
mühürlemiştir ki camiye, bu sırra şaşırmamak, o sevdaların naifliğine
imrenmemek elde değildir. İki caminin de yeri özenle seçilmiştir. Camiler, güneşin
doğuş ve batış yerleri tespit edilerek yapılmıştır. Edirnekapı’daki Mihr-i Mâh Sultan
Camii ile Üsküdardaki Mihr-i Mâh Sultan Camii’ni aynı anda görebilirsiniz. Mihr-i
Mâh Sultan’ın doğum günü olan 21 Mart gecesi göreceğiniz muhteşem manzarayla
büyülenirsiniz. Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken,
Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! Bu nasıl bir
hesaplama, bu nasıl bir estetik ve bu
nasıl bir aşktır…
Cibali
Cibali, Osmanlı surları içinde, Eminönü ve Tahtakale’nin bittiği, Fener ve
Balat gibi gayrimüslim mahallelerinin başladığı noktada kalan bir Müslüman
mahallesidir. Özellikle Osmanlı’dan kalma cami ve hamamlarıyla meşhurdur burası.
Cibali isminin nereden geldiğine dair birkaç söylenti vardır. Bunlardan ilki
aslen Mısırlı olan Cebe Ali, Osmanlı’da Subaşı, yani askerbaşı görevine
getirilir. Cibali, savaş zamanında giyilen ve adına cebe denilen bir tür zırha
benzeyen cepkenle gezermiş. Rivayete göre, İstanbul’un Fethi sırasında Cebe Ali
ve adamları, Haliç’i karadan yürütülen
gemilerle değil postlarının ve cepkenlerinin üzerine binip geçmişler. Bunu
gören Bizans askerleri de korkudan kaçmışlardır. Bu nedenle de şehir surlarının
bu kısmına düşen semte Cebeali denmiştir. Cebeali zamanla Cibali‘ye dönüşmüştür.
Kadir Has
Üniversitesi
Bugün Kadir Has Üniversitesi olan bina 2. Abdülhamit Dönemi’nde
1884’te Düyunu Umumiye’ye bağlı ve tütün tekelini elinde bulunduran Reji
Şirketi binası olarak inşa edilmiş. 1924’te tüm imtiyazlar kaldırıldığında ise
Cumhuriyet Hükümeti’ne devrolmuş. Endüstri tarihimizin ilk ve en önemli
yapılarından olan binanın tasarımı, dönemin ünlü mimarı, Levanten asıllı
Alexandre Vallaury’in mimarisi ise Housef Aznavur’un elinden çıkmadır. Demir,
döküm, cam, tuğla gibi Batı tarzı malzemelerle yapılan modern fabrikanın
ülkemizdeki ilk örneklerinden biri olduğu için önemlidir.
Fabrikanın en işlek zamanlarında 1500 kadın 662 erkek çalışanı varmış.
İmalethanenin yanında, adeta bir yaşam merkezi gibi onu çevreleyen hastane,
kreş, bakkal, okul, itfaye ve spor salonu gibi ek binaları varmış.
Anlayacağınız bugün bile böylesine kapsamlı bir üretim kompleksine rastlamak
zor ama o dönemde fabrikada çalışan işçi kadınların gündüz çocuklarını bırakabilecekleri
kreşler bile düşünülmüş. 1946’da ilk yerli puro, 1956’da ilk yerli sigara olan
Samsun burada yapılmış. 1995’te kapanmış. 1997’de 29 yıllığına Kadir Has
Üniversitesi’ne devredilerek 2002’de eğitime başlanmıştır.
Kariye Müzesi
Kahro/Kariye, eski Yunanca’da vahyi
okuyanlar, vahiy okuyucuları anlamına geldiği gibi kent dışı, kırsal alan anlamına da geliyor. Kariye Müzesi'ndeki mozaik ve
fresklerin, Bizans resim sanatının son dönemine, XIV. yüzyıla tarihlenen en
güzel örnekler olduğu biliniyor. Giriş duvarının dış tarafı İsa'nın hayatını,
iç tarafı ise Meryem'in hayatını anlatan mozaiklerle bezenmiş. Mozaiklerde
derinlik fikri ve figürlerdeki hareketli üslup, üstün bir sanatsal değer
taşıyor.
Bu kilise 330 yılında Bizans
İmparatoru I. Jüstinten tarafından (527-565 yıllarında) yaptırılmış. Blakhernai Sarayı’na yakın olduğu için bir dönem, önemli
dinî merasimlerde saray kilisesi olarak da kullanılmış. Kilise 1204–1261
yılları arasındaki Latin işgalinde
tahrip edilmiş. İmparator II. Andronikos
(1282- 1328) zamanında tekrar tamir edilen kilise, bu dönemde mozaiklerle ve
fresklerle yeniden süslenmiş. Fatih Sultan Mehmet’in
1453 yılında İstanbul’u fethinden sonra kilise olarak kullanılmaya devam edilmiş.
Kilise, Sultan II. Bayezit
döneminde, Sadrazam Hadım Ali Paşa tarafından
1511 yılında camiye çevrilmiş ve
yanına bir de medrese ilave edilmiş. Osmanlı’dan sonra kurulan Cumhuriyet
devrinde cami bakanlar kurulu kararı ile 1945 yılında müzeye dönüştürüldü ve Amerikan Bizans Enstitüsü’nün yaptığı çalışma sonunda,
sıvayla kapatılan mozaikler ve freskolar ortaya çıkarıldı.
Karye’nin kaderini belirleyen olay
289 yılında gerçekleşir. Aziz Babylas, 84 müridiyle beraber İzmit’te hunharca
katledilir. Hristiyanlar ne azizleri Babylas’ın ne de müritlerinin cesetlerini,
her türlü tehlikeyi göze alarak, surların dışındaki bir bölgeye gömerler. 50
yıl sonra(339) da Aziz Babylas ve müritlerine ait kutsal emanetler Karye
Kilisesi’ne getirirlir. Dolayısıyla Khora kutsal bir Kilise olmuştur artık. Kilise
Bizans imparatoru İustinianos (527-565) tartafından, İsa’nın, Meryem’in ve
azizlerin ikonalarıyla süslenmiştir. 726 yılında ikonların çoğu Hristiyanların
resim düşmanlığı nedeniyle söküldü, tahrip edildi, neredeyse tamamıyle yıkıldı.
843 yılında ise İkona düşmanlığı/ kırıcılığı bitti. Artık muhalefetinin
meyvelerini toplamanın zamanı gelmişti Khora Manastırı için. Ve topladı da. Bu
arada itibarı epeyce arttı Khora’ nın ve simgeleşti. O kadar ki, İznik
metropoliti ölünce buraya defnedildi.
Khora için sahneye en son
Bizans’ın maliye bakanı, din bilgini, filozof ve tarihçi Metokhides çıktı. Metokhides 1313 yılında Khora
Manastırı’nı yüzlerce ikonayla ve birbirinden değerli mozaiklerle donattı. Öyle
ki manastırın duvarlarına komple incili resmetti. İçerideki ikonaları görünce
hayran kalırsınız. Yukarıdaki kubbelere bakmaktan boynunuz ağrır.
İç nartekste ise en önemli
mozaik Deisis mozaiğidir. Mozaikte, ortada İsa, solunda Meryem, Meryem’in
altında İsaakios, Kommenos ve İsa’nin sağında bir rahibe görülür. Bu kadın
Moğol Prensi ile evlendirilmiş ve kocasının ölümünün ardından İstanbul’a
dönerek rahibe olmuştur. Fener Rum Lisesi yanında bulunan Kanlı Kilise bu
rahibenin kilisesidir.
Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi
Kilise 1595 te Patrikhaneye dönüşmüş. Ortodoks alemi için İstanbul
Fener’deki Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi Ortodoksların dini
merkezidir. Patrikhane 1836’da bugünkü planıyla inşa edilmiş. Patrikhane’ye
ahşap 3 anakapıdan giriliyor. Bunlardan ortada olanı 1821’den beri kilitli.
Çünkü orta kapı, 10 Nisan 1821’de Paskalya Yortu gününde, o dönem çıkan Yunan
ayaklanmasını desteklediği gerekçesiyle Patrik Grigoryos’un asılarak infaz
edildiği kapı. Patriğin cesedi 3 gün ipte kalmış ve üzerine de devlete ihanet
ettiği için cezalandırıldığına dair bir yafta takılmış. Daha sonra da ayağına
bir ip bağlanıp Haliç sahiline kadar sürüklenip denize atılmış. İstanbul, Rumlar
tarafından yeniden fethedilinceye kadar bu kapı açılmayacakmış. O kapının fotoğrafını
çekmek yasak. Çekmeye kalkarsanız polis engelliyor. Kilisenin girişinde, Patrik
tacı bulunuyor. Kapıdan içeri girdiğinizde ise mum yakılan dilek bölümü, 5.
yüzyıl tarihli, fil dişi ve sedeften bitkisel motiflerle süslü, ceviz ağacından
yapılma Patrik Tahtı, altın kaplama panel, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce
bağlanarak kamçılandığı, Kudüs’ten getirtilen ve diğer parçası da Vatikan’da
olan siyah granit sütun, kutsal Aya Yorgi tasviri, Meryem Ana ve çocuk
ikonaları. Ayrıca 3 azizenin lahitleri var.
Moğolların Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise, Panagia Muhliotissa)
Tura, Dimitri Kantemir’in evi önündeki merdivenlerden çıkarak devam
ediyorsunuz. Merdivenlerden çıkıp ilerlediğinizde karşınıza Moğolların Meryemi
(Kanlı Kilise) çıkıyor. „Bu kilisenin en önemli özelliği, Bizans’tan beri
kesintisiz olarak ibadete açık kalan tek kilise olması. Kilisenin adının
Moğolların Meryemi olmasının hikayesi şöyle: Bizans İmparatoru Mikail
Palaiologos, 1264’te kızı Maria Despina’yı Moğollar ile iyi geçinmek için
İlhanlı Hükümdarı Hülagü Han ile evlendirmek istemiş. Maria çeyizi ile beraber
İstanbul’dan yola çıkmış ama yolculuk haliyle aylar sürdüğünden bu arada damat
adayı Hülagü Han ölmüş. Maira da onun yerine Hülagü Han’ın oğlu Abakan Han ile
evlendirilmiş. Maria orada 15 yıl yaşamış ve öncesinde Şaman olan Abaka Han’ı
da Hristiyan yapmış. Bunun üzerine Abaka Han’ın Müslüman olan kardeşi durumu
öğrenip Abaka Han’ı öldürüp Maria’yı da İstanbul’a geri yollamış. Maria
İstanbul’a döndüğünde şu anki kilisenin yakınında bir kadınlar manastırı kurmuş
ve rahibe hayatı yaşamış.
Zaman gelmiş, İstanbul’u Fetheden Fatih Sultan Mehmet, kendi adına
yaptırdığı Fatih Cami’nin mimarı Rum Hristodulos’u (Atik Sinan Paşa) mükâfatlandırmak
için ona emeğinin karşılığı olarak ne istediğini sormuş. Hristodulos, annesiyle
birlikte ibadet ettiği Panayia Muhliotissa Kilisesi’nin kilise olarak kalmasını
istemiş. Fatih Sultan Mehmet onun isteğini kabul etmiş ve bu kiliseye asla
dokunulmaması konusunda bir ferman çıkartmış. Bu kilisenin bir diğer özelliği
de dört yapraklı yonca planlı Bizans kiliselerinin günümüze kadar gelen tek
örneği olmasıymış. Kilisenin bir diğer adının da Kanlı Kilise olmasının sebebi ise
İstanbul’un Fethi sırasında Bizans savunmasında görevli askerlerin kanlarının
kilisenin bulunduğu tepeden oluk oluk akmasıymış.
Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
Halk arasında Kırmızı Mektep olarak anılan okulun bugünkü görünümünün
yapımına 1881’de başlanmış. 600 kişi kapasiteli, 3 katlı, kırmızı tuğla ile
örülü okulun bugünkü hali 1883’te tamamlanmış. Aslında Rumların İstanbul’da
açtıkları en eski eğitim kurumu olan okul, Bizans döneminde de Patrikhane
Akademisi işlevi görmüş. İstanbul’un Fethi’nin ardından, 2. Mehmet ile görüşen
Patrik 2. Gennadios, okulun 1454 yılında Fener Rum Mektebi Kebir adı altında
eğitim verebilmesi için gerekli izni alır. 19. yüzyıla kadar eğitim teolojik
ağırlıklı gider ama 1861’de klasik lise eğitimine geçer. Dini eğitim Heybeli’de
verilir. Bugün halen daha eğitime devam ediliyor ama 2013 kayıtlaranına göre
sadece 59 öğrencisi varmış.
Balat Kültür Evi
Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu (TSKF) tarafından kurulmuş, sosyal
sorumluluk çerçevesinde işleyen bir kültür evi. Temel amacı, Balat’ın toplumsal
yaşamını, özellikle de bölge kadınlarının ekonomik hayata katılımını arttırıcı
sürdürülebilir projeler geliştirmek. Bunu yaparken de yine bölge insanının bir
araya gelip çalışabileceği, kaynaşabileceği ve sorunların görüşülüp çözüme
kavuşturulabileceği ideal toplanma alanını yaratmak. İçinde sergi salonu, cafe,
İngilizce, müzik, el işi ve kişisel gelişim gibi eğitimlerin gerçekleştiği
eğitim alanı ve kadınların meslek sahibi olmalarına bir destek olarak aşçılık
eğitimi alabildikleri profesyonel mutfak gibi bölümler var. Bu mutfaktan çıkan
el emeği ürünleri de yine Balat’ta bulunan, Vodina Cafe’de satışa sunuluyor.
Kültür Evi’nin geliştirdiği tüm projelerin ve cafenin geliri yine özellikle
kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere bölge halkının eğitim ve istihdamı için
tasarlanan projelere aktarılıyor.
Metroloji Kilisesi
Aya Yorgi Metakhion Jerusalem aslında bir Ortodoks Kilisesi ama kilise
diğerleri gibi Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı değil. Çünkü bu kiliseyi Kudüs
Patrikliği zamanında kendi şubesi olarak yaptırmış. Kilisenin özelliği, kilise
duvarına monte edilmiş mermerden patriklik simgesi, çift başlı kartal figürü ve
bahçesindeki 5.000 yıllık anıt çınar ağaçları. Ayrıca ünlü matematikçi ve
fizikçi Arşimed’in 10. yüzyıldan kalma çalışmalarının yer aldığı orjinal
parşömenlerinin bulunmuş olması da kiliseyi ilginç kılan bir diğer özelliği.
Buradan çıkan parşömenlerde, Arşimed’in küre, silindir ve spiraller üzerine
çalışmaları, düzlemlerin dengesi ve çemberlerin ölçümü gibi hesaplamalar
varmış. 1906’da Kopenhag Üniversitesi’nden gelen bir profesör tarafından ortaya
çıkarılmış ama sonrasında Türkiye’den bir şekilde kaçırılmış. 1998’de New York’ta bir açık arttırmada 2 milyon dolara
satılınca yeniden ortaya çıkmış. Bugün ABD’deki Baltimore şehrindeki Walters
Sanat Müzesi’nde görülebiliyor.
Hobbit House
Burası gönüllülerin başlattığı “Paylaş kurtul” projesiyle kullanmadığınız
eşyaları binlerce ihtiyaç sahibine ulaşmasını sağlayan bir merkez, ama aynı
zamanda bir kahvaltı noktası ve cafe. Adeta ütopyanın küçük bir cafeye sığmış
hali. Bir gün pazar kahvaltısına buraya gelirseniz hem tatlı insanlarla
tanışmış, hem mükellef bir kahvaltı yapmış, hem de atmaya kıyamadığınız
eşyaları, oyuncakları, kitapları yeni sahiplerine ulaştırmış olursunuz.
Merdivenli Yokuş Tarihi Balat Evleri
Merdivenli Yokuş Balat ziyaretinin vazgeçilmezlerindendir. Eline
fotoğraf makinesini, telefonunu alan burada birkaç kare çekmeden gezisini
bitirmez.
Balat’ın en renkli, belki de en çok aranan sokağıdır burası. Sıra sıra,
renkli cumbaların gökyüzüne doğru merdiven misali çıktığı yokuş. Yokuşun
solundaki evler Unesco projesi kapsamında aslına uygun olarak yenilenmiş,
özenle seçilmiş pastel renklerle boyanmıştır. Balat sokaklarında gezerken
renkli ve tarihi kapılar da güzel kareler oluşturur.
Balat Surp Hreşdagabet Ermeni Kilisesi
Ermenice Baş Melek demek olan Hreşdagabet, Mucizeler Kilisesi olarak da
geçiyor. Çünkü burada her sene Eylül
ayının 2. Cumartesisi yapılan ayinde hastaların şifa bulduğuna inanılıyor.
Kilise Baş Meleklerden olan Mikail ve Cebrail’e adanmış. Aslında eski bir
Ortodoks Rum kilisesiyken bölgede Ermeni cemaatinin artmasıyla Ermeni cemaatine
tahsis edilmiş. Bu nedenle de kilisenin altında normalde Ermeni kiliselerinde
rastlanmayan küçük bir kutsal su alanı daha varmış.
Hz. Cabir Camisi
Kiliseden Camiye çevrilmiş 9. Yüzyıldan kalma bir cami. Aya Tekla Kilisesi.
Atik veya Koca Mustafa Paşa olarak bilinen sadrazam, 2. Beyazıt döneminde
1490’da kiliseyi camiye çevirmiş. Önündeki çeşmesi de 1692’den kalma Şatır
Ahmet Ağa Çeşmesi. Caminin ön tarafında bir vaftiz havuzu varmış, ama şimdi
Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyormuş. Bu yapının da Kuzey duvarında güneş saati
var„. Cuma namazımız bu camide kıldık.
Demir
Kilise
Fener’in Haliç kıyısında bulunan bu süslü Bulgar kilisesinin en önemli
özelliği, tamamının demir döküm olması. Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoks Bulgar
cemaati zamanında Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlıymış ama kendi
kiliseleri olmadığından ibadetlerini Rum kiliselerinde yaparlarmış. 19.
yüzyıldaki Milliyetçilik haraketlerinden etkilenerek Bulgarlar da kendilerine
ait bir kilise talebiyle gelmişler. Cemaat liderlerinden Stefanaki Bey, 1848’de
devlete başvurarak içinde ibadet edebilecekleri bir ev yapılmasını bunun için
de Fener’deki şahsına ait arsasını bağışlayacağını bildirmiş. Padişah evin
yapımına izin vermiş. Bu ibadethane evden sonra, bugünkü kilisenin yerine ahşap
bir kilise yapılmış. Daha sonra İstanbullu Mimar Housep Aznavur’un projesiyle
ta Avusturya’da bugünkü demir döküm kilisenin tüm parçaları yapılarak, 1896’da
Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle getirilip burada monte edilmiş.
Böylece Bulgar kilisesi, Rum Patrikhanesi’nden tamamen bağımsız bir kurum
olmuş.
Ortodoks Bulgar Cemaati tarafından inşa
edilmiş olan Demir Kilise ‘Hoşgörü bizim geleneğimizde var‘ sloganıyla uzun bir
restorasyon sürecinden sonra yeniden açıldı. Rivayete göre, İstanbul’da yaşayan
Bulgarlar 19. yüzyılda Rum Patrikhanesinden ayrılarak kendileri için bağımsız
bir kilise yaptırmak isterler. Zamanın Osmanlı padişahına isteklerini arz
ederler. Fakat Sultan Abdülaziz, Bulgarların Fener Patrikhanesi’nden bağımsız
bir kilise yapmalarını istemez. Bulgarların isteklerini doğrudan reddetmemek
için de, imkansızı teklif eder, “Kilise inşaatını üç ay içinde bitirmek
koşuluyla izin veririm” der.
Bunun üzerine Bulgarlar kiliseyi, Viyana’da
demirden döktürüp, sonra da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden taşıyarak
Haliç’in kıyısına üç ay içinde kurarlar. Kilisenin söz verildiği sürede bittiğini
gören Sultan Abdülaziz de verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Başka bir rivayet
daha var:
O dönemde İstanbul’daki Ortodoks
kiliselerinde Rumca ayin yapılmaktadır. Bu nedenle İstanbullu Bulgarlar kendi
dillerinde ayin yapabilmek için Fener Rum Patrikhanesi’nden bağımsız bir kilise
kurmak isteseler. Patrikhane Bulgarların bu isteğine karşı çıkar. Ancak dönem
Panislamizm dönemidir ve Rusya’yı arkasına alan genç Bulgar devleti, Osmanlı
üzerinde bir güç gösterisi yapmayı arzulamaktadır.
1849’da Osmanlıdaki
Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde milletvekili olan Stefan
Vogoridis, Bâb-ı Âli’den bir kilise yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı
için de içinde konağı da olan kendi arazisini hibe eder.
Böylece 1850 de Bulgar Eksarhlığı (önderliği)
açılır. Eksarhlığın tam karşına da ahşap bir kilise yapılır ve kiliseye
bağışçının adına ithafen Sveti (Aziz) Stefan adı verilir. Bulgarlar on yıl
sonra Fener Rum Patriğini dini önder olarak kabul etmeyeceklerini deklare
ederler. Bunun üzerin Fener Rum patriği 1872’de Bulgarları aforoz eder.
Bulgarlar da ahşap kilisenin yerine daha büyük ve gösterişli bir kilise yapma
iznini Osmanlıdan alırlar.
Dünyadaki tek örnek
Zamanında tüm
dünyada sadece 2 adet olan demir kiliselerden diğeri zamanla yok olunca
Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi dünyadaki tek demir kilise olarak kalır. Üç kubbeli ve haç
şeklinde olan kilise, dış süslemelerinin zenginliği ile de dikkatleri üzerine
çeker. Mihrabı Haliç’e dönüktür. Çan kulesi giriş kapısının üzerinde ve 40
metre yüksekliğindedir. 9 yıldır restorasyon nedeniyle kapalı olan Demir Kilise
7 Ocak 2018’de yeniden ibadete ve ziyarete açıldı.“
Yemek
zamanı
Öğle yemeği yiyecek bir mekan bulamadık
Balat’ta. Ya biz bulamadık, ya da gerçekten yok. Yok derken albenisi olan bir
mekan yok. „Gelin kardeşim müessesimiz temizdir, fiyatlarımız uygundur“ diyen
lokantaya girdik; girdik girmesine de zevkle bir yemek yiyemedik. Midelerimizi
susturduk o kadar. Akşam yemeği de öyle olmasın diye, Recai kardeşimize
karnımızı doyurabileceğimiz bir lokantaya götür bizi dedik. O da sizi öyle bir
mekana götüreceğim ki; yediğiniz yemeğin tadı damaklarınızda kalacak dedi ve
düştük Recai’nin peşine. O sokak senin bu sokak benim, ayaklarımız şişti,
derken bir lokantaya girdik. Ambiyans sıfır. Vitrinde göründüğü kadarıyla
yemekleri göz zevkimize uygun. „Üst kata alacağız sizi „ dedi yaşlıca bir
teşrifatçı. Sonradan öğrendiğimize göre oranın sahiplerindenmiş. Çıktık üst
kata. „Yemeklerinizi kendiniz
alacaksınız, yani selfservis.“ Dedi teşrifatçı. Benim şarteller attı. O kadar yorgunluktan
sonra selfservis bizi bozar dedim ve hadi gidelim arkadaşlar, burada yemek
yenmez dedim. Aşağıya ineceğim, yemeğimi alacağım ve merdivenlerden çıkaracğım
da ikinci katta yemek yiyeceğim…
Lokantanın sahibi başladı dil dökmeye, ben
de geri adım atmadım. Sonunda çare bulundu, aşağıda bizim için masalar ayarlandı,
sorun ister istemez halledildi.
Ancak yemekler gerçekten lezzetliydi.
Yemekten sonra tatlı yemek için düştük yine
Recai‘nin peşine, kaybettik onları yolda.Yeni Cami‘nin hemen arkasında Niğmet
kızımızla karşılaştık, ailecek lale festivaline gitmişler ve sırf bu sebepten dolayı
geç kalmışlar ve Balat gezisinde bizimle olamamışlar. Recai’yi kaybettik ama
kızımız Niğmet ved annesiyle yolumuza devam ettik ve nihayet tatlımıza ulaştık.
Geç saatte otelimize döndük, valizlerimizi
hazırladık ve sabah Atatürk havalimanından Berlin’e doğru havalandık…10 günlük
Batı karadeniz Kültür gezisini böylece Balat’ta noktalamış olduk. Seneye Allah
nasip ederse Doğu Anadolu Kültür gezisi için niyetlendik…Haydi hayırlısı…
Bitti