Konya
Selçuklu İmparatorluğu’na yaklaşık 200 sene başkentlik yapmış bir şehir Konya(1096-1277). “Gez dünyayı gör Konya’yı.” derler. Bu söz boşuna söylenmemiştir. Kurduğu medeniyetle dünyada kendisinden söz ettiren, ilme ve irfana önem veren, Nizamiye Medreseleri’yle ilim dünyasında yepyeni çığırlar açan Selçuklu İmparatorluğu’nun Payitahtı Konya. Türk Eğitim Derneği “Kültür Gezisi” ekibi olarak Selçuklu’nun izlerini Amasya’dan beri sürerek geldik Konya’ya. Amasya, Kars(Ani harabeleri), Erzurum, Sivas, Kayseri, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Afyon derken Konya’da final yapacaktık. Kültür Gezimizin adı da ‘Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri’ idi. Konya bizi hayal kırıklığına uğrattı. Kötü bir final oldu. “Gez dünyayı gör Konya’yı’. Bugünkü Konya için bu söz söylenemez herhalde.
O Muhteşem Selçuklu’dan geriye kadri kıymeti bilinmeyen kırık dökük birkaç eser kalmış. Dünyaya, medeniyetin ne olduğunu öğreten Selçuklu’dan geriye kalan işte bunlar. Geçtiğimiz yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı’ndan tarumar olarak çıkan Avrupa ülkeleri toparlanmışlar, yaralarını sarmışlar, bugün elbirliği içinde imece usulüyle birbirlerinin yardımına koşuyorlar. Aralarındaki sınırları bile kaldırmışlar. Kendi medeniyetlerini kurmuşlar, hem de Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kurduğu alt yapıyla. Geçen bu 100 yıllık süre içinde onlar Müslümanların değerleriyle seviyelerini yükseltirken Müslümanlar kendi değerlerine küfretmekle meşgul olmuşlar. Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye de aynı şeyi yapmış. Hâlâ yapmaya devam etmektedir. Medeniyetin ne olduğundan bihaber olan çapulcular yönetmiş Türkiye’yi bu süre içinde.
Derin ünlü bilginlerini, filozoflarını, şairlerini, mutasavvıflarını, hocalarını, musikişinaslarını da bağrına basmış bir şehir Konya. Bahaeddin Veled, Mevlâna Celaleddin, Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevi, Şahabeddin Sühreverdi gibi bilginleri, Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıfları da var Konya’nın. Bu ilim adamları verdikleri eserlerle şehri bir kültür merkezi haline getirmişler. Nasreddin Hoca da güldüren ve düşündüren fıkraları ile Konya’nın kültür ve sosyal hayatının gelişmesinde asırlardır devam eden bir bilge kişidir. Bunlar unutulmuş. Yok farzedilmiştir.
Selçuklular dönemi Konyası’na bakarsak; kütüphaneler var, Tarih, Edebiyat, Felsefe, Sanat,
Tıp, Kozmografya, Hukuk ve Din alanında büyük tarihi ve kültürel atılımlar var; bu altyapıya bağlı olarak Medreseler, Camiiler, türbeler, çeşmeler, kaleler, hanlar, hamamlar, çarşı ve bedestenler, köprüler, saraylar, şifahaneler, kervansaraylar yapılmış Konya’ya. Bunlar da unutulmuş. Sadece Mevlâna’sıyla kendisinden söz edilir bir şehir haline gelmiş. Varsa yoksa Mevlâna. Mevlâna da olsun elbet, ama o koca imparatorluk Mevlâna’dan ibaret değildi ki.
Gece şehir turu
Otel şehrin merkezinde. Mevlâna Meydanı’nın hemen yakınında. Otele yerleşir yerleşmez önce yemeğimizi yedik sonra da şehir turuna çıktık. Işıl ışıl bir cadde. Ana caddeymiş orası. Mevlâna Caddesi. Konya’da zaten bu caddeden ibaret gibiymiş. Karşımızda Mevlâna Türbesi var. Kocaman bir meydandayız. Işıklı bir tabela koymuşlar meydanın ortasına. Konya yazıyor. Anlaşılan fotoğraf çekilmek isteyenler için hazırlanmış burası. Deklanşörlere basıldı. Herkes birbirinin fotoğrafını çekiyor.
Taş meydan
25 sene önce geldiğim meydan burası. Ama o zaman daha güzeldi. Çiçekler vardı bu meydanda, ağaçlar vardı. Hatta döner kavşak bile vardı. Oturulabiliyordunuz da. Rengârenk çiçeklerin arasındasınız oturmuşsunuz bankın üzerine, Mevlâna Türbesi’ni almışsınız karşınıza, seyrediyorsunuz. Ne romantik değil mi? Şimdi o güzelim çiçekler sökülmüş, ağaçlar kesilmiş, yerlere taş döşenmiş. Anlayacağınız cascavlak bir hal almış meydan. Diyelim, belediye görevlileri böyle absürt bir karar aldılar, bu karar uygulanırken Konya halkı neredeydi? Demek ki, kel başa şimşir tarak. Yazık olmuş. Dünyayı gezip de sakın Konya’yı görmeye gitmeyin, hayal kırıklığına uğrarsınız. O eskidenmiş. Şair derki: “Taş taş değildir/ Kalbindir taş senin/ Söyle nereni nasıl yaksın/ Bu ateş senin.”
Alâeddin tepesi
Rotamızı çevirdik Alâeddin Tepesi’ne. Tepeden Konya’yı seyretmek harika. Bütün Konya ayağınızın altında kalıyor. lşıl ışıl.
Alaeddin Tepesi bir höyükmüş, yani eski çağlarda insanlar tarafından oluşturulmuş ve
üzerine yerleşim yerleri kurulmuş. Yapılan araştırmalarda bu tepenin geçmişi Bakır Çağı’na kadar uzanırmış. Tam o tepeye bir saray yaptırmış Alâeddin Keykubat. Bir de cami. Saraydan geriye koruma altına alınmış gibi görünen bir duvar ve bir de cami kalmış. Ertesi günü gördük ki, cami tamir halinde. İçindeki sütunlardan biri yıkılmış, dışarıya çıkarmışlar ve orta yere atıvermişler. Ayak altında, üzerine çıkmak, oturmak serbest. O direğin yerine de betondan bir direk yapmışlar.
Hava serin. Kapalı bir mekâna attık kendimizi. İçerde Türklerden daha çok Araplar var.
Demlikler hemen geldi. Çay mükemmel. Sohbet de ona göre uzayıp gitti. Çay parasını Fatma Mıdık ödemiş, hakikatli kız vesselam.
Rehberle tanışma
Otele dönünce Konya rehberimiz Kamil Bey’le tanıştık. Kibar ve beyefendi birisi. Ancak ertesi günü işin ehli olmadığını anladık. Ama hatasını yüzüne vurmadık. Ayrılırken kucaklaşarak ayrıldık. Rehberler giyim kuşamlarına da dikkat etmeliler.
Sabah 7.30’da yola çıkmamız gerekiyormuş. Konya’yı gezmeye dışardan başlayacakmışız. Hedef Sille Köyü. Yola çıkar çıkmaz başladı anlatmaya rehber Kamil Konya’yı: “Konya’nın evleri 140, 150 metre kare genişliğindedir. Konyalılar zevklerine düşkün insanlardır. Konya’nın etli ekmeği ve bamya çorbası meşhurdur. Düğün yemeklerinde pilav üstü et kavurması verilir. En az et kavuran bir ton kavurur.
Ve Sille köyü
Burası Karamanlı Ortodoksların mübadele öncesi yaşadığı şirin bir Rum köyüdür. Sille’nin nüfusu Cumhuriyet sonrası mübadele döneminde azalmış. Rumlar gidince de eski tadı kalmamış. “Arkeolojik veriler yerleşkenin 6000 yıl öncesinde kurulduğu yönündedir. Sille (Silenos), kaynayıp, coşarak köpürüp akan, önüne gelene silip süpüren su demektir. Roma, Bizans, Kudüs yolu üzerinde yer aldığı için önemli bir dini merkezmiş. Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarından biri olan Ak Manastır ("Hagios Khariton Manastırı", "Deyr-i Eflâtun") bu köydedir ve yaklaşık 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir.
Sille köyü, Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de tarihi İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Cumhuriyet öncesinde 18.000'e ulaşan nüfus, bugün 3.700 civarındadır. 1913 yılında Sille'de 60 adet kilise varmış. Bugün 7 kilise ve 7 cami ayakta duruyor.
Köyde yumuşak volkanik kayalara oyulmuş pek çok küçük kilise de varmış. Aya Eleni Kilisesi, Hz.İsa'nın doğumundan 327 yıl sonra Bizans imparatoru Konstantin' in annesi Heleni tarafından yaptırılmış. Yakın zamanda restorasyonu yapılmış. İkinci katında kadınlar için yer ayrılmış. Sermahfil.
Evlerin kimisi yıkılmaya yüz tutmuş, kimisi de restore edilmiş hâlâ kullanılıyor. Butik oteller, kafeler, sanat atölyeleriyle kıpır kıpır bir köy Sille. Köyün içerilerine doğru ilerlerken eski taş köprü çıkıyor karşımıza. Sanki Mostar Köprüsü'nü alıp Sille Köyü'ne koymuşlar gibi.
Biraz erken gelmişiz köye. Kilise saat 10’ da açılıyormuş. Bizden önce gelenler de vardı. Manisa’dan gelmişler. Bekleyemediler geriye döndüler. Elbette rehberlerin kilisenin 10’ da açılıyor olduğunu bilmeleri lazım. Ama bilmiyorlar işte. Bizim rehber de bilmiyormuş.
Despot
Bizim gezimizin adı kültür gezisi. Buraya kadar gelip de M.S. 327 yılında yapılan kiliseyi görmeden gitmek olmazdı. Beklemeye karar verdik. Zamanı değerlendirip yaşam alanı olarak oyulmuş kayalara çıktık. Rehberimiz Kâmil bizimle geldi. Kilise olarak kullanılan bir kaya oyuğu var, odalar ve mezar oyukları var, odalar arasına geçişi sağlayan daracık oyuklar var. Bu oyuklardan Kapadokya Bölgesi’nde de görmüştük. O günün insanları gerçekten zor şartlarda yaşamışlar.
Mağaradaki kilisenin ikonları ve bazı malzemeleri aşağıdaki müzeye taşınmış, bir kısmı da aslına uygun olarak bire bir yapılmış. Mağarada despotun oturduğu koltuk ve önündeki iki suçlu için kazılmış kuyular kalmış. Suçlular papazın kontrolünde 3 gün o kuyularda kalırlarmış. Bu süre içinde durumlarında iyi hal görülürse çıkarılırmış kuyudan ve normal yaşamlarına dönerlermiş, iyi hal görülmezse hapishaneye götürülürlermiş. Beyhan’ı kuyuya attık, ama üç gün beklemeden çıkardık kuyudan. Yunus bir ara ayrılmıştı bizden o köydeki camiyi ve hamamı çekmeye girmiş. Hamamın halini görünce yüreği burkulmuş. Gençlerin gayri meşru yaşamları ve alışkanlıkları için kullanılır durumdaymış.
Müze açıldı. Burası aslında kilise, Kilisenin giriş kapısının üstündeki kitabede, M.S 327 yılında İmparator Konstantin'in annesi Helena tarafından yaptırıldığı ve 2. Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde de onarım gördüğü yazılı. Roma, Bizans, Kudüs güzergâhı üzerinde yer alan bu önemli mıntıka, 'Kutsal Haç' yolcuları için uğramadan geçilmeyen bir konak yeriymiş. İnşa edilen büyük mabetler, hanlar hamamlar, çarşılar, pazarlar, kaleler, kışlalar ve ilim sanat hayatı ile bütün bunların sonucu artan refah seviyesi Sille'yi, mamur ve müreffeh hale getirmiş. Sille mübadeleden sonra önemli ekonomik bir sarsıntı geçirmiş. Usta ve sanatkârlarını kaybetmiş.
Bayıldım Sille Köyü'ne. Burada daha çok vakit geçirmek istiyoruz ama Konya'da gezecek görecek çok yerimiz var. Hemen yola koyuluyoruz.
Tavus Baba
Tavus Baba türbesindeyiz. Türbe Meram Bağları’nda. Yeşili bol, düzenlemesine de özen gösterilmiş ormanlık bir alan burası. Küçük de bir çay geçiyor içinden. Meram çayı. Konyalılar yazın buraya piknik yapmaya gelirlermiş.
Burada Tavus Baba Türbesi var. Tavus Baba’nın asıl adı Mehmet, memleketi Hindistandır. Anadolu Selçuklu sultanlarından Rükneddin Süleyman ve Alâeddin Keykubat dönemlerinde yaşamış. Selçuklu sultanlarının kültür adamları ile tasavvuf erbâbına gösterdikleri hürmetten dolayı Konya’ya gelip yerleşmiş. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemekte. Kimisine göre Tavus, bir kadındır. Kimisine göre Bektaşi şeyhidir. Kimisine göre Mevlâna’yı görmeye gelmiş bir aşıktır, burada vefat etmiştir. Vefatından sonra cenazesi tavus kuşu tüylerine dönüştüğü için, ona Tavus Baba adı takılmıştır. Türbesini Mevlâna yaptırmıştır.
Burada yatan zat, kim olursa olsun, önemli olan onun asırlardan beri halk arasında bir Allah dostu olarak bilinip anılmasıdır.
Burada Erol Mert çocuklarını kaybetti. Herkes bulmak için seferber oldu. Ancak kısa sürede bulundu. Erol’u beklerken Meram Bağlarındaki taş köprünün etrafında turladık. Keşke turlamasaydık. Derenin köprüden yukarısı Meram Parkı’na doğru tertemiz. Hoşumuza gitti. Köprüden aşağısı pislik içinde. Hemen karşıda da valinin, belediye başkanının ve emniyet müdürünün evi varmış. Her gün orada oturmalarına rağmen bu derenin pisliğini görmemeleri anlaşılır gibi değil.
Âteşbâz-ı Velî Yusuf
Âteşbâz-ı Velî ya da gerçek adıyla Yûsuf bin İzzeddin, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin aşçısı ve Mevleviliğin önemli isimlerinden. Ateşbâz-ı Veli olarak ün yapmış. Ateşbaz, ateşle oynayan demekmiş. Onun Mevlâna ve Mevleviler arasında önemli bir yeri varmış. Türbe klasik Selçuklu kümbetleri tipinde. İki katlı olan türbenin altı cenazelik üstü ibadethane. Artık Selçuklu eserlerini tanıyoruz.
Hikâyesi şöyle Ateşbâz-ı Velî’nin: Bir gün mutfakta yemek pişerken odun tükenir, Ateşbâz-ı Mevlânâ’ya gider, durumu anlatır. Mevlâna; “Git ayaklarını ocağın altına koy” der. Emri yerine getiren Ateşbâz-ı Veli, ayaklarından çıkan ateşle yemeğin kaynamaya başladığını görür. Ne var ki sol başparmağına bakarken “Yanar mı?” diye şüpheye düşer ve sol başparmağı yanar. Durumu Mevlâna’ya anlatırlar, Mevlâna mutfağa gelerek niçin şüpheye düştün anlamında “Hay Ateşbâz hay!” der. Mevlâna da Ateşbâz-ı Velî’ ye “Tuzunu alanlar huzur bulsun, ziyaret edenlerinin her derdi iyi olsun. Aşları artsın, eksilmesin, taşsın dökülmesin.” Diye dua eder.
O da utanarak sağ başparmağını yanan parmağının üzerine kapatır. Bu olay Mevlevi dervişler semaya başlamadan önce saygıyla yâd ederler. Sağ ayak başparmağını sol parmaklarının üzerine basarak başlarlar semaya. Böylece Yûsuf bin İzzeddîn bu olaydan sonra ateşle oynayan mânâsına gelen “Ateşbâz” ünvânıyla anılmaya başlar.
Türbenin altında bir küçük delik var. Türbedar bana delikten “içeriye bak” dedi. Baktım. “Ne gördün” dedi. Taş gördüm dedim. “Senin kalbin taşlaşmış” diyerek hışımla çekti gitti yanımdan.
Türbeye gelenler içeride bulunan tabaktan tuz alırlar ve sofraya bereket getirdiğine inanırlar. Bu bir gelenektir.
İnce Minareli Medrese
Medrese 1254’de yapılmıştır. Selçuklu taş işçiliği şaheserlerindendir. Giriş kapısının üzerinde kabartmalı geometrik ve bitkisel bezemeler var. Ayrıca Selçuklu sülüsüyle yazılmış "Yasin ve Fetih" sureleri var. Binanın iç mekanları avlu, dershane, ve öğrenci odalarından oluşuyor. Minaresi Çift şerefeli. 1901 'de yıldırım düşmüş ve birinci şerefeye kadar yıkılmış. 1956 yılında müze olarak açılan medresede Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Dönemine ait taş ve ahşap eserler teşhir edilmekte. Mükemmel bir işçilik. Taş işçiliğinin en güzel örneği demek yanlış olmaz.
Böylesine mükemmel bir eseri ağız tadıyla dinleyemiyoruz rehberimizden. Konyalı Erol Mert kardeşimin ‘Ben bu medreseyi bugüne kadar görmemiştim, çok şeyler kaçırmışım, Allah razi olsun Türk eğitim Derneği’nden.’ dediği o şaheserin fotoğraflarını rahat rahat çekemiyoruz.
Belediye, Medresenin önüne park yasağı koysa da gelen ziyaretçiler rahat rahat fotoğraflarını çekseler ve medrese ile ilgili anlatılanları rehberlerinden dinleyebilseler harika olur. Yayalar da kabalaşıyor burada. Misafir olduğumuz belli, fotoğraf çekiyoruz, rehberden bilgi alıyoruz, biraz da temaşa eyliyoruz medresenin taş kapısını, minaresini, bütün bunları görüyorlar. Yabancı olduğumuz her halimizden belli, “Yolu kapatmasana kardeşim!” diyebiliyorlar. ‘Bunlar Selçuklu torunu olamaz.’ diye karar vermek yanlış olmasa gerektir.
Alâeddin tepesi
Selçuklu Hükümdarı I. Alâeddin Keykubat’ın sarayı varmış burada. Alâeddin Tepesi adını
oradan alıyormuş. Yıkılmış. Sadece küçük bir duvarı kalmış, üzerine koruma amaçlı kubbemsi bir yapı yapılmış. O da yakında yıkılacak gibi duruyor. Aradan geçen yıllarda o saray yeniden yapılabilirdi. Ve biz geldiğimiz de ibret alacak başka güzellikler, anlamlı işçilikler, sanat eserleri görebilirdik de övüncümüz göğsümüzü kabartırdı. Ama olmadı.
İplikçi Camii
İplikçi Camii'nin yapımı ile ilgili efsaneler çok, bir tanesi şöyle; bir iş adamı "Ben kimseden yardım almadan bu camiyi yaptıracağım, sevabı da sadece benim olacaktır" der. Sözüne de sadık kalır. Bu arada bir kadın gelir az da olsa katkıda bulunmak ister, yalvarmaları boşunadır, isteği reddedilir. Buna rağmen kadın ısrarcıdır, her gün gelir isteğini tekrar eder. Aynı cevabı alır ve geriye dönermiş. Kadın geçimini iplik bükerek sağlarmış, onun için de kadının lakabı iplikçiymiş. Bir gün kadın büktüğü iplikleri kırpık kırpık yapmış, gece gizlice gelerek iplik kırpıklarını caminin duvarının örüldüğü harca karıştırmış. Aradan aylar geçmiş, cami inşaatı bitmiş. Ve camiyi yaptıran iş adamı bir rüya görmüşr. Bir “pir-i fani" kendisine ‘Camiyi sen yaptırdın ama, caminin sevabı sana yazılmadı. Harçlara ipliğini karıştıran kadına yazıldı’ demiş. Araştırmış, soruşturmuş ve caminin duvarından örnekler aldırmış, inceletgmiş. Görmüş ki, söylenilen doğrudur. Yaptığı yanlışın farkına varmış ve bu caminin adı, “İplikçi Camii” olsun’ demiş. O gün bugündür caminin adı İplikçi Camii olarak anılır. Doğrudur, yanlıştır bilinmez ama, ibretlik bir hikayedir.
İplikçi Camii'nin yapımı ile ilgili efsaneler çok, bir tanesi şöyle; bir iş adamı "Ben kimseden yardım almadan bu camiyi yaptıracağım, sevabı da sadece benim olacaktır" der. Sözüne de sadık kalır. Bu arada bir kadın gelir az da olsa katkıda bulunmak ister, yalvarmaları boşunadır, isteği reddedilir. Buna rağmen kadın ısrarcıdır, her gün gelir isteğini tekrar eder. Aynı cevabı alır ve geriye dönermiş. Kadın geçimini iplik bükerek sağlarmış, onun için de kadının lakabı iplikçiymiş. Bir gün kadın büktüğü iplikleri kırpık kırpık yapmış, gece gizlice gelerek iplik kırpıklarını caminin duvarının örüldüğü harca karıştırmış. Aradan aylar geçmiş, cami inşaatı bitmiş. Ve camiyi yaptıran iş adamı bir rüya görmüşr. Bir “pir-i fani" kendisine ‘Camiyi sen yaptırdın ama, caminin sevabı sana yazılmadı. Harçlara ipliğini karıştıran kadına yazıldı’ demiş. Araştırmış, soruşturmuş ve caminin duvarından örnekler aldırmış, inceletgmiş. Görmüş ki, söylenilen doğrudur. Yaptığı yanlışın farkına varmış ve bu caminin adı, “İplikçi Camii” olsun’ demiş. O gün bugündür caminin adı İplikçi Camii olarak anılır. Doğrudur, yanlıştır bilinmez ama, ibretlik bir hikayedir.
Bahçesinde bir şadırvan var. Akustik sanatının zirve yaptığı bir şadırvan. Nasıl bir şey olduğunu anlamak için o şadırvanı ayakta tutan sütunların yanına karşılıklı olarak durmak ve konuşmak yeterlidir. Sesler o kadar net duyuluyor ki; şaşırmamak elde değil. Fısıltıyla bile konuşsanız yine duyuluyor konuşmalar.
Mevlâna Türbesi
Taşların, çiçeğe ve ağaçlara tercih edildiği Mevlâna Meydanı’ndan geçerek türbeye ulaştık. Çok kalabalık. ‘Cumartesi olduğundandır.’ dediler. Ziyaret için 30 dakika verildi. Mevlâna’nın mezarı oğlunun mezarından daha yüksek. Yapılırken böyle yapılmış. ‘Oğlu defnedilince Mevlâna ayağa kalktı.’ şeklinde anlatılanlar hikâyeymiş. Rehberimiz öyle anlattı. Dualarımızı yaptık ve oradan ayrıldık. Dışarıda, bahçenin içinde müridlere ait odalar var. Neyler, ritim sazlar, giysiler, mutfak eşyası sergileniyor. Onları gördük. Fotoğraflarını çektik. Tarihe kısa da olsa bir yolculuk yaptık ve Mevlâna için dua ettik: “Yarabbi bu kulunun varsa bir günahı hayra tebdil eyle, sen affedicisin, merhameti bol olansın” dedik. Mevlâna’nın yüzü suyu hürmetine kendimiz için bir şey istemedik Yüce Mevla’mızdan.
İçeride bir izdiham vardı ki görmeyin gitsin. Nedir bu kalabalık, ne yapıyorlar burada diye yaklaştık o tarafa. “Sakal-ı Şerif” dediler. Ellerini yüzlerini o muhafazaya sürmeye çalışanlar, göz yaşı akıtanlar, ağlamak için kendilerini zorlayanlar, sakal şişesini karşıdan selamlayanlar. Çok kötü bir manzara. Müslümana yakışmayan bir manzara. Bunlar içerideki trafiği de aksatıyorlar. Sonra, Mevlâna Müzesi’nde Sakal-ı Şerif’in ne işi var? Diye düşündük, ona da anlamak veremedik. Ne nedir, niçin yapılıyor anlaması zor bir mesele.
‘Müzeye giriş ücretsiz, Davutoğlu’nun emri.’ dediler. ‘Vardır bir bildiği başbakanımızın.’ dedik amma, yanlış bir uygulamadır diye de şerhimizi koyduk.
20 sene önce gittiğimde müzenin tabanı taş döşeme idi. Şimdi tahta döşemişler. Yıprandığı için olabilir elbet. Ama tahta yerine aslına uygun olarak taş veya mermer döşemek zor olmasa gerektir. Tarihi dokuyu koklayamıyorsunuz. Afyon hemen yanı başında Konya’nın, oradan mermer getirilebilirdi.
Kalabalığı ve izdihamı önlemek için, ziyaretçiler 25 er kişilik gruplar halinde, belirli aralıklarla ve rehber eşliğinde müzeye salınabilir. Ücretsiz olacağına, ücretli olur ve alınan ücretlerle de fazladan rehber görevlendirilir. İçeriye giren ziyaretçiler de Müze’den bir şey öğrenerek çıkar, Mevlâna’yı biraz daha yakından tanır. İhtiyaçlarına, sıkıntılarına vesile kılmaz. Müze’yi ücretsiz yapıp izdiham yaratmak mı daha iyidir, yoksa ücret alarak fazladan rehber istihdam ederek müzeye girenleri memnun etmek ve öylece uğurlamak mı? Ferman başbakanımızındır. Ne diyebiliriz başka…
Etli ekmek
Sona doğru yaklaşıyoruz. Şems-i Tebrizi’yi ziyaret edeceğiz. Etli ekmeğimizi ve bamya
çorbamızı yiyerek Konya’dan ayrılacağız. Öyle yaptık. Etli Ekmeği de Bamya çorbası da lezzetliydi. Ete biraz daha kıyabilselerdi daha da lezzetli olabilirdi. Et fiyatları yüksek olduğundan olabilir diye yorum yaptık. Konya’nın o büyük büyük beyaz şekerlerinden almayı da ihmal etmedik. Bamya yemeyen Dilruba ve Beyhan’a da bamya yedirebildik. Çok lezzetli buldular.
Akşehir/Nasrettin Hoca
Nasrettin Hoca’ya yönümüzü döndürünce başladık gülmeye. Hoca’dan fıkralar anlattı arkadaşlarımız otobüste. Parkta Nasrettin Hoca’nın heykelleri ve fıkralarından örnekler var. Her birinin başında fotoğraf çekme yarışına girdik. Biz Nasrettin Hoca’ya doyamadık. Emin’in düdüğü acı acı çalıyordu. Sonunda ikna ettik Emin’i ve hediye alma zamanı aldık. Hem hediyelerimizi aldık, hem de dükkân sahibinin ikramı olan çay ve salep içtik. Yarım saatlik o zaman çok iyi geldi bize.
Çocuklarımla ve eşimle yıllar önce gelmiştim buraya. Kızım Dilruba “Aaa Hatun ölmüş yazık“ diye
üzülmüştü. Bu ziyaretimizde, o gün türbe yolunda yürürken çekildiğimiz fotoğrafın aynısını çekildik. Sevgili Beyhan çekti fotoğrafımızı. Bir nostalji işte. Bir de Denizli’ye gelin giden bir çift vardı orada. Hoca’dan dua almak için gelmişler. Hoca da onlara bir ömür boyu mutluluklar dilemiş. “Birbirinize saygılı olun, ufak tefek meseleleri büyüterek aile yuvanızın tadını kaçırmayın” demiş. Birlikte fotoğraf çekildik. Akşehir’de böyle bir adet varmış. Adetlerin yaşaması, yaşatılması ne kadar da anlamlı.
Kültür merkezi
Nasrettin Hoca maalesef, Mevlâna kadar önemsenmemiş. Akşehir’de Nasrettin Hoca Kültür Merkezi yok. Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan Kültür Bakanlığı’na ait bir kitap bir CD ve onun tanıtıldığı bir tanıtım noktası yok. Oysa Akşehir’e Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan bir panorama yapılabilirdi. En azından bir salonda bildik giysileriyle film olarak çekilmiş fıkralarını dinleyebilirdik.
Kocaman bir yanlış daha var. Bu yanlış Nasrettin Hoca’ya hakaret anlamı taşıyor. Nasrettin Hoca komedyen seviyesine düşürülüyor. Nasrettin Hoca gibi bir değer nasıl olur da komedyenlerin seviyesine indirilir, bu nu anlamak mümkün değil. Anlatmak istediğim; Nasrettin Hoca’nın heykellerinin bulunduğu parka diğer komedyenlerin de heykellerini koymuşlar. Hiç de yakışık almamış. Nasrettin Hoca’ya bundan daha büyük hakaret yapılabilir mi, siz karar verin.
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın taktik toplantısını burada yapmış. Sonra Afyon Kocatepe ve ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!’ demiş. Biz de aynı heyecanla çıktık Afyon yoluna. Yolda Konya’nın değerlendirmesini yaptık. Selçuklunun unutulmasını, değerlerimizin alt üst edilmesini yadırgadık. Geçmişini bilmeyen ve geçmişine sahip çıkmayan milletlerin tarih sahnesinde söz sahibi olamayacaklarının altını çizdik. Gez dünyayı gör Konya’yı, tarihe ihanet nasıl oluyormuş anla’ şeklinde o malum deyime ilavede bulunduk.
Devam edecek…