- Cennet vatanımız, güzel Türkiye’miz
ne badireler atlatmış bugüne kadar. Ne kadar çok düşmanı varmış meğer. İçeridekiler
bir türlü dışarıdakiler başka bir türlü. Ama o hep vefalı olmuş, sevenlerini
bağrına basmış, kucaklamış, emzirmiş, beslemiş, korumuş onları düşmanlarından.
Olan O’na olmuş, gün olmuş kollarını kesmişler, gün olmuş bağrını delik deşik
etmişler…Buna rağmen O evlatlarını hep bağrına basmış.-
Türk Eğitim Derneği üyelerinden oluşan 30 kişilik bir grupla “Kültür
Gezisi” çerçevesinde, Berlin/Tegel Havaalanı’ndan İstanbul'a uçtuk. Uçuş saati 12.40.
İki saat önce çek-in yapmamız gerekiyor. Hava alanında buluşma saatini 12.00
olarak belirledik. Alana en son Ali Aksoy geldi. Söylediğine göre, peronu
bulamamış. Biz de inandık...
Saat 18.00'de İstanbul'a indik. Otobüsümüz hava alanında hazır bekliyormuş,
direkt otele gittik. Aksaray’da bir otel. Seyahat acentesi otelin 3 yıldızlı
olduğunu söylemişti ama otel iki yıldızlı çıktı. Yıldızını fazla sorun yapmadık,
yapsak ne olacak, parasını peşin olarak ödemişiz: Çok yorgunduk ve karnımız da
açtı. Yatmadan önce az da olsa İstanbul havası almadan olmazdı. Ali Aksoy'un
tercihine itibar ederek hem İstanbul'un havasını koklamak hem de yemek için
Hataylı Habeş Restoran'a doğru yaya olarak yola koyulduk. Caddeler seyyar
satıcılarla dolmuş da taşmış, geçmek mümkün değil. Arabı, Afrikalısı, Uzak
doğulusu, Asyalısı tezgâh açmış Aksaray caddelerine, caddeler rengârenk. Kimisi
tekstil, kimisi hediyelik eşya, kimisi ayakkabı, kimisi çakmak, kimisi tatlı,
kimisi lahmacun, kimisi kuruyemiş, kimisi meyve, kimisi kestane satıyor, turşu
satanlar bile var. Hijyen mi dedin? O da ne? Ona itibar eden yok...
Cadde, ana-baba günü, durmadan bağırıyorlar, dükkân sahipleri de bağırıyor,
seyyar satıcılar da, sesler birbirine karışıyor, kimin ne dediği belli değil:
"Ucuzluğa gelin ucuzluğa, batan geminin malları bunlar", "Buyur
abicim yemeklerimiz taze, "Buyur abi, buyur kardeş...", cıvıl cıvıl
sokaklar. Alışık olmadığımız manzaralar, daha doğrusu alışıp da unuttuğumuz
manzaralar bunlar. Bu duruma gürültü kirliliği diyenler de olacaktır belki.
Hayranlıkla seyrediyoruz satıcıları, bir oraya çeviriyoruz kafamıza bir
buraya... Belli ki herkes ekmek parası peşinde. İstanbul’un her günü festival
gibi, şehir sabaha kadar canlı. Arkadaşlarımızdan Kayserili olanlar, hemen
kararlarını verdiler, "Bunlar vergi de vermiyorlardır."
Yolda karar değiştirdi Ali Aksoy, önce
Hataylı Habeş Restoran'ın hemen yanındaki işhanının üst katına çıkılacak ve
fast-food seçeneklerine bir bakılacaktı, uygun bir şeyler bulunursa da akşam
yemeği ucuza kapatılacaktı. Asansörle çıktık binanın terasına, arkadaşlardan
bazıları kıtlıktan çıkmış gibi, hemen oradaki İskenderciye attılar kapağı.
Bazıları da sulu yemek peşine düştüler. Günün arta kalan yemeklerini ucuza
elden çıkarıp eve gitme derdinde olan esnafa benziyordu bunlar.
İstanbul'un bu ilk gününde midemizi bozmanın anlamı yoktu. Birkaç arkadaşla
birlikte geriye, restorana döndük, Hataylı Habeş’e. Yemeklerimizi anca ısmarlamıştık
ki, sulu yemek peşine düşenlerden bazıları peşimizden geldiler.
Bu tercihin sebebini arkadaşların aralarında yaptıkları münakaşadan
anladık; "Yaaa adamlar durdukları yerde neden yemekleri % 10 indirimli
versinler, demek ki yemekler bayat, onun için bize indirim teklif
ediyorlar," diyordu Hikmet Yılmaz Serkan Saral'a. O da onaylıyordu,
"Evet doğru söylüyorsun." "Adamlara bak yahu, daha ilk günden
bizi kazıklayacaklar, alnımızda keriz mi yazıyor bizim!" diye de efeleniyorlardı.
Onlar zafer kazanmış komutan edasıyla münakaşa ededursunlar garsonlar
ellerinde tepsilerle geldiler masamıza, tuzda kebap. Tuz çekiçle kırılınca
buhar yükseldi ve nefis bir rayiha yayıldı ortama, hemen servisler yapıldı ve
biz yumulduk tabaklara. Kıtlıktan çıkmış
gibiyiz. Lezzetse işte lezzet. Aç gözlülük yaptık herhalde, yemek öncesi
menüleriyle midemizi doyurunca, ana yemeğe yer kalmamış meğer, görünen o. Kalmamış
kalmamasına da kebapları reddetmek de mümkün değilki. Önceden sipariş ettiğimiz
künefeler de gelince... Sabaha kadar bir o yana bir bu yana dönüp durduk, uyumak
ne mümkün...
İstanbul
Saat 09.00'da
otobüs bizi otelden aldı. Rehberimiz Muhammed Bedük’le tanıştık. Ortaboylu,
biraz tıknaz, esmer bir delikanlı. Takım elbise ve kravat birbirini tamamlamış.
Biraz kendini beğenmiş birisine benziyor. Hoş beşten sonra hemen başladı
anlatmaya İstanbul’u. “İstanbul’un, 4. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar on dört yüzyıl
boyunca devam eden 2500 yıllık başkentlik dönemi, 29 Ekim 1923’te sona ermiştir.
Nitelikli iş gücü, kültür ve eğlence turizmi dendiğinde akla ilk gelen,
İstanbul’dur. Nüfusu yaklaşık 20 milyon civarındadır. İstanbul, yerleşim tarihi
M.Ö 8.500 yılına kadar kadar uzanan Avrupa ile Asya kıtalarının kesiştiği
noktada bulunan bir dünya kentidir.
Hikayesi etkileyicidir İstanbul’un. Efsaneye
göre Yunanistan’ın Megara şehrinde bir kral yaşar. Kral Byzas. Birgün
gelir, Yunan Yarımadası’nı terk etmek zorunda kalır. Nereye yerleşeceğine dair
netleşmiş bir düşüncesi de yoktur. Bir türlü karar veremez. Delfi (Delphi) Tapınağı’nın kahinine
sorar; “Ben nereye yerleşeyim?”
Kahin: ”Körler ülkesinin karşısına” der.
Megaralı Byzas yola çıkar, halkıyla
birlikte İstanbul Boğazı‘nı geçerek
Khalkedon (Kadıköy)’a kadar gelir. Burada Sarayburnu’nun mükemmel konumunu fark
eder. Kahin’in bahsettiği körler ülkesi burası olmalı der ve vurur kazmayı.
Sarayburnu’na dünyanın en eski kentlerinden birinin temellerini atar. Bu yeni
şehir, o tarihten itibaren kurucusunun adı ile anılmaya başlar; Byzantion/ Byzantium.
İstanbul
adı, sanıldığı gibi şehre Osmanlılar tarafından konmuş değildir. Daha eskidir.
9. yüzyılda Fütuh’üş-Şam adlı eserde İstanbul, bir insan ismi olarak geçer. Başka
bir rivate göre de İstanbul, Rum Meliki Timaoş’un oğludur.
324 –
1453 yılları arası İstanbul, Doğu Roma’nın yönetim merkezi olmuştur. Bu
dönemde; yeni bir mimari yapıyla şehir, her bakımdan genişlemiş, gelişmiştir.
100.000 kişilik bir hipodromun (Sultanahmet Meydanı) yanı sıra, limanlar ve su
tesisleri yapılmıştır. Dünya’nın en büyük katedrali olan Ayasofya’yı 360’da buraya
inşa eden Konstantin; böylece Roma İmparatorluğu’nun dinini de Hristiyanlık
olarak değiştirmiş ve Pagan Roma dinine inanan Batı ile, ilk kopuş bu dönemde
olmuştur. 476’da Batı Roma yıkılınca, Romalıların büyük bir çoğunluğu buraya
göç eder ve böylece Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul olur.
29
Mayıs 1453’te şehir Osmanlılara kucak açar. Bu tarih, Ortaçağ’ın sonu, Yeni Çağ’ın
başlangıcıdır. Osmanlı döneminde İstanbul hızla gelişmiştir. Yüzlerce saray,
çarşı, cami, okul ve hamam açılmış ve İstanbul 50 yıl içinde Yahudilerin,
Hıristiyanların ve Müslümanların barış içinde yaşadığı, dünyanın en büyük
şehirlerinden birisi haline gelmiştir. Maalesef bu güzel şehir, 1918’de 465 yıl
sonra İtilaf Devletleri tarafından işgal edilir. Bugün tarihini kısaca
anlattığım bu şehri tanımaya çalışacağız.”
Dolma Bahçe Sarayı
Ve
geldik, ilk durağımız olan Dolma Bahçe Sarayı’na. “Atatürk'ün 9'u 5 geçe
yaşamını yitirdiği saraydır burası. Sultan l. Abdülmecid’in 3 Milyon altın borç
alarak yaptırdığı saray. Saray, Avrupalı'nın Osmanlı'ya hasta adam dediği
yıllarda yapılmıştır. Osmanlı'nın hasta adam olmadığı, dimdik ayakta durduğu bu
sarayla kanıtlanmak istenmiştir. Süslemeleri hep altın yaldızla yapılmıştır.
Avizeler Fransız ve İngiliz kristalidir. 36 m. Yüksekliğindeki kubbesinden sarkan
750 mumluk 4.5 ton ağırlığındaki gördüğünüz bu avize, İngiltere Kraliçesi
Victoria’nın armağanıdır...
İstanbul Boğazı’nın Avrupa yakasında, Dolmabahçe semtindeki, Boğaz’ın Avrupa
kıyısına 600 metre boyunca uzanan bu sarayın bulunduğu yer bataklıkmış,
sonradan doldurulmuş. Bir zamanlar burada at koşturulur, cirit oynanırmış. Saray,
Ermeni, Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843-1855
yılları arasında inşa edilmiştir. Saray 3 katlıdır, 285 odası, 43 salonu, 600 metrelik rıhtımı, 6 hamamı, balkonu ve 1427 penceresi vardır.
250 bin metrekarelik bir sahaya kurulmuş
olan sarayın 110.000 metrekare
büyüklüğünde oturum alanı bulunmaktadır.
3 milyonu borç olmak üzere, 5 milyon altına malolan
Saray’da, Sultan Abdülmecit 6 yıl, Sultan Abdülaziz 15 yıl yaşadı. V. Murat üç
aylık saltanatını burada tamamladı. II. Abdülhamit saltanatının ilk aylarını
burada geçirdiyse de sonradan Yıldız Sarayı’na taşındı. Saray 32 yıl boş
kaldıktan sonra V. Mehmet Reşat sürekli, VI. Mehmet Vahidettin kısa bir süre,
son Halife Abdülmecit ise iki yıl burada yaşadı.”
Saray yapılmış yapılmasına da borç bir türlü ödenememiş, borç katlanarak II.
Abdulhamit’e kadar gelmiş. Osmanlının
borçlu olması ve borcunu ödeme de sıkıntı çekmesi, siyonist lider Theodor Herzl’in
iştahını kabartmış ve Abdulhamid'e şöyle bir teklif sunmasına vesile olmuş. “Osmanlı'nın
borçlarını biz ödeyelim, karşılığında
siz bize Filistin topraklarını verin.” Abdulhamid tarihe geçen o ünlü sözünü işte o
zaman söyler; "Şehit kanıyla alınan, parayla satılamaz!"
Söz anlamlı anlamlı olmasına da, bu borç maalesef Osmanlı’nın yıkılmasının
asıl sebeplerinden biri olmuş. Belki de en önemlisi. Giden sadece Filistin
olmamış. 14 Milyon km2 den elimizde 814.578 km2 kalmış.
Dolma Bahçe Sarayı soğuk bir saray. Bu soğukluk Türk mimarisinden çok az
izler taşımasından mıdır? Yoksa sarayı yapmak için alınan borcun Osmanlı'nın
yıkılmasına sebep teşkil etmesinden midir? Bilemedik.
Fazla mutlu olmadığımız saray gezisi bitti. Dışarı çıktık ve otobüsün
yanında bazı arkadaşların gelmesini bekliyoruz. Şoförümüz bu otobüsle yola devam
edemeyeceğimizi, bunun yerine başka bir
otobüsle yola devam etmemiz gerektiğini söyledi. Dakka bir gol bir derler ya,
işte tam da öyle birşey. İlk ziyaret yerinde ikinci şok. Şirket bize yeni bir otobüs
göndermiş, mevcut otobüsü de başka bir gruba kiralamış ve bizden onay bekliyormuş.
Bize tahsis edilen yeni araba belli ki servis arabası, turizm amaçlı olarak
kullanılmıyor, mikrofonu yok, koltuklar
da yıpranmış vaziyette, temiz de sayılmaz. İtirazımızı yaptık yapmasına da,
vicdanımız da elvermedi. Bundan sonraki günlerde böyle bir olumsuzluk yaşamamak
kaydıyla bir günlük için olur verdik, ve
vardır bunda da bir hayır dedik. Ertesi gün 30 kilişilik otobüs yerine
49 kişilik, lüks bir otobüs gelince, hikmeti buymuş demekten kendimizi
alamadık. Ondan sonraki günlerimizde ve bilhassa Çanakkale yolunda oldukça rahat
ettik.
Yuşa tepesi
“Yuşa Peygamber, Yusuf neslinden olup, Hz. Musa'nın çağdaşıdır. Hz.
Musa'nın genç Yuşa ile, iki denizin birleştiği yere kadar yaptıkları tarihi ve
gizemli yolculukları ve burada Hızır ile buluşmaları Kuran-ı Kerim'de Kehf
Suresi'nin 60-65. ayetlerinde anlatılır. Burada, Hz. Musa'nın yanındaki genç
adamın Hz. Yuşa olduğu rivayetlerden de anlaşılmaktadır. Hz. Yuşa'nın
Beykoz Tepesi'nde gömülü olduğu
şeklindeki inanış, Beşiktaş'ta türbesi bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın
sütkardeşi Yahya Efendi'nin (1494-1570) manevi keşfi ile irtibatlandırılarak
yaygınlaşmış ve şöhret bulmuştur. Bazı tefsirlerde Yuşa'nın, Musa'nın
vefatından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Hz. Musa'nın yeğeni ve
yardımcısı olduğu, Hıristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşû dedikleri
nakledilir. Kabrinin uzunluğu 10 metredir. Kabir keşfedildiğinde o uzunluktaki
alana koyunlar ayak basmamış, sadece etrafından dolaşmış. Demek ki mevtanın
boyu bu kadar olmalı diyerek, koyunların ayak basmadıkları o yerleri mezar
haline getirmişler. „
Ziyaretçilerinin çoğu kadınlardan oluşuyor, rehberi erkek, belki de tarikat
şeyhi veya şeyhin görevlendirdiği bir rehber. Kadınlar, Yuşa’yı vesile kılarak
Allah'a ulaşmak istiyorlar. Kimi ziyaretçiler demir parmaklıklara ellerini
sürüyor, kimileri de parmaklıkları öpüyor, yüz sürüyor. Rehberonlara ses
çıkarmıyor. Diyanet işleri Başkanlığı'nın, "yatırları aracı kılarak dua
yapmayın...", şeklindeki yazılı uyarısı kapıda asılı ama o uyarıyı dikkate
alan yok.
Yapılan yanlışa tahammül edemedik ve rehbere usulünce, yaptığının yanlış
olduğunu anlatmak istedik, fakat rehber bize „siz işinize bakın kardeşim, biz
içimizi biliriz“ dedi... haklıydı.
Öğle ve ikindi namazımızı burada cem-i takdim ile kıldık. Kimseyi
dualarımızın içine koyarak vesile yapmadık. Duaya ihtiyacı olanlar için dua
ettik, seyahatimizin sağlıklı ve huzurlu bir şekilde geçmesini istedik Mevlâmız’dan
ve ayrıldık Yuşa Tepesi’nden.
Dışarıda hediyelik eşya satanlar, bal, sebze ve meyve satanlar var.
Anlaşılan o ki, insanlar burada uzun zaman kalıp dua ediyorlar, acıkınca da
piknik havasında yemeklerini yiyorlar… Toparlanın gidiyoruz…
Çamlıca Tepesi
Yuşa tepesinden dönüşte Çamlıca Tepesi’ne çıktık. Bir tepeden başka bir
tepeye. Oldukça dik bir yokuşu tırmandık, otobüs yırtınıyordu tepeye çıkmak
için. Sonunda bizi ağaçlar içinde eşsiz bir İstanbul manzarası karşıladı.
Yorgunluğumuz birdenbire gidiverdi. Uzun uzun İstanbul’u seyrettik. Anadolu Yakası’ndan
Avrupa Yakası’nı seyrediyoruz ve yüksek binalardan yola çıkarak “Acaba burası
neresi, hangi yoldan geldik?” gibi konuşmalar yapıyoruz aramızda. Bol bol deklanşöre
bastık.
Çamlıca, şairlerin şiir yazdığı İstanbul'a hakim bir tepe. İstanbul oradan
muhteşem görünüyor. İstanbul 7 tepe üzerine kurulmuş bir şehir derler ya, işte
bu tepelerden birisi Çamlıca Tepesi. Eğer İstanbul'u Çamlıca Tepesi’nden
seyretmediyseniz İstanbul'un güzelliğini görmüş sayılmazsınız. Yedi tepe
üzerine inşa edilen bu şehre, değil Türkiye'nin, dünyanın gözbebeği demek fazla
abartılı olmaz. Çamlıca Tepesi İstanbul'un tacı gibi duruyor ve üzerinde
taşıdığı İstanbul ile tarihe tanıklık ediyor adeta. Öyle ki, bu tepe gün olmuş
dinlenmeleri için padişahlara mekan olmuş, gün olmuş kent sakinlerine ev
sahipliği yapmış, gün olmuş şairlere, müzisyenlere, ressamlara, yazarlara ilham
kaynağı olmuş, hatta âşıkların sırlarını asırlarca muhafaza etmiş, saklamış.
Allah aşkına, böyle bir tepeye, tepelerin tepesine, baz istasyonu yapılır
mı? Yapmışlar işte. Yetkililer, insanlar duygusuz, sorumsuz ve zevksiz olunca
böyle oluyor galiba, vahşi kapitalizmin en çarpıcı örneği karşımızda duruyor.
Yakışıyor mu bu şimdi İstanbul'un siluetine...
Ayrıca, hafta sonunda gelinler ve damatlar buraya gelirlermiş. Buraya
gelmeden gerdeğe girilirse çocuk olmazmış. İnanç bu ya... Özellikle lâle zamanı
Gülhane-Çamlıca-Emirgan bir başka güzel olurmuş.
“Toparlanalım arkadaşlar" uyarısıyla daldığımız hayal aleminden
irkilerek uyanıyoruz. Keşke biraz daha kalabilseydik...
Otobüsün mikrofonu olmadığı için, rehberimiz Yuşa’dan beri otobüste
konuşmayı kesti. „Ben sesimle para kazanan biriyim, mikrofonsuz konuşamam,
kusura bakmayın...“ Sadece ziyaret yerlerinde konuşuyor, biz de kulak
kabartıyoruz ki; anlatılanları anlayalım.
Otobüste anlatmadığını anladık da ziyaret yerlerinde neden sesini
yükselterek konuşmaz onu anlayamadık. Sorduğumuz sorulara da dil ucuyla cevap
vermeyi tercih ediyor, anlaşılan protesto ediyor bizi. Kendimizi suçlu
hissettiğimiz için üzerine de gitmedik. Yapacak birşey yok. Paramızla rezil
olduk anlayacağınız…
Ve karnımız zil çalmaya başladı, yemek yememiz lazım. Oralarda bir yerlerde
yemek yiyebiliriz aslında. “Çok özel bir yerde yemek yedireceğim size” deyince
rehber, aramız da düzelsin diye tamam dedik. Dolaşa dolaşa bir saat sonra bir
restorana geldik, yemekleri güzeldi ama fiyatlar cebimizi yaktı. Öyle olmaz bu
iş böyle olur dedik ve ertesi gün o rehberden kurtulduk, yeni bir rehber ve
yeni bir otobüsle gezimize devam ettik. Bu konuda yardımlarını esirgemeyen
sevgili dostum Ekrem Kızıltaş’a teşekkürlerimi sunuyorum.
Kız Kulesi
Çamlıca’dan geç ayrılınca, yemek için seçilen restoran da uzak olunca vakit daraldı. Sanki yemekten sonra aynı yolu
geri geldik gibi oldu. Madem aynı yolu geriye geleceğiz, neden Kız Kulesini
gezdikten sonra yemeğe gitmedik, anlamak mümkün değil, mümkün de mümkün değil. Otobüs
şöförü yapması gerekeni yaptı ama, 5
dakika fark ile tekneyi kaçırdık ve Kız Kulesi'ne çıkamadık, kulenin hikâyesini
kuleye karşı dinledik. “Üç versiyonu vardır kulenin:
1-İstanbullu bir Rum olan araştırmacı Evripidis'in anlattığına göre
önceleri Asya sahillerinin bir çıkıntısı olan kara parçası, zamanla sahilden
kopmuş ve böylelikle Kız Kulesi'nin üzerinde bulunduğu adacık oluşmuş. Bu
adacıktan ilk kez M.Ö. 410 tarihinde söz edilmiş. Bu tarihte Atinalı komutan
Alkibiades, Boğaz'a girip çıkan gemileri denetlemek ve vergi almak amacıyla bu
küçük ada üzerine bir kule inşa ettirmiş. Sarayburnu'nun bulunduğu yerden,
kulenin bulunduğu adaya bir de zincir gerdirmiş, kule böylece Boğaz'ın giriş ve
çıkışlarını kontrol eden gümrük istasyonu olarak kullanılmış.
2-Krallardan biri rüyasında kızının 18 yaşına geldiğinde yılan tarafından
ısırıldığını ve öldüğünü görmüş. Kızını çok seven kral onu yılandan korumak
için bu kuleyi yaptırmış. Yaptırmış yaptırmasına da yine kızını yılandan
koruyamamış. Yılan, kıza yiyecek getiren hizmetçinin sepetinin içine bir
şekilde girmiş ve kızı zehirlemiş.
3-Üçüncü versiyon, Battal Gazi Tekfur'un kızına aşık olmuş ve onunla
evlenmek istemiş. Ancak Tekfur kızını vermemiş Battal Gazi’ye. Kızını Battal
Gazi'den korumak için de bu kuleyi yaptırmış. Ancak Tekfur, Şam seferini
tamamlayarak Üsküdar'a dönen Battal Gazi'den kızını koruyamamış. Battal Gazi kızı
kuleden kaçırmayı buna rağmen başarmış.“
Oldukça yorulduk, başka bir yere daha uğramadan doğru otele. Hemen herkes
istirahata çekildi. Gece gezmesi için heveslenen fazla olmadı. Bir kaç kafadar
biz düştük yollara. Yol kenarlarında el sallayanlar, yanımıza yaklaşanlar var.
Bilhassa Raşit’i göze kestirenler oldukça fazla. Utanma arlanma da kalmamış,
“fiyatta anlaşırız abi...“ falan diyorlar, korkmuyorlar da. Bize gelenleri
Raşid’e yönlendiriyoruz...ama darlandık, hızlıca geçtik o caddeyi ve rahatladık.
Birer uykuluk yedik, çay içtik ve fazla zaman geçirmeden döndük otele.
Sabah hedefte Fetih Müzesi var. Kahvaltı sofrasında, bir gün öncesinin
değerlendirmesini yaptık. Teklifler alındı ve birinci gün ile ilgili
söylenilmesi gerekenler söylendi, gerekli notlar alındı. Ortak kanaat: ‘Gezi
oldukça keyifli geçiyor.’
İlk hedef 1453 Tarih Müzesi
“Panorama 1453 Tarih Müzesi. 31 Ocak 2009 tarihinde,
İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından 33 bin metrekare
alan üzerine inşa edilmiştir. Topkapı, İstanbul
kuşatmasının en çetin geçtiği, aşılamaz denilen surların aşıldığı, yerdir…
İstanbul’un fethe açılan kapısı… Burada İstanbul`un fethine yeniden tanık
olacak ve kente giriliş anını neredeyse aynen yaşayacaksınız. Macar topçu
ustası Urban`ın döktüğü topların Kostantinopolis`in surlarını nasıl dövdüğüne şahit
olacaksınız. Sultan II. Mehmed`in binlerce askerinin tekbir seslerini ve Mehter
Marşı`nı duyup, belki de eşlik edeceksiniz.
Sultan II. Mehmed`in “Fatih” unvanını almasına şahit olacaksınız ve
İstanbul`un fethini aynen yaşayacaksınız.”
Merdivenleri çıkarak ulaştığımız alanda, önce açık havaya çıktığımızı
sandık, çünkü ilk gördüğümüz şey 29 Mayıs 1453 sabahının gökyüzü manzarası.
Hava güneşli, bulutların arasından ışık huzmeleri süzülüyor. Sonra sırayla
surları, surlara tırmanan askerleri, süvarileri, Mehter Takımı'nı, İstanbul'u
ve bir ağacın altında, savaşın beyin takımıyla birlikte atının üzerinde Fatih
Sultan Mehmet'i görüyoruz. Bir yandan Mehter Marşı, bir yandan top sesleri ve
bir yandan aslına uygun olarak hazırlanmış maket toplar, oklar, kılıçlar, kazma
ve küreklerle kendimizi savaşın tam ortasında buluyoruz. ‘Allah Allah!' nidaları ile bizzat savaşa
giriyoruz ve Osmanlı'nın İstanbul'a giriş anının heyecanını yaşıyoruz. Müzede
resmedilen binlerce figür, bizleri Mehter Marşı eşliğinde 29 Mayıs 1453′e
götürüyor. Arkadaşlar sadece burayı görmek için bile İstanbul'a gelmeye değer
diyerek duygularını dile getiriyorlar.
Merkez Efendi Kimdir?
“Merkez Efendi, 1493
yılında Denizli’nin Sarı Mahmudlu köyünde doğmuştur. Asıl adı Muslihiddin
Musa b.Mustafa‘dır. İlk öğrenimini memleketinde
tamamlar. Daha sonra İstanbul’a gelerek Hızır Velüyiddin Efendi ve Mevlana
Ahmet Paşa’dan dersler alır. Müderrislik için Karaman ve Amasya’ya gider bu
dönemde Halvetiye Tarikati icazetini alır. Tekrar İstanbul’a gelerek Etyemez
Tekkesi’ne devam eder. Daha sonra,“Sümbül Efendi” lâkaplı Şeyh Yusuf Sinaeddin
Efendi’nin halifesi ve döneminin ileri gelen sûfîlerinden ve hekimlerinden
olur.
Merkez Efendi 1514 yılında, halvet geleneğine uygun
bir tekke tesis ederek sur dışındaki bu yere yerleşir. Hafsa Valide Sultan hastalanınca, Merkez Efendi’ye müracaat edilir. Merkez
Efendi’nin 41 baharattan oluşan o meşhur mesir macunu sayesinde Hafsa Valide
Sultan şifa bulur. Oldukça mutlu olan Hafsa Sultan Merkez Efendi’ye bu macunun
halka dağıtılması için buyruk verir. Merkez Efendi de Sultan Camii minareleri
ve kubbeleri üzerinden mesir macununu halka dağıtır. Bu gelenek günümüze kadar
gelmiştir. Her yıl 22 Mart’ta Manisa’da mesir macunu şenlikleri yapılır.
Bu
şenlik bir ara yasaklanır. Manisa Valisi Müştak Lütfü, Mesir macunu dağıtım işini
yasaklar(1925). Gerekçe olarak ‘Osmanlı’yı hatırlatıyor’ der. Bu yasak 1952
yılına kadar devam eder. 1952 den sonra hükümet değişir ve yasak kalkar.”
Geçmişine
düşman olan zihniyetler biteviye uğraştılar ama, aziz milletimiz bu hastalıklı
beyinlerden kurtulmasını bildi desek
yanlış olmaz. Bu konuda irade beyan etmek demek, kurtuluş için yeterli adımın
atılması demektir. O adım atılmıştır. Bu adımlar barış için atılan adımlardır,
adalet için atılan adımlardır. Aradan geçen 100 sene var. Acı dolu, keder dolu
100 sene...Işık görünmüştür, güneşin kızıllığı da görünmüştür, biraz daha sabır
gerek...
Merkez Efendi İsmi Nereden Geliyor?
Bir
gün Sümbül Efendi talebeleri ile ders yaparken onlara diyor ki: "Her şeyi
yaratan Allah, dünyayı yaratan da Allah, eğer mümkün olsaydı da bu dünyayı siz
yaratmış olsaydınız ne yapardınız?" Öğrenciler kendilerine göre izahlar
yapar. Sıra Merkez Efendi'ye geliyor; "Ben hiç bir şeyde değişiklik
yapmaz, hepsini merkezinde bırakırdım" der ve bundan sonra Merkez Efendi
olarak çağrılmaya başlanıyor.
Merkez Efendi İstanbul’a nasıl gelmiştir?
“Merkez Efendi Denizli’de
Medrese hocasıdır. Kız öğrencilerle erkek öğrencileri bir arada okutmakta beis
görmez. Kendisine uygulamanın yanlış olduğu şeklinde tavsiyeler yapılır, bu
tavsiyelere kulak asmayınca yerel mercilere şikayetler yapılır, bu şikayetlerden
de sonuç alınmaz. Kimseyi dinlemediği gibi, „Sizler bana dinimi öğretmeyin“
diye sert karşılıklar verir yetkili mercilere.
Halk rahatsızlıklarının dozunu artırınca durum Saray‘a bildirilir.
İstanbul'a çağrılır, önce kadıların huzuruna çıkarılır. Merkez Efendi’yi
kadılar da ikna edemeyince, Padişahın huzuruna çıkarılır.
Padişah kendisine: "Siz kız
çocuklarıyla erkek çocukları aynı mekanda birlikte okutuyormuşsunuz, hiç ateşle
barut bir arada olur mu?" diye sorar.
Merkezefendi
kavuğunu çıkarır ve içindeki ateşle barutu göstererek "Evet işte böyle,
bakınız oluyor" der. Padişah Merkezefendiden hoşlanır ve İstanbul'da
kalmasını söyler, o da kabul eder.
Denizli’den
ayrılışı o ayrılıştır, daha sonra bir
daha Denizli'ye dönmez, giderken şehre ve sebep olanlara beddua eder. „YERLİSİ
DOYMASIN, YABANCISI OLMASIN…“ 90 yılı aşkın bir
süre yaşayan Merkez Efendi İstanbul’da vefat eder.”
Merkez Efendi Mezarlığı
Bu
vesileyle, Erbakan Hocamızı da ziyaret ettik, onun için de dualar okuduk. 15
yaşımda tanışmıştım hocamızla, sonraki yıllarda da fırsat buldukça onunla
beraber olmaya çalıştım. O 1970’ten sonra Türkiye’ye damgasını vuran bir
liderdi, Türkiye sevdalısıydı. Yaşadığı zamanlarda kıymeti bilinmedi, vefat
ettikten sonra kıymeti anlaşıldı ama…Giden geriye gelmiyor...
Ziyaretine
gelenlere oradaki görevliler tarafından gülsuyu ve lokum dağıtılıyor. Takdir
edilecek bir uygulama. Allah rahmet eylesin...
Anıt Mezarlar
Rotamızı Eyup Sultan ve Piyer Loti'ye çevirmiştik ama yakın tarihimize
damgasını vuran iki şahsiyeti ziyaret etmeden geçemezdik. Adnan Menderes ve
Turgut Özal. Fatiha okuduk, Allah’tan rahmet diledik onlar için, yaptıkları iyi
çalışmalara şahitlik yaptık. Rehberimiz de bu iki devlet adamıyla ilgili kısa
kısa bilgilendirmelerde bulundu.
Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Rüştü Zorlu idam edilmiş. Kendilerine ciddi
bir suç isnat edilememiş olmasına rağmen idam edilmişler. Ezici bir çoğunlukla
seçimi kazanmalarına ve iktidara gelmelerine rağmen idam edilmişler.
Suçları, kendilerinden önceki hükümet tarafından Arapça okunması yasaklanan
ve Türkçe olarak okunan ezanı, asli şekliyle Arapça olarak okunmasına müsade
etmeleriymiş. Kur’an öğrenimine getirilen yasağı kaldırmışlar, isteyen aileler
çocuklarına Kur’an öğretmeye başlamışlar. Bunlar ve benzeri icraatları onları
ipe götürmüş gûya.
Turgut Özal da Menderes ile aynı çizgide buluşan bir lidermiş. Türkiye’yeye
çağ atlatmış. O günün şartlarında güç sahibi olan dünya devi devletlere kafa
tutmuş. Sonrasında da şaibeli bir şekilde ölmüş. Öldürülmüş demek belki de en
doğrusu olacaktır. Hanımı otopsi yapılmasına bile müsaade etmemiş, sonraki
zamanlarda müsade edilmiş, vücudunda zehir de bulunmuş ama, öldürücü değilmiş.
Rapor böyle verilmiş. İçimiz burkuldu. Allah'ım devletimize zeval verme, iyi
niyetli, vatansever devlet adamlarımızı koru, kötü niyetli yöneticilere de
fırsat verme.
Ve ayrıldık Anıt Mezar’dan. Otobüste konu ile ilgili görüşler söylendi,
kızdık-öfkelendik. Cennet vatanımız, güzel Türkiye’miz ne badireler atlatmış
bugüne kadar. Ne kadar çok düşmanı varmış meğer. İçerdekiler bir türlü
dışarıdakiler başka bir türlü. Ama o hep vefalı olmuş, sevenlerini bağrına
basmış, kucaklamış, emzirmiş, beslemiş, korumuş onları düşmanlarından. Olan
O’na olmuş, gün olmuş kollarını kesmişler, başını yarmışlar, gün olmuş bağrını delik deşik etmişler…Buna
rağmen evlâtlarını bırakmamış ortalıkta. Ogündenberi sevdâlılarını haklı olarak
bekliyor, meme verdiği o vefakar evlatları da semirmeye başlamış, güneşin
doğması yakındır elbet...
Devam edecek