1 Mayıs 2016 Pazar

Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri (IV) - Hurafeler Şehri Konya-

Konya
Selçuklu İmparatorluğu’na yaklaşık 200 sene başkentlik yapmış bir şehir Konya(1096-1277). “Gez dünyayı gör Konya’yı.” derler. Bu söz boşuna söylenmemiştir. Kurduğu medeniyetle dünyada kendisinden söz ettiren, ilme ve irfana önem veren, Nizamiye Medreseleri’yle ilim dünyasında yepyeni çığırlar açan Selçuklu İmparatorluğu’nun Payitahtı Konya. Türk Eğitim Derneği “Kültür Gezisi” ekibi olarak Selçuklu’nun izlerini Amasya’dan beri sürerek geldik Konya’ya. Amasya, Kars(Ani harabeleri), Erzurum, Sivas, Kayseri, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Afyon derken Konya’da final yapacaktık. Kültür Gezimizin adı da ‘Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri’ idi. Konya bizi hayal kırıklığına uğrattı. Kötü bir final oldu. “Gez dünyayı gör Konya’yı’. Bugünkü Konya için bu söz söylenemez herhalde.




O Muhteşem Selçuklu’dan geriye kadri kıymeti bilinmeyen kırık dökük birkaç eser kalmış. Dünyaya, medeniyetin ne olduğunu öğreten Selçuklu’dan geriye kalan işte bunlar. Geçtiğimiz yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı’ndan tarumar olarak çıkan Avrupa ülkeleri toparlanmışlar, yaralarını sarmışlar, bugün elbirliği içinde imece usulüyle birbirlerinin yardımına koşuyorlar. Aralarındaki sınırları bile kaldırmışlar. Kendi medeniyetlerini kurmuşlar, hem de Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kurduğu alt yapıyla. Geçen bu 100 yıllık süre içinde onlar Müslümanların değerleriyle seviyelerini yükseltirken Müslümanlar kendi değerlerine küfretmekle meşgul olmuşlar. Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye de aynı şeyi yapmış. Hâlâ yapmaya devam etmektedir. Medeniyetin ne olduğundan bihaber olan çapulcular yönetmiş Türkiye’yi bu süre içinde.
Derin ünlü bilginlerini, filozoflarını, şairlerini, mutasavvıflarını, hocalarını, musikişinaslarını da bağrına basmış bir şehir Konya. Bahaeddin Veled, Mevlâna Celaleddin, Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevi, Şahabeddin Sühreverdi gibi bilginleri, Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıfları da var Konya’nın. Bu ilim adamları verdikleri eserlerle şehri bir kültür merkezi haline getirmişler. Nasreddin Hoca da güldüren ve düşündüren fıkraları ile Konya’nın kültür ve sosyal hayatının gelişmesinde asırlardır devam eden bir bilge kişidir. Bunlar unutulmuş. Yok farzedilmiştir.






Selçuklular dönemi Konyası’na bakarsak; kütüphaneler var, Tarih, Edebiyat, Felsefe, Sanat,
Tıp, Kozmografya, Hukuk ve Din alanında büyük tarihi ve kültürel atılımlar var; bu altyapıya bağlı olarak Medreseler, Camiiler, türbeler, çeşmeler, kaleler, hanlar, hamamlar, çarşı ve bedestenler, köprüler, saraylar, şifahaneler, kervansaraylar yapılmış Konya’ya. Bunlar da unutulmuş. Sadece Mevlâna’sıyla kendisinden söz edilir bir şehir haline gelmiş. Varsa yoksa Mevlâna. Mevlâna da olsun elbet, ama o koca imparatorluk Mevlâna’dan ibaret değildi ki.
Gece şehir turu






Otel şehrin merkezinde. Mevlâna Meydanı’nın hemen yakınında. Otele yerleşir yerleşmez önce yemeğimizi yedik sonra da şehir turuna çıktık. Işıl ışıl bir cadde. Ana caddeymiş orası. Mevlâna Caddesi. Konya’da zaten bu caddeden ibaret gibiymiş. Karşımızda Mevlâna Türbesi var. Kocaman bir meydandayız. Işıklı bir tabela koymuşlar meydanın ortasına. Konya yazıyor. Anlaşılan fotoğraf çekilmek isteyenler için hazırlanmış burası. Deklanşörlere basıldı. Herkes birbirinin fotoğrafını çekiyor.
Taş meydan





25 sene önce geldiğim meydan burası. Ama o zaman daha güzeldi. Çiçekler vardı bu meydanda, ağaçlar vardı. Hatta döner kavşak bile vardı. Oturulabiliyordunuz da. Rengârenk çiçeklerin arasındasınız oturmuşsunuz bankın üzerine, Mevlâna Türbesi’ni almışsınız karşınıza, seyrediyorsunuz. Ne romantik değil mi? Şimdi o güzelim çiçekler sökülmüş, ağaçlar kesilmiş, yerlere taş döşenmiş. Anlayacağınız cascavlak bir hal almış meydan. Diyelim, belediye görevlileri böyle absürt bir karar aldılar, bu karar uygulanırken Konya halkı neredeydi? Demek ki, kel başa şimşir tarak. Yazık olmuş. Dünyayı gezip de sakın Konya’yı görmeye gitmeyin, hayal kırıklığına uğrarsınız. O eskidenmiş. Şair derki: “Taş taş değildir/ Kalbindir taş senin/ Söyle nereni nasıl yaksın/ Bu ateş senin.”
Alâeddin tepesi
Rotamızı çevirdik Alâeddin Tepesi’ne. Tepeden Konya’yı seyretmek harika. Bütün Konya ayağınızın altında kalıyor. lşıl ışıl.
Alaeddin Tepesi bir höyükmüş, yani eski çağlarda insanlar tarafından oluşturulmuş ve






üzerine yerleşim yerleri kurulmuş. Yapılan araştırmalarda bu tepenin geçmişi Bakır Çağı’na kadar uzanırmış. Tam o tepeye bir saray yaptırmış Alâeddin Keykubat. Bir de cami. Saraydan geriye koruma altına alınmış gibi görünen bir duvar ve bir de cami kalmış. Ertesi günü gördük ki, cami tamir halinde. İçindeki sütunlardan biri yıkılmış, dışarıya çıkarmışlar ve orta yere atıvermişler. Ayak altında, üzerine çıkmak, oturmak serbest. O direğin yerine de betondan bir direk yapmışlar.
Hava serin. Kapalı bir mekâna attık kendimizi. İçerde Türklerden daha çok Araplar var.
Demlikler hemen geldi. Çay mükemmel. Sohbet de ona göre uzayıp gitti. Çay parasını Fatma Mıdık ödemiş, hakikatli kız vesselam.
Rehberle tanışma
Otele dönünce Konya rehberimiz Kamil Bey’le tanıştık. Kibar ve beyefendi birisi. Ancak ertesi günü işin ehli olmadığını anladık. Ama hatasını yüzüne vurmadık. Ayrılırken kucaklaşarak ayrıldık. Rehberler giyim kuşamlarına da dikkat etmeliler.
Sabah 7.30’da yola çıkmamız gerekiyormuş. Konya’yı gezmeye dışardan başlayacakmışız. Hedef Sille Köyü.   Yola çıkar çıkmaz başladı anlatmaya rehber Kamil Konya’yı: “Konya’nın evleri 140, 150 metre kare genişliğindedir. Konyalılar zevklerine düşkün insanlardır. Konya’nın etli ekmeği ve bamya çorbası meşhurdur. Düğün yemeklerinde pilav üstü et kavurması verilir. En az et kavuran bir ton kavurur.
Ve Sille köyü
Burası Karamanlı Ortodoksların mübadele öncesi yaşadığı şirin bir Rum köyüdür. Sille’nin nüfusu Cumhuriyet sonrası mübadele döneminde azalmış. Rumlar gidince de eski tadı kalmamış. “Arkeolojik veriler yerleşkenin 6000 yıl öncesinde kurulduğu yönündedir. Sille (Silenos), kaynayıp, coşarak köpürüp akan, önüne gelene silip süpüren su demektir. Roma, Bizans, Kudüs yolu üzerinde yer aldığı için önemli bir dini merkezmiş. Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarından biri olan Ak Manastır ("Hagios Khariton Manastırı", "Deyr-i Eflâtun") bu köydedir ve yaklaşık 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir.





Sille köyü, Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de tarihi İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Cumhuriyet öncesinde 18.000'e ulaşan nüfus, bugün 3.700 civarındadır. 1913 yılında Sille'de 60 adet kilise varmış. Bugün 7 kilise ve 7 cami ayakta duruyor.
Köyde yumuşak volkanik kayalara oyulmuş pek çok küçük kilise de varmış. Aya Eleni Kilisesi, Hz.İsa'nın doğumundan 327 yıl sonra Bizans imparatoru Konstantin' in annesi Heleni tarafından yaptırılmış. Yakın zamanda restorasyonu yapılmış. İkinci katında kadınlar için yer ayrılmış. Sermahfil.
Evlerin kimisi yıkılmaya yüz tutmuş, kimisi de restore edilmiş hâlâ kullanılıyor. Butik oteller, kafeler, sanat atölyeleriyle kıpır kıpır bir köy Sille. Köyün içerilerine doğru ilerlerken eski taş köprü çıkıyor karşımıza. Sanki Mostar Köprüsü'nü alıp Sille Köyü'ne koymuşlar gibi.
Biraz erken gelmişiz köye. Kilise saat 10’ da açılıyormuş. Bizden önce gelenler de vardı. Manisa’dan gelmişler. Bekleyemediler geriye döndüler. Elbette rehberlerin kilisenin 10’ da açılıyor olduğunu bilmeleri lazım. Ama bilmiyorlar işte. Bizim rehber de bilmiyormuş.
Despot
Bizim gezimizin adı kültür gezisi. Buraya kadar gelip de M.S. 327 yılında yapılan kiliseyi görmeden gitmek olmazdı. Beklemeye karar verdik. Zamanı değerlendirip yaşam alanı olarak oyulmuş kayalara çıktık. Rehberimiz Kâmil bizimle geldi. Kilise olarak kullanılan bir kaya oyuğu var, odalar ve mezar oyukları var, odalar arasına geçişi sağlayan daracık oyuklar var. Bu oyuklardan Kapadokya Bölgesi’nde de görmüştük. O günün insanları gerçekten zor şartlarda yaşamışlar.





Mağaradaki kilisenin ikonları ve bazı malzemeleri aşağıdaki müzeye taşınmış, bir kısmı da aslına uygun olarak bire bir yapılmış. Mağarada despotun oturduğu koltuk ve önündeki iki suçlu için kazılmış kuyular kalmış. Suçlular papazın kontrolünde 3 gün o kuyularda kalırlarmış. Bu süre içinde durumlarında iyi hal görülürse çıkarılırmış kuyudan ve normal yaşamlarına dönerlermiş, iyi hal görülmezse hapishaneye götürülürlermiş. Beyhan’ı kuyuya attık, ama üç gün beklemeden çıkardık kuyudan. Yunus bir ara ayrılmıştı bizden o köydeki camiyi ve hamamı çekmeye girmiş. Hamamın halini görünce yüreği burkulmuş. Gençlerin gayri meşru yaşamları ve alışkanlıkları için kullanılır durumdaymış.
Müze açıldı. Burası aslında kilise, Kilisenin giriş kapısının üstündeki kitabede, M.S 327 yılında İmparator Konstantin'in annesi Helena tarafından yaptırıldığı ve 2. Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde de onarım gördüğü yazılı. Roma, Bizans, Kudüs güzergâhı üzerinde yer alan bu önemli mıntıka, 'Kutsal Haç' yolcuları için uğramadan geçilmeyen bir konak yeriymiş. İnşa edilen büyük mabetler, hanlar hamamlar, çarşılar, pazarlar, kaleler, kışlalar ve ilim sanat hayatı ile bütün bunların sonucu artan refah seviyesi Sille'yi, mamur ve müreffeh hale getirmiş. Sille mübadeleden sonra önemli ekonomik bir sarsıntı geçirmiş. Usta ve sanatkârlarını kaybetmiş.
Bayıldım Sille Köyü'ne. Burada daha çok vakit geçirmek istiyoruz ama Konya'da gezecek görecek çok yerimiz var. Hemen yola koyuluyoruz.
Tavus Baba






Tavus Baba türbesindeyiz. Türbe Meram Bağları’nda. Yeşili bol, düzenlemesine de özen gösterilmiş ormanlık bir alan burası. Küçük de bir çay geçiyor içinden. Meram çayı. Konyalılar yazın buraya piknik yapmaya gelirlermiş.
Burada Tavus Baba Türbesi var. Tavus Baba’nın asıl adı Mehmet, memleketi Hindistandır. Anadolu Selçuklu sultanlarından Rükneddin Süleyman ve Alâeddin Keykubat dönemlerinde yaşamış. Selçuklu sultanlarının kültür adamları ile tasavvuf erbâbına gösterdikleri hürmetten dolayı Konya’ya gelip yerleşmiş. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemekte. Kimisine göre Tavus, bir kadındır. Kimisine göre Bektaşi şeyhidir. Kimisine göre Mevlâna’yı görmeye gelmiş bir aşıktır, burada vefat etmiştir. Vefatından sonra cenazesi tavus kuşu tüylerine dönüştüğü için, ona Tavus Baba adı takılmıştır. Türbesini Mevlâna yaptırmıştır.
Burada yatan zat, kim olursa olsun, önemli olan onun asırlardan beri halk arasında bir Allah dostu olarak bilinip anılmasıdır.
Burada Erol Mert çocuklarını kaybetti. Herkes bulmak için seferber oldu. Ancak kısa sürede bulundu. Erol’u beklerken Meram Bağlarındaki taş köprünün etrafında turladık. Keşke turlamasaydık. Derenin köprüden yukarısı Meram Parkı’na doğru tertemiz. Hoşumuza gitti. Köprüden aşağısı pislik içinde. Hemen karşıda da valinin, belediye başkanının ve emniyet müdürünün evi varmış. Her gün orada oturmalarına rağmen bu derenin pisliğini görmemeleri anlaşılır gibi değil.
Âteşbâz-ı Velî Yusuf
Âteşbâz-ı Velî ya da gerçek adıyla Yûsuf bin İzzeddin, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin aşçısı ve Mevleviliğin önemli isimlerinden. Ateşbâz-ı Veli olarak ün yapmış. Ateşbaz, ateşle oynayan demekmiş. Onun Mevlâna ve Mevleviler arasında önemli bir yeri varmış. Türbe klasik Selçuklu kümbetleri tipinde. İki katlı olan türbenin altı cenazelik üstü ibadethane. Artık Selçuklu eserlerini tanıyoruz.






Hikâyesi şöyle Ateşbâz-ı Velî’nin: Bir gün mutfakta yemek pişerken odun tükenir, Ateşbâz-ı Mevlânâ’ya gider, durumu anlatır. Mevlâna; “Git ayaklarını ocağın altına koy” der. Emri yerine getiren Ateşbâz-ı Veli, ayaklarından çıkan ateşle yemeğin kaynamaya başladığını görür. Ne var ki sol başparmağına bakarken “Yanar mı?” diye şüpheye düşer ve sol başparmağı yanar. Durumu Mevlâna’ya anlatırlar, Mevlâna mutfağa gelerek niçin şüpheye düştün anlamında “Hay Ateşbâz hay!” der. Mevlâna da Ateşbâz-ı Velî’ ye “Tuzunu alanlar huzur bulsun, ziyaret edenlerinin her derdi iyi olsun. Aşları artsın, eksilmesin, taşsın dökülmesin.” Diye dua eder.
O da utanarak sağ başparmağını yanan parmağının üzerine kapatır. Bu olay Mevlevi dervişler semaya başlamadan önce saygıyla yâd ederler. Sağ ayak başparmağını sol parmaklarının üzerine basarak başlarlar semaya. Böylece Yûsuf bin İzzeddîn bu olaydan sonra ateşle oynayan mânâsına gelen “Ateşbâz” ünvânıyla anılmaya başlar.
Türbenin altında bir küçük delik var. Türbedar bana delikten “içeriye bak” dedi. Baktım. “Ne gördün” dedi. Taş gördüm dedim. “Senin kalbin taşlaşmış” diyerek hışımla çekti gitti yanımdan.
Türbeye gelenler içeride bulunan tabaktan tuz alırlar ve sofraya bereket getirdiğine inanırlar. Bu bir gelenektir.
İnce Minareli Medrese
Medrese 1254’de yapılmıştır. Selçuklu taş işçiliği şaheserlerindendir. Giriş kapısının üzerinde kabartmalı geometrik ve bitkisel bezemeler var. Ayrıca Selçuklu sülüsüyle yazılmış "Yasin ve Fetih" sureleri var. Binanın iç mekanları avlu, dershane, ve öğrenci odalarından oluşuyor. Minaresi Çift şerefeli. 1901 'de yıldırım düşmüş ve birinci şerefeye kadar yıkılmış. 1956 yılında müze olarak açılan medresede Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Dönemine ait taş ve ahşap eserler teşhir edilmekte. Mükemmel bir işçilik. Taş işçiliğinin en güzel örneği demek yanlış olmaz.






Böylesine mükemmel bir eseri ağız tadıyla dinleyemiyoruz rehberimizden. Konyalı Erol Mert kardeşimin ‘Ben bu medreseyi bugüne kadar görmemiştim, çok şeyler kaçırmışım, Allah razi olsun Türk eğitim Derneği’nden.’ dediği o şaheserin fotoğraflarını rahat rahat çekemiyoruz.
Belediye, Medresenin önüne park yasağı koysa da gelen ziyaretçiler rahat rahat fotoğraflarını çekseler ve medrese ile ilgili anlatılanları rehberlerinden dinleyebilseler harika olur. Yayalar da kabalaşıyor burada. Misafir olduğumuz belli, fotoğraf çekiyoruz, rehberden bilgi alıyoruz, biraz da temaşa eyliyoruz medresenin taş kapısını, minaresini, bütün bunları görüyorlar. Yabancı olduğumuz her halimizden belli, “Yolu kapatmasana kardeşim!” diyebiliyorlar. ‘Bunlar Selçuklu torunu olamaz.’ diye karar vermek yanlış olmasa gerektir.
Alâeddin tepesi
Selçuklu Hükümdarı I. Alâeddin Keykubat’ın sarayı varmış burada. Alâeddin Tepesi adını





oradan alıyormuş. Yıkılmış. Sadece küçük bir duvarı kalmış, üzerine koruma amaçlı kubbemsi bir yapı yapılmış. O da yakında yıkılacak gibi duruyor. Aradan geçen yıllarda o saray yeniden yapılabilirdi. Ve biz geldiğimiz de ibret alacak başka güzellikler, anlamlı işçilikler, sanat eserleri görebilirdik de övüncümüz göğsümüzü kabartırdı. Ama olmadı.
İplikçi Camii

İplikçi Camii'nin yapımı ile ilgili efsaneler çok, bir tanesi şöyle; bir iş adamı "Ben kimseden yardım almadan bu camiyi yaptıracağım, sevabı da sadece benim olacaktır" der. Sözüne de sadık kalır. Bu arada bir kadın gelir az da olsa katkıda bulunmak ister, yalvarmaları boşunadır, isteği reddedilir. Buna rağmen kadın ısrarcıdır, her gün gelir isteğini tekrar eder. Aynı cevabı alır ve geriye dönermiş. Kadın geçimini iplik bükerek sağlarmış, onun için de kadının lakabı iplikçiymiş. Bir gün kadın büktüğü iplikleri kırpık kırpık yapmış, gece gizlice gelerek iplik kırpıklarını caminin duvarının örüldüğü harca karıştırmış. Aradan aylar geçmiş, cami inşaatı bitmiş. Ve camiyi yaptıran iş adamı bir rüya görmüşr. Bir “pir-i fani" kendisine ‘Camiyi sen yaptırdın ama, caminin sevabı sana yazılmadı. Harçlara ipliğini karıştıran kadına yazıldı’ demiş. Araştırmış, soruşturmuş ve caminin duvarından örnekler aldırmış, inceletgmiş. Görmüş ki, söylenilen doğrudur. Yaptığı yanlışın farkına varmış ve bu caminin adı, “İplikçi Camii” olsun’ demiş. O gün bugündür caminin adı İplikçi Camii olarak anılır. Doğrudur, yanlıştır bilinmez ama, ibretlik bir hikayedir.





Bahçesinde bir şadırvan var. Akustik sanatının zirve yaptığı bir şadırvan. Nasıl bir şey olduğunu anlamak için o şadırvanı ayakta tutan sütunların yanına karşılıklı olarak durmak ve konuşmak yeterlidir. Sesler o kadar net duyuluyor ki; şaşırmamak elde değil. Fısıltıyla bile konuşsanız yine duyuluyor konuşmalar.
Mevlâna Türbesi
Taşların, çiçeğe ve ağaçlara tercih edildiği Mevlâna Meydanı’ndan geçerek türbeye ulaştık. Çok kalabalık. ‘Cumartesi olduğundandır.’ dediler. Ziyaret için 30 dakika verildi. Mevlâna’nın mezarı oğlunun mezarından daha yüksek. Yapılırken böyle yapılmış. ‘Oğlu defnedilince Mevlâna ayağa kalktı.’ şeklinde anlatılanlar hikâyeymiş. Rehberimiz öyle anlattı. Dualarımızı yaptık ve oradan ayrıldık. Dışarıda, bahçenin içinde müridlere ait odalar var. Neyler, ritim sazlar, giysiler, mutfak eşyası sergileniyor. Onları gördük. Fotoğraflarını çektik. Tarihe kısa da olsa bir yolculuk yaptık ve Mevlâna için dua ettik: “Yarabbi bu kulunun varsa bir günahı hayra tebdil eyle, sen affedicisin, merhameti bol olansın” dedik. Mevlâna’nın yüzü suyu hürmetine kendimiz için bir şey istemedik Yüce Mevla’mızdan.





İçeride bir izdiham vardı ki görmeyin gitsin. Nedir bu kalabalık, ne yapıyorlar burada diye yaklaştık o tarafa. “Sakal-ı Şerif” dediler. Ellerini yüzlerini o muhafazaya sürmeye çalışanlar, göz yaşı akıtanlar, ağlamak için kendilerini zorlayanlar, sakal şişesini karşıdan selamlayanlar. Çok kötü bir manzara. Müslümana yakışmayan bir manzara. Bunlar içerideki trafiği de aksatıyorlar. Sonra, Mevlâna Müzesi’nde Sakal-ı Şerif’in ne işi var? Diye düşündük, ona da anlamak veremedik. Ne nedir, niçin yapılıyor anlaması zor bir mesele.
‘Müzeye giriş ücretsiz, Davutoğlu’nun emri.’ dediler. ‘Vardır bir bildiği başbakanımızın.’ dedik amma, yanlış bir uygulamadır diye de şerhimizi koyduk.
20 sene önce gittiğimde müzenin tabanı taş döşeme idi. Şimdi tahta döşemişler. Yıprandığı için olabilir elbet. Ama tahta yerine aslına uygun olarak taş veya mermer döşemek zor olmasa gerektir. Tarihi dokuyu koklayamıyorsunuz. Afyon hemen yanı başında Konya’nın, oradan mermer getirilebilirdi.
Kalabalığı ve izdihamı önlemek için, ziyaretçiler 25 er kişilik gruplar halinde, belirli aralıklarla ve rehber eşliğinde müzeye salınabilir. Ücretsiz olacağına, ücretli olur ve alınan ücretlerle de fazladan rehber görevlendirilir. İçeriye giren ziyaretçiler de Müze’den bir şey öğrenerek çıkar, Mevlâna’yı biraz daha yakından tanır. İhtiyaçlarına, sıkıntılarına vesile kılmaz. Müze’yi ücretsiz yapıp izdiham yaratmak mı daha iyidir, yoksa ücret alarak fazladan rehber istihdam ederek müzeye girenleri memnun etmek ve öylece uğurlamak mı? Ferman başbakanımızındır. Ne diyebiliriz başka…
Etli ekmek
Sona doğru yaklaşıyoruz. Şems-i Tebrizi’yi ziyaret edeceğiz. Etli ekmeğimizi ve bamya





çorbamızı yiyerek Konya’dan ayrılacağız. Öyle yaptık. Etli Ekmeği de Bamya çorbası da lezzetliydi. Ete biraz daha kıyabilselerdi daha da lezzetli olabilirdi. Et fiyatları yüksek olduğundan olabilir diye yorum yaptık. Konya’nın o büyük büyük beyaz şekerlerinden almayı da ihmal etmedik. Bamya yemeyen Dilruba ve Beyhan’a da bamya yedirebildik. Çok lezzetli buldular.
Akşehir/Nasrettin Hoca
Nasrettin Hoca’ya yönümüzü döndürünce başladık gülmeye. Hoca’dan fıkralar anlattı arkadaşlarımız otobüste. Parkta Nasrettin Hoca’nın heykelleri ve fıkralarından örnekler var. Her birinin başında fotoğraf çekme yarışına girdik. Biz Nasrettin Hoca’ya doyamadık. Emin’in düdüğü acı acı çalıyordu. Sonunda ikna ettik Emin’i ve hediye alma zamanı aldık. Hem hediyelerimizi aldık, hem de dükkân sahibinin ikramı olan çay ve salep içtik. Yarım saatlik o zaman çok iyi geldi bize.
Çocuklarımla ve eşimle yıllar önce gelmiştim buraya. Kızım Dilruba “Aaa Hatun ölmüş yazık“ diye





üzülmüştü. Bu ziyaretimizde, o gün türbe yolunda yürürken çekildiğimiz fotoğrafın aynısını çekildik. Sevgili Beyhan çekti fotoğrafımızı. Bir nostalji işte. Bir de Denizli’ye gelin giden bir çift vardı orada. Hoca’dan dua almak için gelmişler. Hoca da onlara bir ömür boyu mutluluklar dilemiş. “Birbirinize saygılı olun, ufak tefek meseleleri büyüterek aile yuvanızın tadını kaçırmayın” demiş. Birlikte fotoğraf çekildik. Akşehir’de böyle bir adet varmış. Adetlerin yaşaması, yaşatılması ne kadar da anlamlı.
Kültür merkezi
Nasrettin Hoca maalesef, Mevlâna kadar önemsenmemiş. Akşehir’de Nasrettin Hoca Kültür Merkezi yok. Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan Kültür Bakanlığı’na ait bir kitap bir CD ve onun tanıtıldığı bir tanıtım noktası yok. Oysa Akşehir’e Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan bir panorama yapılabilirdi. En azından bir salonda bildik giysileriyle film olarak çekilmiş fıkralarını dinleyebilirdik.






Kocaman bir yanlış daha var. Bu yanlış Nasrettin Hoca’ya hakaret anlamı taşıyor. Nasrettin Hoca komedyen seviyesine düşürülüyor. Nasrettin Hoca gibi bir değer nasıl olur da komedyenlerin seviyesine indirilir, bu nu anlamak mümkün değil. Anlatmak istediğim; Nasrettin Hoca’nın heykellerinin bulunduğu parka diğer komedyenlerin de heykellerini koymuşlar. Hiç de yakışık almamış. Nasrettin Hoca’ya bundan daha büyük hakaret yapılabilir mi, siz karar verin.
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın taktik toplantısını burada yapmış. Sonra Afyon Kocatepe ve ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!’ demiş. Biz de aynı heyecanla çıktık Afyon yoluna. Yolda Konya’nın değerlendirmesini yaptık. Selçuklunun unutulmasını, değerlerimizin alt üst edilmesini yadırgadık. Geçmişini bilmeyen ve geçmişine sahip çıkmayan milletlerin tarih sahnesinde söz sahibi olamayacaklarının altını çizdik. Gez dünyayı gör Konya’yı, tarihe ihanet nasıl oluyormuş anla’ şeklinde o malum deyime ilavede bulunduk.
Devam edecek…

24 Nisan 2016 Pazar

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (I) ÖNCE KAPADOKYA/KAYSERİ'DEN

 Grubumuz 20 üyeden oluşuyor. Kayseri’ye indiğimizde saat 14:30’ u gösteriyordu. Özçobantur ekibi karşıladı. Sorumlu yönetici ve rehberler koordinatörü Emin Oruç. Kaptan Sezgin Koparan. Gezimiz 10 gün sürecek. Kapadokya’dan sonra Selçuklu ve Osmanlı başkentlerini ziyaret edeceğiz. Gezimizin adı “İnceleme ve Araştırma Gezisi.” Geziyi organize eden Berlin Türk Eğitim Derneği. 6 rehberimiz var gezi süresince. Hepsi Kültür ve Turizm Bakanlığı kokartlı. Rehberler kendi bölgelerinde bizlere katılacaklar. Kayseri’yi gezmeye Hz. Mevlana’nın hocası Seyyid Burhanettin Mezarlığı ve Türbesinden başladık. Mezarlık ilk bakışta Romalılar’a ait gibi görünüyor. Ancak mezar taşlarının üzerindeki motiflerden ve yazılardan Müslüman Mezarlığı olduğunu anlıyorsunuz. İlk dönem Selçuklu mezarları, oldukça bakımsız. Türbeyi ziyaret ettik.
Duamız şöyleydi: “Yarabbi bu mezarda yatan zatı adaletinle değil rahmetinle yarlığa. Günahlarını hayra tebdil eyle. Sevgili bir kulunsa onun yolunda yürümeyi bizlere de nasip eyle.” Bize muhalefet ederek türbede yatan zatı dualarında vesile kılanlar da yok değildi orada. Türbe taşlarına, örtüsüne ellerini sürüp yüzlerine meshedenler daha çok kadınlardan oluşuyordu. Türbenin bahçesinde simit satılıyorlar. Kayseri’ye özel bir simit olmalı. İlk defa görüyorum. Orta büyüklükte bir tepsi kadar büyük. Bir simit üç kişiye rahat yetiyor. Lezzetli. Rehberimiz Emin oruç anlatıyor Seyyid Burhaneddin (d. 1165, Tirmiz - ö. 1244 Kayseri) Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin yetişmesinde büyük emeği olan İslâm alîmi ve düşünürüdür. Seyyid Burhaneddin, Tirmiz şehrinde doğmuştur. Tirmiz şehri o zamanlar yetiştirdiği birçok âlimleri ile bilim, sanat ve kültür merkezi haline gelmişti. Hazret-i Hüseyin'in torunlarından olduğu söylenir. İlim öğrenme arzusunun fazlalığından dolayı Belh'e giderek Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretlerine talebe oldu. On iki yıl hocasının hizmetinde bulundu. Hocası, oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesini ona havâle etti. Seyyid Burhâneddîn, Mevlânâ'nın lalası ve atabeği olmakla meşhur oldu. Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlana’nın babası ölünce Konya’ya gelmiş 9 sene Mevlana’ya ders vermiştir. 1240 Yılında çok sevdiği
Kayseri’ye gelmiş ve 1244 yılında bir güz mevsiminde fani hayata gözlerini yummuştur. Hunat Hatun Külliyesi Hunat Hatun Müslüman olduktan sonra 1. Alaeddin Keykubat'la evlenir. Kendisinin adı Huand'dır. Sonradan Hunat diye yaygınlaşır. Esas ismi ise Mahperi Hatundur. Mahperi Hatun'un hayatı oldukça hareketlidir. Kocasının imkânlarından faydalanarak o dönemin en önemli külliyesini yaptırır. Kesme taştan inşa edilmiş olan Hunad Hatun Külliyesi cami, medrese, hamam ve türbe bölümlerinden oluşuyor. Cami Medrese, Türbe ve Hamam'dan meydana gelen büyük bir külliye İnşa ederek adını veren bu Selçuklu Hamamı için bir olay nakledilir. Derler ki; Mahperi Hatun, inşasına başlattığı camiyi hemen her gün ziyarete gelir ve inşaatın nasıl seyrettiğini kontrol eder. Kendi isteklerine uygun bir şekilde yapımı için de hassasiyet gösterir. Bir gün, yine böyle bir ziyareti sırasında, Caminin baş ustasının isteksiz çalıştığını görür. Sebebini yakınlarına sorar. Aldığı cevap dikkat çekicidir : ''Usta boy abdesti alamadığı için isteksizdir'' Bunun üzerine, camii inşaatını yarıda bırakır ve hemen hamamı başlatır. Hamam bittikten sonra da, burada çalışanların her gün sabah akşam yıkanmalarını sağlar. Böylece de adına yaptırdığı site tamamlanır. Servetini böyle hayırlı bir hizmete adadığı için, günümüzde bile yaşayan Mahperi hatun, Türk kadınının yalnızca evde kalmadığını ve cemiyetimizde önemli görevler üstlendiğini ve servetiyle de hayır kurumları inşa etmek suretiyle insanımıza yardımcı olduğunu simgesinde türbesine defnedilir. Türbe 1249 yılında inşa edildiğine göre, Mahperi Hatun’un yaşadığı devirde 13’üncü asrın ortalarına rastlamaktadır. Külliyenin merkez yapısı camidir. Giriş kapısının hemen üstündeki süslemelerin altında, Tevbe Sûresi'nin 18. âyeti yazılıdır "Allah'ın mescitlerini ancak Allah'ı ve Âhiret'i tasdik eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden çekinmeyen müminler bina edip şenlendirir. İşte onlar Cennet'e ve bütün muratlarına kavuşmayı umabilirler." Batı ve doğu kapılarının üst kısmında bulunan mermer kitâbede, "Bu mübarek caminin inşasını Keykubad oğlu yüce sultân, din ve dünyanın koruyucusu, fetihler sahibi Keyhüsrev devrinde, Şevval 635 (Haziran 1238) yılında, büyük, âlim, kanaatkâr, dünya ve dinin yüz akı hayırlar fâtihi
Melike (Mahperi Hatun) oğluna emretti -Allah onun yüce varlığını devamlı kılsın, gücünü artırsın." yazmaktadır. Bu tarihi külliyenin ana giriş kapısı zamanla yıpranmış ve yeni bir kapı yapılmış. Yapıyla uzaktan yakından alakası olmayan bir kapı. Verniklenmiş. Sapsarı sırıtıyor karşıdan. Kapının tarihi yapıya uymadığını anlıyorsunuz. Üstüne üstlük kapıyı ilan tahtası olarak da kullanıyorlar. İlanlar için ilan panosu yapmak kimsenin aklına gelmemiş galiba. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu camiye hiç uğramamış olmalı. Bu mükemmel eserin içine girdiğinizde ise yüreğiniz cız ediyor. O güzelim taş duvara ve sütunlara çiviler çakmışlar ve elektrik kabloları asmışlar, meydanda duruyorlar. Dış avluya ucube denebilecek bir sütun dikmişler, yapıyla alakası yok. Yağmur sularını tahliye eden borular da yukardan aşağıya doğru alakasız bir şekilde monte edilmiş. Namazdan sonra cemaatle konuştum.’ Bu tarihi binaya yazık olmuş, sizler bu tahribata mani olabilirdiniz.’ dedim. Hemen bir sakallı hacı emmi atıldı oradan ve ‘Beyefendi sen bırak caminin eksikliklerini de, her gün onlarca şehit geliyor onları engellemeye çalış’ diye gürledi. Hem gidiyor hem de konuşuyor. Yüksek sesle bağırarak camiyi terk etti. Oradakiler de o hacı emmiyi desteklediler. 100 seneden beri tarihi eserlere dokunulmamış. Bir iktidar gelmiş tarihi eserlere sahip çıkmış. Daha sonra gezdiğimiz yerlerde gördük. Tarihi mekânlar şantiye gibi. Ümit ediyorum çalışmalar bu şekilde devam ederse 20 sene sonra eski hüviyetlerine kavuşacaklar. Caminin tuvaletinde tuvalet kâğıdı yoktur. Dışarıya çıkarken peçete veriyorlar. Müslüman bir ülke ve tuvaletinde kâğıt yok. Oradan ayrıldık, Kayseri mantısı yemeye gittik. Lezzetli buldu arkadaşlar mantıyı ve severek yediler. Mantının üzerine gezdirilen tereyağı ayrı bir zevk veriyor. Cosss. Kayseri Çarşısı’nda alışveriş yaptık. Arabayı kokutur diye o güzelim pastırmalardan alamadık. Sonra da istirahat için Ürgüp’e doğru hareket ettik.
Devam edecek...

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (II) ÖNCE KAPADOKYA/KAYSERİ'DEN


 Kayseri, Türkiye'nin en büyük illerinden biri. 1.5 milyon civarında nüfusa sahip. 16 ilçesi var. Ankara ve Konya'dan sonra İç Anadolu'nun üçüncü büyük kenti ve sanayi merkezi. MÖ. 2.000 yıllarında Anadolu’ya gelen Hititler tarafından kurulmuş. Türkiye'nin kültür, sanat, bilim ve turizm merkezleri arasında. Tarihin en eski zamanlarından beri pek çok uygarlığa beşiklik etmiş ve her dönemde önemini korumuş. Roma devrinde şehre imparator şehri anlamında Kaisareia adı verilmiş. Türkler Anadolu'yu fethedince Kayseri adını vermişler. Rehber Emin’in anlattığına göre 1067'de Selçuklu komutanı Afşin ile Türk hâkimiyetine giren Kayseri; başta Selçuklular olmak üzere her dönemde önemli bir kültür merkezi olmuş. Kayseri, ülkemizin ilk uçak fabrikasının kurulduğu il olması itibariyle de önemliymiş. Günümüzde ise Kayseri ekonomik, kültürel, sağlık, eğitim, spor ve şehircilik alanında yakaladığı ivme ile Türkiye'nin en hızlı gelişen ve dikkat çeken
şehirlerinin başında geliyormuş. Sokakları, caddeleri geniş. Bakımlı bir şehre benziyor. Gezi bağları türküsünü eşliğinde ayrılıyoruz Kayseri’den. Hep beraber söylüyoruz. “Gesi bağlarında dolanıyorum/ Yitirdim yarimi, aman aranıyorum/ Bir tek selamına güveniyorum/ Gel otur yanıma, hallarımı söyleyim/ Derdimden anlamaz, ben o yari neyleyim/ Ölüm varsa bu dünyada zulüm var/ Atma garip anam, beni dağlar ardına/ Kimseler yanmasın anam yansın derdime.” Kaptan sezgin önceden kaydetmiş yöre türkülerini. Yeri gelince basıyor düğmeye. Bazen ağlıyoruz, bazen düşünüyoruz bazen de oynuyoruz. O uçsuz bucaksız verimli Anadolu toprakları kayıp gidiyor ayağımızın altından. Bu kadar güzel bu kadar alımlı olmak zorunda mıydın ey Anadolu’m. Herkes senin peşinde. Düşmanlarındır sevenlerin. Biliyorum ki sevenlerin senin için kavga ettikçe sen de acı çekiyorsun. Ama bak biz geldik, 3.000 km. uzaklıktan geldik, sırf seni görmek, ziyaret etmek için geldik. Hadi sil göz yaşlarını, bugün ağlamak değil gülmek zamanıdır. Akşam Ürgüp’te konaklayacağız. Sebahattin Bozkurt, Yunus İnci, Dilruba Kam ve Beyhan Bozkurt fotoğraflar çekecekler ve gezi notlarını tutacaklar. Yol emiri Hüseyin Bozkurt, yardımcısı Fatma Mıdık. Gezi süresince uyulması gereken kurallar koydular; serbest zaman olarak verilen saatten sonra buluşma yerine gelenler 5 TL. ceza ödeyecekler, otobüste kabuklu yiyecekler yenilmeyecek, gezilecek ve ziyaret edilecek yerlerin aksatılmadan gerçekleştirilmesi için hızlı hareket edilecek, izin almadan kimse gruptan ayrılamayacak… Kurallar kesin.
Grup üyelerinden alkışlar yükseldi. Belli ki konulan kurallardan herkes memnun. Kapadokya Kapadokya, Pers dilinde “güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelirmiş. Nevşehir, Niğde, Kırşehir ve Kayseri illerini kapsayan bölgenin adı Kapadokya. Hâlâ at yetiştirilmeye devam edilirmiş Kapadokya’da. Bilhassa Avanos’ ta cins atların yetiştirildiği bir sürü at çiftlikleri varmış... Ürgüp, Avanos, Zelve, Göreme, Uç Hisar çevresinin tabii güzellikleri ve kültürel zenginlikleri yüzyıllar boyunca tarih yazarlarının ve seyyahlarının hep ilgisini çekmiş. Ürgüp Ürgüp, Nevşehir İlinin 20 km. doğusunda dağın eteğinde şirin bir ilçe. Kapadokya bölgesinin en önemli merkezlerinden biri. 35 bin civarında nüfusa sahip. Akşam yemeğinden sonra bu şirin ilçeyi dolaşmaya çıktık. Sokaklar delik deşik, köstebek yuvası gibi. Altyapı çalışması yapılıyormuş. Sezona yetiştirilecekmiş. Çay içecek bir mekân aradık, bulamadık. Erkenden mekânlar kapanmış. Belediye binasının hemen karşısında bir pastane bulduk, içeride 3 kişi kalmış, neredeyse o da kapatacak. Hemen oturuverdik oraya. İçeride Diriliş Ertuğrul dizisini izliyorlar. Banu çiçek kendisini yakalamaya çalışan bir alpi fena halde pataklıyor. Nazik bir beyefendi geldi, “hoş geldiniz, ilçemize” dedi.
Ayaküstü kısaca sohbet ettik. İlçeye özel ne yiyebiliriz, içebiliriz dedik. “Öyle özel bir şey yok” dedi. Siparişlerimizi aldı, tebessüm ederek ayrıldı masadan. Gezintiye hanımlarla beraber çıkmıştık, arkamızdan geliyorlardı. Eksikliklerini pastaneye oturunca fark ettik. Yolda bizlerden ayrılmışlar. Sadece Zeynep Hanım ve Samiye hanımlar kalmış bizimle. Otele geriye döndüklerini düşündük ve telaşa kapılmadan içeceklerimizi içtik, yiyeceklerimizi yedik. Hemen kalktık. Hava biraz esiyordu, ama muhabbet güzeldi. Sabah hareket saati 8.30. Bölgeyi gezmeye çıkacağız. Erken yatıp erken kalkmak lazım. Ceza da yememek lazım. Önce Hacı Bektaş Veli Verilen saat daha dolmadan, Emin düdüğünü çalmaya başladı. Geç gelen yok. Arkadaşlar yerlerini aldılar. Rehberimiz Oğuz Türkoğlu. Kendisini tanıttı. Aslen Giresunluymuş. Ürgüp’e yerleşmiş. Otel Müdürü de İstanbullu. O da Ürgüp’e yerleşmiş. Aslında hanım köylü olmuşlar demek daha doğru olacak. İçten ve samimi bir delikanlı rehberimiz, konusuna hâkim. Giyim kuşamında abartı yok, nezaketi elden bırakmıyor. Akşama kadar beraberdik. Hacı Bektaş Veli’den başlayarak Açık Hava Müzesi’ni, Göreme’yi, Hayal Vadisi’ni ve Zelve’yi birlikte dolaştık. Otobüse biner binmez başladı anlatmaya: “Kapadokya’da gördüğünüz bu yapılar, 60 milyon yıl önce Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakalar, milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgârın aşındırmasıyla ortaya çıkmıştır. İnsan yerleşimi Paleolitik (Yontma taşların kullanıldığı Eski Taş Devri)
Dönem’e kadar uzanmaktadır. İlk sahipleri bilindiği kadarıyla Hititlerdir. Hititler'in yaşadığı bu topraklar daha sonraki dönemlerde Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, bölgeyi Roma İmparatorluğu'nun baskısından kaçan Hristiyanlar için devasa bir sığınak haline getirmiştir…,” derken çoktan Hacı Bektaş Veli’ye gelmişiz bile. İlçenin girişi hoşumuza gitmedi. Daha derli toplu hale getirilebilir. İndik otobüsümüzden ve zaman geçirmeden doğru türbeye doğru hızlı adımlarla ilerledik. Alışverişe takılanları uyardı Emin. Rehberi dinliyoruz: “Hacı Bektaş Veli’nin gerçek ismi, Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata’dır. Horasan'ın Nişabûr şehrinde 1281 senesinde doğdu. 1338’de burada vefat etmiştir. Hacı Bektaş Veli ilk eğitimini Şeyh Lokman Perende’den aldı. Lokman Perende, Ahmed Yesevi’nin halifelerindendir. Hacı Bektaş Veli Lokman Perende’nin gözdesiydi. Lokman Perende, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması için
Hacı Bektaş Veliyi görevlendirdi. O da Türkistan illerinden vazifeli olarak koptu geldi Anadolu’ya. Görev yapacağı yeri şeyhinin attığı ağaç dalını takip ederek buldu. Şu gördüğünüz ağaç o daldan, dallanan budaklanan ağaçtır. Şeyhi yola çıkmadan önce hacı Bektaş Veli’ye şöyle der: “Müjde olsun ki; ‘Kutbul-aktâblık’ senindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye kadar bizimdi, bundan sonra senindir. Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, âhirete gideriz. Seni Rûm’a saldık, Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik. Rûm abdallarına seni baş tayin ettik. Var git yolun açık olsun.” Ve Nevşehir’in Hacı Bektaş ilçesine gelir yerleşir. Ağaç dalı onu oraya kadar getirmiştir. İsmini de isim olarak alır. Burada halkı irşat edici çalışmalar yapar, talebeler yetiştirir. Kendisinin de üyesi olduğu “Ahilik teşkilatı” ile önemli hizmetlerde bulunur. Hacı Bektaş Veli, kurulma aşamasında olan Osmanlı Devleti sultanlarından da sevgi ve hürmet görür. Osmanlıların kuruluş aşamasında sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri olmuştur. Orhan Bey zamanında kurulan Yeniçeri ordusunun ve Yeniçeriliğin piri, manevi üstadı olarak da bilinir. Bu durum halk ile yeniçeriler arasındaki bağı güçlendirir. Hacı Bektaş Veli İslâm dinînin emir ve yasaklarına sıkı sıkıya bağlıdır.
O İslâm’a uymayan davranışlara şiddetle karşı çıkar.“ Bektaşi nefeslerini dinlemek lazımdır. Tertemiz bir türbe. Ziyaretçi kalabalığı yok. Hacı Bektaş Veli insan haklarından ve özellikle kadın haklarından bahseden bir bilginmiş. Vefat edince Sünni Müslümanlardan önce aleviler sahiplenmiş kendisini ve bugün Hacı Bektaş Veli deyince Aleviler akla gelir olmuş. Her türbede olduğu gibi burada da Hacı Bektaş Veli ile alakalı hikâyeler anlatılıyor. Tekke yapılırken bir ara kaybolmuş Hacı Bektaş Veli. Gelince sormuşlar:” Neredeydiniz bu zamana kadar?” diye. Hacı Bektaş Veli Hazretleri Karadeniz’de batan bir gemiyi kurtarmaya gittiğini söylemiş. İnsanlar garip garip bakmaya başlayınca da, yalan söylemediğinin delili olarak ceketinin kollarını silkeleyivermiş. Ceketin kollarından balıklar dökülmeye başlamış. Bu olay unutulmasın diye, türbenin giriş kapısının yanlarındaki taşlara balıkların resimleri oymuşlar. Türbe görevlisi oldukça dertli. Ziyarete gelenler hiç bir şey sormadan söylemeden hemen fotoğraf çekmeye başlıyorlarmış. “Kimse bilgi almak istemiyormuş.
Biraz etrafa bakınıyor, birkaç da fotoğraf çekiliyor ve sonra da çekip gidiyorlarmış. Önce ziyaret yapılmalı ve dua edilmeli, sonra istenildiği kadar fotoğraf çekile bilir. Biraz saygı lazım, hürmet lazım” diyor türbe görevlisi Ali Can kardeş. Söyledikleri doğru Ali Can kardeşimizin. Çok da haklıdır. Biraz sohbet edince bize kanı ısınmış olmalı ki; yerinden kalktı, düştü önümüze ve türbeyi anlatmaya başladı. Bir rehber kadar bilgisi var. Biz Ali Can kardeşimizin dediği gibi yapmıştık zaten türbe ziyaretini. Birlikte fotoğraflar çekildik. Oldukça memnun ayrıldık birbirimizden. Türbede dualarımızı yaptık, Hacı Bektaş Veliye rahmet diledik. Varsa günahı hayra tebdil edilmesini diledik. Sonra da Hacı Bektaş Veli ile fotoğraf çekildik. Hediyeliklerimizi de alarak ayrıldık Hacı Bektaş Veli’den. Ey Anadolu’yu İslâmlaştıran büyük insan, nur içinde yatasın. Zaman zaman kavgalarımız oluyor senin arkandan gittiğini söyleyen Alevi kardeşlerimizle, ama sen rahat uyu. Biz bugün olmasa da yarın mutlaka sorunlarımızı çözer ve sana layık gönül erleri olduğumuzu ispat ederiz. Geçmişte yaptığımız gibi yine omuz omuza mücadele ederiz vatan düşmanlarıyla, bayrak düşmanlarıyla, din düşmanlarıyla. Sen rahat uyu. Hacı Bektaş Veli’nin hayatını dinleyince rehberden arkadaşlarımız, sorular sordular. Bir tanesi ilginçti: “Hacı Bektaş Veli‘yi namazını kılan, orucunu tutan insanları
İslâmâ davet eden, malıyla canıyla cihad eden ve kalp kırmayan bir gönül eri olarak tanıttınız. Bu durumda Hacı Bektaş Veli mi gerçek Alevidir, yoksa bugünkü Kur’an’sız, namazsız, oruçsuz ve hacsız Aleviler mi? cevabı verilemeyen bir soru olarak kaldı. Vedalaştık o büyük insanla ve yolumuzu döndürdük Açık Hava Müzesi’ne. Yol boyunca dikkatimizi Türk bayrakları çekti. Neredeyse her tepeye bir bayrak dikilmiş. Bazı işyerlerinde ve evlerde de bayraklar asılmış balkonlara. Abartılı bulduk. Hatta bu bayrakların safların sıklaşmasına değil saflara gelinmemesine ve aynı safta olunmamasına bile sebep olabilir diye düşündük. İnsanları ayrıştırmamak lazım, ayrıştırmaya vesile olacak davranışlardan kaçınmak lazımdır diye düşündük. Belli ki PKK terör örgütüne tavır koymak için asılmış bu bayraklar. Kürt halkını provoke edebileceği düşünülmemiş. Sezgin bey katılmadı görüşlerimize ve ama’lı bir cümle kurarak çekincesini koydu. Hemen bir ayet aklıma geldi ve arkadaşlarla paylaştım: “Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetleyenler olun! Bir topluluğun çirkinlik ve kötülüğü sizi
adaletsiz davranmaya asla itmesin. Adaletli olun! Bu, takvaya/korunup sakınmaya daha uygundur. Allah'tan sakının. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.“(Maide 8) 
Devam edecek...


Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri (III) -Kapadokya’dan Konya’ya-


Göreme Açık Hava Müzesi
Öğle yemeğini Göreme’de yedik. Testi kebabı meşhurmuş. Gittiğimiz bölgede oraya has yemekleri tercih ediyoruz. Testiyi Hüseyin Bozkurt kırdı. Sanki kırk yıllık testi kıran gibiydi. Tezahüratlarımız arasında kendisinden emin olarak vurdu çekici testinin boğazına. Testi kan revan içinde yuvarlanıverdi tepsinin üstüne. Sabırsızlıkla beklediğimiz servis başladı. Başladı ama daha birinci lokmada iştahımız kapandı. Kebap söylenildiği kadar lezzetli değildi. Testi tadını aldık almasına da, hepsi o kadar. Testi kebabı sadece “testi” tadı almak için yenilmez ki. Testi kırılınca bir rayiha yayılmalıydı ortaya. Öyle bir şey olmadı. Değişik bir lezzet aradık, o da yoktu. Eti soğanla yemek Türk’ün sünnetidir. Dedelerimizin sünnetini de icra edemedik. Müşteri sıkıntısı çekmedikleri için kaliteye önem vermiyor olmalılar. Tada, kokuya değil, şekle, isme önem veriliyor galiba. İçinin malzemesinden çalınmış. Mekân sadece para kazanmak amacına kilitlenmiş. Müşteri memnuniyeti önemli değil. Servise yemeklere, temizliğe ve güler yüze o kadar riayet edilmiyor. Nasıl olsa yiyecekler mantığı hâkim. Bir gelen bir daha gelmeyecek nasıl olsa. Tereyağı, bir defneyaprağı, biraz kekik, birazcık kimyon, bir miktar arpacık soğanı yeterdi aradığımız rayihayı, tadı bulmaya. Güneydoğu mutfağını, servisini, garsonların saygısını ve güler yüzünü özlememek mümkün mü?





Fikrimizi lokantanın sahibine söyledik, sadece teşekkür etti. Teklifimizi hayata geçirir mi, geçirmezmi bilmem. Kesin olan bir şey var, o da bizim bir daha orada testi kebabı yemeyeceğimiz.
İbadet zamanı
Namaz kılmak için Göreme Köy Camii’ne gittik. Öğle namazını ve ikindi namazını cem-i takdim ederek kıldık. Gezi süresince akşam namazıyla da yatsı namazını cem-i te’hir ederek kılacağız. Her namazı kendi vaktinde kılarsak hedeflenen ve planlanan gezinin yapılması mümkün olmayacaktır. 25 kişinin abdest almasını 30 dakika olarak hesaplarsak 20 dakika da namaz için versek 50 dakika yapar. Toparlanıp otobüse binmemize de 10 dakika verelim 60 dakika eder. 4x60= 240 dakika, yani günde sadece 4 saat namaz için ayırmamız gerekecek. Bu bizim için büyük bir zaman kaybı olur. Peygamberimiz cem uygulaması yapmıştır, hem de hiç mazereti olmadığı halde. Türk Eğitim Derneği üyeleri tarafından peygamber uygulaması bilindiği için sıkıntı olmuyor.
Ucube




Camiden çıkınca gözümüze, karşıdaki peri bacalarının hemen yanına yapılan beton bina çarptı. Sorduk, ‘Bu ucubeyi buraya kim dikti?’ diye. ‘Karakol binası.’ dediler. Allah aşkına bu kadarı da olmamalı. Karakol binası yapılacaksa o dokuya uygun olarak yapılmalıdır. Hem yapılan tamiratlar aslına uygun yapılmıyor, hem de yeni yapılan binalar dokuya uymuyor. Üçüncü Dünya ülkelerinde görmeye alıştığımız manzaralar bunlar. O benim güzel vatanımda böyle paradokslar olmamalıdır. İnsanımızda tarih bilinci oluşmamış, vatanımız ne yapsın. 1923 yılından beri beline beline vurmuşlar o güzel yurdumun, takati kalmamış, kalkamıyor ayağa. Harf devrimi demişler vurmuşlar, Osmanlı haindi demişler vurmuşlar, padişahlara Kızıl Sultan- Vatan haini demişler vurmuşlar, Türk insanına gerici-yobaz demişler vurmuşlar, başörtüsü demişler vurmuşlar… Yıllar var ki yoğun bakımda yatıyor. Bugünlerde parmağını kıpırdatmaya başlamış, şöyle bir nefes alayım demiş, bu seferde “gezi” demişler, ağaç demişler, yeşil demişler, cinsi taciz demişler yine başlamışlar vurmaya. “Yol O’nundur, varlık O’nundur, gerisi hep angarya” demiş Üstad Necip Fazıl Kısakürek. Ümit ederiz ki, bu sefer “Sakarya” kalkacaktır ayağa: Çünkü, yüz üstü çok sürünmüştür.
Zaman tünelinde yolculuk
Bu bölge, Yüce Mevla’mızın özene bezene yarattığı ve bize bahşettiği masallar ülkesidir. Sanki zaman tünelinde yolculuk yapıyoruz. Bir an düşündüm; bu bölgede hizmet veren insanlar, o günkü insanların kostümlerini giyerek hizmet verseler nasıl olur acaba? diye. Aslında bütün tarihi mekânlarda görev yapanlar bu uygulamaya dâhil edilebilir. En azından Romalılardan başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’na kadar. Böyle bir uygulama yapılabilir. Ne dersiniz?
Yaşam alanları
Açık Hava Müzesi denilen yer koruma altına alınmış, giriş ücretli. Müzenin içi korunaklı, muhafazalı değil. Her yere elinizle dokunabiliyorsunuz. Dini bir merkez burası. Romalılardan korkan Hristiyanlar bu bölgeye sığınmışlar. Peribacalarını oyarak hem



aşağıya doğru hem de yukarıya doğru katlı yaşam alanları oluşturmuşlar. Aydınlatma için keten yağı kullanılırmış. Kızlar ve erkekler için Manastırlar oyulmuş. Hemen girişte 6 kat Kızlar Manastırı, 6 kat da Erkekler Manastırı var. Dershaneleri, mutfağı, yemekhaneleri, mütalaa salonları, yatak odaları, oturma odaları ibadet için kiliseye varıncaya kadar her şey düşünülmüş.
O insanlar, doğa ve tarihin çok güzel bir şekilde bütünleştiği Kapadokya bölgesinde Peribacaları’nı oyarak evler yapmışlar, yaşam alanları oluşturmuşlar, kiliseler yapmışlar. Tıpkı Âd kavminin yaptığı gibi. Âd kavmi de kendilerinden önce yaşayan insanlardan daha ileri bir medeniyet kurmuşlardı. Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir medeniyet: Son derece ihtişamlı. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Her biri uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli insanlar idiler onlar. Dağları kayaları oyarak, kaleler, saraylar yapan bir kavimden bahsediyor Kur’an. Âd kavminden: "Ve hatırlayın, sizi nasıl 'Âd toplumunun yerine getirdi O. Ve ovalarında kendinize konaklar yükseltip dağlarını yontarak evler yapabilesiniz diye yeryüzünde sizi nasıl sağlamca yerleştirdi. Öyleyse, hatırlayın Allah’ın nimetini de yeryüzünde bozgunculuk yapıp karanlığa yol açmayın." „Araf 74
Peri bacaları
Oğuz devam ediyor anlatmaya: “60 milyon yıl önce 3. Jeolojik Devir’de yanardağlar faaliyete




geçti. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürttü. Platoda biriken küller yumuşak bir tüf tabakası oluşturdu. Tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtüldü. Bazalt çatlayıp parçalara ayrıldı. Yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başladı. Isınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katıldı. Böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluştu. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırdı: "Peri bacası".
Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakları ise erozyonla vadilere dönüştü. İlginç şekiller oluştu. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyuldu. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden ilk Hristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde bir uygarlık yaratıldı. Günümüze kadar geldi bu uygarlık. İşte önünüzde duruyor.
Hristiyanlara baskı
İnsan yerleşimlerinin Paleolitik Dönem’e kadar uzandığı Kapadokya'nın yazılı tarihi, Hititlerle başlar. Tarih boyunca ticaret kolonilerini barındıran ve ülkeler arasında ticari ve




sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biridir.
Bölge MS 2. yüzyılın sonlarına kadar tamamen Romalıların yönetimi altındadır. MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hristiyanlar gelir. İnançlarını yaşamak ve yaşatmak için, bölge insanına tebliğde bulunmak için faaliyete geçerler. Bölgeyi eğitim ve düşünce merkezi haline getirirler. Ancak Romalılar bu çalışmalardan memnun olmazlar. Onlar putperest bir topluluktur çünkü. Hristiyanlara göz açtırmazlar. Baskı uygularlar, işkenceye tabi tutarlar, baskılar dayanılmaz hale gelince (303-308) dağlara çekilirler. Hristiyan öğretiyi yaymak için derin vadileri ve volkanik yumuşak kayaları oyarak oraları yaşam alanı haline getirirler. Bakın şu peribacaları altışar katlıdır. Kızlar ve erkekler manastırı olarak hizmet veriyorlardı. Evler ve kiliseler aynı yöntemle oyularak yaşam alanı haline getirilmiştir. Böylece Romalı askerlere karşı güvenli bir alan oluşturulmuştur. Bu bölgede peribacalarının içine oyulmuş 400 kilise vardır. Çoğu 5 -10 kişiliktir, çok azında daha fazla insan ibadet yapabilir. En büyük kilise Yılanlı Kilise’dir. Bu tavanlarda ve duvarlarda gördüğünüz ikonlar sadece resim değildir. O gün ikonlar, yazı olarak kullanılmıştır. Hz. İsa’nın anlattıkları, Hz. Meryem’in doğumu, son akşam yemeği ve benzeri resimler eğitim amaçlı yapılmıştır. Bazılarının düşündüğü gibi bu resimler tapınmak için yapılmamıştır.



11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya’ya Selçuklular gelmiş, daha sonra Osmanlılar. Selçuklu ve Osmanlı devletleri döneminde bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Hristiyanlar ibadetlerinde serbesttirler. Bölgede yaşayan Hristiyanlar Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla tekrar sıkıntılı günler yaşamaya başlarlar. Bu sefer mübadele bahanesiyle yurtlarından sürülürler. 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle bölgeyi terk etmeye zorlanırlar. Ve arkalarında bu gördüğünüz medeniyeti ve mimari örnekleri bırakarak Kapadokya'yı terk ederler.
Bölge turizm açısından büyük bir öneme sahiptir. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü dile getiriyorlar. Kapadokya Bölgesi’nde taş evler görürsünüz. Yamaçlara kesme taştan inşa edilen evlerdir bunlar. Örnekleri Ürgüp’te vardır. On dokuzuncu yüzyıldan kalmadır bu evler.
Bölgenin tek mimari malzemesi olan taş, ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte, ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden




dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır.
Yöredeki güvercinlikler 18. yüzyılda yapılmış küçük yapılardır. İslâm resim sanatını göstermek açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir. Bölge, üzümüyle ve şarabıyla da ünlüdür. Eskiden ev olarak kullanılan peribacaları bugün tarihi eser olarak koruma altına alınmaya başlanmıştır.“
Tevhid inancının mensupları
Sorun her devirde aynı. Tevhid inancına sahip olan insanlar, köle düzenlerinin içinde



yaşayamıyorlar. Firavunlar o insanlara hayat hakkı tanımıyor. Ashab-ı Kehf’i hatırlayalım, putperest Romalıların zulmünden kaçtılar ve mağaraya sığındılar. Hz. İbrahim’i Mezopotamya’dan sürdüler. St. Piyer Kilisesi dağın eteğine, dağın altına doğru oyularak yapılmıştır. Kapadokya Bölgesi’ndeki Hristiyanlar da peribacalarının içini yaşam alanı haline getirmişler. Böylece, küçük küçük yüzlerce kilise yaparak ibadetlerine devam edebilmişler. Bugün de aynı olaylar tekrar ediliyor. Irak’taki, Suriye’deki, Afganistan’daki, Myanmar’daki, Eritre’deki, Mora’daki, Doğu Türkistan’daki Müslümanlar Allah dedikleri için aynı şekilde işkenceye tabi tutuluyorlar, yurtlarından sürülüyorlar, mülteci durumuna düşürülüyorlar.
Türk gecesi




Akşam Türk Gecesi’ndeyiz. Peribacasının içine oyulmuş bir mekân burası. Önce Mevlevi dervişler sahne aldı, arkasından enstrümantal meyhane havası canlı olarak çalındı. Sonra sırasıyla yöresel oyunlar oynandı kızlı erkekli, en sonunda dansöz sahne aldı. Bizim beklentimiz başkaydı. Büyük usta Neşet Ertaş’ın doğup büyüdüğü çalıp çığırdığı bölgedeyiz, O’ndan türküler havalandırırlar diye düşündük ama ne gezer, bir eser bile okumadılar. Anadolu Türkmen müzik geleneğinin önemli ustalarından Neşet Ertaş’a Devleti sahip çıkmamış hemşehrileri mi sahip çıkacak. Sanata ve sanatçısına değer vermeyen bir ülkeden ve o ülke insanından ne beklenir? Hz. Mevlana’yı içki masasına meze yapan insanlardan ne hayır gelir?




Kaptan Sezgin kardeşimiz de kaydetmemiş Neşet Ertaş’ı. Demek ki Türk insanını piyasa müziğine alıştırmışlar. Türk insanı müzik dinlemek istemiyor, gürültü istiyor. Güftenin anlamı, bestenin kalitesi Türk insanı için önem arzetmiyor. Müzik aslında insanın kalitesini belirler. Dinlediğin müziği söyle senin kim olduğunu söyleyeyim demişler. Saygımızı en azından yazımızda gösterelim ve bu bölümü Neşet Ertaş’la bitirelim:
“Zülüf Dökülmüş Yüze Kaşlar Yakışmış Göze Usandım Bu Canımdan Derd İle Geze Geze. Bu Ellerde Gez Gayri Kâtip Ol Da Yaz Gayri Bir Kazma Al Bir Kürek Mezarımı Kaz Gayrı
Gün Doğdu Aştı Böyle Gönüldür Coştu Böyle Sen Orada Ben Burada Ömrümüz Geçti Böyle. …”
Elveda Ürgüp



Emin’in düdüğü çaldı. Otobüste sayım başladı. Eksikler var denildi. Ahmet Yumuşak ve eşi yok. Fatma Mıdık o plastik bardağını hemen uzattı Yumuşak ailesinin önüne, 10 lira ceza, böylece siftah yapılmış oldu.
Ürgüp’e veda ediyoruz. Ürgüp’ün yamaçlarına yapılmış o taş evler içimizi acıtıyor. Sahipsizler, kaderlerine terkedilmişler. Bizden sonra gelenler onları görüp ibret alamayacaklar. O güzelim taş evler ıslah edilerek pansiyon haline getirilebilir. Böylece halkın hizmetine sunulmuş olur. 5 yıldızlı otele tercih edilir bu taş evler. Mardinliler yapmışlar o işi. Ne kadar da hoşumuza gitmişti, o taş evin balkonundan Mezopotamya ovasını seyretmek. İmran kardeşimizle çay eşliğinde sohbet etmiştik Güneydoğu üzerine. Çözüm süreci devam ediyordu o tarihte. Bu taş evlerden de Ürgüp’ü seyretmek ne kadar anlamlı olurdu. Ama öyle yapmamışlar, o yamaca 5 yıldızlı bir otel yapılıyor. Bir ucube de buraya yapılıyor. Aslında Ürgüp halkı tarihi dokunun bozulmasını istemiyor. Bu 5 yıldızlı otel halka rağmen yapılıyormuş. Gördük ve hayıflandık. Kapitalizm denilen şey böyle bir şey işte. Ne din tanıyor ne iman, ne örf tanıyor, ne adet tanıyor, ne de değer. İçimiz burkuldu. Aynı ucubeyi Göreme’de de görmüştük. Peribacalarının içine betondan bir karakol binası yapmışlardı.
Avanos
Hedefimizde Avanos var. Çömlek nasıl yapılıyor onu öğreneceğiz ve biraz da çömlek alışverişi yapacağız. Avanos’tayız. Müessese sahibi Emrah Bey hikâyeler ve maniler eşliğinde çömleğin nasıl yapıldığını uygulamalı olarak gösterdi bize. Sonra da grubumuzdan Pakize kızımız kalktı ve Emrah Bey’e çömlek nasıl yapılıyormuş öğretti.
Alışverişimizi yapar yapmaz koyulduk yola; önce Ihlara vadisi. Çeşme başında Sebahattin Bozkurt kardeşimizin iki gün önce Sivas’tan aldığı katmerleri yedik. Yanında ayran da vardı. Bayattı ama o vadide tazesini bulmak da mümkün değil zaten.
Vadiye 332 merdivenle iniliyor. Yeşillik, çok güzel, doğa harikası bir yer. Su sesi eşliğinde uykuya dalmak ne de güzel olurdu. Olur du olmasına da Emin’in düdüğü olmasa.



Daha çiçekler açmadığı için Ihlara vadisi, vadi olarak üzerine düşen görevi yapamadı, mahcubiyetini üzülerek ifade etti bizlere. Giyinip kuşandığı, parfümlerini süründüğü ve zülüflerini yağladığı gün tekrar davet etti bizi. Daveti kabul ettik ve bir daha görüşmek ümidiyle vedalaştık o güzelim Ihlara Vadisi’yle. Merdivenlerden inerken fazla sıkıntı çekmeyen Ayhan ile Hüseyin’in merdivenleri çıkarken radyatörleri su kaynatmaya başladı. Ama yiğitliğe de leke sürdürmediler. ‘Madem indik, o halde çıkarız da!’ dediler ve birkaç hamleyle de olsa çıkmayı başardılar merdivenleri.
Güvercinlik vadisi ve Uç Hisar
Hayran hayran seyrettik güvercinlik vadisini, Mevla’m ne güzel yaratmış bu yerleri. Biz neden bugüne kadar bu güzelliklerden uzak kaldık. Hikâyelerini misafirlerimize neden



anlatmadık bu yörelerin. Ülkemizi bizlere tanıtmadılar ki o zamanlar. Okul gezileri yapılmadı. İç turizm diye bir anlayışa sahip değildik biz. Turist deyince yabancıları anlardık. Ayağımızın altında eşi benzeri olmayan bir ülke var ve biz o ülkenin vatandaşıyız, ama o ülkeyi tanımıyoruz…
Tepedeyiz, ayağımız kaysa parçalarımız zor bulunur. ‘Aman ha, dikkatli olun!’ Uyarılarına fazla aldıran olmadı. Herkes nazar boncuklu ağacın altında fotoğraf çekilme yarışına girdi. Ramazan yine yaklaştı bana, ‘Şurada beni çekebilir misin Hocam?’
O elindeki telefonla durmadan video çekiyor. Nereye inersek inelim başlıyor koşmaya elinde telefonla. Güzel kareler yakaladığından eminim.
Geldik sütle kavrulan kabak çekirdeği dükkânına. Elma ve nar çayı ikram ettiler. Hoşumuza gitti. İçimiz ısındı. Kabak çekirdeklerini de aldık. Ancak kabak çekirdeklerini otobüste yiyemedik. Emin yasak koydu, ‘Otobüs pislenir.’ dedi. Elimiz mahkûm, uyduk yasağa.
Kaymaklı yer altı şehri
Ver elini Kaymaklı yer altı şehri. Rehberimiz Emin. Zamanında 30.000 kişi yaşamış bu yeraltı şehrinde. Şehir aşağıya doğru 8 katlı. 4 katı faaliyette. Odalardan odalara iki büklüm eğilerek geçmek gerekiyor. İçeride alışveriş merkezleri, şarap imalathanesi, kiliseler, yatak ve oturma odaları, havalandırma bacaları hepsi düşünülmüş. Ahmet Yumuşak dördüncü kata



kadar inemedi, birinci kattan geri döndü. Korkmuş olmalı.
Yeraltı şehrine giderken önümüzde bir fotoğrafçı peydahlandı, fotoğraflarımızı çekiyor. Kızdık, ‘Ne çekiyorsun kardeşim!’ falan diye çıkıştık delikanlıya. Yeraltı şehrinden çıktıktan sonra yolumuzu kesti delikanlı. Çektiği fotoğrafları küçük toprak resimliklere baskı yapmış. 10 TL. Çok güzel bir hatıra. Başta çıkışmıştık gence ama fotoğrafları görünce sevindik. Yarım ağızla da olsa özür diledik. Ahmet ve Samiye Hanım’ın fotoğrafları çekilmemiş yeraltı şehrine giderken, nerelere gittiler de çekilmediler bilmiyoruz. Fotoğraflar hoşlarına gidince, çağırdılar fotoğrafçıyı ve orada fotoğraf çekildiler, habersiz çekilen fotoğraflar gibi güzel olmadı, hoşlarına gitmedi ama, ‘Bizim baskılı fotoğrafımız niye yok?’ dememek için aldılar fotoğraflarını. Eeee sürüden ayrılanı kurt kaparmış değil mi?



Sorumsuz sorumlular 
Cuma namazını Kaymaklı’da kıldık. Tuvaletlerine girmek mümkün değil. Caminin içinde secde ettiğimiz yer kokuyor. Vaiz olarak hoparlörü dinledik. Kürsüde hatip yok. Sanki demir perde ülkesindeyiz. Din görevlileri kendi camilerinde vaaz edemiyorlar. Merkezi sistemmiş. Din görevlileri bu durumda nasıl gelişir, namaz kıldırmakla, ezan okumakla insan mı gelişirmiş. En azından haftada bir de olsa vaaz edeceği için, kitap okuması araştırma yapması imkân dâhilinde iken, din görevlisinin bu çalışmasına mani olmak doğru bir yaklaşım olmasa gerek diye düşündük. Büyüklerimiz daha iyi bilir(!) dedik. Sayın Görmez bu duruma pirim vermeyecek bir kişilik ama, neden böyle yapar hikmetinden sual olunmaz dedik.
Kültür bakanları ne iş yaparlar
Tur süresince turizm ve kültürle az çok ilgisi olan insanlarla sohbet ettik. Dertleştik. Şikâyetler aynı yönde: Müzelerde tanıtıcı yazılar/alt yazılar yok. Eserler bakımsız, tozlu. Koruma altına alınmış ama gerçek koruma değil, o güzelim eserler Rüzgâr ve sıcaktan



yıpranmış durumdalar. Görevli olan kişiler bilgisiz, yaptığı iş ile ilgili yeterli donanımları yok. Koymuşlar oraya, ‘Sen burada dur.’ demişler, o da orada duruyor. Güler yüzü ve tatlı dili olsa, o da yetecek ama. Ara da bulasın. “Kızılhisar bardağı*” gibi otuyorlar sandalyelerinde. Lütfedip de kalkmıyorlar bile yerlerinden.
Kültür bakanları, turizm bakanları ne işi yapar bu ülkede? diye sorduk konuştuğumuz, dertleştiğimiz o kişilere. ‘2002 yılından bu yana iki tane bakan geldi iş yapan, biri Atilla Koç öbürü de Ertuğrul Günay’dı. Onları da görevden aldılar. Onlardan sonraki gelenler, onların cümlesiyle söylüyorum “artiz” dirler. Fotoğraf çektirirler, demeçler verirler. Onları arazide görmek çok zordur.’ Dediler. Ekmeğe göre köfte.
Sultan Hanı



Ve Sultan Hanı. Bizi görünce koştu geldi yanımıza kollarını açarak, sarıldı bize hasretle. Çok dertli. Bir dokun bin ah işit. Mükemmel bir Selçuklu eseri. Dört bir yandan gelen kervanların konaklama yeri. Yazlık ve kışlık olarak yapılmış. Orta yerinde bir de mescidi var. Gel gör ki; dokunsan yıkılacak. İçini pislik götürüyor. Kapıda, yukarıda eşkâlini verdiğim bir bekçi var. Ne sorsak’ Ben bilmem’ diyor. Sanki kendisine “Ben bilmem” virdi verilmiş. Temiz, samimi zavallı bir insan ama temizlik ve samimiyet yetmiyor işte. Akşama Konya’dayız…





Devam edecek...
*‘Kızılhisar Bardağı gibi dizilmek’ deyimi Denizli’nin eski ismi Kızılhisar olan şimdiki Serinhisar ilçesinde üretilen testilerin(bardak) yol kenarına dizilmesine işaret etmek için kullanılır.

22 Mart 2016 Salı

Batı Avrupa Yerel Medya Çalıştayı

Nihayet devlet Avrupa’daki vatandaşlarını 55 yıl sonra da olsa hatırlayabildi. Önceki iktidarlar bizlerden sürekli alırlardı, bu iktidar vermeye başladı. Seçme hakkı verdi, askerliği bin Euro’ya indirdi, ev hanımlarını emekli yaptı, çocuk yardımı veriyor, kişisel araçların Türkiye'de kullanım süreleri 2 yıla uzatıldı. Yurtdışında yaşayan gençler için Türkiye'ye kültürel gezi ve kamp programları düzenleniyor… Çok yakında seçilme hakkının da verileceğini ümit ediyorum. 
Diaspora medyasını da hatırlamış bu arada iktidar ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Batı Avrupa Yerel Medya Çalıştayı’nı organize etmiş. 18,19,20 Mart tarihlerinde Frankfurt’ta gerçekleşti çalıştay. Batı Avrupa genelinde 70 gazeteci katıldı. Bu çalıştay, Türklerin Avrupa’ya gelmesinden 55 yıl sonra yerel medya kurum ve kuruluşlarıyla yapılan ilk çalıştay olması münasebetiyle fevkalade önemli. Diasporada imkânsızlıklar içinde Türkçe gazete ve dergi çıkarmak, radyo ve televizyon yayıncılığı yapmak kolay bir iş değil. Bu çalıştayda zoru başaran Türk insanının azmini de gördük. Davetliler yaşadıkları ülkelerde çıkardıkları gazete ve dergilerden örneklerle oradaydılar. Göğsümüz kabardı.
Organize ve katılım açısından baktığımızda mükemmel bir çalıştay. İyi niyetlerle hazırlanmış. Ancak, yapılan sempozyumların verimliliği açısından baktığımızda amacına uygun, verimli bir çalıştay oldu denilemez. Panelistlerin bir ikisi hariç diğerleri konunun ağırlığının altında ezildiler dersek yanlış olmaz.
Çalıştayda homojenlik yoktu. Katılımcılar yaptığımız işi daha verimli hale nasıl getiririz, bu çalıştaydan azami istifademiz ne olur? gibi sorulara cevap bulmaya değil de, sadece birkaç proje alabilir miyiz, düşüncesiyle gelmiş gibiydiler. Bu düşünceler de yanlış değildir elbet. İmkânsızlıklar içinde boğuşurken imkân kapılarından içeriye girmeye çalışmak yanlış değil. Ancak sadece proje önceliği Türk insanına yakışmıyor. 
Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı’nın yapmak istediğiyle katılımcıların yapmak istedikleri fazla örtüşmedi. Amaç birliği var gibi görünse de, yeteri kadar oluşmuş değil. Şartlar ve o şartlarda yapılabilecekler detaylarıyla masaya yatırılmadan amaç birliğini oluşturmak kolay olmayacak gibi. Aynı ülkenin insanları 55 yıl sonra bir salonda toplanmışlar ve kuvvetlerden bir kuvvet olan medyayı konuşuyorlar. Ancak birbirlerini anlamıyorlar veya anlayamıyorlar, hatta anlamaya çalışmıyorlar. Herkes kendi doğrusu etrafında dönüp duruyor. Nerede olduğunun tespitini yaparak nereye gideceğini planlayanların sayısı oldukça az.
Organizasyonu düzenleyenlere göre “Türkçe, Türk kültürü ve kimlik” öncelikli sorunlar. Davetliler ise aynı kaygıyı taşımıyorlar. Onların önceliği proje almak. Sıkıntı çekmeden yoluna devam etmek. Türkçe gazete ve dergi çıkarmayı reklam pastasına ortak olmak gibi görenler var. İdealist gazeteciler yok değildi orada. Her zaman olduğu gibi maalesef onların sayıları az ve sesleri gür çıkmıyor. Onlar zaten işlerini yapıyorlar. Davası var onların. Davalarına hizmetin ölçüsü de nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmemek. Diklenmeden dik durmak.
Panelistler iki dilli medya konusunda anlaşamadılar. Önemli olan bir Türkün veya Türkiyelinin Avrupa dillerinde bir gazete çıkarması mıdır, yoksa Türkçe ve Almanca bir gazete çıkararak Türkçeyi ve Türk kültürünü, Türk kimliğini hem Türklere hem de Avrupalılara tanıtmak mıdır?
Bu konularda düşünceler net değil. Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları (YTB) ile panelistler ve katılımcılar aynı hassasiyete sahip değiller. Yurt dışındaki Türk medyasının kendini konumlandırma biçimine ve söylemlerine dikkat çeken YTB başkanı Kudret Bülbül açış konuşmasında, "Sizi okuyanlar doğal olarak ya bir öz güven içinde yürüyüşlerini sürdürecekler ya bir teslimiyetçi bakış açısıyla bulundukları ülkelerde kaybolacaklar ya da reddiyeci bir bakış açısıyla bulundukları toplumdan kopup savrulacaklar." Dedi. Dedi ama tartışmalarda bu konular çok fazla ilgi görmedi. Mesela, „Sizi okuyanlar doğal olarak ya bir öz güven içinde yürüyüşlerini sürdürecekler ya bir teslimiyetçi bakış açısıyla bulundukları ülkelerde kaybolacaklar…“ sözünün altı yeteri kadar çizilmedi davetliler tarafından. 
"Biz bu korkularımızı 1990’larla birlikte büyük oranda aştık. Kendi tarihinden, kültüründen, medeniyetinden korkan bir Türkiye’den bütün bunlarla birlikte yaşayan, bütün bunlarla barışan bir Türkiye’ye evrildik. Evrildikçe normalleştik, normalleştikçe rahatladık ve rahatladıkça çok farklı toplum kesimleriyle iletişim kurabilen bir Türkiye’ye geldik." Diyerek Türklerin Almanya’daki geleceklerinin özgüvenle şekilleneceğine de vurdu yaptı Bülbül. 
Diasporadaki Türklerin özgüven konusunda sıkıntıları var. Cemaatler, STK ler Avrupa’da birbirlerine destek olmak yerine birbirlerinin ayağına basmayı daha çok tercih ediyorlar. Avrupa’daki Türkler tarihlerini bilmiyorlar, bildiklerinin de çoğu yanlış. Medyaya bu konularda büyük görevler düşüyor. 
Normalleşmenin yolu, tarih bilincinin, kimlik bilincinin gelişmesinden geçer. Bu bilinci de Türkçe yayınlanan ve Türkçeyle birlikte Avrupa dillerinde yayınlanan gazeteler ve dergiler oluşturacaktır. Sadece reklam gazeteciliği yaparak gazeteci olunmaz. Olunsa bile işe yaramaz. Geleceğin inşası için duvara bir tuğla koymak lazımdır.
Türkçe gazete okumak, kitap okumak insanı özgüven sahibi yapmaz. Okunan kitabın, gazetenin verdiği mesaj insanı özgüven sahibi yapar. Dil konusunda anlaşamayan bir topluluk içerik konusunda anlaşabilir mi onu bilmem. Anlaşamazsak “reddiyeci bir bakış açısıyla” bulunduğumuz toplumdan kopup savrulup gideceğiz demektir. İşaretler çoktan görünmeye başladı bile.
Batı Avrupa’da yaşayan Türk gazetecileri kendi imkânlarıyla bir çalışmanın içine girmişler. Yaptıkları iş kolay bir iş değildir. Türk gazetecileri 50 Euroluk reklam için 50 türlü hakarete maruz kalıyorlar. Bunlar gerçektir. Ancak bu fiili durumlar gazeteciyi kendi insanına hizmet etmekten alıkoymamalıdır.
Teklif:
1-Bazı ülkeler, yurt dışındaki kendi insanına ulaşmak için veya başka ülkelerde kendi düşüncesini yaymak ve destekçi bulmak için vakıflar kuruyorlar ve bir şekilde mesajlarını istedikleri ülkelere ulaştırabiliyorlar.
YTB bu görevi üstlenebilir, vakıflar kurabilir. Kurulan bu vakıflar aracılıyla diaspora medyası desteklenebilir. Desteklenen ve bu destekle motive edilen gazetecinin önceliği de reklam değil hizmet olabilir.
2- Sayın Bülbül, bizim normalleşmemiz o kadar kolay olmayacaktır. Öncelikle, Türkçe’nin Batı Avrupa’da ortak bir dil olması gerekiyor.
Tarih bilinci çok önemli. Okulda çocuklarımıza “Türkler barbardır” denildiğinde hayır değildir diyebilmelidirler. Sadece demekle yetinmemeliler bu sözlerinin altını da doldurabilmelidirler. Çalışmalar bu yönde hızlandırılmalıdır. Türkçe’ye ve Türk kimliğine karşı var olan bu vurdumduymazlık hayra alamet olmasa gerektir.