Müslümanların çektikleri
sıkıntılardan biri de vahy-i gayri metlüv anlayışındaki istismardır. Kur’an
dışı vahiy. Yazılıp okunmayan
vahiy demektir. Şeyhliğini ilan edenler,
kendilerine vahiy geldiğini söyleyerek Resul olduklarını iddia edenler, ilham
alarak Allah’ın vahyine muhatap olduğunu söyleyen keramet ehli(!) veliler bu
Kur’an dışı vahyin ürettiği insanlardır. İhsan Eliaçık konuyu çok güzel bir
şekilde işlemiş. Okuyalım:
“Dikkat ederseniz, “insanın Allah
ile konuşması” pek garipsenmez de, “Allah’ın insan ile konuşması” garipsenir
hatta infialle karşılanır. Acaba neden? Çünkü sütten ağzımızın yandığı için
artık yoğurdu üfleyerek yemekteyiz…
Yani “İstismar edilir, önüne gelen peygamberlik iddia eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı haline getirmek pahasına “Allah kimseyle konuşmaz” demekteyiz. Oysa Kur’an “Allah beşerle konuşur…” diyor. (Şura 51-52).
Yani “İstismar edilir, önüne gelen peygamberlik iddia eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı haline getirmek pahasına “Allah kimseyle konuşmaz” demekteyiz. Oysa Kur’an “Allah beşerle konuşur…” diyor. (Şura 51-52).
Yaşayan Kur’an esprisi çerçevesinde, bu konuşmanın bugün de oluyor alması lazım. Aksi halde bu ayetin bugün için bir anlamı kalmıyor ve boşluğa düşüyor. Hâlbuki Yaşayan Kur’an esprisi, Kur’an’ın hiçbir ayetinin boşluğa düştüğünü kabul etmez ve realitede bir şekilde karşılığını arar…
Peki o zaman sorun nedir?
Allah ile konuşma “dindarın” dili
olarak kalsa sorun değil; “simsarın” dilinde sorun oluyor.
Ne demek dindarın dili, simsarın
dili?
Dindarın dili, Kur’an’a paralel
olarak her şeyi Allah üzerinden anlatan bir dildir: “Allah yardım etti, Allah
korudu; verilmiş sadakamız varmış, Allah ile mazlumun arasında perde yoktur,
Allah ‘Yürü ya kulum’ dedi, Allah söyletti” vs. diye konuşur. Gündelik hayatta
çokça kullanırız; kimse bunu sorun etmez.
Fakat simsar, bu dilden misyon
çıkarır. Örneğin profesyonelce “Bunu Allah ‘bana’ söyledi/yazdırdı” diyerek
kendine özel hale getirip tekelleştirir.
Dindarınki anonim bir dildir.
Sadece kendisine yönelik anlamaz. Havayı herkesin soluması gibi Allah’ı da
herkesle konuşur görür. Nefes alıp verdiğimiz hava nasıl tek bir kişinin
tekeline alınamazsa, ilahî nefes (konuşma/sesleniş) de tek bir kişinin tekeline
alınamaz. Her meselenin Allah üzerinden anlatılması bu kavrayış nedeniyledir ki
tamamen doğrudur.
Simsarınki ise kişiye özeldir,
tekelcidir. Allah başkasıyla değil; sadece onunla konuşmuştur ve ona bunları
özel olarak yazdırmıştır. Dindar simsara adeta şöyle der: Allah her kuluna
ilham eder, söyletir… Neden sadece sen?”
Kur’an böyle simsar örnekleriyle
doludur. Başta müşrikler olmak üzere Yahudilerin, Hristiyanların ve bir çok
eski dünya dininin, Allah’a yakıştırmalarda bulunduklarını, iftiralar
attıklarını yani demediği şeyi uydurduklarını söyler. Allah’ın öyle demediğini,
yakıştırmalarından uzak olduğunu ısrarla vurgular.
Şunu demek ister: Evet, Allah
“Yaşayan ve Konuşan Tanrı”dır. İnsanlarla konuştu/konuşuyor. Fakat o iddia
ettikleri gibi değil. Onlar yalan söylüyor, iftira atıyor!
Yani Allah’ın insanlarla
konuşmadığı/konuşmayacağı değil; konuştuğu/konuşacağı ve fakat öyle
demediği/demeyeceği vurgulanır.
İşte bunun için İslam dil, tarih
ve kültür evreninde insanın Allah ile konuşma (yakarış, dua, istek, dilek)
kapısı açık tutulurken, tersi kapatılmıştır. Güvenlik gerekçesiyle içtihad
kapısının kapatılması gibi, istismar gerekçesiyle de Allah’ın insanla konuşma
kapısı kapatılmıştır. Sanki biz kapatmakla kapanıyormuş gibi…
Hal böyle olunca, Allah, boyuna
susan dilsiz bir Tanrı gibi olmuştur. Artık karşınızda “ebedi sükûnete”
çekilmiş, adeta emekliye ayrılmış, yeryüzünde kıyametler kopsa, mahşerler
kudursa da susan ve hep susacak olan bir Tanrı vardır.
Hâlbuki Kur’an Allah’ın “Yaşayan”
(Hayy) ve “Konuşan” (Mütekellim) bir Tanrı olduğunu ısrarla vurguluyor. İnkârcıları
ise “ölmüş tanrılara” (16/20-21) ve dualara icabet bile edemeyecek “dilsiz
tanrılara” inanmakla suçluyor. Örneğin Hz. İbrahim bu dilsiz tanrılar için
soruyor: “Şu en büyüğüne sorun bakalım, eğer dili varsa?” (Enbiya; 21/63)
Görülüyor ki Kur’an’ın tanrısı,
gündelik hayatla ilgilenmeye tenezzül etmeyen, göğün derinliklerinde sessiz sükûnete
çekilmiş, vurdumduymaz ve keyfemayeşa bir tanrı değildir. Bilakis aktüel hayatın
içinde, olaylara anbean tepki veren, acılara, ızdıraplara, yakarışlara, dualara
son derece duyarlı, ilkeleri olan, icabında insanların gören gözü, işiten
kulağı, haykıran sesi, yürüyen ayağı olabilen, yaşayan, konuşan, “insanlıkla
birlikte yürüyen” dinamik bir tanrıdır.
Böylesi bir tanrı anlayışında,
Allah’ın susması veya konuşsa bile bir dönemden itibaren bunu sona erdirmiş
olması, bir daha zinhar kimseyle tek kelime etmemiş ve de etmeyecek olması
düşünülebilir mi?
Tam tersi Allah insanlarla hep
konuştu, konuşuyor, konuşacak!
Tarih boyunca hiç susmadı,
susmuyor, susmayacak!
Çünkü biz yaşayan (Hayy) ve
konuşan (Mütekellim) Allah’a inanıyoruz.
Dindarın dili bunu ifade ediyor.
Hem insana şahdamarından daha
yakın olan, insana fucuru ve takvayı (seçecek yeteneği) ilham etmekte olan, tüm
zamanlarda ve mekanlarda “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”ya (Hayy, Mütekellim)
inanacaksınız, hem de O’nun insanlıkla konuşmasını yedinci yüzyılda sona
erdirdiğini söyleyeceksiniz!?
Burada bir sorun yok mu?
Var var olmasına da, bu seferde
“Her Allah benimle de konuştu/konuşuyor diyene peygamber mi diyeceğiz?” sorusu
bizi bekliyor…
Peki bu sorunu nasıl çözeceğiz?
Kanımca yukarıda bahsettiğim
“dindarın dili” bu sorunu çözme potansiyeline sahiptir. Onu geliştirmeli,
derinleştirmeli ve işlemeliyiz. Öyle bir şey olmalı ki hem Allah herkesle
konuşuyor olmalı, hem de her konuşana peygamber denmemeli!
Böyle olursa ancak hem Allah, hem
de peygamberlik gereği gibi takdir edilmiş olur. Aksi halde, şu ana kadar
yapıldığı gibi “İstismar olur, önüne gelen peygamberlik ilan eder” gerekçesiyle
Allah’ı dilsiz bir Tanrı yaparız.
Böylesine hayati bir konunun
Kur’an’da ele alınmamış olması düşünülemez herhalde, değil mi?
Kur’an’ın bu konuya özel bir önem
verdiğini ve esaslı bir açıklama yaptığını görüyoruz. Burada ne dendiğini iyi
anlarsak, hem Allah’ın herkesle konuşuyor olduğunu, hem de her konuşulanın
peygamber demek olmadığını kavramış olacağız.
Bakın nasıl…
“Allah beşerle ancak vahyederek
konuşur yada/yani perde gerisinden yada/yani dilediğini ona vahyedeceği bir
elçi seçerek konuşur. Allah çok yücedir, çok bilgedir. İşte sana da iş ve oluş
deryamızdan hayat veren bir mesaj vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir
bilmezdin. Ama Biz bu hayat veren mesajı ışık saçan bir aydınlık yaptık. Onunla
kullarımızdan lâyık gördüğümüzü doğru yolda yürüteceğiz. Sen de bu doğruluk ve
dürüstlük yolunda yürüyorsun; bundan hiç şüphen olmasın.” (Şura; 42/51-52)
Görüldüğü gibi ayette birbirini
açan üç konuşmadan bahsediliyor: İlham ederek (vahyen), perde gerisinden
(verâi’l-hicâb) ve elçi seçerek (yursile resûlen)…
Kanımca bu ayet son derece
dinamik, yaşayan, aktüel bir durumu betimliyor. Yani Allah’ın tarih boyunca ve
elân (şimdi, şu an) insanlıkla ne tür bir iletişim (mukâleme) içinde olduğunu
anlatıyor.
Şimdi, genelden özele, çoktan
aza, anonimden kişisele, en genişten en dar çerçeveye doğru birbirini tefsir
eden ve her biri bir iletişim demek olan bu “konuşma derecelerini” bakalım:
İLHAM EDEREK: Vahiy “fısıldamak”
demek olduğuna göre yani fısıldayarak, insanoğlunda içsel bir ses oluşturarak,
vicdanının sesini dinleterek konuşur. Ya da ilham “yudumlamak” demek olduğuna
göre yani suyu yudumlayarak içmemiz gibi yudum yudum insanoğlunun içine ilham
düşürerek, akıl ve fikir doğurarak, takvayı ilham ederek konuşur. Konuşmanın bu
derecesi istisnasız her beşerde vardır.
Buradaki “vahiy” kelime anlamında
ve “ilham” manasında kullanılmaktadır. Çünkü vahiy aynı zamanda ilham demektir.
Sonraki resul seçerek konuşmada bir kez daha kullanılan vahiyle karışmasın diye
“ilham” sözcüğünü kullanıyoruz. Oysa bu da bir tür konuşmadır…
Bu tür vahiy/ilham tüm canlılarda
var olan fıtratı ve doğallığı ifade eder. Zira tüm böcek, hayvan ve her
kımıldayan canlı Kuran’ın vahiy/ilham dediği içgüdüsel bir güç taşır.
Zekeriyya’nın arkadaşlarına vahyi (19/11), şeytanlar arasında vuku bulan vahiy
(6/ 112- 121), Allah’ın arıya (16/68), göklere (41/12), yeryüzüne (95/5),
Musa’nın annesine (20/38) vahyetmesi, fucuru ve takvayı ilham etmesi (91/8)
gibi… Böylece her varlık mertebesinde farklı bir aşama muhafaza edilmekle
birlikte içgüdüsel (doğal) vahiy/ilham, insanda akıl, vicdan, gönül, yürek ve
zihin ile aynı kategoriye konulmuş olur.
Nitekim bir hadiste “Kim içinde
hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa
bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allah’a hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve
inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a
sığınsın.” buyurulur. (Tirmizi; Tefsir, 2991).
Demek ki insanoğlunun içinde
varolan iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, gerçeğe, adalete ve merhamete dair bütün
doğal vahiyler/ilhamlar (içsel sesler) Allah’tandır. “İster Allah deyin, ister
Rahman bütün güzel isimler O’nundur.” ayetinde geçtiği gibi, ister doğulu ister
batılı, ister güneyli ister kuzeyli, ister Müslüman ister Hristiyan, ister Arap
ister acem “vicdandan gelen” her ses O’ndandır. Allah bu noktada istisnasız her
insanla “vicdanının sesi” yoluyla konuştu/konuşuyor. Fakat çoğu insan bunun
farkında değil. İçindeki bu sesi uyutmakta ve batıl bağımlılıklara kendini kaptırarak
köreltmekte, karartmaktadır.
Bize düşen birbirimize bu içsel
sesi (potansiyeli) hatırlatmaktan (zikr) ibarettir. Yoksa kendi içsel sesimiz
üzerine tekel kurup, “Başka kimsede yok, bu sadece bana özel” demek değil…
Kur’an’da “Ben sizin Rabbiniz
değil miyim” (Elestü birabbikum) diye sorulup “Dediler ki evet” (Galu bela)
diye cevap verilen diyalog, Allah’ın insanoğlunun iç dünyası (ruhu, fıtratı,
vicdanı) ile temsilî konuşmasıdır. Her insanda varolan bu fıtrî potansiyeli
(doğal vahyi/ilhamı) hatırlatır. (Bkz. ‘Galu beladan beri Müslümanım’ ne demek”
başlıklı makale).
Demek ki ayet, Allah’ın insanla
nasıl konuştuğuna dair ilk önce genelleme yaparak, bütün herkeste varolan doğal
potansiyele atıfta bulunarak başlıyor. Bu bir insana örneğin “Sen doktor, mühendis
veya genetik uzmanı olabilirsin. fıtratında/doğanda bu var.” demeye benzer…
Arkasından “Fakat bunu geliştirmelisin, bu yönde derinleşmelisin (perde
gerisine inmelisin). Böylece alanının uzmanı, yıldızı (elçisi) haline
gelebilirsin.” demek gelecektir.
Buradaki durumu Peygamberimizin
“Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses
duyarsa” ifadesi ne güzel açıklıyor. Anlatmaya çalıştığım tam da bu.
PERDE GERİSİNDEN: Verâi’l-hicap
gizli, gömülü, saklı olanın içine girmek, derinine dalmak demektir. Dikkat
edilirse evrende her şey sanki bir perde ile örtülmüştür. İnsan bedende, tohum
toprakta, meyve ağaçta, civciv yumurtada, mineraller suda gizlidir. Ortalama
insanlar bunları yüzeysel görür. Fakat bu perdeyi aşıp, gerisine inebilenler
orada işleyen düzeni görürler, onun bilgisine ulaşırlar. Yeni mekanik düzenin
bir mucidi, evrenin şimdiye kadar gizli kalmış yönlerini ortaya çıkaran bir
kâşif, güzel bir senfoni yazan müzisyen vb. bunların tümü kendi alanlarında
perde gerisine inmiş kişilerdir. Allah onlarla da keşfettikleri şeyler yoluyla
konuştu/konuşuyor. Zaten “keşf” perdeyi kaldırmak demektir.
Simsarın dili ilk burada ortaya
çıkar. Bazı insanlar birinci şıktaki doğal vahiy/ilhamdan öte, perde gerisine
indiklerini, aradan perdeyi kaldırarak bazı şeyleri keşfettiklerini,
kendilerine özel vahiy/ilham geldiğini söylerler ve bundan dolayı kendilerine
özel bir misyon biçerek simsarlaşabilirler.
Bunu anlamak için perde gerisine
inmenin yani keşfin test edilebilir olması gerekir. Yani perde gerisine
indiğini iddia eden kişinin, aynı tecrübenin başkaları tarafından da
tekrarlanabilir olduğunu ispat etmesi gerekir. Örneğin suyun 99 derecede
kaynadığını, yer çekimi kuvveti olduğunu perde gerisine inerek (görünenin
ötesine geçerek) keşfettiğini iddia eden birisi, aynı keşfi herkesin
görebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. İspat edemezse iddiası sadece
kendini bağlar.
Aynı şekilde Allah ile perde
gerisine inerek (keşf yoluyla) konuştuğunu ve kendisine bilgi verildiğini iddia
eden birisi de, bunu, herkesin tecrübe edebileceği şekilde ispat etmesi
gerekir. Aksi halde söylediği sadece kendini bağlar. Bunu peygamberlikten
ayırmak için kelam kitaplarında “İlham, keşf ve rüya ‘dinde’ delil olmaz”
denmiştir ki az sonra gelecek…
ELÇİ SEÇEREK: Vahiy birinci şıkta
kelime anlamıyla ve ilham manasında kullanılırken burada ıstılahi (terim)
anlamında kullanılmaktadır. Vahyin/ilhamın en üst derecesidir. En üst derecede
fıtrî/doğal melekelerin tümü birden kendisinde uyananlar, insanların liderleri
ve rehberleri olurlar. Bu liderler insan hayatının dini ve dünyevi her alanında
görülürler. İstisnasız tümü aydınlanmaya ulaşırlar. Her biri kendi alanının
yıldızı (elçisi) haline gelirler. Peygamberin bunlardan farkı çalıştıkları
alanın farklı olmasıdır. Manevi tabipler olan peygamberlerin ilk ve asıl
fonksiyonu insanların manevi ve ahlaki hayatlarını yeniden kurmak ve
düzenlemektir.
Demek ki bu derecede vahiy
insanın vicdan, akıl, gönül, yürek, kalp ve zihin kapasitesinin tümünün birden
“taşması” sonucu ortaya çıkıyor. Bu durumda Allah, benliği genişleyen, iç
dünyası taşan kişi ile ilişki kuruyor ve onun temiz vicdanı ve saf yürek
temizliği üzerinden insanlığa sesleniyor. Peygamber bu sesleniş ile tarihin
meydanına çıkıyor ve kendini peygamber olarak dünyaya tanıtıyor. İddiasının
arkasında durarak gerekirse savaşıyor. Böylece peygamber tıpkı arı gibi
“Rabbinin yollarında yürüyor.”
Şu halde Müslüman da tıpkı arı
gibi Allah’ın yolunda yürümelidir. Aslında Allah bu yolu insanlığa göstermekte
(hidayet) ve doğru yolda yürümek için bize Kuran’ın ta ilk başında fatiha
suresinde dua ettirmekteydi; “Bizi doğru yolda yürüt”. İşte o yürüme bu
yürümedir. Arının yaptığını yapmalı ve tabiî ve fıtrî olan yollardan
yürümeliyiz. Bu yol aynı zamanda Kur’an lisanında “ahd-i misak” olarak
tanımlanmıştır. Yani vicdanen, fıtraten, yaratılıştan bizde var olan fıtratın,
vicdanın sesinin, sağduyunun, Âdeme öğretilen esmanın yolundan yürümek… Sık sık
vicdanımıza dönmek ve buradan gelen sese (galu bela) kulak vermek… İşte vahiy
bu sesin bir “el-emin” de zaman, mekân ve şartlar iyice kıvama erdiğinde,
derunî bir varoluş sancısı ve yüksek derecede bir metafizik gerilimle fışkırıp
taşmasıdır. Bu taşma hem vicdanın ve merhametin insanoğlunda canhıraş çığlığa
dönüşmesi, hem de Allah’ın bir el-eminin saf yürek temizliği üzerinden
insanlığa seslenişidir.
Bu durumda “Arı bal yaptı”
dememizle “Allah bal verdi” dememizin aslında aynı şey olması gibi, “Vahiy
peygamberin vicdanından taştı” demekle “Allah peygambere vahiy gönderdi” demek
bir ve aynı şey olur. Yani peygamberlik bir yüzüyle tümden kesbî, öteki yüzüyle
tümden vehbîdir. Bu ikisi aynı anda, (hemdem, senkronik) olmaktadır. Tıpkı
doğal dilde “Kısırdım, on yıl çocuğum olmadı. İlaç tedavisi gördüm. Sonunda tüp
bebek tedavisi ile çocuğum oldu” demenin, dindarın dilinde “Allah bizi on yıl
imtihan etti, sonra nur topu gibi bir çocuk ihsan etti”ye dönüşmesi gibi.
Aslında bu ikisi aynı şeydir… Yine tıpkı “Yağmur yağıyor” demekle “Rahmet
yağıyor” demenin aslında aynı şey olması gibi… İbn Rüşd’ün tabiriyle söylersek,
ilki bürhanî (doğa, akıl, felsefe, bilim) dili, diğeri hatabî (din, vahiy,
manevî) dildir ve her ikisi de aynı memeden süt emmektedirler.
Bunlar arasında çelişki yoktur.
Bu nedenle “Vahiy vehbî mi kesbî midir?” diye tartışanlar yanılıyorlar. Bu
ikisi aslında aynı şeydir. Bir gerçeğin iki ayrı yüzü; iki ayrı dille ifade
ediliş biçimidir.
Son günlerde Abdülkerim Suruş’un
tartıştığı biçimde söyleyecek olursak “Kelâm-ı Muhammed” ile “Kelâmullah” bir
ve aynı şeydir. Kur’an’ın kendisine hem Kavli Resulin Kerim (şerefli bir
peygamberin sözü) (69/40), hem de Allah’ın Kelamı (2/75, 9/6) demesi bunu
gösterir…
Yeri gelmişken usule dair bir ara
hatırlatma: Fizik-fizik ilişkisi ile fizik-metafizik ilişkisini kurmada aynı
mantığı kullanamayız. Yani doğa-insan, insan-insan, tarih-insan ilişkisi düz
mantık dediğimiz surî mantıkla kurulabilir. Fakat Allah-insan, Allah-alem,
Allah-peygamber ilişkisinde bu mantık geçersizdir. Burada paradox dediğimiz
çelişik mantık kullanılır. Düz mantık “ya bu ya şu” diye işleyen mantıktır.
Çelişik mantık ise “hem o hem bu” şeklinde işler.
Örneğin “Vahiy peygambere mi
aittir (kesb) yoksa Allah’a mı aittir (vehb)” sorusunu düz mantıkla çözmeye
çalışırsanız baltayı taşa vurursunuz. Aynı şekilde “Kulun fiilleri insana mı
aittir (ihtiyar) yoksa Allah’a mı aittir (kader)” sorusu da böyledir. Çünkü
konu Allah-peygamber, Allah-insan ilişkisi ile ilgilidir. Klasik kelam okulları
(Eş’ari-Mutezile) düz mantıkla bu ilişkiyi çözmeye çalıştıkları için baltayı
taşa vurmuşlardır. Hala aynı mantığı sürdürüp durmanın ne manası var?
Şu halde…
Allah insanla tarih boyunca
konuşmuş, şimdi de konuşmaya devam etmektedir. Yaşayan ve konuşan Tanrı’ya
inanıyorsanız bu böyledir. Kur’an bunun ne şekilde cereyan ettiğini aktarmaya
çalıştığımız konuşma biçimleri (doğal vahiy/ilham, perde gerisini keşf, elçi
seçerek vahiy) ile açıklıyor.
Bunların hepsi Allah’ın insanla
konuşmasıdır. Bütün insanlar, meslekler ve sanatlar için geçerlidir. Etrafınıza
bakın her insanın doğumundan ölümüne bu süreci takip ettiğini görüsünüz.
İnsanoğlu önce bir beşer olarak
doğal potansiyel (akıl/vicdan/vahiy/ilham/keşf) ile doğar. Bir çok insan
bunları içinde uyutur. İnsanların ancak bir kısmı derine dalar yani perde
gerilerine inip bunları inkışaf ettirir. Bunların içinden de daha az kısmı bu
yolda ilerleyerek derinliklerine daldığı alanın uzmanı, yıldızı, söz sahibi,
bir numarası, elçisi olur. Bunlar dini ve dünyevi bütün alanlarda görünürler ve
böylece insanların önderleri, liderleri, rehberleri olurlar.
Ele aldığımız ayette, insanoğlu
ile bu türden ilişki süreçleri anlatılmaktadır. Bunu, sadece Ortadoğu’daki
İbrani ve Arap kültürünün kodları içine hapsederek anlamak yerine bütün
insanlığı kapsayacak şekilde açmalıyız. Çünkü Allah’ın İbranilerle veya
Araplarla değil; “beşer” ile konuşmasından bahsediliyor.
Bu süreçleri Hz. Peygamber’in
hayatına uygularsak durum şöyle olur: Her insan gibi Hz. Muhammed de bir beşer
olarak doğmuştur. Ayette geçen Allah’ın bir beşerle konuşma süreçlerini
yaşamıştır.
0-35 yaş arası dönem, ayetin ilk
şıkkındaki doğal vahiy potansiyeli taşıyarak yaşadığı dönemdir. Bu dönemde
Hilfu’l-Fudul’e girmiş, iyilik, doğruluk ve adalet adına bir çok iş, icraat ve
söylemde bulunmuştur. Hepimiz gibi bu dönemde iyilik ve adalet adına
söylediklerinin tamamı Allah’tandı.
35-40 yaş arası beş yıllık
dönemde dağlara çekilerek derinlere dalmıştır. Yani perde gerisine inerek bir
takım keşfler yaşamış, kendi iç dünyasına dönmüş, yalnızlığa bürünmüş
(müddessir) ve vicdanının sesini dinlemiştir.
40-63 yaşları arasındaki 23
yıllık dönemde ise, tabiri caizse dini, ahlaki ve manevi alanın yıldızı haline
gelmiş, büyük ve ağır sorumlulukların altına girmiş (müzzemmil) ve elçi
seçilerek kendi halkı üzerinden tüm insanlığa seslenmiştir.
İslam kültür muhitinde böyle öne
çıkan (seçilen) yıldız kişilere değişik derecelerde övücü isimler verildiğini
görürüz: Fahr-i Kainat (Evrenin övüncü), Necmuddin (Dinin yıldızı), Seyfullah
(Allah’ın kılıcı), Kelimullah (Allah’ın sesi), Halilullah (Allah’ın dostu),
Habibullah (Allah’ın sevgilisi), Esedullah (Allah’ın arslanı), Nuru’l-Hakk
(Gerçeğin/adaletin ışığı) vb.
Bunların hepsi dindarın dilinde
anonimdir yani bir işte öne çıkmayı, o alanda yıldız haline gelmeyi (elçi
seçilmeyi) ifade eder.
Demek ki ayette, Allah’ın beşerle
konuşma dereceleri genelden özele doğru birbirini açarak betimleniyor: ilham
(doğal vahiy), keşf (perdeyi kaldırma) ve özel vahiy (elçi seçerek)… İlki tüm
insanlara, ikincisi alanında derinleşenlere, üçüncüsü de seçilmiş peygamberlere
mahsustur.
Bunların üçü de Allah’ın beşerle
konuşmasıdır. Aralarında derece ve yoğunluk farkı vardır. Nitekim Hz. Peygamber
“Mü’minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buhari: Ta’bir 4;
Muvatta: 1, (2, 956) yahut “İ’tidal (adaletli olmak), teenni (ileriyi düşünmek,
tedbirli gitmek), hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmi dört cüzünden
bir cüzdür.” (Muvatta: Şi’r, 17; Ebu Davud: Edeb, 2) derken bunu anlatmaktaydı.
İnsanoğlu (beşer) bu şekilde
iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair-
aralarında derece ve yoğunluk farkı olmasına rağmen- her ne şey söylüyorsa
Allah’tandır: Şairler ilham alarak, filozoflar fikir üreterek, arifler müşahade
ederek, bilim adamları keşfederek, peygamberler vahiy alarak…
Bunlar arasında “dinî” anlamda
bağlayıcı olan yalnızca peygamberin vahyidir. O da, insanlıkta doğru namına ne
kalmışsa hepsini tasdik edip sürdüren (el-Musaddık) Kur’an’da toplanmıştır.
Demek ki vahiy (ilahi
fısıltı/ilham/ses) herkese açıktır; fakat her vahiy alan peygamber değildir!
Peygambere gelen vahiy, içerik
bakımından değil; kaynak bakımından test edilemez olduğu için, muhataplarının
ölçüp biçme ve inanıp inanmama özgürlüğü vardır. Zira dinde zorlama yoktur!
Peygambere gelen vahiy tarihin, hayatın ve tabiatın gerçekleri ile çelişmez.
Başka bir deyişle kavlî ayet kevnî ayetle ters düşmez. Birbirini açar, tefsir
eder
Keza Şah Veliyyullah Dehlevi’nin
tasnifi ile yeryüzünde hak dinin şiarları; Kur’an, Hz. Muhammed, Kabe ve Namaz
yeryüzünden silinip gitmedikçe (nesh) yeni bir peygambere gerek yoktur, ihtiyaç
da yoktur. Bilakis peygamberi söylemlere ve eylemlere ihtiyaç vardır.
Yani onun getirdiklerini, yine
onun izinden yürüyerek yeniden dünya gündemine taşıyacak, tıkanıklıkları
aşacak, donmaları çözecek, türedi tabuları yıkacak, haham zincirlerini kıracak,
hurafeleri temizleyecek yenilenmelere (tecdid) ihtiyaç vardır. Hak dini olanca
sadeliği, basitliği, akla ve vicdana hitap ederliği ve tüm insanlığı
gözetirliği ile ortaya koyacak yeniden inşalara ihtiyaç vardır. Ki bu da oturup
mehdi, mesih, peygamber beklentileriyle değil; kollektif bir çabayla yani
onlarca, yüzlerce yenilikçinin (müceddid) gayreti, alın teri, emeği, söylemi ve
eylemi ile başarılabilecek bir iştir…
Peygamberi söylemler ve eylemler,
kendinden önceki peygamberleri tasdik etmeleri, onlarla aynı kandilden
konuşmaları (söylem birliği), aynı inanç ve ilkeleri getirmeleri (iman ve amel
birliği), erdemli ve dürüst (el-emin) bir hayat sürmeleri ve yaptıkları
karşılığında ücret istememeleri (dinden servet yığmamaları) ile tanınırlar…
Dikkat ederseniz, her Âdem
(beşer/insan), nefes alıp verme yoluyla havayı solur. Böylece yaşam soluğu
(ruh) her Âdeme hayat bahşeder, can verir… Keza üzerine ölü toprağı serpilmiş
her halka Allah, hayat (ruh) dolu mesajlarla yaşam bahşeder, can verir. “Allah Âdem’e
ruhundan üfledi (üflüyor)” bu demektir. Zira her insan bir Âdem, her halk da
bir Âdem topluluğudur.
Keza her Meryem, rahminde (sevgi
ve merhamet yuvası) besleyip büyüterek yeni bir can doğurur. Böylece Nefes-i
Rahmânî (sevgi ve merhamet nefesi/soluğu) her kadın rahminde yeni yaşamlar
yaratır. “Allah Meryem’e ruhunu ulaştırdı (ulaştırıyor)” bu demektir. Zira her
doğan nasıl bir Âdem ise, her doğuran da bir Meryem’dir. Bunun için de her
doğan çocuk (İsa) da Âdem gibidir.
Ve her insan, iç dünyasında
iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair
vicdanî sesler duyar. Buradan ilhamlar alınır, karanlığın perdeleri yırtılır ve
bir tanyeri (fecr) atanda nice güneşler doğar. Böylece insanlıkta nice büyük
destanlar yazılır. “Allah beşerle… konuşur” da bu olmak icap eder.
Bütün bunlar dün oldu, bugün
oluyor, yarın da olmaya devam edecek: “O, her an bir iş ve oluşta…”, “Sürekli
oluş (kevn) ve yeniden yaratılış (halk-ı cedid) halinde…”
Yaşayan (Hayy), yaşam/ruh veren
(Muhyi) ve konuşan (Mütekellim) Tanrı yalnızca Allah’tır!
Diğerleri ölmüş, ruhsuz ve dilsiz
birer putturlar! İnsanlığın acı ve ızdıraplarına cevap veremezler. Ne ilham
ederek, ne karanlığın perdelerini yırtarak, ne de güneşler, yıldızlar doğurarak
insanlıkla birlikte yürüyemezler.
Oysa Allah insanoğlunun gören
gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve haykıran sesi olur. (Buhari; Rikak 38).
Böyle binbir çeşit esması ile hiç durmadan zuhur eder.
Allah’ın kapıları her insana
açıktır. İnsandır Allah’a kapısını kapatan!”