- Ecdadımızın mezar taşlarındaki yazıları bile okuyamaz
hale gelmişiz. Bizleri geçmişimizden koparan bir dönemin yöneticileri olan o
insanlara ne diyelim,’İyi yapmışsınız aferin.’ mi diyelim, ne diyelim siz
söyleyin...-
Pierre Loti (Louis Marie Julien Viaud) Kahvesi
Eyüp Sultan Camii'nin hemen yanından teleferiğe bindik. Mezarlıkların
üzerinden adeta uçarak geçtik ve ulaştık Piyer Loti Tepesi’ne. Tarihi Piyer
Loti Kahvesi birkaç yüz yıllık geçmişe sahipmiş. 19. yüzyılın sonlarına kadar
Rabia Kadın Kıraathanesi olarak bilinen bu kahve, Fransız yazar Pierre Loti
burayı mekân tutmaya başladıktan sonra Piyer Loti Kahvesi olarak anılmaya başlanmış.
Pierre Loti, 1850-1923 yılları arasında yaşamış ünlü bir Fransız yazar ve
oryantalist. Deniz subayı. Türkiye'ye ilk kez 1876 yılında gelmiş ve bir yıl
kalmış. Eyüp sırtlarındaki bu tarihi kahveyi de o yıllarda keşfetmiş. Pierre
Loti'yi oraya çeken Haliç'in büyüsünden ziyade, Aziyade ismindeki evli bir
Osmanlı hanımıymış. Pierre Loti ile Aziyade arasında bu kahvede ölüm onları
alıp götürünceye kadar devam edecek olan aşkın ilk adımları atılmış. İşte o gün
bugündür kahvenin adı Piyer Loti olarak anılmış.
Ahmet Yumuşak ile aynı masayı paylaşıyoruz. Eşlerimizle birlikte Haliçe
karşı çaylarımızı yudumluyoruz. Bir
yandan Haliç'i seyrediyor, diğer yandan da o ortamın küf kokan havasını
solumaya çalışıyoruz. Muhteşem bir manzara. Ben Loti ve Aziyade’nin aşkına
saygı duyuyorum…Bu tepeden İstanbul’u seyredenler, ya aşık olurlar, ya da kitap
okurlar veya yazarlar...
Piyer Loti Tepesi’nden
inerken, teleferik yerine yürümeyi tercih ediyoruz. Eyüp Mezarlığı’nda medfun
olan tarihe not düşmüş nice vatan sevdalıları varmış. Onlara uğramadan, onlarla
sohbet etmeden ve onlar için dua etmeden oradan çekip gitmek olmazdı. Necip
Fazıl Kısakürek (şair ve yazar), Hacı Arif Bey (musikişinas), Zekai Dede Efendi
(bestekâr), Ömer Ferit Kam (yazar), Mareşal Fevzi Çakmak (asker), İsmail Hakkı
Uzunçarşılı (tarihçi yazar), Peyami Safa (yazar), Ömer Nasuhi Bilmen (âlim),
Ahmet Kabaklı (yazar), Adil Erdem Bayazıt (yazar, şair, milletvekili)...Bu
mezarlar vatanımızın tapu senetleridir. Allah hepsine rahmet eylesin. Özellikle
Üstadımız necip Fazıl Kısakürek’e, Sakarya’nın ayağa kalkmak üzere olduğu
müjdesini verdik...Üstad bizleri görünce heyacanlandı ve şiirinden bir bölüm okudu:
Sakarya, sâf
çocuğu, mâsum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun,
varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..
Abdest alacağız
Caminin tuvaleti biraz uzakta, yanında bir de mezbaha var. Adak
kurbanlarının kesimi bu mezbahanede yapılıyormuş.
Kokudan geçilmiyor, mezbaha ile tuvalet kokusu birleşince olan oluyor işte...
Burnumuzun direği sızlıyor. Tuvalette, tuvalet kâğıdı da yok. Elli kuruş
verirseniz bir tek peçete veriyorlar onu da elinizi silmek için, bir tek peçete
50 kuruş, ne demek lazım bu işe... Tuvalet kâğıdı neden yok burada? Diye
sordum tuvaletin sorumlusuna, aldığım
cevap ilginçti: "Su var ya, ne yapacaksın tuvalet kâğıdını?!.”
Eyüp Sultan Camii
“Ebu Eyyûb El-Ensarî, Eyüp Sultan olarak anılır. Mekke'den Medine'ye göç
ettiği zaman Peygamberimiz’i evinde misafir eden sahabe olduğu bilinir. 80
yaşlarında geldiği (668-669) İstanbul kuşatması sırasında şehit düştüğü anlatılır.
Vasiyeti üzerine, İstanbul surlarının dibine gömüldüğü rivayet edilir. Fetih’ten
sonra Akşemseddin, keşif yoluyla mezarını bulmuş. Mezarın bulunduğu yere adına bir türbe, bir de
cami yaptırılmış. Eyup Sultan aynı zamanda, Cülûs törenlerinin yapıldığı yerdir.
Padişahların kılıç kuşandığı, taç giydiği yer."
Öğle namazını Eyup Sultan Camii’nde kıldık. Namazdan sonra türbe ve kabir ziyaretinde
bulunduk. Özellikle Eyup Sultan Haziresi’nde bulunan mezarlar var hedefimizde.
Cülûs Yolu
“Eyüp Sultan Camii'nin müştemilatı içerisinde Eyüp Sultan Türbesi,
Bitişiğinde Cülûs Yolu, İmaret(Aşevi), Binektaşı, Tefekkür Bahçesi ve Mihrişah
Valide Sultan Sıbyan Mektebi var. Cülûs Yolu, Fatih Sultan Mehmet'ten
Vahdettin'e kadar Osmanlı Padişahlarının tahta çıktıklarında kılıç kuşanıp ata
bindikleri, Cülûs törenlerinin yapıldığı, padişahın hükümranlığını sembolize
eden tarihi bir yoldur. Geleneğe göre Sultan, kayık ile Eyüp'e gelir, vezirler
ve devlet adamları yolun başında kendisini selamlarmış, o da binek taşının
üzerinden atına binerek Eyüp Sultan Hazretlerini ziyaret edermiş. Şeyhülislam orada
Sultan’ın beline dört halifeye ait kılıçlardan birini kuşatır ve Allah'ın
yardımıyla din ve devlet düşmanları üzerine muzaffer olması için dua edermiş.
Törenden sonra Sultan yeniden ata biner yolda toplanan ahaliye Cülûs bahşişi
dağıtarak Topkapı Sarayı’na geri dönermiş. Bu üzerinde durduğum taş, bir döneme
damgasını vurmuş Osmanlı Padişahlarının iktidara ilk adımı attıkları Cülûs
Yolu'nda sultanların ata bindikleri tarihi "Binektaşı" dır.”
Binek taşı’nın üzerinde, yanında o taşın kimliğiyle ilgili bir açıklama
göremedik. Rehberiniz olmadan oraya giderseniz o taşın orada niçin durduğunu
anlayamazsınız. 600 sene 3 kıtada adaletle hükmeden o koca imparatorluğun başında bulunan
padişahın, padişah olunca ata bindiği o taş orada öylece duruyor. O şehrin
belediye başkanı yok mudur, o belediyenin kültür müdürü yok mudur?
Mezar
taşları ve anlamları
“Mezar taşları, ölülerin yer
üstündeki temsilcileridir. Bir yandan bizlere ölümün varlığını hatırlatmak, ölümün
yokluk olmadığını göstermek; bir yandan da bizden dua talep etmek amacıyla
dikilmiştir. Onlar bize, dünyanın geçiciliğini, asıl yurdun buralar olmadığını
fısıldamaktadır...
İşte şurada gördüğünüz gibi,
mezar taşlarının bazılarında yatay taş üstüne çanak şeklinde bir oyuk vardır.
Maksat, yağmurdan sonra orada biriken sudan içen kuş ve kedi gibi hayvanlar
vesilesiyle sevap ve rahmet elde edebilmektir.
Ayrıca, erkeklere ait taşlarda
mesleğini bildiren başlıklar vardır işte şurada görüyorsunuz, böylece orada
yatan zatın mesleği ve tarikatı anlaşılabilmektedir. Genel olarak erkek mezar
taşları; sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak dört grupta toplanır. En
ilginç mezar örneklerinin sahibi kaptan-ı deryalardır. Kırık gemi direği,
kişinin artık hayatta olmadığının göstergesidir. Bu taşlar, bir kaptanın, âdeta
ahiret gemisine binip ebedi istirahat yerine doğru seferini temsil eder.
Kadın Mezar
taşlarında daha çok kadın zerâfetini yansıtan çiçek ve meyve motifleri
bulunmaktadır.
Kur’an’da çeşitli vesilelerle
nar, üzüm, hurma gibi meyve isimleri zikredilir (6 En’am 99). Mezar taşlarına bu
meyveler de işlenir, meyveler sembolik bir duadır: ‘‘Biz cennet meyvelerini
vefat eden kişinin taşına kazıyoruz, ‘Allah’ım Sen de ona asıllarını ikram et’
demektir. Servi Ağacı, düzgün ve uzun
duruşu ile Allah kelimesinin ilk harfi olan Elif’e benzetildiği için, Allah’ın
birliğini sembolize etmektedir. Servinin en üst dalının eğri durması Allah’ın
karşısında boynu bükük kalmayı, âcizliği ve sabrı ifade eder.
Bazı mezar taşlarına da
gördüğünüz gibi kandiller işlenmiştir, böylece orada yatan kişinin kabrinin
aydınlatılması temenni edilmiştir. Nur suresinin 35. ayetinde şöyle denilir:
‘‘Allah, göklerin ve yerin Nur’udur. O’nun nurunun örneği, içinde ışık bulunan
bir kandile benzer.’’
Osmanlı
mezarlıkları ve mezar taşları dün olduğu gibi bugün de herkesin ilgisini
çekmektedir. Çünkü bu mezarlıklar, endamlı servileri, rengârenk çiçekleri ve
sanat şâheseri taşlarıyla insana huzur veren mekânlardır. Eski mezarlıklarda
ölümün, insana ürperti veren soğuk yüzü görülmez. Osmanlı Medeniyeti buraları
birer “mânevi istirahat bahçesine” çevirmiştir. Mezar taşı kitâbeleri yapıları
itibariyle de sanat ve estetiğin konusu olmuşlardır. Çok ince taş işçiliği,
çeşitlilik arz eden başlıkları, taşıdıkları edebî ifadeler ve yazı sanatının
çok güzel örneklerini taşımaları onları önemli kılmıştır. Ayrıca kişi ile
ilgili en doğru bilgiler mezar taşlarından elde edilmiştir.
Osmanlı medeniyetinde, mezarlıklar şehir dışına, hayatın dışına çıkarılmamış, devamlı göz önünde olan yerlere yapılmıştır. Hayatta olan insanların, her gün beraber oldukları, akrabaları, dostları, eşleri, çocukları orada metfundur. Onların önünden geçerken hayır dua ile andıkları bu mezar sakinleri, onlara hayatın fâniliğini, geçiciliğini hatırlatarak, kalıcı güzelliklere yönelmelerini sağlayacaktır.”
Tarihi eserlere karşı ne kadar da ilgisiz kalmışız. Burada kocaman bir tarih yatıyor. Mezar taşları konuşuyor, bizler onların sesini duyamıyoruz. Herkesin gözü önünde duran bu tarihi eser statüsünde olan bu mezarlık ne kadar da bakımsız. Ecdadımızın mezar taşlarındaki yazılarını bile okuyamaz hale gelmişiz. Bizleri geçmişimizden koparan bir dönemin yöneticileri olan o insanlara ne diyelim,’İyi yapmışsınız aferin.’ mi diyelim, ne diyelim siz söyleyin...
Osmanlı medeniyetinde, mezarlıklar şehir dışına, hayatın dışına çıkarılmamış, devamlı göz önünde olan yerlere yapılmıştır. Hayatta olan insanların, her gün beraber oldukları, akrabaları, dostları, eşleri, çocukları orada metfundur. Onların önünden geçerken hayır dua ile andıkları bu mezar sakinleri, onlara hayatın fâniliğini, geçiciliğini hatırlatarak, kalıcı güzelliklere yönelmelerini sağlayacaktır.”
Tarihi eserlere karşı ne kadar da ilgisiz kalmışız. Burada kocaman bir tarih yatıyor. Mezar taşları konuşuyor, bizler onların sesini duyamıyoruz. Herkesin gözü önünde duran bu tarihi eser statüsünde olan bu mezarlık ne kadar da bakımsız. Ecdadımızın mezar taşlarındaki yazılarını bile okuyamaz hale gelmişiz. Bizleri geçmişimizden koparan bir dönemin yöneticileri olan o insanlara ne diyelim,’İyi yapmışsınız aferin.’ mi diyelim, ne diyelim siz söyleyin...
Bir de Eyüp
Sultan’a kadar gelip türbe ziyareti yapıp, camide onlarca rekat namaz kılıp,
oradaki taşlara demirlere elini yüzünü sürüp günahlarından azaltma yaptığına
inanarak geriye dönenler var. Caminin hemen arkasına gidip de o mezar taşlarına
bakmıyorlar bile, orası onların ilgilerini bile çekmiyor...Oraya kadar gidip Fatiha
bile okumuyorlar...Al birini vur ötekine. Neremizden tutsak elimizde kalıyor...
Rehberimiz Nisa Uğurluel
Nisa hanım, daha
yeni evlenmiş. Mesleğine aşık olduğu herhalinden belli. Bizlere İstanbul’u
anlatmak için yırtınıyor. Bazılarımız İstanbul ile yeni tanıştığımız için maalesef
rehberi dinlemekten ziyade fotoğraf çekmeyi tercih ediyoruz. Morali bozuluyor
ama ses çıkarmıyor Nisa Hanım. Kendisini can kulağıyla dinleyenlere anlatıyor, saygılı
bir bayan...Zorla güzellik olmuyor. Rehber anlatacaklarını anlattıktan sonra
aslında 5 dakika resim çekme zamanı da veriyor. Sorumlu arkadaşlarımız da her
eserin önüne geldiğimizde hatırlatıyorlar, “arkadaşlar toplanalım” diyorlar,
“resim çekmek için zaman ayrılacaktır” diyorlar,’ önce bu eser hakkında bilgi
alalım sonra verilen süre içinde resim çekebilirsiniz’ diyorlar.
Toplu geziler
iyidir-güzeldir ama iyi olmayan tarafları da vardır. Bazıları alır başını
gider...Genel olarak, birlikte hareket etmek gibi ahlâki alışkanlığımız yok
maalesef. Bazı insanlar huzuru bozarlar, düzeni bozarlar, bir de kalkarlar sorumlulara
kafa tutarlar...Yapacak fazla birşey yok, yemeğin tuzu biberi gibi düşünmek
gerekiyor bu olayları...
Miniatürk
Önce Miniatürk. Miniatürk`te Türkiye`nin dört bir yanından seçilen tarih,
kültür ve sanat eserlerinin minyatürleri sergileniyor. Antik Çağ`dan Bizans`a,
Selçuklu`dan Osmanlı`ya 3.000 yıllık tarih ve kültür mirasımız buraya, Haliç
kıyısına taşınmış. Miniatürk; Anadolu, İstanbul ve diğer Osmanlı coğrafyasından
getirilen eserlerin sergilendiği bölümlerden oluşuyor. Fevkalade etkileyici.
Kendi ortamlarında sergileniyor eserler. En etkileyici olanı, Kurtuluş Savaşı'nın
canlandırıldığı kısım. Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı ve hemen arkasından
Kurtuluş Savaşı. İmkânsızlıklar içerisinde yapılan savaşlar bunlar, top yok,
tüfek yok, araba yok, mermi yok, ayağa giyilecek ayakkabı yok. Kazmalarla,
küreklerle, sopalarla korunuyor; vatan, namus, bayrak ve millet. Sonuçta yedi
düvele karşı zafer kazanılıyor, imkânsız başarılıyor. Etkilenmemek mümkün
değil.
Mısır Çarşısı
“Mısır Çarşısı,
Eminönü'nde Yeni Cami'nin hemen yanında. İstanbul'un en eski kapalı
çarşılarından. Çarşı, 1660 yılında
Turhan Sultan tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Kazım Ağa'dır. Turhan Sultan
Rus asıllıdır. 12 yaşlarında iken Kırım Tatarları’nın eline esir düşmüş ve
İstanbul’a getirilerek saraya verilmiştir. Sultan Dördüncü Mehmed’in annesidir.
Devlet işlerinde etkili olmuştur. 1597’de Sultan Üçüncü Mehmed’in annesi Safiye
Sultan’ın emriyle yapımına başlanan Yeni Cami onun parasıyla tamamlanmıştır.
Türbesi bu caminin avlusundadır. Mısır Çarşısı da caminin müştemilatındandır. Aktarlarıyla
meşhur olan bu çarşıda eskiden olduğu gibi, halen; bitkisel ilaçlar, baharatlar,
çiçek tohumları, bitki kökleri ve kabukları gibi ilaçların yanı sıra;
kuruyemiş, şarküteri ürünleri, değişik gıda maddeleri de satılmaktadır. Burada
ne ararsanız bulursunuz. Alış-veriş için 2 saat zamanınız vardır. İşi biten Yeni
Cami’nin önüne gelsin. Ama zamanında gelsin.”
Hep beraber girdik çarşıya. Çarşıda
gezmek-dolaşmak, alış-veriş yapmak oldukça zor, ana-baba günü.. ‘İğne atsan
yere düşmez’ dedikleri söz, tam da burası için söylenmiş sanki. Yürümüyorsunuz,
adeta sürükleniyorsunuz. Adım atmadan yürümek nasıl olurmuş, onu burada yaşıyorsunuz. Alışveriş edilmese bile
mutlaka bu kalabalığa girilmesi gerekiyor. Biz de bir şey alamadık zaten. Bazı
arkadaşlar mesir macunu almışlar, bazıları da Mehmet Emin Efendi kahvesi...Kahvesi
oldukça meşhurmuş. Ben de oğlum Zülfikar için aldım. Kahveyi çok sever, tiryaki
denilebilir ve kendisi pişirir. Bu kalabalıktan kaybolmadan çıkabilirsek
kendimizi şanslı hissedeceğiz. 2009 senesinde bu çarşıda Beyhan’ı kaybetmiştik. Herkesi almıştı bir telaş, nasıl
bulacağız, nereyi arayacağız, kime soracağız Beyhan’ı? Soru üstüne soru...
Cevabı olmayan sorulardı bunlar. Zaman uzadıkça telaşlanıyoruz, tansiyonumuz
yükseliyor, bir oraya yükleniyoruz bir buraya yükleniyoruz derken; Raşit ve Hüseyin
kalabalığın içinden el sallıyorlardı, tamam bulduk Beyhan’ı. Nasıl rahatlamış, nasıl sevinmiştik. Beyhan,
alış-veriş yapmak için dükkâna girmiş, annesine babasına haber vermeyi de unutmuş,
çocuk işte... Aynı şey yine başımıza gelecek diye de korkmadık değil. Bu defa
da Erol’un oğlu Metin kaybolabilirdi...
Kapalıçarşı
“Kapalıçarşı,
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından 1460 yılında inşa ettirilmiştir
ve Fatih tarafından vakfedilmiştir. İstanbul’un en eski ticâret merkezidir.
Târihteki adı Çarşu-yı Kebîr( Büyük Çarşı) dir. 30.700 m2’lik bir sahaya
kurulmuştur. Üzeri kubbelerle örtülüdür, içinde iki tane cami vardır. Nûr-u
Osmaniye ve Bâyezid Câmileri. Çarşının 60 tane sokağı ve 3600 dükkanı vardır. Çarşıya
dört taraftan giriş yapılabilir.
Kapalı
Çarşı’nın Bâyezid istikametindeki kapısının üstünde, “El-kâsib-u Habîbullah”(Helalinden
kazanan Allah’ın sevgili kuludur.) kitabesi ve Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın
tuğrası, Nûruosmâniye Câmii istikametindeki kapısının üstünde de Osmanlı
Devleti’nin arması mevcûddur.
Kapalı
Çarşı, hem tarihsel dokusu hem de geçmişin izlerine ışık tutan sanatsal
öğeleriyle önemini korumayı başarmıştır. Kapalı Çarşı, pazar hariç, her gün
açıktır. Çarşı ne ararsanız bulabileceğiniz bir alışveriş merkezidir.
Nuruosmaniye Camii
Kapalıçarşı'nın Cağaloğlu ve Çemberlitaş'a açılan kapısının önünde yer alır.
Sultan I. Mahmud'un emriyle inşasına başlanmış, III. Osman tarafından 1755
yılında tamamlanmıştır. İsmini 3. Osman’dan almıştır. Mimarı Mustafa Ağa ve
yardımcısı Simon Kalfa'dır. (Mimar Simeon). Nuruosmaniye, Klâsik Dönem'in
izlerinin azaldığı, Avrupa mimarisinin etkilerinin görüldüğü bir yapıdır. Barok
üslûbunun ilk örneği olan bu karakteristik caminin iç avlusu, klâsik plân esasından
bütünüyle ayrılmıştır. Yarım daire şeklinde 12 sütun üzerine oturan 14 kubbesi
bulunmaktadır. Caminin iç kısmı kare plân üzerine yapılmıştır ve mihrabı
çıkıntılıdır. Eteği 32 pencere ile çevrili yüksek kubbe, duvarlar üzerine
oturan kemerler tarafından taşınmaktadır. Cami,
beş sıra halinde 174 pencere tarafından aydınlatılmaktadır. Pencereler alçıdan
ve Barok stilindedir. İç
bezemelerinde en göze çarpan unsur kubbesinde ve duvarlarındaki hatlardır. İki
şerefeli iki minaresi vardır. Kurşun yerine taş alemler ilk kez bu minarelerde
kullanılmıştır. Caminin iç avlusunda şadırvan yoktur. İki kapılı geniş dış
avlusu, Kapalıçarşı ile Cağaloğlu ve Çemberlitaş arasında geçiş yolu olarak
kullanılmaktadır. Nuruosmaniye Külliyesi, dar bir alana sahip olmasına rağmen;
kütüphane, medrese, imaret, çeşme, sebil, dükkanlar gibi müştemilâtı ustaca kuşatmıştır.
Caminin ana giriş kapısının üzerinde müezzin mahfili, yanlarda mahfiller,
mihrabın solunda ise padişahın at üstünde camiye girişine yol veren rampalı
Hünkâr mahfili bulunmaktadır. Bir çok odadan müteşekkildir ve altın yaldızla
bezenmiştir. Mükemmel bir akustik
sistemi olan caminin dengesini kontrol etmek için mihrabın iki yanına döner
terazi sütûnlar yapılmıştır. Caminin türbesinde, Şehsuvar Sultan ve şehzadeler
medfundur.
Nuruosmaniye Camii, üç boyutlu taş
bezemeleriyle dünya mimarisinde bile eşi olmayan, özgün bir Barok şaheseridir.
Ancak, Barok üslûbunun ilk örneği olan bu yapı, İstanbul'un mimarî açıdan
bozulmasının müsebbibi olarak da gösterilmektedir. Bu görüşe göre, yapıda
uygulanan üslûbun etkileriyle 19. asır başından itibaren İstanbul'un yüksek
kültür değerleri, mimarisi ve şehir özellikleri tahribata uğramıştır.
İstanbul'un her yerinde dantel gibi işlenmiş Mimar Sinan eserleri göz önüne
getirildiğinde, bu görüşe hak vermemek elde değil.“
Bilhassa bayanlar için dinlenme açısından iyi
geldi Nuruosmaniye Camii. Alışveriş etmek o kadar kolay olmuyor. Burada bize
Hale kızımız da eşlik etti. Denizlilidir.
Boğaz İçi Üniversitesinde okuyor. Berlin’de tanışmıştık kendisiyle. Ben ekibi Kapalı Çarşı’da Nuruosmaniye Camii’nin yanında
bırakarak İstiklal Caddesi’ne gittim. Zülfikar’ın siparişi vardı.
Çağaloğlu’nda, Sahaflar Çarşısı’nda bulamadım. “Ancak istiklal Caddesi’nde
bulunur.” dediler. İstiklal Caddesi’nde de yürümek oldukça zor. Ya ağır ağır
gideceksin, halk seni sürükleyecek ya da aralardan sağ sol yaparak hızlı hızlı
gitmeye çalışacaksın. Ben ikinciyi terci ettim. Ne kadar başarılı oldum o
tartışılır. Ama albüme ulaştım ve satın aldım: Tanburi Cemil Bey’in Külliyatı.
Sultan
Ahmet Camii
“1609-1617
yılları arasında Osmanlı
Padişahı I. Ahmed tarafından, Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa'ya
yaptırılmıştır. Cami mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım
kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleri ile
süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami” (Blue Mosque)
olarak adlandırılır.
Sultanahmet
Camii, külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük eserlerden biridir. Bu
külliye, cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller,
türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır.
Bu yapıların bir kısmı günümüze kadar maalesef ulaşamamıştır.
Camide,
20.000'i aşkın İznik çinisi kullanılmıştır. Bu çinilerin
süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki
motifleri vardır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43
metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi
200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından
yazılmıştır. Türkiye'nin altı minareli ilk camiidir. Avlu neredeyse caminin kendisi kadar geniştir
ve kesintisiz bir kemeraltıyla çevrilmiştir. Her iki tarafında abdesthaneler
vardır. Ortada altıgen fıskiye vardır.
Avizelere devekuşu
yumurtaları yerleştirilmiştir. Bu yumurtalar örümcek ağlarının oluşumunu
engeller. Her yarı kubbe 14 pencereye, merkez kubbe ise 4'ü kör olmak üzere 28
pencereye sahiptir. Renkli camlar Venedik
Senioren’in hediyedir.
Caminin mihrabı ince işçilikle oyulmuş ve yontulmuş mermerden
yapılmıştır. Bitişik duvarlar seramik çinilerle
kaplanmıştır. Mihrabın sağında zevkle işlenmiş minber
bulunur. Cami en kalabalık halinde dahi olsa herkesin imamı duyabileceği
şekilde tasarlanmıştır.
Sultan mahfili, bir
platform, iki küçük dinlenme odası ve sundurmadan oluşur, buradan padişahın
locasına geçilir. Hünkar Mahfili 10 adet mermer sütunla desteklenmiştir.
Caminin içindeki birçok lamba zamanında altın ve diğer
değerli taşlarla ya da kristal cam kaselerle kaplıydı. Bu dekorların hepsi
maalesef ya kaldırıldı ya da yağmalandı.
Minareler
Sultanahmet camii Türkiye'de
6 minaresi
olan 4 camiden ilkidir. Minarelerin sayısı ortaya çıkınca Sultan Ahmet küstahlıkla suçlanmıştır. Çünkü, sadece Kâbe'de de 6 minare bulunmaktadır. Sultan bu
problemi Kâbe’ye yedinci minareyi yaptırarak çözer.
Galata Kulesi (İsa Kulesi)
Osmanlılar
için burası tıpkı Romalılar döneminde olduğu gibi dış mahalledir. İstanbul’un,
kadılıkla yönetilen 4 bölgesinden (Sur içi, Eyüp, Üsküdar ve Galata
kadılıkları) birisiydir Galata. Yani ayrı bir kadısı vardır. 1453’teki fetihten sonra Cenevizliler,
buradaki iskan ve ticaret haklarını korudular. Genç Fatih,
İstanbul’un fethinden sonra bölgeyi kendisine teslim eden
Cenevizlilerin ve Venediklilerin ne kadar fayda sağlayacaklarını iyi
biliyordu.
Galata Kulesi, tahminlere göre
ilk olarak 507 yılında Romalılar tarafından yapılmışsa da bugünkü şeklini 1348
yılında Cenevizler vermiştir.
Yüksekliği yaklaşık 70 metre, çapı ise aşağı yukarı 10 metredir. Ağırlığının
ise 10 bin ton olduğu tahmin edilmektedir.
1.Anastasius
tarafından yaptırılan kuleye Cenevizler, büyükçe bir Katolik haçı
yerleştirdiler. Osmanlılardan önce İsa Kulesi olarak anılan kulenin tepesindeki
haç, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından indirtilmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra
Galata Kulesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde farklı amaçlarla kullanıldı. Kule, 1509 yılında meydana gelen İstanbulluların “Küçük
Kıyamet” olarak adlandırdıkları depremde ciddi zararlar gördü. O devrin önemli
mimarlarından Hayrettin tarafından onarıldı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde
hapishaneye çevrildi. Kasımpaşa tersanesinde çalışan mahkumlar burada
tutuldular bir süre. 1500’lerin sonlarına doğru ise Takıyüddin Efendi
tarafından buraya bir rasathane kuruldu. Fakat Sultan 3. Murat daha sonra,
ahalinin “meleklerin eteklerinin altına bakılıyor” serzenişi nedeniyle
“yıldızlarla uğraşmakta hayır yoktur” diyerek burayı kapattı.
18.yy’ın
ilk çeyreğinde Galata Kulesi, bitmek tükenmek
bilmeyen İstanbul yangınlarına karşı gözetleme kulesi olarak kullanılmaya
başlandı. Kaderin
bir cilvesi aynı yüzyılın sonlarında kulenin kendisi de yandı. Aradan yarım
asır geçmeden tekrar yanan Galata Kulesi’ne 3.Selim ve 2.Mahmut dönemlerinde
cumbalar eklendi. 1875 yılında İstanbul’da meydana gelen bir fırtınada
çatısının uçtuğunu da biliyoruz. Cumhuriyet döneminde bir restorasyon daha
geçiren Galata Kulesi, bugün restoran ve seyir terası olarak hizmet
vermektedir.
Galata Kulesi ve Kız Kulesi birbirlerine
aşıktırlar
Ama
aradaki amansız boğaz nedeniyle
kavuşmaları da imkansızdır. Günden güne özlemleri daha artmaktadır. Derken
günlerden bir gün, Hezarfen Ahmet Çelebi tırmanır kuleye, Avrupa’dan Anadolu
yakasına uçmak üzere. Galata Kulesi’nin ısrarlarına dayanmayarak, kulenin
yüzyıllardır biriktirdiği mektupları da yanına alarak kanatlanır ve onları
Salacak sahiline yaklaşırken Kız Kulesi’ne bırakır. Rüzgarla savrulan mektuplar,
dalgaların da yardımıyla Kız Kulesi’ne ulaşır. Aşkının karşılıksız olmadığını
anlayan Kız Kulesi, mektuplardan sonra daha güzelleşir. Bu sayede Galata Kulesi
de sevgisinin tek taraflı olmadığını anlar. İkilinin
birbirlerine karşı hissettikleri bu duygular, onların karşılıklı olarak
yüzyıllara meydan okumalarını sağlar…
Sultanahmet Çeşmesi
Topkapı Sarayı’nın, ilk kapısı Bab-ı
Hümayun’un önündeki küçük meydanda Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından yaptırılmıştır.
Çeşme, üçüncü Ahmed’in emriyle mimarbaşı, Kayserili Mehmed Ağa tarafından
1728-1729 yıllarında yapılmıştır. Türk-Osmanlı sanatının şaheserlerinden
biridir. Yapı genel hatlarıyla kare bir plana sahiptir. Karenin her yüzünde
birer çeşme bulunmaktadır. Karenin bir kenarı 10 metre olduğundan, çeşme 100
metrekarelik bir alanı kaplar. Yüksekliği saçak hizasına kadar 7, 50 m, çatı
tepesine kadar 11 metredir.
Lale Devri’nin en meşhur abidelerinden olan çeşme, bağımsız yapı karakterinin bütün özelliklerini taşır. Bu devrin ünlü divan şairi Seyyid Vehbi’nin 28 beyitten meydana gelen ünlü kasidesinin, çeşmenin mermerlerinin üzerine işlenmesi ayrı bir sanat hazinesidir. Talik hatla büyük bir ustalıkla mermere işlenen bu kasidenin beyitleri, Sultanahmed Camii’ne bakan yüzünden başlayarak yazılmıştır. Çeşme aynaları üzerindeki kırmızı çerçeveli ve yeşil zeminli levhalar üzerine beşer, sebiller, üzerineyse üçer beyit nakşedilmiştir. Çeşmenin Sultanahmed Camii’ne bakan ön yüzündeki beyit, padişahın kendi hattıyla yazılmıştır.
Tarihi Sultan Ahmed’in cari zeban-ı luleden. (Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmed’e eyle dua)
İtalyan edebiyatçı “Edmonde Amicis” bu eserle ilgili olarak“ İnsan elinin oyup işlemediği yer kalmamıştır. Zerafet, sabır ve servetin harikasıdır. Hiç şüphesiz billur bir fanus altında korunmaya değer. Bu eşsiz koca pırlanta ilk günü kimbilir nasıl parlıyordu. Onu bir defa görmek, hayalinin ölünceye kadar hafızadan silinmemesi için yeterlidir...” demektedir.
Lale Devri’nin en meşhur abidelerinden olan çeşme, bağımsız yapı karakterinin bütün özelliklerini taşır. Bu devrin ünlü divan şairi Seyyid Vehbi’nin 28 beyitten meydana gelen ünlü kasidesinin, çeşmenin mermerlerinin üzerine işlenmesi ayrı bir sanat hazinesidir. Talik hatla büyük bir ustalıkla mermere işlenen bu kasidenin beyitleri, Sultanahmed Camii’ne bakan yüzünden başlayarak yazılmıştır. Çeşme aynaları üzerindeki kırmızı çerçeveli ve yeşil zeminli levhalar üzerine beşer, sebiller, üzerineyse üçer beyit nakşedilmiştir. Çeşmenin Sultanahmed Camii’ne bakan ön yüzündeki beyit, padişahın kendi hattıyla yazılmıştır.
Tarihi Sultan Ahmed’in cari zeban-ı luleden. (Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmed’e eyle dua)
İtalyan edebiyatçı “Edmonde Amicis” bu eserle ilgili olarak“ İnsan elinin oyup işlemediği yer kalmamıştır. Zerafet, sabır ve servetin harikasıdır. Hiç şüphesiz billur bir fanus altında korunmaya değer. Bu eşsiz koca pırlanta ilk günü kimbilir nasıl parlıyordu. Onu bir defa görmek, hayalinin ölünceye kadar hafızadan silinmemesi için yeterlidir...” demektedir.
Alman
çeşmesi
Sultanahmet meydanında bulunan çeşme, Alman İmparatoru
II. Wilhelm’in ikinci İstanbul ziyareti anısına yapılmıştır. Alman
İmparatorunun doğum gününde açılışı yapılmıştır. Samimi bir dostluğun nişanesi
olarak Alman İmparatoru Kaiser II.Wilhelm’in 1898 yılında Sultan
II.Abdülhamid’e bir hediyesidir. Bizans döneminin önemli alanlarından olan
hipodrom meydanına yerleştirilmiş olan çeşme farklı mimari yapısı ile göz
doldurmaktadır. Yapının mimarı Max Spitta’dır. Mimar Almanya’da çalışmış, orada
tamamlanan eser parçalar halinde İstanbul’a getirtilerek burada birleştirilmiştir. Neo-Bizanten
üslubunda olan çeşme, oldukça süslüdür. İçte altın mozaikler, mermerin dokusu,
değerli taşlar ile çeşme bir yapı harikasıdır. Kubbelidir. Bu kubbeyi taşıyan
kemerlerin üzerinde Mehmed İzzet Efendi’ye ait sülüs hattı ile yazılmış bir
manzum bulunur. Su haznesinin ortasına ise tunç levha yerleştirilmiştir. Çeşme
sekizgen planlıdır. Sekiz sütun üzerine oturan kubbe sekiz kemer ile
taşınmaktadır. Alman Türk mimarisinin özelliklerini bir arada barındıran yapı
oldukça önemlidir. Yapıda 4 tane madalyon bulunur. Bunlardan birincisinde
II.Abdülhamid’i simgeleyen tuğrasıda bulunurken diğer üç madalyonda Alman
Kralını simgeleyen W harfi yazmaktadır. Yapının muslukları tunç oymadır. Kubbesi
bakır kaplı ve bu kubbenin iç kısmı altın mozaikler ile bezenmiştir. Oldukça
gösterişli olan yapı İstanbul’un tarihi eserleri arasında yerini almıştır.
Çeşme, dönemin İstanbul halkı tarafından “Kanlı Çınar”
veya “Vakvak Ağacı” olarak adlandırılan büyük bir çınar ağacının yakınına inşa
edilmiştir. Bu ağaca Kanlı Çınar denilmesinin sebebi ağacın Osmanlı tarihindeki
bir çok kanlı olaya şahit olmasıdır. Çınarın ismi ilk olarak 1648 senesinde
Sultan İbrahim’i tahttan indirmek üzere çıkan yeniçeri isyanında geçer. İsyancı
yeniçeriler Sadrazam Ahmed Paşa’yı öldürdükten sonra cesedini bu ağacın dibine
atmışlardır. Olaydan kar sağlamaya çalışan yeniçeri kılıklı kurnaz bir isyancı
ise “insan yağı mafsal ağrılarına iyi gelür” diyerek paşanın cesedini parçalar
halinde İstanbul halkına satmıştır. Paşanın cesedinden geri kalan parçalar
ancak akşam vakti gömülebilmiştir. Bu olaydan sonra Ahmed Paşa “hezarpare” (bin
bir parça) lakabıyla anılmaya başlanacaktır.
Ağacın, “Vakvak Ağacı” adını kazanması ise 1655 yılında
Sultan IV. Mehmed döneminde paranın tağşiş edilmesi (değerinin düşürülmesi) ve
Girit seferinden dönen bir kısım yeniçerinin maaşlarını alamamaları üzerine
çıkan bir isyan vesilesiyle olmuştur. İsyan eden yeniçeriler ve öfkeli halk
sarayın önünde toplanıp henüz 15 yaşındaki IV. Mehmed’i bir ayak divanı
düzenlemeye mecbur bırakmışlardı. İsyancıları Alay Köşkü’nde kabul eden
padişah, isteklerinin ne olduğunu sorduğunda el kaldırarak söz alan Mehmet Ağa,
kendilerinin padişaha bağlı olduklarını ancak bir takım saray görevlilerinin
kellelerini istediklerini söylemiş ve kellesini istedikleri devlet adamlarının
isimlerini bir kağıda yazarak padişaha sunmuşlardı. IV. Mehmet isyancıları
taleplerinden vazgeçirmeye çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Bunun
üzerine, padişahın emri ile aralarında Kızlarağası Behram Ağa, Kapuağası Ahmet
ve İbrahim Ağaların da bulunduğu yaklaşık otuz kişinin cesedi isyancılara
teslim edilmiştir. İsyancılar
teslim aldıkları cesetleri hemen orada paramparça etmiş, kellelerini ise At
Meydanı’na getirerek Kanlı Çınar’ın dallarına asmışlardır.
Vaka-i
Vakvakiye olarak anılan bu olayın ardından, kellelerin günlerce asılı kaldığı
ağaç, İstanbul halkı tarafından cehennemde olduğuna inanılan ve meyvesi insan
kellesi olan Vakvak Ağacı’na benzetildiği için Vakvak Ağacı (Şecere-i Vakvak)
olarak anılmaya başlandı. Ağacın şahit olduğu kanlı olaylar bununla da bitmedi.
1826
yılında yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla neticelenen son yeniçeri isyanında
öldürülen yeniçerilerin cesetleri yine bu ağaca asılmıştır. Kanlı Çınar veya
diğer adıyla “Vakvak Ağacı” cumhuriyet dönemine kadar yaşamış ancak günümüze
kadar gelememiştir. Bugün Alman Çeşmesi’nin yanında gördüğümüz çınar ağacı
muhtemelen Almanların yaptığı çevre düzenlemesinde dikilmiş olup söz konusu
“Vakvak Ağacı” değildir.
Yerebatan Sarnıcı
532 yılında İmparator Justinianus tarafından inşa
ettirilen Yerebatan Sarnıcı uzunluğu 140 m. genişliği 70 m. dikdörtgen biçimde
bir alanı kapsayan dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu
sarnıcın içerisinde her biri 9 m. yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır.
Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her sırada 28 tane 12
sıra meydana getirirler. Suyun içerisinde yükselen bu sütunlar uçsuz bucaksız
bir ormanı hatırlatmakta ve ziyaretçiyi sarnıca girer girmez etkilemektedir.
Sarnıcın tuğladan örülmüş, 4.80 m. kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli
zemini Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale
getirilmiştir. Toplam 9.800 m2 bir alanı bulunan bu sarnıç yaklaşık 100.000 ton
su depolama kapasitesine sahiptir.
İnşasında 7.000 kölenin çalıştığı sarnıcın suyu
imparator Valens tarafından (368) 19 km. Mesafede Belgrat ormanlarındaki
Eğrikapı su taksim merkezinden getirilmiştir. Sarnıçtaki sütunların, köşeli
veya yivli biçimde olan birkaç tanesi hariç büyük çoğunluğu silindir
biçimindedir. Bu sütunlar içerisinde üzeri oyma ve kabartma halinde Tavus Gözü,
Sarkık Dal, Gözyaşı şekillerinin tekrarıyla süslenmiş olanı özellikle dikkati
çeker.
Bir söylentiye göre, üzerindeki şekillerin gözyaşına
benzemesinin nedeni Büyük Bazilika’nın inşasında ölen yüzlerce köleyi anlatırmış…Sarnıcın
kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa
başı Roma Çağı heykel sanatının şaheser örneklerindendir. Sarnıcı ziyarete
gelenlerin hayretler içerisinde seyrettikleri IV.yy. ait bu başların hangi
yapıdan alınarak buraya getirildiği konusunda kesin bir bilgi olmamakla
birlikte Genç Roma Çağı'na ait antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildiği
sanılmaktadır.
Medusa'yla ilgili mitolojiye dayandırılan birçok
söylenti bu yapıyı daha da gizemli kılar. Bir söylentiye göre Medusa Yunan
Mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgonadan biridir. Bu
üç kız kardeşten yalnızca Yılan Başlı Medusa olumludur. Ve kendisine bakanları
taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde büyük yapıları ve özel yerleri
kötülüklerden korumak amacıyla Gorgona kafalarının resim ve heykellerinin
konulduğu, Medusa’nın da bu düşünceyle buraya konulduğu sanılmaktadır.
Heykeltraş ışığın yansıma pozisyonlarına göre
Medusa'yı normal, ters ve yan olmak üzere üç ayrı pozisyonda yapmıştır. Normal
pozisyonda çalışılmış olan Medusa başı Didim'den getirilmiştir.
Yerebatan Sarnıcı, İstanbul'un Osmanlılar tarafından
1453 yılında fethinden sonra, bir müddet daha kullanılmış ve padişahların
oturduğu Topkapı Sarayı'nın bahçelerine buradan su verilmiştir. Durgun su
yerine çeşme suyunu yani akan suyu tercih eden Osmanlılar'ın şehirde kendi su
tesislerini kurduktan sonra bu sarnıcı kullanmamışlardır. 1544-1550 yıllarında
Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul'a gelen Hollandalı gezgin P.
Gyllius tarafından yeniden keşfedilmiştir.
Sarnıcı
gezerken gezi platformu üzerinde kendinizi su üzerinde yürür gibi
hissedebilirsiniz. Sarnıç içerisinde yer alan balıklar ise renkleri ile
gelenleri büyüler. Sarnıca girdiğiniz an, ilk basamaktan itibaren tarihin
gizemine kapıldığınızı hissederek daha emin adımlarla gezmeye devam
edebilirsiniz.
Sütunların
dizilişleri, başarılı şekilde yapılan aydınlatma sistemi sayesinde büyüleyici
bir atmosfer yaratıyor.
Süleymaniye Camii
Süleymaniye Camii 1551-1558
yılları arasında Kaununi Sultan Süleymanın isteği üzerine İstanbul Eminönü
Semtinin Süleymaniye bölgesinde Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir.
Mimar Sinan’ın 85 yaşında yaptığı bu eseri kalfalık eseri olarak bilinmektedir.
Mimar Sinan’ın 85 yaşında yaptığı bu eseri kalfalık eseri olarak bilinmektedir.
Süleymaniye
Camii’nin çevresinde Kütüphane, hamam, medrese, imaret, dükkanlar ve hazire
bulunmaktadır. Süleymaniye Camii ile birlikte her biri Süleymaniye Külliyesinin
birer parçasıdır.
Süleymaniye Camii Osmanlı dönemi Mimarisinin en önemli eserlerinden ve
örneklerinden biridir. Yüzyıllardır istanbulda yüz üzerinden deprem olmasına
rağmen Süleymaniye Camii’nin üzerinde tek bir çatlak yoktur. Kubbesi 53m.
yüksekliğinde ve 27.5m çapındadır. Bu büyük kubbe tıpkı Ayasofya’da olduğu
üzere yarım kubbe ile dayanıklaştırılmıştır.
Camiinin avlusunun 4 köşe noktasında minareler mevcuttur. Minarelerin boyutları birbirinden farklıdır. Avlunun kuzey bölümünde bulunan minareler ikişer şerefeli ve 56 m. boyutunda inşa edilmiştir, bu iki minare son cemaatin giriş cephesi duvarının köşesindedir. Diğer iki minare ise camiye birişik olarak inşa edilmiştir. Üçer şerefeli olup yükseklikleri 76 metredir. Caminin ana kubbe kasnağında Mimar Sinanın hesaplarına göre en iyi aydınlatmayı sağlamak üzere 32 adet pencere açılmıştır.
Mimar Sinanın üstünde Mimarlık yeteneği ve zekası sayesinde düşünmüş olduğu bir bölüm ise Camii içindeki yağ lambalarından çıkan isleri bir bölgeye toplayacak hava akımını hesaplayarak, Caminin ana giriş kapısının üzerinde bir odaya toplamıştır. Bu isler Caminin içerisini çevreleyen Tezyinat İşlemeler için mürekkep yapımında kullanılmıştır.
Camiinin avlusunun 4 köşe noktasında minareler mevcuttur. Minarelerin boyutları birbirinden farklıdır. Avlunun kuzey bölümünde bulunan minareler ikişer şerefeli ve 56 m. boyutunda inşa edilmiştir, bu iki minare son cemaatin giriş cephesi duvarının köşesindedir. Diğer iki minare ise camiye birişik olarak inşa edilmiştir. Üçer şerefeli olup yükseklikleri 76 metredir. Caminin ana kubbe kasnağında Mimar Sinanın hesaplarına göre en iyi aydınlatmayı sağlamak üzere 32 adet pencere açılmıştır.
Mimar Sinanın üstünde Mimarlık yeteneği ve zekası sayesinde düşünmüş olduğu bir bölüm ise Camii içindeki yağ lambalarından çıkan isleri bir bölgeye toplayacak hava akımını hesaplayarak, Caminin ana giriş kapısının üzerinde bir odaya toplamıştır. Bu isler Caminin içerisini çevreleyen Tezyinat İşlemeler için mürekkep yapımında kullanılmıştır.
Camii avlusunun
çevresinde toplamda 28 revak bulunmaktadır. Dikdörtken bir şema üzerinde
kurulan bu avlunun tam ortasında caminin şadırvanı bulunmaktadır. Kanuni Sultan
Süleyman ile eşi Hürrem Sultan da burada yatmaktadır.
Süleymaniye Camii’nin özellikleri
Rivayete göre Kanuni Sultan Süleyman günün birinde mimarbaşı Mimar Sinan’ı
huzuruna çağırarak bir cami yaptırmak istediğini ve onu bu işle
görevlendirdiğini söyler. Ne var ki Kanuni, caminin nereye yapılacağı yer
konusunda kararsızdır ve istiareye yatar. Rüyasında Hz. Muhammed’i görür ve Hz.
Muhammed Kanuni’yi boş bir arsaya götürerek caminin oraya yapılmasını ister,
camiyi tarif eder.
Ertesi sabah Mimar Sinan’ı tekrar huzuruna çağıran Kanuni, onu rüyasında
kendisine gösterilen boş arsaya götürerek caminin oraya yapılmasını
buyurur. Mimar Sinan aldığı buyruk üzerine yapacağı caminin planını
Kanuni’ye anlatmaya başlar ki, Kanuni hayretler içerisinde kalmıştır. Zira
Mimar Sinan’ın tarif ettiği cami, Kanuni’ye peygamberin anlattığı caminin
birebir aynısıdır. Kanuni’nin, “Mimarbaşı, sanki önceden caminin planlarını
hazırlamışsın gibi anlatıyorsun” sözüne Sinan’ın yanıtı şöyle olur: “Evet
Sultanım, Efendimiz size tarif ederken ben de arkanızdaydım…”
Süleymaniye
Camii’nin 4 minaresi bulunuyor. Bunun nedeni Kanuni Sultan Süleyman’ın, İstanbul’un
fethinden sonraki 4. Osmanlı Padişahı olması.
Camiye yakın olan iki minarede üçer, uzak olan ikisinde ise ikişer şerefe yapılmış. Minarelerde bulunan toplam 10 şerefe, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun 10. Padişahı olmasını temsil ediyor. Caminin, büyük kubbesini (Kubbe Çapı (D): ø26.5m , Kubbe Yüksekliği (h)=53 m) 4 adet sütün taşıyor. Bu sütunlar farklı farklı yerlerden buraya taşınmış. Birisi, Lübnan, Bekaa Vadisi’nde bulunan Baalbek Tapınağı’ndan, bir diğeri Mısır’ın İskenderiye şehrinden, diğerleri; Topkapı Sarayı ve Vefa semtinden getirilmiş.
Camiye yakın olan iki minarede üçer, uzak olan ikisinde ise ikişer şerefe yapılmış. Minarelerde bulunan toplam 10 şerefe, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun 10. Padişahı olmasını temsil ediyor. Caminin, büyük kubbesini (Kubbe Çapı (D): ø26.5m , Kubbe Yüksekliği (h)=53 m) 4 adet sütün taşıyor. Bu sütunlar farklı farklı yerlerden buraya taşınmış. Birisi, Lübnan, Bekaa Vadisi’nde bulunan Baalbek Tapınağı’ndan, bir diğeri Mısır’ın İskenderiye şehrinden, diğerleri; Topkapı Sarayı ve Vefa semtinden getirilmiş.
Süleymaniye
Camii’nin en önemli bir özelliği de akustiği. Büyük Usta Mimar Sinan caminin
akustiğinin mükemmel olması ve seslerin caminin her köşesinden duyulması için
çok uğraşmış. Bunun için kubbenin etrafına ve caminin çeşitli noktalarına içi
boş küpler yerleştirmiş.
Mimar Sinan’ın,
camide yaptığı akustik çalışmaları ile ilgili ilginç bir hikaye de
anlatılır. Mimar
Sinan, bu konuya çok vakit harcar ve inşaat beklenenden uzun sürer. Mimar Sinan’ı
çekemeyen bazı çevreler, Kanuni Sultan Süleyman’a, Mimar Sinan’ın keyfine
baktığını ve hatta caminin içinde nargile tüttürdüğü söylerler. Buna çok
sinirlenen ve küplere binen Padişah, hemen camiye gider. Mimar Sinan’ı nargile
içerken görür ve hemen bir açıklama ister. Mimar Sinan nargilenin içinde tütün
bulunmadığı, yalnızca suyun fokurdama sesinin, camide nasıl duyulduğu anlamak
için yaptığı akustik bir çalışma olduğunu açıklar.
Camii’nin iç
mekanı estetik açıdan, oldukça ferah ve sade olarak tasarlanmış olmasına
rağmen, ihtişamlı bir havası da vardır.
Camii’nin içinde hat sanatının en güzel örnekleri sergileniyor. Bu eserler o dönemin en iyi ustalarından olan Ahmet Karahisari ve en az onun kadar başarılı çalışmalar sergileyen yetenekli öğrencisi Hasan Çelebi tarafından yapılmıştır. Kubbede Nur Suresi’ni görüyoruz. Surenin aşağıdan okunacak şekilde büyük harflerle yazılması, yazının güzel sanatsal değerinden ve inceliğinden bir şey kaybettirmemiştir. Cami’de kullanılan çiniler, İznik’ten getirilmiş. Cami’nin camlarında kullanılan vitray desenleri, dönemin en ünlü vitray ustası Sarhoş İbrahim tarafından yapılmış.
Camii’nin içinde hat sanatının en güzel örnekleri sergileniyor. Bu eserler o dönemin en iyi ustalarından olan Ahmet Karahisari ve en az onun kadar başarılı çalışmalar sergileyen yetenekli öğrencisi Hasan Çelebi tarafından yapılmıştır. Kubbede Nur Suresi’ni görüyoruz. Surenin aşağıdan okunacak şekilde büyük harflerle yazılması, yazının güzel sanatsal değerinden ve inceliğinden bir şey kaybettirmemiştir. Cami’de kullanılan çiniler, İznik’ten getirilmiş. Cami’nin camlarında kullanılan vitray desenleri, dönemin en ünlü vitray ustası Sarhoş İbrahim tarafından yapılmış.
Süleymaniye Camii ilk
yapıldığında iç mekan aydınlatması 250 kandille sağlanırmış. Bu kandillerden
çıkan dumanı ve isi düşünün, normalde, her geçen gün ortamı kirletmesi gerekir.
Büyük Usta Mimar Sinan, müthiş mimari zekası ile bu isleri bir noktada
toplamayı başarmış ve bundan mürekkep elde ederek kullanılmasını sağlamış. İs
odasında elde edilen, mürekkep ile önemli fermanlar yazılırmış. Çünkü, isten
elde edilen mürekkep, normal mürekkebe göre daha dayanıklıymış.
Büyük Usta Mimar Sinan, bu büyüklükte bir caminin örümcek ağlarından
korunması için çok doğal bir yöntem kullanmış ve Süleymaniye Camii’nin
çeşitli yerlerine yüzlerce devekuşu yumurtası koydurmuş. Devekuşu
yumurtasını sevmeyen örümcekler, böcekler ve hatta akrepler camiden
uzaklaşırmış.
Süleymaniye Camii temeli atıldıktan sonra, Mimar Sinan 1 sene ara
veriyor. Sadece temel 3 senede tamamlanıyor. İstanbul’da tarih boyunca bir çok
büyük deprem olduğundan, Mimar Sinan temelin 1 sene bekletilerek tam olarak
oturmasını istemiş.
Cami inşaatının
durdurulduğunu duyan İran Şahı, Osmanlı İmparatorluğu’nun camiyi yaptırırken
finansal olarak sıkıntıya düştüğünü düşünmüş ve Kanuni Sultan Süleyman’a hitaben
” Süleymaniye Camii’ni bitirmeye gücünüz kalmamış ve inşaatı yarıda
bırakmışsınız. Elçimizle birlikte size bir sandık dolusu para ve mücevherat
gönderiyoruz. Bu hayırlı işte bizim de katkımız bulunsun.” diye bir mektup
göndermiş. Kanuni Sultan Süleyman, buna müthiş sinirlenmiş. Sandığı
Mimarbaşı’sı, Büyük Usta Mimar Sinan’a vererek, tamamının caminin temelinde
kullanılmasını istemiş. Mimar Sinan bu değerli taşları, Süleymaniye
Camii’nin minarelerinden birinde kullanmış.
Bu minare bugün Cevher Minaresi olarak biliniyor. 3 şerefeli olan minarelerden, doğuda
olan minare."
Devam edecek