23 Haziran 2024 Pazar

TÜRK EĞİTİMM DERNEĞİNİN BALKANLAR GEZİSİ /1.5-11.5/2024)

BALKANLAR GEZİSİ (I) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024- Rüştü KAM Türk Eğitim Derneği senede bir defa “Kültür Gezisi” düzenliyor. En fazla 30 kişinin katılımıyla düzenliyor bu geziyi. Amaç, 600 sene sonra yerinden yurdundan edilen insanların çektikleri acılara şahit olmak, tarihin o derin dehlizlerine bir an bile olsa girip çıkmak ve bizlere miras olarak bırakılan eserlere dokunabilmek. O topraklardaki yaşanmışlıkların hem acı veren hem de övünç kaynağı olan hikayelerini dinlemek, o insanların kültürel değerleriyle tanış olmak. Tuna boylarında Aliş ile Gülsüm’ün acıklı hikayelerini içselleştirmek. “Aliş'imin kaşları kare Sen açtın sineme yare Bulamadım derdime çare Görmedin mi ah civan Aliş’imi Tuna boyunda Sarmadın mı ah aslan Aliş’imi Tuna boyunda” Bizler bu türkülerle büyüdük. Balkanları hep hatırladık, hiç unutmadık. Tarih hafızamızı yok etmeye çalışanlar oldu. Yer yer, zaman zaman yok etmesini de bildiler. Gerçekleri yok etmeye çalışanlara inat 1 ila 11 Mayıs 2024 tarihlerinde 17’nci gezimizi Balkan ülkelerine gerçekleştirdik. Sekiz ülkenin topraklarında mevcut olan önemli yerleri, Evliya Çelebi’nin torunlarına yaraşır şekilde gezdik, dolaştık. Balkanlar Devlet-i 'Aliyye (Osmanlı İmparatorluğu), yaklaşık 600 yıl Balkanlarda adalet üzere hüküm sürmüş (1354-1913). Doğal olarak, yüzyıllar boyu hakimiyetini kurumsallaştırdığı coğrafyalara / milletlere adalet götürmüş. Coğrafyayı kaçınılmaz olarak derinden etkilemiş. Bu etkiler, kaçınılmaz olarak değişik alanlarda değişik düzeylerde miraslara dönüşmüş: Siyasal, iktisadi, kültürel, demografik miraslar... Berlin Türk Eğitim Derneği(TED) işte bu mirasların peşine düştü. Mirasçılardan bir mirasçı olarak düştü. Elde avuçta neler kalmış ve nasıl değerlendiriliyor onları yerinde görmek istedi. Gitti, gördü ve yazdı. Gördükleri ve yazdıkları hayal kırıklıklarıdır. Mirasçılardan büyük çoğunluğu miraslarına sahip çıkmamışlar. Reddi miras yapmışlar. Arkasını bile araştırmamışlar. Araştırmak şöyle dursun yerli işbirlikçileriyle birlikte o 600 senelik mirasları nasıl yok edebileceklerinin peşine düşmüşler. Maalesef başarmışlar da. Ne var ne yoksa silmişler süpürmüşler. Geride sadece birkaç köprü ve cami kalmış… Yıllardır Türkiye'nin ve dünyanın her yerini keşfetmek, değişik kültürlerden insanlarla tanışmak, her şehrin, her ülkenin kendine has tatlarını tatmak için yollardayız. Gördüğümüz odur ki; kendi tarihine ve kültürüne düşman, başka bir millet görmedim. Gezilerimizde edindiğim tecrübelerimi eksiksiz bir hâlde Mocca Dergisi’nde yayınlıyorum. Oradan da takip edilebilir. Berlin’den uçuyoruz İstanbul aktarmalı olarak Sofya’ya uçacağız. Uçak 06.55 de Schönefeld Havaalanı’ndan havalanacak. THY Bürosu’ndan üç saat öncesinde orada olmamız gerektiği konusunda uyarı aldık. Yolculuk sırasında bir aksaklık olmasın diye olmalı bu uyarı. Ben ve Cengiz 04’te belirtilen yerdeydik. Yunus İnci ve eşi bizden önce gelmişler. Birer ikişer arkadaşlar gelmeye başladılar. En son Züleyha ve Dilek hanımlar geldiler. Bir gün önceden havaalanına kendilerini götürme sözü veren arkadaşları gelmediği için gecikmişler. Alana otobüsle gelmişler. Check-in yaptıranlar uçuş salonunda beklemek üzere güvenlikten geçmeye başladılar. Check-in; uçuş saatinden belirli bir süre önce koltuk seçimi ve ek hizmetler satın almak isteyenlerin, uçağa bineceğini beyan etmesine deniyor. Herkes geçti. Ancak Dilek Hanım’a uçuş izni verilmedi. T.C. Pasaportunu yenilemiş ancak vatandaşlık dairesine gidip oturum kartını henüz almamış. Eski Pasaportu da yanında olmayınca THY uçuş izni vermedi. Havaalanında kaldı. Çok üzüldü. Biz de çok üzüldük. Çaresiz, Dilek Hanımı’ orada öylece bırakarak yolumuza devam ettik. Kendisine;” Pasaport ile ilgili sorununu hallet ve arkadan Sofya’ya gel.” dedik. O da öyle yaptı. O akşam geç vakitte kendisiyle Sofya’da tekrar buluştuk. Ekip tamamlandı. Bütün arkadaşlar mutlu. Bu yaşadığımız ilk şokmuş. İkinci şoku İstanbul’da yaşadık. Sebahattin ve eşi İstanbul’dan bizlere katılacaktı. Bir gün önceden İstanbul’a gelmelerine rağmen geç kaldılar ve uçağı kaçırdılar. Onlar da yeniden bilet alarak arkamızdan aynı gün Sofya’ya geldiler. Üçüncü şok da bizi Sofya’da bekliyormuş. Bu sefer turnikelere takılan Gülşah Hanım oldu. Bulgaristan’a giriş vizesi alamadı. Yine pasaport konusu. Gülşah Hanım, bir yıl önce pasaportunu kaybetmiş. Pasaportunun kaybolduğunu ilgili daireye bildirmiş. Bir zaman sonra pasaportunu bulmuş. Bulmuş bulmasına da bulduğunu bu sefer ilgili daireye bildirmemiş. Uluslararası Kriminal Polis Teşkilatı (INTERPOL)’da pasaport kayıp olarak görünüyor. Gülşah Hanım o kayıp pasaport ile yolculuk yapıyor. ‘Sen kimsin, sen Gülşah mısın değil misin? ‘Tabiatıyla soruşturuyorlar. Sonrasında imzalı bir kimlik beyanı alıyorlar, arkasından fotoğraf çekiyorlar, prosedür uzayıp gidiyor. Bir saati geçti hâlâ bekliyoruz Gülşah Hanım’ı. Ben beklemede kaldım, rehber ile arkadaşları gönderdim. Onların akşam olmadan şehir tutunu yapmaları gerekiyor. Sekiz Balkan ülkesi gezilecek. Zaman çok önemli. Bir yerdeki aksama turun öbür ucunu etkilememeli. Yoksa domino etkisi yapar ki sıkıntı başlar… Bir zaman sonra Gülşah Hanım kapıdan göründü. Hemen onun geldiği tarafa yöneldim. O da bitkin ve üzgün durumda idi. Geçmiş olsun dileklerimi sundum kendisine. Yol arkadaşlarını rahatsız ettiğini düşünüyor olmalı ki, üzgün görünüyordu. Özür diledi. Bana da onu teselli etmek düştü. ‘Yolculuk hali her şey gelir insanın başına sen üzülme... ‘ Taksiye atladık ve arkadaşların bulunduğu meydana geldik. Büyükçe bir meydan. Meydanın çamuru küçük taşlar döşenerek, tozu-dumanı-çamuru engellemişler. Arkadaşlar dağınık vaziyette, herkes bir yerlerde, kimisi fotoğraf çekiyor veya çekiliyorlar, rehber ise elinde telefon orada konuşuyor, konuşuyor demek yanlış olur muhabbet ediyor. Anlaşılan tura katılanlarla sıcak bir ilişki kurma niyetinde değil. Benim alışık olmadığım bir durum. Firmayı temsilen gelen Ali Bey de ortalıkta dolaşıyor öyle kendi halinde. Grupta bir disiplinsizlik var. Yaklaştım rehbere benim ona yaklaşmam da onu ilgilendirmedi. Biraz sonra konuşmayı bıraktı. Grup dağınık durumda onları toplayalım zamanımız daralıyor dedim: “Arkadaşlara serbest zaman verdim” dedi. Tanıtımı yaptınız öyleyse, dedim. “Hayır” dedi. “Önce gezsinler sonra tanıtım yaparım, ayrıca Katedralin içinde tanıtım yasak” dedi. O zaman sen de dışarıda tanıtsaydın ondan sonra içeri girselerdi daha iyi olurdu, ne olduğunu bilmedikleri yeri gezmenin anlamı olmaz, dedim. Dedim demesine de onu fazla ilgilendirmedi. Anladım ki; işimiz var bu turda rehberle. Paranın tamamını da gezi öncesinde ödediğim için fazla müdahil olmamın gurbet elde zarı olacağını düşünerek, yapılması gerekenleri sessiz kalarak ama siyaset kullanarak çözmem gerektiğini düşündüm. TED üyeleri olarak bu 17. Gezimiz. Böylesi kendini beğenmiş, insan olmanın özelliklerinden uzak bir rehberle ilk defa karşılaşıyorum. Hiç tanımadığım bilmediğim ülkeler var güzergahımızda karşılıklı restleşme turumuza zarar verebilirdi. Sonraki günler benim haklı olduğumu gösterdi. Oysa ben haklı olmak istemezdim. Arkadaşlar bir müddet sonra toplandılar. Rehber katedrali ve o meydanı tanıttı. O meydanın etrafındaki diğer kiliseleri de. Bilgisi ve retoriği güzel. Ancak istemeyerek anlattığı her halinden belli. Dua ve sabır en büyük yardımcım olacaktı anlaşılan… BULGARİSTAN Sveta Nedelya Meydanı Bu meydan Sofya’nın merkeziymiş. Bu meydanda, üç dinin ibadet evi bulunurmuş. Ortodoks Kilisesi, Yahudi Sinagogu ve Müslümanların Camii. “Hoşgörü üçgeni” olarak da adlandırılan bu meydanda Sofya Piskoposluğunun Katedrali “Sveta Nedelya” Kilisesi de yer alırmış. Kilise 4. Asırda yapılmış. Orta Çağ’dan kalma en eski kilise olmasından dolayı çok kıymetliymiş. O kadar ki, ayakta kalsın diye, 1898 yılında bazı ilavelerle bugünkü haline getirilmiş. Meydanın hemen yanında. Aleksandr Nevski Katedrali Aleksandr Nevski Katedrali (Alexander Nevsky Cathedral). Meydanın tam ortasında duruyor. Heybetli bir kilise. Meydan küçük küçük taşlar döşenerek tozdan, çamurdan korunmuş. Adını Rus prensi Aleksander Nevski'den alan katedral aynı zamanda Balkanlar’ın en büyük ikinci katedrali olma unvanını da sahipmiş. Katedralin ana kubbesi 45 metre yükseklikteymiş. Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanmasını sağlayan Rus – Osmanlı Savaşı’nda ölen 200.000’e yakın Slav kökenli asker anısına inşa edilmiş (1882- 1912). İntikam kilisesi demek daha doğru olacak. Kubbesi altın kaplamaymış. Çeşitli büyüklüklerde 12 çanı bulunmaktaymış. Dünyanın en büyük Ortodoks katedralleri arasında yer alırmış. Kilise Sofya’nın sembolüymüş. Bu meydan aynı zamanda Bilinmeyen Asker (meçhul asker) Anıtı’na da ev sahipliği yaparmış. Katedralin içi büyüleyicidir. İkonlar, resimler fevkaladedir. Özellikle hemen sağ üst duvardaki ''son akşam yemeği'' tasviri, İsa'nın solunda oturan apaçık şekilde gösterilen kadın betimlemesiyle sıra dışıdır.” Katedralim hemen önünde düğün alayı var. Gelin ve damat fotoğraf çekiliyorlar. O kadar önemli bir Katedral olmalı ki, çiftler nikâhlarına kiliseyi şahit tutmak için buraya kadar gelerek fotoğraf çekiliyorlar. Ne güzel… Bizler cami evliliğimize şahitlik etmesin diye salonlara kaçarız, Hristiyanlar şahitlik yapması için bilhassa klişeyi koşuyorlar. Mevla’m “yeryüzünde gezin görün ibret alın” (Rum 42) demiş ya, boşuna dememiş. Tabii ki ibret almasını bilenler için geçerli bir buyruk. Bazıları da bu kilisede ne içimiz var diyebilir. Bazıları da tarihi eserleri taş yığını olarak görebilir. İbret almak, ibret gözüyle bakabilmek biraz da bilgi ister, şuur ister. Tarihi eserlere öküzün trene baktığı gibi bakanlardan olmamak gerek. Ayasofya Kilisesi Meydanın yukarısında bir kilise daha var. Ayasofya Kilisesi (Hagia Sophia/Church of St. Sophia), kente adını veren kilise. Bizans İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde inşa edilmiş. Haç şeklinde tasarlanmış olan dini yapının tarihi boyunca işlevi hiç değişmemiş. Osmanlı döneminde de ibadethane (cami) olarak görevini yapmaya devam etmiş. İlk olarak 537 yılında Bizans İmparatoru Justinianus tarafından bir Ortodoks kilisesi olarak inşa edilen bu yapı yüzyıllar boyunca birçok kez el değiştirmiş ve farklı dinlere ev sahipliği yapmış. Kilise, tarihi ve kültürel zenginliği ile her yıl milyonlarca turisti ağırlarmış. Katedralin ve diğer kiliselerin tanıtımından sonra otobüste yerimizi aldık ve kısa bir şehir turu yaparak önce restorana sonra da otelimize geçeceğiz. Havaalanında kaybettiğimiz zamanı böylece telafi etmiş olacağız. Sofya'da Kıyafet Balosu Otobüsle Sofya caddelerinde ilerliyoruz. İlerlediğimiz caddenin bir bölümü kırmızı renkli. Rus-Osmanlı savaşında ölen 200 bin insan unutulmasın diye kan renginde taşlarla döşenmiş. Sağ tarafta bir bina işaret edildi. Bu bina kıyafet balosu olarak kullanılırmış. Mustafa Kemal Sofya'da Ataşemiliter (Askeri Ateşe) iken, Bulgarların 11 Mayıs 1914'deki ulusal gününde verilen bir baloya davet edilmiş. Mustafa Kemal bu baloya gösterişli bir yeniçeri kıyafetiyle katılmış. İçeriye girince bütün gözler O'na çevrilmiş. Orada bulunan Bulgar Kralı Ferdinand, Mustafa Kemal'i yanına davet ederek iltifatlarda bulunmuş, kıyafetinden ve başarısından dolayı da tebrik etmiş. Bir de gecenin hatırası olarak gümüş bir tabaka hediye etmiş kendisine. Sofya’nın heykeli Yolun tam ortasına bir heykel dikilmiş. Kadın heykeli. Sofya’nın sembolü olan kadının, Sofya’nın heykeli, tam karşımızda. Todor Alexandrov Bulvarı ile Maria Luiza Bulvarının kesiştiği noktada yer alıyor. Heykel, 22 metre yüksekliğindeymiş ve kentin sembollerinden biriymiş. Şehre ismini veren bu heykel Azize Sofya’nın heykeliymiş. 2000 yılında heykeltıraş Georgi Chapkanov tarafından yapılan heykel, daha önce meydanda bulunan Lenin Heykeli kaldırılarak onun yerine dikilmiş. Sofia bilgi demekmiş. Nefertiti' ye benzeyen yüzü ile bir elinde barışın ve başarının sembolü defne, diğer elinde bilgeliğin sembolü baykuş ve başında gücün simgesi altın taç taşıyan heykel 1989 yılında dikilmiş. Komünist rejim sona erince yani. Berlin duvarların yıkılmasından sonra. Bulgar parlamentosu başta kamu binaları olmak üzere Komünist dönemin simgelerinin kaldırılmasına karar vermiş. Lenin heykeli de bu karardan nasibini alanlardanmış. Lenin’in heykeli 1991 yılının Eylül ayında bir gece yarısı operasyonuyla aniden yıkılıvermiş. Heykelin yeri 10 yıl boş kalmış. Daha sonra buraya heykeltıraş Georgi Chapkanov ve mimar Stanislav Konstantinov’un tasarladığı Sveta Sofia’nın heykeli yerleştirilmiş. Yerleştirilmiş yerleştirilmesine de halk arasında memnuniyetsizlik de başlamış. “Lenin gitti gitmesine de yerine konan heykel de başka bir ideolojiyi bize dayatıyor. Biz kendimiz olamayacak mıyız?” diye başlamışlar tartışmaya. Halk ikiye ayrılmış, heykeli bazıları “seksi” bulurken bazıları da “müstehcen” bulmuş. O günden beri tartışmalar devam edermiş. Sofya heykeli aradan geçen yıllara rağmen gündemden hiç düşmemiş. Her seçimde adayların “biz iktidara gelirsek ve belediye başkanı olursak bu heykeli kaldıracağız” diye seçim malzemesi olarak kullanılan; Malatya’daki müstehcen Mustafa kemal heykeli gibi. Halka rağmen heykel… Zulüm ile abad olunmaz demişler ya eskiler. Doğru söylemişler. Sofya’da komünistler 50 yıl iktidarda kalmışlar. İktidarda kaldıkları süre zarfında yapmadıkları zulüm kalmamış. Bulgaristan Komünist Parti yöneticileri 1984 yılının aralık ayında ülkedeki toplam nüfusun yaklaşık %10’unu oluşturan Türklerin isimlerini zor kullanarak değiştirmek için büyük bir kampanya başlatmışlar. Bulgaristan hükümeti bu kampanya ile Bulgaristan’daki Türk varlığını inkâr ederek, Bulgaristan’ı sadece Bulgarların yaşadığı homojen bir ulus devlete dönüştürmek istiyormuş. Beş asırdır Türk ve Müslüman isimleri ile yaşadıkları topraklarda artık atalarının kendilerine verdikleri isimlerle değil, Bulgar Komünist Parti idarecilerinin kendilerine uygun gördüğü Bulgar isimleri ile yaşamaya devam edeceklermiş. Bulgaristan’da uygulanan bu isim değişikliği, aslında dolaylı olarak bir ırk, dil ve din ayrılığının kurnaz bir şekilde tasfiye edilmesiymiş. Ne kadar insani bir karar! Bulgaristan komünist parti idarecileri aldıkları kararlarla dışarıya haber sızmasını engellemeye çalışırken Türklerin yaşadığı bölgelere de sık sık ziyaretlerde bulunarak Türkleri yatıştırmaya ve yaşananları onlara kabullendirmeye çalışıyorlarmış. Bu ziyaretlerde mesaj her bölgede aynıymış. “Bulgaristan’da Türk yoktur, Müslüman vardır. Pomaklar ve Türkler, Osmanlı zamanında İslam’ı kabul ederek Türkleşen Bulgarlardır.” Bulgarca konuşan Pomaklar ve Türkler gerçek kimliklerine, yirminci yüzyılın ikinci yarısında gönüllü ve aniden isimlerini değiştirerek kavuşmuşlardır. Bu dava kapanmıştır (Eminov, 1997, s.5). Bundan sonra isim değişiklikleri bu halkın Türk köleliğinden kurtuluşu adına bir bayrama dönüştürülmelidir (Istinata za “Văzroditelniya Protses”, 2003, s. 26). Tüylerimiz diken diken oldu. Zulmün bu kadarına söylenecek söz olabilir mi? Olamaz elbet. Devam edecek BALKANLAR GEZİSİ (ll) -Türk Eğitim Derneğinin Balkanlar Turundan 2024- “Başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan Bulgaristan’da binlerce eser tahrip edilmiş. Sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış. 100 yıl içinde hepsi talan edilmiş.” Serdica Antik Şehrin Kalıntıları Serdica, eski Trak kabilesi olan Serdilerden gelen bir isimmiş. MÖ 7. Yüzyılda Sofya’ya yerleşen kabileler, kendilerinin kurdukları o şehre Serdi ismini vermişler. Daha sonra Romalılar, şehri Trakyalılardan almış ve şehre Serdica ismini vermiş. Serdica Romalıların egemenliğinde altıncı yüzyıla kadar kalmış. Antik şehrin kalıntıları Seyfullah Paşa Camii’nin hemen arkasında. Yıllara meydan okuyarak günümüze kadar gelmesini bilen o kırmızı tuğlalar haklı olarak böbürleniyorlar. Duvara kollarınızı koyup kalıntılar üzerinde biraz düşünür ve hayal gücünüzü zorlarsanız kalıntıların o gururunu görüyorsunuz. Kazı çalışmaları devam etmekteymiş. Serdica kentinin tamamının gün yüzüne çıkarılması mümkün olur mu bilmem ama önemli bir bölümünün çıkarılacağı kesin. St. Petka Kilisesi Antik şehrin öbür ucunda St. Petka Kilisesi var. 14. yy’dan kalma tarihi bir kilise. Alt geçidin hemen yanında. Bulgar halkı için de oldukça önemliymiş bu kilise, küçük ve basit bir yapı olduğu için dışarıdan bakıldığında, sadece bir çatı ve bir çan kulesi görülüyor. Kilisenin hastalara ve zor durumda olanlara şifa dağıttığına inanılırmış. Bulgarların bu kiliseyi değerli bulmalarının sebebi sadece şifa dağıtması değilmiş; Bulgar halkının milli kahramanı Vasil Levski’nin de burada gömülü olduğuna inanmalarıymış. Vasil Levski, Sırbistan’da eğitim alan ve sonra da Osmanlı yönetimine başkaldıran bir terörist (19.yy.). Akşam yemeği için restorandayız Tur sonunda Cami sokağına arabamızı park ederek akşam yemeği için restorana gittik. Camiyi yemekten sonra gezeceğiz. Yer altında bir restoran. Ambiyans fena değil. Ama çalışanlarda güler yüz -tatlı dil yok. Hoş geldiniz, buyurun falan da yok. Nedense içeride bizden başka müşteri de yok. Karnımız aç. Sabah 03 ten beri yoldayız. Günün sonuna gelmişiz. Saat on dokuz. Uçakta yediğimiz yemekle duruyoruz. Hemen oturduk masalara, yemekleri beklemeye koyulduk. Rehber firma temsilcisiyle birlikte arkada bir masaya oturdu ve ellerindeki telefonla meşgul olmaya başladılar. Bir zaman sonra yemek geldi. Bir tabağın içinde biraz pilav ve bir parça kızartılmış tavuk eti. Ne salata var ne de içecek. Tavuk yemeyen arkadaşlarımız da var. Şoke olduk. Herkes birbirine bakıyor. Suna Hanım “ben tavuk eti yemiyorum. Salata falan da mı yok” dedi yüksek sesle. Kimseden ses çıkmadı. Garson gibi ortalıkta mahkeme duvarı gibi dolaşan şahsa sordum bu nedir böyle, sofraya başka bir şey gelmeyecek mi? Yarım yamalak Türkçesiyle yüzüme bile bakmadan gayet soğuk bir şekilde “bize söylenen budur.” Dedi. Rehbere döndüm ve aynı soruyu sordum. O da “buralar Balkanlar, bunları bulduğunuza şükredeceksiniz…” diye gözünü telefonundan kaldırmadan terbiye sınırlarını aşan bir tarzda cevap verdi. Tam masayı devirme aşamasında geldiğimde, sabır böyle zamanlarda gerek dedim ve kendimi frenledim. Suna Hanım, görmüş geçirmiş bir hanım. O gün aç kaldı garibim. Sağ olsun tur arkadaşlarım da çok olgun davrandılar. Yemekten sonra tanışma toplantısını nerede yapacağımızı sordum o kifayetsiz muhterise: “Ne toplantısı yapacaksın ki, senin söyleyeceklerin neler ise bana söyle ben söylerim otobüste, toplantıya gerek yok” demesin mi. Anladım ki bu rehberle işimiz var gezi boyunca. Restoranda Toplantı Oturduğum yerden ayağa kalktım ve konuşmamı yapmaya başladım restoranda. Anlaşma yaptığım tur şirketinin asıl sorumlularının vize alamamasından bahisle Ali’yi ve rehberi arkadaşlara tanıttım. Ama arkadaşları onlara tanıtmadım. Recai Şentürk ve Fatma Mıdık kızımızı da tur süresince sorumlu kişiler olarak tayin ettim. İhtiyaç anında onlara başvurulacaktı. Her gezide yaptığımız rutin bir uygulamaydı bu. Rehber bu görevlendirmeden rahatsız oldu. Ben daha konuşmamı bitirmeden oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi, saygısız bir şekilde, müsaade almadan, “Gezi süresince sorumlu benim, ihtiyaçlarınızı bana söyleyeceksiniz” deyiverdi. Anladım ki; kompleksi de var. Kifayetsiz bir muhteris. Otelde Toplantı Restorandan ayrıldık. Otobüse bindik ama restoranın şokunu henüz üzerimizden atamadık. Kısa bir şehir turundan sonra otele yerleştik. Dışarıya çıkmadan önce Ali ve sonra da ikisi ile bir görüşme yaptım. Ali’ye: Sen de biliyorsun ki, Emin ile biz böyle anlaşmadık, daha işin başındayız, birbirimizi tanımıyoruz, böyle olursa maraza çıkar ve gezinin tadı kaçar, ben rehberle muhatap olmayayım, sana söyleyeyim ve sen söylenmesi gerekenleri söyle, yolumuz uzun, sıkıntı çıkmasın, kendin hallet, mümkünse Emin’e de duyurma, Emin rehbere ulaşır ve tadımız kaçabilir. Geziden sonra Emin’e anlatırsın olanları dedim. O da konuların yabancısı olduğu için sadece omuzunu silkerek onayladı beni. Rehbere de anlaşma şartlarını tek tek hatırlattım. Turdan beklentilerimiz nedir onu da altını çizerek anlattım. Amacımızın turistik bir gezi olmadığından bahsettim. Bizim gezilerimizin adı “kültür gezisidir” ve bu gezi bizim 17’nci gezimizdir dedim. Anlattım anlatmasına da rehber beni dinledi mi dinlemedi mi ondan emin değilim. Sözün daha fazlası deliye söyleneceğinden söylenenleri yeterli buldum. Elim kolum bağlıydı. Anlaşma yaptığım kişi burada değil. Vekil olarak gelen kişi konuya hâkim değil. Balkanlara yabancıyım. Sekiz ülke gezeceğiz. Gezinin parasını da peşin ödediğim için daha fazlası beni sıkıntıya düşürebilir. Ortalıkta kalakalırız. Karşımdaki kişi, para gözlü, olgunlaşmamış şımarık birisi. Kendimi geri plana aldım Recai ve Fatma üzerinden yönlendirmeler yaparak geziyi kazasız belasız tamamlamak niyetindeydim, öyle de yaptım. Önceden tespit ettiğimiz gezi güzergahını sözlü ilaveler de dahil olmak üzere, rehberle olan negatif iletişime rağmen eksiksiz olarak tamamladık. Tura katılan arkadaşlarımızın olgun davranmaları çocukla çocuk olmamaları turun ahenginin bozulmamasını sağladı. İnci Alışverişi Ohri’deyiz. İncisiyle ün salmış bir tarihi şehir Ohri. Rehberimizin tavsiye ettiği bir inci dükkanına girdik. Önce dükkân sahibi Ohri incisi ile ilgili bir sunum yaptı. Ohri incisi bildiğimiz inci gibi istiridyeden elde edilmiyormuş. Ohrid Gölü’nde yetişen endemik bir tür olan inci balığının pullarından yapılıyormuş. Gerçek inciye göre çok ucuz olmasının sebebi, el yapımı olmasıymış. Pullar özel işlemlerden geçirilerek bildiğimiz hamur haline getirildikten sonra, has halde veya içine sedef katılarak elde edilmekteymiş. Hediye almak isteyenler aldı inci çeşitlerinden. Kimimiz küpe ve yüzük alırken kimimiz kolye aldı. Böyle turlarda zaman sınırlıdır. Dükkân dükkân hediye almak için dolaşmaya zaman yetmez. “Ben çok iyi bir yer biliyorum hem kaliteli hem de ucuza mal satar, daha iyisini başka bir yerde bulunmazsınız, ben de orada olacağım zaten, fiyatlarda indirim de yaptırırım…” der rehber. Bizlere de tavsiye edilen o yerden alışveriş etmek düşer. Bütün rehberler aynı şeyi yaparlar. On yedinci turunu yapan ben, bu işlerin nasıl döndüğünü tahmin edebiliyorum. Restoran seçimi de aynı mantıkla yapılır. Mesela, o tavsiye edilen restoranın yemeği çok özeldir. O restoran, bizlerin ağız tadıyla yemek yememiz için özellikle seçilmiştir… Bunlar hep tur tezgâhlarıdır. Hacca gidenler de bilir bu tezgâhları. Rehber veya hoca alır hacı kardeşimizi, götürür bir dükkâna ve yardımcı olur. Dükkân sahibi de rehbere yardımcı olur… Düzen böyle kurulmuştur. Mümkün olursa, turlarda uygulanan bu çirkinliklere seyirci kalmamaktır. Biz Müşterilerimizi Haramdan Koruyoruz Ben daha gezinin ikinci günü tur şirketine durumu bildirdim. ‘Yemek öncesinde çorba olması gerek ama yok. Salata yok. Pilav da pilava benzemiyor. Buna çare bulmak gerekir.’ dedim. Dedim demesine de o da yemek konusunu normal gördü, hatta biraz daha ileri giderek yaptıklarının dini bir zaruretten kaynaklandığını ortaya koydu… Gayeleri bizleri haram yemekten korumakmış. “Başkanım Balkanlarda Müslümanlar yemek konusunda sıkıntı çekiyorlar. Helal ve haram hususunda hassas olmamız gerekiyor. Yemekler, domuz eti pişirilen tencerelerde pişiriliyor. Kosova’da Makedonya’da yemekler düzelecek…” Güler misin ağlar mısın? Almanya’da yaşayan ve de ilahiyatçı olan birisine haram ve helal konusunda ders veriyor sevgili Emin. 12 seneden beri beni tanımamış gibi… Açıklama aynen böyleydi. Bu açıklamanın adı, Allah ile aldatmakdır. Daha fazla para kazanmak için insanları tavuk etine mahkûm etmek. Bunu da din adına yapmak. “Bizim dini hassasiyetlerimiz var! aynı tencerede domuz eti de pişiriliyor… “ Şu lafa bakar mısınız Allah aşkına. Özürleri kabahatlerinden büyük. Tavuk hangi tencerede pişiyor Emin, tavuk tenceresinde sadece tavuk mu pişiyor, özel bir tencere mi o? Deyince de sustu. Sustu susmasına da sonuç değişmedi. Ertesi akşam masaya çorba geldi. Tel şehriye çorbası. Tencerede şehriyeyi ara ki bulasın. Yağlı ve tuzlu suyun içine atmışlar biraz şehriye olmuş çorba… Diyeceksiniz ki, bunları ne diye yazıyorsun, turdan sorumlu olan sen değil misin? Evet tur sorumlusu benim. Ancak anlaşma yaptığım tur şirketinin sorumlu elamanı vize alamadı ben de onun yerine tura katılan sorumsuz sorumlu bir görevli ve rehberle baş edemedim. Sekiz tane ülkeyi hem de yabancısı olduğum ülkeyi gezeceğiz. Korktum. Aksi bir durumda tur tarumar olurdu. Bir sebebi de daha var yazdıklarım belki başkalarına yardımcı olur. Bunun için yazıyorum. Kadı Seyfullah Camii Cami kaldığımız otele çok yakın. Seyfullah Efendi Camii. Meğer, Seyfullah Efendi Camii 1566 senesinden beri bizi beklermiş. Büyük kavuşma… Ne saadet. Selamlaştık, kucaklaştık, dertleştik, hasret giderdik. Caminin girişinde hemen sağda bir kulübe var. Genç bir delikanlı oturuyor içinde. Selam verdik ve yaklaştık. O da kulübesinden çıktı ve “aleykümselam hoş geldiniz” diye mukabele etti. Adı Salih. Salih İmam-Hatip Lisesi mezunu. Genç ve güler yüzlü bir delikanlı. Camiyi tanıttı bize. Aslında Caminin ismi Banyabaşı değil Banyobaşı imiş. Bu ismi, arkasındaki hamamdan alırmış. “Bakın orada, kalıntılarını görüyorsunuz. Cami 1576 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Günümüzde Sofya’da ibadete açık olan tek camidir. Kadı Seyfullah Camii ismiyle de meşhurdur. Cami, Komünizm çöktükten sonra aslına uygun olarak restore edildi. Camide aynı anda 700 kişi ibadet edebiliyor. Camiye adı verilen Kadı Seyfullah Efendi’nin türbesi, Osmanlı-Rus savaşı sırasında yıkılmış. Bu cami, Avrupa’nın en eski camilerinden biri olarak kabul edilir. Kare planlı ve merkezi kubbeli bir yapıya sahiptir. Caminin kubbesi sekizgen bir kasnak üzerine oturur ve dört yarım kubbe ile desteklenir. Caminin içi, kalem işi süslemeler, çiniler ve hat levhaları ile bezelidir. Mihrap ve minber, mermerden yapılmıştır. Minaresi tek şerefelidir. Cami, tarihi boyunca birçok onarım görmüştür. 1858 yılında meydana gelen şiddetli bir depremde cami hasar görmüş ve minare alemi yıkılmıştır. 1882 ve 1904 yıllarında, Bulgaristan Prensi Aleksander ve Sultan Abdülhamid’in katkılarıyla cami kısmen onarılmıştır. 1915-1917 yıllarında, Osmanlı hükümeti tarafından camiye 15.000 altın ayrılmış ve caminin minaresi, minberi ve kubbeleri tamir edilmiştir. 1983 yılında, Bulgaristan Ulusal Kültür Anıtları Enstitüsü tarafından caminin dış cephesi restore edilerek yeniden ibadete açıldı. Kadı Seyfullah Efendi Camii, Sofya’nın en önemli ve tek kültür miraslarından birisidir.” Salih kardeşime teşekkür ederek namaz kılmak için içeriye girdik. Öğle ve ikindi namazlarımızı cemederek kıldık. Gezi boyunca uygulayageldiğimiz bir yöntem bu. Öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı cemederek kılıyoruz ki, abdest almakta sıkıntı çekmeyelim ve zaman kaybımız da olmasın. Vitoşa Caddesi Serdica Şehrinin kalıntılarını takip ederek, alt geçitten Vitoşa Bulvarı’na ulaştık. Vitoşa Bulvarı, adını Sofya'nın güneyinde yer alan ünlü Vitoşa Dağı'ndan alırmış. Araçların girmediği, marka mağazaların, cafe ve restoranların bulunduğu, İstiklal Caddesi’ne benzeyen bir cadde Vitoşa Caddesi. Türk baklavacısı ve dönercisi de bu caddede. Kahve içmek için uygun bir yer aradık, Ekrem “burası uygundur” dedi ve caddenin ortalarında bir yere oturduk. Cadde kaynıyor. İnsan seli. Kimisi oraya gidiyor kimisi buraya. Dağın eteğindeyiz. Hava ılıman. Cengiz bizden ayrıldı Vitoşa caddesinde. Akşam yemeğinde restoranda karnı doymadığı için yiyecek bir şeyler bulma peşine düştü. Bizleri de davet etti. Aslında karnımız da açtı. Ama geç saatte yemek yemek istemedik. Cengiz yemekten sonra tek başına caddeyi baştan başa dolaşmış ve oradan otele geçmiş. Müslümanların Durumu Bulgaristan topraklarında Müslümanların tarihi 14. Yüzyıla dayanırmış. 20. yüzyıla kadar 600 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalmış. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından özerk bir Bulgar prensliğinin kurulmasıyla birlikte bölgedeki Müslüman nüfus kalan Osmanlı topraklarına zorunlu göçe tabi tutulmuş. Sadece 1989 yılında 350 bin Türk, Türkiye’ye zorunlu göçe tabi tutulmuş. Bu dönemde başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan bu coğrafyadaki binlerce eser tahrip edilmiş. Bu kapsamda sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış. Günümüzde (2024) Bulgaristan’daki Müslüman sayısı 700 bin civarında olup bunların büyük bir bölümünü Türkler oluşturmaktaymış. Devam edecek BALKANLAR GEZİSİ (lll) Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024 -90’lı yıllarda yaşanan Bosna savaşı ve Boşnak Müslümanlarına uygulanan soykırım sürecinin açtığı derin yaralar, Sırbistan devleti ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin seyrinde halen etkilidir. Öte yandan dinî eğitim ve siyasî temsil başta olmak üzere, Müslümanlarının birçok sorunu acilen çözüm beklemektedir- Tarihe kısa bir yolculuk Macera dolu Balkanlar gezisinin, Bulgaristan etabını tamamladık elhamdülillah. Belgrat yolculuğu başladı. Bakalım bundan sonra hangi sürprizler bekliyor bizi. Otobüsteyiz. Recai grup hakkında tekmilini verdi. Ben dahil üç kişi daha geç kalma cezası ödedik. Cezaya itiraz eden olsa da sonuç değişmedi. Kaptan bastı gaza. Bulgaristan toprakları ayağımızın altından kayıp gidiyor. Hızla Sırbistan gümrüğüne doğru yol alıyoruz. Atalarımız bu toprakları at sırtında ve de yaya olarak geçip gitmişler. Hem de 100.000 kişilik ordu ile. O, 100.000 kişinin günde iki öğün de yemek yemeleri gerekiyor. O kadar insanın ve bir o kadar da hayvanın su ihtiyaçlarının da karşılanması lazım. Meydana çıkınca da göğüs göğüse çarpışmak ya öldürmek ya da şehit olmak var. Bizler otobüslerle, değişik araçlarla yol aldığımız halde çekilmez buluyoruz bu yolları. Bin bir zahmetle yurt edinilen ve 600 sene kalınan bu topraklarda, şimdi küçük küçük devletler kurulmuş ve bu devletler toprakların asıl sahipleri olan bizlerden vize istiyorlar. Sen vatanına sahip çıkmazsan birileri gelir seni yerinden yurdundan eder. Etmişler zaten. 24 milyon km. kare olan vatan topraklarından geriye elimizde sadece 780.000 km. kalmış. Onu da elimizden almak için sabah akşam uğraşıyorlar. Kimisi içeriden kimisi de dışarıdan durmadan çekiştiriyorlar. Gümrükteyiz Zaman tünelinde yol almanın zevkine tam olarak varamadan gümrüğe gelmişiz bile. Önümüzde sadece bir otobüs var. Önce Bulgaristan’dan çıkış işlemlerini yaptıracağız, sonra da Sırbistan’a giriş yapacağız. Hızlıca, işlemler yapılır diye bekliyoruz. Neredeyse bir saat bekledik otobüsün içinde. Sıra bir türlü gelmesini bilmedi. Neden sonra sıra gelmesine geldi ama muameleler de oldukça uzun sürdü. Gülşah hanım yine gümrüğe takıldı. Takılmasına takıldı da Sırp polisinin bıraktığı Gülşah hanıma bu sefer Alman polisi izin vermiyor. “Sana yol verirsem benim işime son verirler” diyormuş Alman polisi. Almanya’dan çıkışta bir şey söylemiyorlar, Türkiye’de sıkıntı olmuyor, Bulgaristan’da kısa bir soruşturmadan sonra bırakıyorlar, Sırbistan da aynı şekilde yazılı beyan ile giriş izni veriyor; ancak orada gözlemci olarak bulunan Alman polisi geçiş izni vermiyor. Kraldan fazla kralcı olmak buna derler. Olacak şey değil. Ama oldu. Geriye döndürdüler Gülşah hanımı. O da çok üzüldü biz de. Almanya’ya varır varmaz, ilgili büroya gidip pasaportunun üzerinden kayıp ilanını kaldırtmış ve ilk uçakla Hırvatistan’a gelmiş. Bu arada Recai kendisiyle irtibatı hiç kesmedi. Hırvatistan’dan Mostar’a gelme imkânı da varmış ama o Hırvatistan’da kalmayı tercih etmiş. Ertesi gün Hırvatistan’da buluştuk. Sevindik. O da çok mutluydu. İşleri yolunda gitmiş ve hızlıca tamamlamış. Böylece grup üyeleri tamamlandı. Nadide hanım daha çok mutlu oldu. Oda arkadaşıydı çünkü. Azminden dolayı da Gülşah hanımı kutladık. Pes etmedi, ben bu geziyi tamamlayacağım dedi ve tamamladı. Gülşah ve Dilek hanımlar, tuttuklarını koparan cinsinden. Pes etmiyorlar ve sonunda onlar kazanıyor. Atalarımız “azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” diye boşuna dememişiler. Belgrad Belgrat’a yaklaşınca Bayburtlunun yerinde mola verdik. Belgrat’a giderken sağda. Yaz-kış açıkmış. Yol üzerinde böyle bir mekân açıldığına göre Avrupa’da çalışan Türk işçileri düşünülerek açılmış gibi görünüyor ama öyle değilmiş. Sırplar da alışmışlar Türk mutfağının tadına. Türkiye’de restorana gittiğimizde neler görüyorsak tezgâhta burada da aynıları var. Eee yumulduk tabi. Allah ne verdiyse…Yemekten sonra yola revan olduk. Belgrad, 1878 Berlin Antlaşması’yla Sırbistan’ın başşehri olmuş. Sırpça da Beo-grad; beyaz şehir mânasına gelirmiş. Kuzey ve Orta Avrupa’yı Karadeniz ve Ege denizine bağlayan yollar üzerinde bulunduğundan eski dönemlerden beri (MÖ III. Yüzyıl) önemli bir yerleşim merkeziymiş. Belgrad Osmanlılar tarafından üç defa kuşatılmış. İlk defa II. Murad zamanında kuşatılmış. İkinci kuşatmayı Fâtih Sultan Mehmed yapmış. Üçüncü kuşatma Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yapılmış ve de fethedilmiş (1521). Ahalisinin bir kısmı İstanbul’a gönderilerek bugün Belgrad ormanları ve Belgrad Kapısı adıyla bilinen yerlere iskân edilmişler. Yaklaşık üç asır Osmanlı idaresinde kalan Belgrad’da sayısı yüzleri bulan Türk mimari eserlerinden bugüne maalesef çok az eser ulaşmış. Evliya Çelebi’ye göre Belgrad, 17. Yüzyılda 98.000 nüfusa sahipmiş Belgrad. O zamanlar Belgrat’ta; 217 cami, on üç mescid, on yedi tekke, dokuz dârülhadis, sekiz medrese ve yedi hamam varmış. Ayrıca, altı kervansaray, yirmibir han ve 3700 dükkândan oluşan Sûk-ı Sultânî adlı çarşı başta olmak üzere, bir dizi çarşı varmış (Evliya Çelebi, V, 377-379). Nikola Tesla Belgrat’a giriş yaptık. O kadar da albenisi yok girişin. Yüksek yüksek binalar, üstümüze üstümüze geliyor gibi. Şehir merkezine girince solda Nikola Tesla Müzesi var. Müze solumuzda kalıyor. Nikola Tesla; dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir mucit. Uzaktan kumandanın telsizin mucidi. Biraz ileride yine solda terazije meydanı var. Adını Türkçe ’den alan meydan. Kentin su ihtiyacını karşılamak için 1840’larda Osmanlı oraya bir çeşme yaptırmış. Kulesi de olan bir çeşme. Türkler tarafından dikilen su kulesi 1860 yılında kaldırılmış ırkçılık bu kadar kötü bir şey. Yerine aynı işi yapacak olan Terazije çeşmesi inşa edilmiş. Bu meydanın güzelliği, Parlamento binasına, Belediye Sarayına, müzelere, kafelere hatta Aziz Sava kilisesine yakın olmasından gelirmiş. Bizler zaman sıkıntısından dolayı, şehir merkezini gezemeden, o güzelliklerle tanış olamadan, oraları fotoğraflayamadan doğru Sava Nehrine indik. Tekne Turu Sava nehri üzerindeyiz. Sava Nehrinin Tuna Nehriyle buluşup çoğaldıkları yere kadar ilerledik. Sağ tarafımızda Belgrad kalesi bütün heybetiyle karşımızda duruyor. Yüksekte. “Tuna Nehri akmam diyor, kenarımı yıkmam diyor, Şanı büyük Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor.” Marşının doğum yerindeyiz. Heyecanımız dorukta. Yüzlerimiz gülüyor. Deklanşöre basan basana. Plevne kahramanı Osman Paşa’yı ve çerilerini düşünüyoruz. Az askerle, Ruslara kök söktüren Osman Paşa’yı. Savaştan sonra Rus komutanın ayakta karşıladığı, kalkan ve kılıcını kendisine iade ettiği Osman Paşa’yı. Mahmut bey oturmuş teknenin öbür ucuna aynı şeyi düşünüyor olmalı, nehre bakıyor. Zaman tüneline tek başına girmiş tarihe yolculuk yapıyor olmalı. O kadar yoldan sonra tekne turu çok iyi geldi. Teknede çay içenlerimiz de oldu. Plastik bardakla servis ediyorlar. Ben ve Ayhan almadık çaydan. Ayhan Fatma Mıdığı da uyardı; “Plastik bardakla servis edilen o çayı içmesen daha iyi olur, sağlıksızdır.” Belgrad Kalesi Anahtar Terslim Anıtı Tekne turundan sonra fazla oyalanmadan hızlıca otobüse geçtik. Belgrad Kalesine yakın bir yere park ettik. Oradan kaleye yürüyerek gidiyoruz. Knez Mihailova caddesi. Trafiğe kapalı bir cadde. İğne atsanız yere düşmeyecek derler ya, işte o cinsten... Bu caddenin insansız bir anını yakalayana ödül vadedilmiş. Ancak vadedilen ödülü bugüne kadar alan olmamış. Sağlı sollu alışveriş merkezleri var. Restoranlar var. Ara sokaklar da kanlı canlı. Berlin’de trafiğe kapalı böyle bir cadde maalesef yok. Kaleyi gezdirecek olan Belgradlı rehber meydana girer girmez bizi karşıladı. Hemen başladı anlatmaya. Türkçesi o kadar düzgün değildi ama anlaşılıyordu. Esprili bir kişilik. “Kale, MÖ 279 yılında Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus tarafından inşa edilmiştir. Belgrad Kalesi’nin bulunduğu alana “Kalemegdan” (Kale Meydanı) denir. Osmanlıdan kalma bir isimdir. Şu gördüğünüz anıt, Osmanlı’nın, 6 Nisan 1876 tarihinde, Belgrad ile iki kalenin daha, (Smederevo, Šabac ve Kladovo) anahtarlarının Sırplara teslim edildiği yere dikilmiştir. Gördüğünüz gibi yatay bir mermer üzerine yazılmış yazılacak olan. Olayın 100. yılı sebebiyle anahtar değişiminin yapıldığı alana kurulan bu anıt önemli bir olayı gelecek nesillere aktarmak üzere koruma altında tutulmaktadır. Anıt 1967 yılında büyük bir kutlama ile Kalemeydan Parkı içine dahil edilmiştir.” Yani orada rehberi dinlerken anahtarları teslim törenini sanki biz ediyormuşuz gibi yüreğimiz sızlamadı desem yalan olur. Fransız anıtı Hemen ileride solda bir anıt daha var. Fransız anıtı. Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında Sırbistan’a yaptığı destekler ve dostluk anısına 1930 yılında Fransa’ya Şükran Anıtı (Monument of Gratitude to France) olarak dikilmiş. Anıtın merkezinde elinde kılıç tutan kadın figürü, savaş sırasında Sırplara destek veren Fransa’yı betimlemekteymiş. Bosna savaşı sırasında Fransız medyası Sırpların yaptığı katliamlarla ilgili, Sırp karşıtı haberleri vermek zorunda kalınca ve NATO da aynı sebepten dolayı bombalama yapınca (1999) Fransa ile olan dostluğu bitirmişler. Ve Kalemeydan Parkı içinde bulunan heykel siyah bir kumaş ile örtülmüş ve “Artık var olmayan Fransa’nın sonsuz zaferi” yazan bir tabela da heykelin önüne konmuş. Tabii bu durum çok uzun sürmemiş ve 2000 yılında kurulan hükümet ile Sırbistan-Fransa ilişkileri tekrar iyileşmiş ve heykel orijinal görüntüsüne dönmüş. Kaleye Giriyoruz Belgrad kalesinin iç ve dış surlarında toplam 23 kapı bulunmaktaymış. Surların bazı bölümleri ve kapıların çoğu yıkılmış. Bugün on kapı yerlerini muhafaza edebilmiş. Belgrad Kalesi’ne giriş çıkışı sağlayan kapılardan birinin adı Stambol Kapija yani İstanbul Kapısı. Surlarla çevrili alana bu kapıdan giriliyor. Ve işte buram buram Osmanlı kokan Belgrad Kalesi. Kim bilir daha kimler geldi kimler geçti buradan. Saat kulesini geçince, karşımıza “Mora Fatihi” olarak bilinen Damat Ali Paşa’nın türbesi çıkıyor. Aynı zamanda burada, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın 1578’de yaptırdığı bir de çeşme bulunuyor. Sırp olarak doğan Sokullu Mehmet Paşa Osmanlı döneminde devşirme olarak Edirne Sarayına getirilmiş, Enderun’da yetiştirilmiş ve devletin değişik kademelerinde Osmanlı’ya hizmet etmiş ve vezirliğe kadar yükselmiş. Çeşmenin yanında bir de dut ağacı var. Bu dut ağacına ve çeşmeye Sokullu Mehmet Paşa’nın adı verilmiş. “Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi.” Tuna ve Sava nehirlerinin üzerinde biraz önce tekne ile tur attık, iki nehrin birbirleriyle kavuşmalarının sevinçlerine şahit olduk. Kaleden, on ülkeye hayat veren, Tuna ve Sava nehirlerinin birbirleriyle kavuşmasına, cilveleşmesine, sarmaş dolaş oluşuna ve evliliklerine şahit oluyoruz. Sonra da çoğalarak Karadeniz’e doğru tüm hızlarıyla yol alıyorlar. Elele tutuşup da Karadeniz’e doğru yol alışlarının coşkusuna şahit oluyoruz ve bu coşkuya el sallayarak eşlik ediyoruz. Karadeniz ile tevhid olmak için bu kadar acele ediyor olmalılar. Evet 2800 kilometre uzunluğu olan o zorlu yolu sadece Karadeniz ile tevhid olmak için katediyorlar. Tuna, Osmanlı Türklüğünün bağrından akan bir nehirdir. Nereden dinlerseniz dinleyin, Tuna size, tarihin derinliklerinden o kılıç şakırtılarının çağıltısını getirecektir. Akınlar, zaferler ve bozgunlar! Ve hepsinin peşinden, ileri veya geriye doğru, bitip tükenmeyen göçler! İstanbul Kapısı Kaleye İstanbul Kapısı’ndan girdik. Kale bizleri askeri törenle karşılıyor gibi. Solda o günden kalma silahlar görünüyor. Kapısının hemen önüne, Orta Çağ’da cezalandırma amacıyla kafa ve kolların geçirilerek bağlandığı ahşap bir işkence aleti var. İç surların dışındaki ikinci halkada yer alan İstanbul kapısı, Belgrad kalesinin ana giriş kapısı ve en büyüğüymüş. Simetrik bir yapı olan kapının iki tarafında kale muhafızları için odalar bulunuyor. Bir tanesinde eski haritaların satışı yapılıyor. Kale kapısının kemerine sultan tuğrası yerleştirilmiş, sonra Sırplar on u sökmüş yerine Sırbistan’a ait çift başlı kartal arması yerleştirmişler. Biz tarihe tanıklık eden ne var ise onları insanların intifadasına sunmak için canhıraş çalışıyoruz, Sırplar ise o belgeleri yok etmekle meşguller. Sırp olmak kolay değil…Mehter marşı ile karşılanıyoruz İstanbul kapısında sanki: “Ceddin deden, neslin baban En kahraman Türk milleti Orduların, pek çok zaman Vermiştiler dünyaya şan Türk milleti, Türk milleti Aşk ile sev milliyeti Kahret vatan düşmanını Çeksin o mel'un zilleti” Rehber önde, bizler ellerimizde tuğlarımızla içeriye girdik. Mora Fatihi olarak bilinen Damat Ali Paşa karşıladı bizi. 1716 yılında, Tuna nehrinin kıyısında, Avusturya ordusu ile yapılan savaşta askere cesaret vermek için ön saflara atılmış ve alnından vurularak şehit düşmüş. Naaşı, Belgrad’a getirilerek Kale içinde yapılan bu türbeye defnedilmiş. Yanında iki paşa daha var. Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa. Selam verdik onlara, kısa bir sohbetten sonra yolumuza devam ettik. Ne saadet. Gökyüzü de bu hürmete, saygıya gözyaşlarıyla eşlik etti. O kadar ki, biz oradan ayrılıncaya kadar göz yaşları hiç dinmedi, göz pınarları kuruyacaktı neredeyse, sevinç gözyaşlarıydı bunlar. Meğer kale, 1521 yılından beri bizleri beklermiş. Biraz daha ilerledik, hafif tepemsi bir yere çıktık. Fikirtepesi derlermiş o tepeye. Fikir Tepesinden Tuna kıyılarına bakıyoruz. Belgrad rehberimizin anlattığına göre; Belgrad, 1521’den itibaren 347 sene Türk kalmış. Asırlar sonra iç karışıklar başlamış. Ali Rıza Paşa da yapılan anlaşmalarla kale anahtarlarını Prens Mihailo’ya teslim etmiş. Bu haber içimizi acıttı (1868). Acı ama gerçek. Göklerin daha fazla gözyaşı dökmesine ve ıstırap çekmesine gönlümüz razı olmadı, vedalaştık kale ile. Her birimiz ayrı ayrı vedalaştı. Bazı arkadaşlarımızın vedalaşması uzun sürdü. İkişer üçer gruplar halinde terk ettik kaleyi. Zeynep hanım, suna hanım ve ben gözyaşı sağanağının altında ıslanmanın verdiği mutlulukla ilerliyoruz çıkış kapısına doğru. Fahri bey ve eşi şemsiyenin altındalar, aheste aheste ilerleyerek gezinmin tadına varıyorlar. Knez Mihailova caddesine ulaştık. Gökyüzü de gözpınarlarının kurumasından mıdır bilinmez, şöyle bir yüzünü gösterdi ve ayrıldı bizden. Biraz sonra sağa döndük, hemen 50 metre kadar ilerde sağda baklavacı dükkânı var. Kaleye giderken bellemiştik orayı. Baktık herkes orada. Belgrat’ta baklavacı. Antep’ten gelmişler. “Ekmek parası, rızkımız buradaymış” diye kederlendi garsonluk yapan kız. Kaderin sürükleyip Belgrat’a getirdiği gurbetçiler bunlar. Bizleri de Berlin’e sürüklemedi mi aynı kader? Aşağıda solda, otelin altında bir de restoranları varmış. İşleri iyiymiş. Güler yüzlü şen şakrak insanlar. Çayımızı içtik, baklavamızı yedik, Berlin’de yediğimiz baklavalarla kıyas yaptık... birbirimize ikramlarda bulunduk, “Bunlar benden…Yok olur mu öyle bunlar benden olsun.” Türk Milletinin ikram severliği her yerde devam eder. Onun özelliğidir ikramda bulunmak. Gezilerin en güzel ve anlamlı olan özelliklerinden biri de kaynaşmaktır, paylaşmaktır, yeni yeni dostluklar kurmaktır. Sadece eşleriyle birlikte olmayı yeğleyenler de olur böyle gezilerde. Onlar gruba fazla karışmazlar. O da onların tercihidir. Ama tercih edilmemesi gereken bir tercihtir. Ve doğru otobüse. Geç kalırsak Recai ve Mıdık ceza kesebilirler. Geç kalan, geç kalma süresine göre en az beş Euro ceza ödüyor. Kural böyle. Müslümanların Durumu “Sırbistan topraklarına İslamiyet, ilk olarak Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da sürdürdüğü fetih politikaları ile 14. yüzyılın sonlarında ulaşmıştır. 15. yüzyıl boyunca devam eden fetihler sonrasında yürütülen iskân politikasıyla bölgeye on binlerce Müslüman yerleştirilmiştir. Aynı zamanda Hristiyan halktan da İslamiyet’i tercih edenler olmuştur. Sırbistan’ın özerkliğini kazandığı 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren yüzyıl boyunca yaşanan toprak kayıpları ile bölgede yaşayan Müslüman ahali ve özellikle Türkler, zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. Bilhassa 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından bu süreç hız kazanmıştır. Bu süreçte Sırplar, ele geçirdikleri yeni topraklarla birlikte bölgedeki Türk-İslam varlıklarını büyük oranda tahrip etmişlerdir. Ülke toprakları içerisinde Osmanlı döneminden kalan yüzlerce kültür varlığından çok azı günümüze ulaşabilmiştir. Sırbistan’da yaşayan Müslümanların sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte, ülkede en az 200 bin Müslümanın bulunduğu tahmin edilmektedir (2024). Bunların büyük bir çoğunluğu Boşnak olup, bir kısmı da Arnavut’tur. Ülkedeki sayıları tam olarak bilinmeyen Romanlar içerisinde de hatırı sayılır miktarda Müslüman bulunduğu bilinmektedir. Ancak 90’lı yıllarda yaşanan Bosna savaşı ve Boşnak Müslümanlarına uygulanan soykırım sürecinin açtığı derin yaralar, Sırbistan devleti ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin seyrinde halen etkilidir. Öte yandan dinî eğitim ve siyasî temsil başta olmak üzere, Müslümanlarının birçok sorunu acil çözüm beklemektedir.” Devam edecek BALKANLAR GEZİSİ (lV) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024- -Belgrat’a kadar gelmişken, Karlofça’ya uğramadan geçip gitmek olmazdı. Tarihle yüzleşmemiz gerek dedik ve sabah erkenden yola koyulduk. Antlaşma çadırda yapılmış. İmzalar dört ay sonra ancak atılabilmiş. O çadırın yerine sonradan şapel yapmışlar. Devlet-i Âliye, anlaşma için masaya oturduğu o çadırda ilk kez toprak kaybetmiş. Hem de ne toprak. Bulgaristan’dan beri Uçsuz bucaksız ovalarda yol alıyoruz. Verimli araziler. Bilinçli olarak tarım yapıldığı besbelli. Meyve ağaçları, rüzgârın hafif hafif okşadığı buğday tarlaları. Hayran oluyoruz. Türkiye’nin en verimli ovaları maalesef yerleşim alanı, sanayi alanı olarak imara açılıyor. Balkanlarda benzer arazilere çivi bile çakılmamış- Karlofça (Sremski Karlovci) Karlofça Belgrad ile Novi Sad arasında yer alan bir kasaba. Belgrad’a yaklaşık bir saatlik mesafede. Şehrin girişinde hemen sağda otopark var. Aracımızı oraya Park ettik. Parkın bir köşesine masalar kurmuşlar ve üzerine bal ve meyve koymuşlar, satıcılar arkada duruyor. Sadece duruyorlar, bizim oralardaki gibi “Buyurun, balımız gerçek baldır, meyvelerimiz dalından koparıldığı gibi tazedir…” gibi tezvirat yapmıyorlar. Karlofça, balıyla ve meyvesiyle meşhur olan bir kasaba imiş. Bir kavanoz bal aldım ve Recai’ye teslim ettim. Sağ olsun o da Belgrat’ta sabah kahvaltısında arkadaşlara ikramda bulundu. Öyle ahım şahım değildi ama, adı baldı. İkişerli üçerli sıralar halinde yürüyerek ilerliyoruz Karlofça Meydanı’na doğru. Meydanın etrafı tarihi binalarla çevrili. Açık hava müzesi gibi. Tam ortada bir çeşme var. Aşk çeşmesiymiş adı. O çeşmeden içen, Karlofçalı bir kızla mutlaka evlenirmiş. İçtik o sudan ama öyle bir şey olmadı. Etrafta insan yok ki, kız nereden gelsin. Her yerde olan batıl inançlar Karlofça’ da da var. Hemen solda Katedral var. O gün Paskalya bayramı imiş. Fatma Mıdık ile beraber içeriye girdik. İçerisi kalabalık, herkes huşu içinde. Görevli papaz dua ediyor. Aslında papazlar grubu demek lazım. Duaya biz de katıldık. Papazlar dışarıya çıkarken cemaat elleri önden bağlı olduğu halde hafif eğilerek onlara yol verdiler. Din adamına gösterilen saygı. Önemli bir gelenek. Hoşuma gitti. Din adamına saygının olmadığı yerde Yaratan’a ve yaratılmışlara da saygın kalmaz. Bugün maalesef bu erozyona şahit oluyoruz. Papazlarla ayak üstü tanıştık. Türkiye’den geliyor olmamız dikkatlerini çekti. Sonra müsaade alarak fotoğraflarını çektik. Benim arzum birkaç da soru sormaktı ama arkadaşlar çoktan meydandan uzaklaşmıştı. Bizden başka Katedrale giren de olmamış. Fatma Mıdık, “hocam röportaj uzun sürer.” dedi. Haklıydı Mıdık. Ve ayrıldık oradan. Meydanın üst tarafında dil okulu var. Dünyanın her yerinden dil öğrenmek için buraya gelirlermiş. Halen devam etmekteymiş bu gelenek. Küçücük bir kasabada ve uluslararası üne sahip bir dil okulu. Örnek alınması gereken bir durum. Fotoğraflarımızı çektikten sonra grubun arkalarından yola devam ettik. Meydanın sonundan sola dönmüşler ve tepeye doğru tırmanıyorlar. Ulaştık onlara hatta onları geçerek havamızı da attık. Sokaklar daracık daracık. Evler bir ve iki katlı, önlerinde bahçe var. Bir evin bahçesindeki güller dikkatimiz çekti. Kokusu burnumuza kadar geliyor. Ne güzel. Hemen daldık gül bahçesine. O güzelim kokuyu ciğerlerimize doldurmayı ve fotoğraflar çekilmeyi de ihmal etmedik. Antlaşmanın yapıldığı yerde bugün bir şapel var. Solda tepenin üstünde. Karlofça’ya nazır bir tepe. Bizi yanında görünce şapelin eli ayağına dolaştı, o kadar mahcuptu ki bize karşı, sanki o antlaşmanın bilerek ve isteyerek yapılmasına sebep olmuş gibi hissediyormuş kendisini. “Ben böyle bir antlaşmanın yapıldığı yer olmaktan utanç duyuyorum, keşke elimden bir şey gelse de o Devlet-i Âliye’nin adaletini Balkanlara tekrar getirebilseniz” diyordu lisân-ı haliyle. “Özledik o günleri” diye de devam ediyordu konuşmasına. Adeta günah çıkartıyordu. Besbelli o da çok acı çekmiş, insana insan olduğu için adalet ile muamele eden Osmanlı gitmiş, yerine, adını tarihe soykırımlarla, engizisyonlarla yazdırmış olan o bildikleri yönetim gelmiş. Onların tekrar gelmesiyle soykırımlar yeniden hortlamış. Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara zulmedilmeye başlanmış. Burunlarının dibinde Bosna’da Bulgaristan’da yaşananlar gözlerinin önünden hiç gitmezmiş. Elbisesi eski püskü, etekleri ise yerlerde sürüne sürüne paramparça olmuş. Kendisiyle hesaplaştığı her halinden belli oluyor. Kol kola girerek kendisiyle hatıra fotoğrafı çekilmemiz onu çok mutlu etti. Osmanlılar buraya Kanuni Sultan Süleyman zamanında gelmiş, ondan önce burada Avusturya-Macaristan Krallığı yaşam sürüyormuş. Osmanlı burayı yurt edinmiş, yatırımlar yapmış buralar. Camisiyle, kervan sarayıyla, medresesiyle… imar etmiş buraları, ancak bugün o eserlerden geriye bir çivi bile kalmamış. Karlofça’ya Osmanlı hiç uğramamış gibi. Hepsini yakıp yıkmışlar. Antlaşmanın yapıldığı yerdeki çadırı da yıkıp yerine şapel yapacak kadar ileri gitmişler. Huylu huyundan vaz mı geçermiş… Karlofça Antlaşması 1699 Karlofça anlaşmasını bizlere hezimet olarak öğrettiler okullarda, bir utanç belgesi olarak öğrettiler. Zihinlerimize böyle nakşedildi. Halbuki Karlofça Antlaşması 16 yıl süren bitirici ve tüketici savaşlardan sonra yapılmış. Osmanlı Devleti, Viyana Kuşatması’nın arkasından (1698) peş peşe uğradığı yenilgilerle tarihinin en ağır kayıplarını vermiş. Hazine de tam takır ol muş. Geriye tek seçenek kalmış anlaşma yapmak. O da onu yapmış. Kendisini bir anda Karlofça’nın eşiğinde buluvermiş. Şimdi öğreniyoruz ki; Osmanlı’nın biraz nefes alabilmek için, kendine gelebilmek için mecburen yaptığı bir anlaşmaymış Karlofça. Karşısında dört devlet var kutsal ittifak oluşturmuşlar; Avusturya, Venedik, Polonya ve Rusya. Anlaşma süresince onurunu hep korumuş Osmanlı. Hiçbir zaman dizinin üzerine çökmemiş, hiçbir zaman yalvar yakar olmamış. Önemli olan şu ki; Karlofça Antlaşmasına kadar Osmanlı Devleti hiçbir devletle anlaşma için masaya oturmamış. Bazen yenilmiş, ancak o zaman dahi ateşkes yapılmış ve barış antlaşması yapılmamış. Politika şöyle: “Burasını ben nasıl olsa günün birinde geri alacağım.” Rami Mehmet Paşa İlk defa Karlofça’da Osmanlı ateşkes ile yetinmemiş ve barış masasına oturup kıran kırana bir pazarlığın içine girmiş. Ancak bu konuda yetişmiş diplomatları yokmuş. Rami Mehmet Paşa heyetin başına getirilir. Paşa bürokrasideki başarısı ile tanınan bir üst düzey bürokrattı. Devletin gizlisini-çıktısını iyi bilen ve adeta Osmanlı devletinin kilit taşlarından biridir. Heyet başkanı olarak bir anda kendisini Karlofça’da bulur. Hazırlıklarını yapar ve yola çıkar. Barış görüşmeleri için, Avusturyalılar kendi taraflarında bir yer isterler. Rami Mehmet Paşa itiraz eder ve ‘Hayır!’ der. Barış ancak tarafsız bir bölgede yapılabilir. Dolayısı ile sınırda bir yerin bulunması gerekir. Sınırda olan yer Karlofça’dır. Tam Osmanlı ve Avusturya sınırında bulunan bir kasabadır Karlofça. Osmanlı tarafı, yanında getirdiği alt yapı ekibiyle oraya bir müzakere çadırı kurar. Bu müzakere çadırı bir Osmanlı icadıdır. Çadırın içerisine de bir müzakere masası yapılır. Yuvarlak bir masa. Bugün hala kullanılan yuvarlak masa ilk defa Karlofça’da, Osmanlı inisiyatifi ile gerçekleşmiştir. Bu yuvarlak masanın dış tarafında ve iç tarafında oturma yerleri vardır. İç tarafta Osmanlı heyeti, dış tarafında diğer dört devletin temsilcileri oturur. Çadırın dört kapısı vardır. Sabah zil çalındığında kapılar açılır ve her devletin temsilcileri kendi kapılarından içeriye girerler ve kendilerine ait yerlere otururlar. Tam karşılarında Osmanlı müzakere heyeti vardır. Osmanlı Stratejisi Dört ay devam eden bu müzakereler birkaç kez kesilme noktasına gelmiştir. Gerçekten zorlu bir süreç. Osmanlı ilk defa bu kadar büyük bir toprak parçasını düşmanlarına kendi isteğiyle veriyor. Strateji şöyle: Kaybedilmiş olan, işgal altında olan yerlerden ne kadarını kurtarabiliriz, geriye ne alabiliriz? Osmanlı’dan daha çok toprak ve tazminat alacakları ümidiyle masaya oturanlar istediklerini alamamışlardır. Bundan sonraki Osmanlı stratejisi Karlofça’nın bir son değil, bir yeni başlangıç olduğunu bize gösterecekti. Nitekim 1739 yılındaki Belgrad Antlaşması’na kadar geçen kırk yılda Osmanlı Devleti, Karlofça Antlaşması ile bıraktığı toprakların bir kısmını geri almayı başarmıştır. Novi Sad Yeni bahçe anlamına gelen Novi Sad, Sırbistan’ın ikinci büyük yerleşim alanıymış. Novi Sad’ın en meşhur caddelerinden biri Jovan Jovanovicmiş. Cadde, adını, oldukça popüler olan çocuk şairi Jovan Jovanovic’ten alıyormuş. Meydanda bir de heykeli var. Meydanın çevresi tarihi eserlerle, tarihi yapılarla bezenmiş. Meydanda bir saray dikkat çekiyor. Geçmişte o meydanda bir Katedral varmış. Katedralin din adamı işte bu sarayda kalırmış. Novi Sad’ın bu güzel havası, özellikle 19. yüzyılda herkesi etkilemiş olacak ki Sırbistan’ın kültür başkenti ilan edilmiş ve bugün de burası Sırbistan’ın Atina’sı olarak isimlendiriliyormuş. Yağmur birden bastırınca sığınmak için bir saçak altı aradık ve biraz sonra bulduk. Rahmetten de kaçmamak gerek. Otobüs gelinceye kadar orada beklemeye koyulduk. Karşıda bir market var. Şemsiye almamız lazım. Bazı arkadaşlarla gittik oraya ve şemsiyelerimizi aldık. Arkadaşlara vermek için birkaç tane de fazla aldık. Sonra hiç kullanamayacağımız şemsiyeler oldu bunlar. Ekrem de otelde kullanmak için beyaz renkli bir terlik almış. Ödemeleri Mıdık yaptı. Kart ile ödeme yapılıyor. Sırbistan parası bozdurmamıştık. Petrovaradin ve Kalesi Yine Osmanlı’nın izlerinin bulunduğu bir başka kasaba olan Petrovaradin’deyiz şimdi de. Osmanlı 1699 yılında Karlofça Antlaşması’nı imzaladıktan sonra buraları hep Haçlılara bırakmış. Ama daha sonra tekrar yerel halk bu toprakları kendi bünyesine almayı başarmış. Meşhur Petrovaradin Kalesi. Tuna Nehri boyunca inşa edilmiş. Oldukça büyük olan bu kale bugün bile hala sapasağlam ayakta duruyor. Kale çok güzel bir noktaya kurulmuş. Merdivenlerle çıkılıyor zirveye. Tuna Nehri’ni buradan seyretmenin başka bir zevki var. Ayaklarımızın altında. Dümdüz bir ova yorgan gibi yayılmış duruyor aşağıda. Yemekleri çok lezzetli olurmuş kalenin. Servis tabakları da kendine özelmiş. Biz maalesef burada sadece kahve içebildik, yemek yiyemedik. Çünkü arkadaşlarımızın bir kısmı kaleye çıkmayı göze alamadı, otobüste kalmayı yeğlediler. Onları fazla bekletmemek gerekiyor. Belgrat’a geldiğimizde daha akşam olmamıştı. Antepli hemşerilerimizin mekanına geldik, yemeklerimizi yedikten sonra otelimize döndük. Sabah Bosna var hedefimizde. Karlofça Antlaşması maddeleri 1. Mora Yarımadası ve Dalmaçya Venediklilere bırakılacaktır. 2. İnebahtı Kalesi Osmanlı Devleti’ne geri verilecektir. 3. Ukrayna ve Podolya Lehistan’a bırakılacaktır. 4. Osmanlı Devleti, Kırım hanlarının Lehistan’a saldırmalarına engel olacaktır. 5. Banat ve Temeşvar hariç Macaristan ve Erdel Avusturya’ya bırakılacaktır. 6. Avusturya, Osmanlı Devleti egemenliği altında yaşayan Katoliklerin hamiliğini üstlenecektir. 7. Sava Nehri Avusturya ve Osmanlı Devleti arasında sınır olacaktır. 8. İmzalanan bu antlaşma 25 yıl boyunca geçerli olacak ve Avusturya antlaşmanın garantörü olacaktır. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki topraklarından vazgeçmek zorunda kaldığı, karşı ülkelerinse muhtemelen bayram yaptığı o yerleri görmek sizlere neler hissettirir bilemiyorum. Ama Balkanları imkânı olan herkesin görmesi gerektiğini biliyorum. Osmanlı türedi bir devlet değildir. Bilhassa Avrupa’da yaşayan Türkler izine giderken Balkanları öylesine geçip gitmemelidirler. 24 saatte Kapıkule’ye vardım diye övünmenin kimseye faydası yoktur. Çocukça bir şeydir. İzinlerimizin en az bir haftasını Balkanlara ayırmamız gerekir. Oralardaki yaşanmışlıkları yerinde görmek için bu yapılmalıdır. Geleceğimizi inşa ederken o yaşanmışlıkların ışığında adım atmamız gerekir. Devam edecek

13 Mayıs 2024 Pazartesi

TEMBELLİK YARIŞMASI YAPILIYOR

TEMBELLİK YARIŞMASI YAPILIYOR -Dünyanın başka bir yerinde olmayan yarışma; tembellik yarışması. En uzun yatakta kalan kişi şampiyon oluyor. Tembellik tavsiye edilen bir şey- Rüştü KAM ha-ber.com Türk Eğitim Derneği senede bir defa “Kültür Gezisi” düzenliyor. En fazla 30 kişinin katılımıyla düzenleniyor bu geziyi. Amaç tarihin o küflü dehlizlerine bir an olsa bile girip çıkmak ve bizlere miras olarak bırakılan eserlere dokunabilmek. O topraklardaki yaşanmışlıkların hem acı veren hem de övünç kaynağı olan hikayelerini dinlemek, o insanların kültürel değerleriyle kucaklaşmak. Tuna boylarında Aliş’im ile Gülsüm’ün acıklı hikayelerini içselleştirmek. “Aliş'imin kaşları kare Sen açtın sineme yare Bulamadım derdime çare Aliş'imin kaşları kare Sen açtın sineme yare Bulamadım derdime çare Görmedin mi ah civan alişimi tuna boyunda Sarmadın mı ah aslan alişimi tuna boyunda” Bizler bu türkülerle büyüdük. Balkanları hep hatırladık, hiç unutmadık. Tarih hafızamızı yok etmeye çalışanlar oldu. Yer yer, zaman zaman yok etmesini de bildiler. Gerçekleri yok etmeye çalışanlara inat bu sene 1 ila 11 Mayıs tarihlerinde 17’nci gezimizi aynı amaçla Balkan ülkelerine gerçekleştirdik. Sekiz ülkenin topraklarında mevcut olan önemli yerleri, Evliya Çelebi’nin torunlarına yaraşır şekilde gezdik dolaştık. Emin Oruç kardeşimle gerçekleştirdik bu turu da. Sofya’dan başladık turumuza, şehir turundan sonra ikindi namazında Seyfullah Efendi Camii ile karşılaştık yolda, selamlaştık, kucaklaştık, dertleştik Seyfullah Efendi’yle. 1566 senesinden beri bizi beklermiş. Büyük kavuşma… Ne saadet. Kavuşmamızın şükrünü, rükûa vararak, secde ederek eda ettik. Ertesi gün Belgrat’taydık. Kaleye İstanbul kapısından girdik. Kale bizleri hürmet ve saygıyla içeriye aldı ve gökyüzü de bu hürmete, saygıya gözyaşlarıyla eşlik etti. O kadar ki, biz oradan ayrılıncaya kadar göz yaşları dinmedi, göz pınarları kuruyacaktı neredeyse, sevinç gözyaşlarıydı bunlar. Göklerin daha fazla gözyaşı dökmesine ve ıstırap çekmesine gönlümüz razı olmadı, vedalaştık. Meğer kale, bizleri 1521 yılından beri beklermiş. Orada, ''Mora Fatihi' olarak bilinen Damat Ali Paşa ile de karşılaştık. Yanında iki paşa daha vardı. Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa. Birlikte kahvelerini yudumluyorlardı. Belli ki savaş maceralarını anlatıyorlar. Sohbetleri oldukça hararetli idi. Biz de onlarla birlikte kahve yudumlama bahtiyarlığına eriştik. Buraya kadar gelmişken, Osmanlının yıkılışına sebep olan anlaşmaya tanıklık eden Karlofça ’ya uğramadan geçip gitmek olmazdı. Yolumuzun üzerindeydi. Tarihle yüzleşmek gerek dedik ve çevirdik yönümüzü Karlofça’ ya. Anlaşma ogün çadırda yapılmış. Dört ay sürmüş imzaların atılması. O çadırın yerine sonradan kilise yapmışlar. Devlet-i Âliye, masaya oturduğu o çadırda ilk kez toprak kaybetmiş. Bizi yanında görünce kilisenin eli ayağına dolaştı, o kadar mahcuptu ki, sanki o anlaşmanın bilerek ve isteyerek yapılmasına sebep olmuş gibi. “Ben böyle bir anlaşmanın yapıldığı yer olmaktan utanç duyuyorum, keşke elimden bir şey gelse de o Devlet-i Âliye’nin adaletini Balkanlara tekrar getirebilseniz diyordu Lisan-ı haliyle. Özledik o günleri” diye adeta günah çıkarıyordu. Besbelli o da çok acı çekmiş, aç susuz kalmış, perişan vaziyetteydi. Elbisesi eski püskü, etekleri ise yerlerde sürüne sürüne paramparça olmuş. Kendisiyle hatıra fotoğrafı çekinmemiz onu çok mutlu etti. Oradan Bilge Kral Aliya’nın ülkesine geçtik. Bosna-Hersek’e. Önce, imkansızın başarıldığı o malum tünele gittik. Bosna’nın Şerife Bacısı, Kara Fatma’sı olan ev sahibi Şida Teyze’mizin elini öptük. Hayır duasını aldık. Avrupa Millî Görüş Teşkilatları Genel Merkezi’nde çalışırken Bosnalı İlyas kardeşimle birlikte lojistik destek sağlayanlardan birisi olarak göz yaşlarımı tutamadım. Allah’ım Sen nelere kâdirsin… Tünelden sonra da Aliya’nın o mütevazı türbesine giderek kendisine saygılarımızı sunduk… “Beni şehitlerimle birlikte defnedin” diye vasiyet eden Aliya’nın türbesine. Fatih’in Bosna’ya indiği tepenin eteğine kurmuşlar şehitliği. Osmanlının şehitleriyle yan yana defnedilmişler. Aradan bir yol geçiyor Gerçek bir mücahid, Peygamber yolunun yolcusu, dava adamı görmek istiyorsanız yüzünüzü Bosna’ya çevirmeniz yeterli olacaktır. O dava eri, Boşnaklara imkansızlıklar arasında yoktan bir devlet inşa eden, o yiğit adam orada savaş arkadaşlarının tam ortasında sizleri bekliyor ve sadece beklemiyor çağırıyor da… “Unutma, Türk'ün evladı! Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla? Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız. Ama sen, bizim yaşadıklarımızı sakın unutma! Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork. Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık. Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik. Türk'ün Evladı, Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi. Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız. Ama unutma!” Onun bizim duamıza ihtiyacı yoktur. Bizim onun yaptıklarına şahit olarak yolumuzu onun ışığıyla aydınlatmasına ihtiyacımız vardır. Hırvatistan’da Osmanlı’dan geriye tarihi miras olarak bir şey kalmamış, hepsini yok etmişler. Yüksek tepelerin başına birer haç dikerek minareleri gölgede bırakmanın peşindeler. Aliya İzzetbegoviç onlara hak ettikleri anlamlı cevabı şu şekilde vermiş. “Sizin tepelere diktiğiniz haçlar sadece Hırvatistan’ın her tarafından görülecektir, bu doğrudur ama bizim Ayyıldızımız dünyanın neresinden bakarsanız bakın her taraftan görünecek ve hiç sönmeyecektir.” Karadağ’dayız. Mehmet Akif Ersoy hak ettikleri sözü söylemiştir o gün orada yaşayan Müslümanlara. Sadece onun şiirinden okuyalım, Karadağ’ı, Arnavutluk’u, Kosova’yı: “Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı, Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı... Târümâr eyleyiversin de bütün ordumuzu, Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu. Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa Kimi bin türlü fecâ'atle çekilsin kucağa... Birinin ırzı heder, diğerinin hûnı helâl... İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl, Seni tahrîk eden üç beş alığın ma´rifeti! Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti? Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.”… Karadağ’da dünyada olmayan bir yarışma yapıyorlar. Garip bir yarışma. Tembellik yarışması. Yatakta uzun süre kalabilen kişi şampiyon oluyormuş. İnanmayacaksınız ama doğru; tembellik tavsiye edilen bir şeymiş Karadağ’da. Tembelliğin önemiyle ilgili tavsiyeler şöyle: 1- İnsan yorgun doğar, dinlenmek için yaşar. 2- Yatağını kendini öper gibi öp. 3- Geceleri uyumak için gündüzleri dinlen. 4- Çalışma; çalışmak öldürür. 5- Dinlenen birini gördüğünde ona yardım et! 6- Çalışabildiğinin en azını çalış, mümkünse işi başkasına yaptır (itele). 7- Gölgeler kurtuluştur, dinlenmekten kimse ölmez (Tarlada çalışanlar için). 8- Çalışmak ölüm getirir, çalışarak erken ölme. 9- Olur da çalışma isteğin gelirse, otur, bekle göreceksin ki geçecek. 10- Yiyen birini görünce yanaş, çalışanı görünce uzaklaş, rahatsızlık verme. Karadağ’dan sonra, Kosova’dayız. Prizrende. Sonrasında Mamuşa var. Balkanlar’ın tek Türk köyü olan Mamuşa. Köyün girişinde bir okul var. 1.000 öğrencisi olan bir okul. Anadolu İlköğretim Okulu. Çocuklar Türkiye! Türkiye! şeklinde tempo tutarak karşıladılar bizi. O nasıl bir duygu seliydi öyle anlatamam. O çocukların sesleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Türkiye Türkiye. Kosova’da 365 tarihi eserden, camiden ayakta kalan sadece 25 taneymiş. Oradan Mazgit köyüne geçtik. Sultan I. Murad'ın iç organları oraya gömülmüş. (1389) Birinci Kosova Savaşı'ndan sonra savaş meydanını gezerken Sırp asker Miloş Obiliç tarafından hançerlenerek şehit edilen Sultan. "Meşhed-i Hüdavendigar." 22 yıllık türbedar Saniye teyzemizin elini öpmek de nasip oldu orada bizlere. Elhamdülillah. Dualarla uğurlandı Mazgit köyünden Saniye Teyzemiz bizi. Üsküp’e geldiğimizde yine yağmur karşıladı. Hazır bekliyormuş şehre girmemizi zaten. Ama bizler o yağmura inat dolaştık Üsküp sokaklarını. Fazla da bir şey yok zaten orada. Kör Filip ile oğlu Büyük İskender’in selamlaşmasına şahit olduk. Avrupa Birliği 700 milyon Euro vererek bir gecede koydurmuş heykelleri oraya. Protestolar işe yaramamış. Ben yaptım oldu anlayışı. Bunun adına da demokrasi diyorlar. Oradan Osmanlı Çarşısı’na gittik. Osmanlı’nın döşediği sokak taşlarını sökerek geçmişi yok etmeye çalışmışlar ama halk belli bir yerden sonra bu tarih katliamına mâni olmuş. Sonra Ohri. Rehber Levent tanıttı Ohri şehrini. 1930 yılında nüfus 30 bin iken bugün nüfus iki bine düşmüş. Bir şekilde düşmüş işte…! Manastır‘da başka bir katliam yapılmış. Osmanlı’dan kalma bir cami bir saat kulesi bir de Askerî İdadî (1847-1934) kalmış. Saat kulesinin tepesine bir haç koymuşlar. Askerî Læisede de odalar sadece Mustafa kemal için tasarlanmış. Bari orada yetişen diğer önemli subayların isimlerine de yer verilseydi olmaz mıydı? Selanik’te ise sadece Mustafa Kemal’in doğduğu ev var. On seneden beri devam eden bir de cami inşaatı. Osmanlı’ya ait olan eserler birer birer yıkılırken, yok edilirken Mustafa Kemal ile ilişkilendirilen binaların niçin dizayn edildiğini ve yaşatıldığını, tamir edildiğini anlamakta zorlanıyoruz. Anlayan varsa gelsin beri… 11 günün sonunda tarihi malumat heybemize bir şeyler ilave ederek ve de ibret alarak döndük Berlin’e. Bu kısa bir tanıtım yazısı idi. Bu seyahatin detaylı yazısını hazırladığımda onu da siz sevgili okuyucularımla paylaşacağım inşallah…

9 Nisan 2024 Salı

SEVGİLİ DOSTLAR BAYRAMINIZ HAYIRLARA VESİLE OLSUN 2024

Ramazan'ı uğurladık. Ramazan bizden memnun olarak ayrıldığını söyledi. Son çıkıştan el sallarken, gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülüyordu. O kadar memnun olmuş ki; öf bile demeden, yüzümüzü dahi ekşitmeden kendisini bir ay boyunca ağırlamamızdan dolayı, seneye on gün önce gelecekmiş. Karşılıksız fedakarlıklarda bulunmuşuz, ihtiyaç sahiplerini görüp gözetmişiz, iftar sofraları kurarak insanları, dil, din, ırk ayırımı yapmadan o sofralarda buluşturmuşuz. Dünyanın değişik coğrafyalarındaki insanlar için maddi fedakalıklarda bulunmuşuz. Bütün bunlar Ramazan'ın çok hoşuna gitmiş. Evet sevgili dostlar, dostların en güzeli, sevgili Ramazanla bir ay beraber yürüdük bu yollarda; bazen aç kaldık, bazen susuz. Elimizi attığımız zaman ulaşabileceğimiz hertürlü yiyecek ve içecekten bile sırf Ramazan rahatsız olmasın diye vazgeçtik. Buna rağmen, onu misafir olarak ağırlamaktan yüksünmedik. Ne istediyse onu yaptık. Yeme dedi yemedik, içme dei içmedik. Ver! dedi verdik. Pes etmedik, hep verdik, alan el değil veren el olduk. Yorgunluğumuz var elbet. Şimdi biraz soluklanma zamanı. Muhabbet zamanı. Kucaklaşma zamanı. Coşkumuzu devam ettirme zamanı. Ramazan gitti ama yerine Bayram geliyor. Onu da layıkıyla ağırlayalım. O da mutlu olarak ayrılsın aramızdan. Küskünlüklerimiz varsa nefis yapmayalım barışalım. Fakir fukarayı sevindirelim. Onlar da bayram yapsınlar. Büyüklerimizin ellerinden öpelim. Yanımızda değillerse telefonla görüşelim. Bayramın misafir olarak aramızda bulunacağı günlerde bir ay boyunca biriktirdiğimiz hatıralarımızı, sevincimizi onlarla paylaşalım. Bayramınız hayırlara vesile olsun.

7 Nisan 2024 Pazar

GURBET ELLERDE KURULAN NİFTAR SOFRALARI 2024

-“Müslümanlar ile Hristiyanlar birlikte yaşamayı öğrenmelidirler”- -“Almanya’da her geçen gün ırkçılık biraz daha yükseliyor. Geçen hafta Singin’deydim. Bugün bile acılarımız taptazedir. O günlerin tekrar yaşanmamasını istiyoruz.” Ha-ber.com Berlin- Zülfikar Kam Türk Eğitim Derneği dördüncü iftar sofrasını kurdu. Çok sayıda kadın ve erkek davetlinin katıldığı sofrada T.C. Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen de hazır bulundu. Günün hatibi Katolik Akademisi sözcüsü Dr. Katrin Visse idi. Moderatörlüğünü doktora öğrencisi Mansur Doğan’ın yaptığı iftar sofrasında, IGMG Berlin Bölge Başkanı Hasan İstanbul, Devlet sanatçısı Metin Akyol, Op. Dr. Mustafa Başyiğit, Prof. Dr. Tahir Durmuş, iş adamlarımızdan Veli Karakaya, Mustafa Kaya, Raşit Tanrıverdi ve Gazeteci Züleyha Öztürk hazır bulundular. Çok sayıda insanımızın sponsor olduğu iftar sofrasının ana sponsorunun Büyükelçi Ahmet Başar Şen olması misafirler tarafından alkışlarla karşılandı. Şen ayrıca Türk Eğitim Derneği bünyesinde hizmet veren Almanya'nın ilk Türk Kütüphanesine bir çay demleme makinesi ve bir de Türk kahvesi makinesi hediye etti. Program neyzen Özlem Yıldız’ın üflediği ney eşliğinde Devlet Sanatçısı Metin Akyol’un okuduğu ilahilerle devam etti. Sanatçılar misafirlerden büyük alkış aldılar. Daha sonra Büyükelçi Şen selamlama konuşması yapmak üzere kürsüyü teşrif etti. Şen özetle şunları söyledi: “Türk Eğitim Derneği Türk Kültürüne çok büyük hizmetlerde bulunuyor. İçinde bugün iftar sofrası kurulan bu kütüphaneyi çok önemsiyorum. Ayrıca üç ayda bir yayınlanan MOCCA dergisini çıkarıyorlar. Eğitim, kültür ve araştırma dergisi. İki dilde yayınlanıyor. Geziler, konferanslar, eğitim kampları düzenliyorlar. Başta Başkonsolosluk görevinde bulunduğum zamandan bu yana tanıdığım kıymetli Rüştü Kam Hocam olmak üzere tüm üyelerine, Türk dilini ve kültürünü yaşatmak için ve her yaştan gençlerimizin eğitimine yaptıkları bu güzel hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyorum.” Büyükelçi Şen, konuşmasını Ramazan ayının kurtuluşa vesile olan bir ay olmasından söz ederek şunları söyledi: “Ramazan ayı mübarek bir aydır. Başı rahmet, ortası bereket sonu da kurtuluş olan bir aydır. Bugün de Kadir gecesidir. Bin aydan daha hayırlı olan bir gecedir. Geceniz mübarek olsun. Biz bugün burada, bu mübarek gecede, böylesine güzel bir sofranın etrafında iftar saatini beklerken; Gazze'de ve dünyanın başka bölgelerinde masum insanların yiyecek ekmek, içecek temiz su, başlarını sokacak bir dört duvar bulamadıklarını unutmayalım. Tabiki devletimiz elinden gelenin fazlasını yaparak o insanların yanında olmak için gayret sarfediyor. Gayretimiz o insanların daha fazla acı çekmemesi için acilen ateşkesin sağlanması yönündedir. Bu konuda devletimiz yapılması gereken girişimleri yapmaktadır. Gazze'deki saldırılar karşısında, dünya devletlerinin ve İslam ülkelerinin sessiz kalması insanlık ve demokrasi adına manidardır.” Büyükelçi Şen son olarak şunları söyledi: “Avrupa’da ve Almanya’da her geçen gün aşırı sağ ve ırkçılık biraz daha yükseliyor. Geçen hafta Solingen'deydim. 31 yıl önceyi hatırlatan bir kundaklama olayı var. Failleri hala bulunamadı. O günlerin tekrar yaşanmasını istemiyoruz. Bu kundaklama olayının tüm yönleriyle açığa çıkarılmasını ve faillerinin en ağır cezalara çarptırılmalarını bekliyoruz. Almanya'da yaşayan insanımıza, hepimize bugün en çok lazım olan şey dayanışmadır. Birlik ve beraberliktir. Birbirimizi ötekileştirmenin, ayrışmanın anlamı yoktur. Almanya'da yaşayan üç buçuk milyon civarındaki Türk olarak her daim dayanışma içinde olmamız gerekir. Bu yıl Ramazan ayındaki yardımlarınızı yaparken Gazze'yi ve Türkiye’de geçen sene depremden zarar görmüş olan kardeşlerimizi de unutmayalım.” Daha sonra ezan okundu ve kaşıklar çorba ile buluştu. Yemekten sonra Selamlama konuşması için Rüştü Kam takdim edildi. Kam Kadir Gecesi’ni esas alarak bu ayda inen Kur’an’ın özelliğinden ve öneminden bahisle şunları söyledi: “Bu gece bin aydan daha hayırlı olan bir gecedir. Kur’an bu gecede indirilmeye başlamıştır. 23 senede tamamlanmıştır. Mekke'de inen ayetlere Mekkî, Medine’de inen ayetlere Medenî denir. 6236 ayettir. 114 sureden mürekkeptir. Ayetlerin 500 kadarı muhkemdir. Diğerleri müteşabih. Muhkem ayetleri herkes anlar. “Yalan söyleme, haram yeme, zulüm yapma, … gibi. Müteşabih ayetleri ise ilimde derinleşmiş olanlar daha iyi anlarlar. Öncelikle Arapların anlaması için indirilen Kur'an tarihseldir. Kurucu ümmet tarafından evrenselleştirilmiştir. Kıyamete kadar tecdid edilerek evrenselleştirmeye devam edilecektir. Kur’an sadece okumak için değil anlaşılmak için indirilmiştir. Her millet Kur’an’ı kendi dilinde yazılan meallerden okuyarak anlamaya çalışmalıdır. Eğer Kur’an anlaşılmış olsaydı. Bugün Müslümanların başına gelmekte olanlar ile karşılaşılmazdı.” Moderatör son olarak Katolik Akademisi sözcüsü Dr. Katrin Visse’yi kürsüye davet etti. Katrin Visse’nin konusu, Gelenek ve Tecdid olarak ilan edildi. Yani, Hristiyanlıkta neyin değiştirilebileceği ya da neyin değiştirilmesi gerektiği sorusuyla Hristiyanların nasıl başa çıkmaya çalıştıkları… Dr. Katrin Visse Müslümanların ve Hristiyanların ortak sorunu olan yenilenme çabalarından bahsetti ve Hristiyanlık perspektifinden konuya yaklaştı. Özetle şunları söyledi: “Değişim için yapılan tartışmaların temelinde değişime ne kadar izin verilmesi gerektiği sorusu yer alır. Çünkü geçmişte söylenen dini söylem ve öğretiler hiç değişmezse dinin içi boş kalabilir, söylenenlerin çoğunluğu değişirse de bir belirsizlik hali hâkim olur. Bugün Hristiyanlar bir ikilem ile karşı karşıyadırlar: Hem kendilerinden öncekilerin görüşlerine güvenmelidirler hem de onların temelinde de beşer olduklarını ve hatalar işleyebileceklerini hatırlamalıdırlar. Bu bağlamda bir toplumun değişime ne kadar katlanabileceği sorusunu kendilerine sormaları gerekir. Her iki tarafın da amacı aralarındaki görüş farklılıklarına rağmen birlikte ibadet edebilmeleri ve azami ölçüde topluma faydalarının dokunabilmesi olmasıdır. Müslümanlar ile Hristiyanlar birlikte yaşamayı öğrenmelidirler. Müslümanlar ve Hristiyanlar değişime ne kadar önem veriyorlar? Bir başka soru da şudur; toplum değişimin ne kadarını kaldırabilir? Hem Müslümanlar ve hem de Hristiyanlar, değişime ne kadar müsade ediyorlar? Değişim yapılmadan önce bu soruların cevabı mutlaka verilmelidir. Bu çıkmazdan kurtulabilmek için Katolikler 3 yöntem geliştirdiler: a. Fikirler yeni öğretiler olarak tanıtılmayacak. Onun yerine var olanlar yeni şekilde ifade edilecek. b. Soğan örneği kullanılarak bir hakikatler hiyerarşisi kurulacak. Buna göre ilk öğretiler soğanın merkezinde yer alıp, sonradan eklenenler sırasıyla soğanın dış kabuklarını temsil edecek. c. İman sezgisi geliştirilecek. Yani inananlar, çevrelerinin müdahalesi olmadan da hakikati Tanrı’nın onların yanında olduğu bilinci ile içlerinde hissedebilecek.” Dinin bir paket gibi gelecek kuşaklara aktarılamayacağını açıklayan Dr. Katrin Visse son olarak şunları söyledi: “Yeni fikirler yani tecdid, toplumun inşası ve iyileştirilmesi için bir fırsat ve hatta Tanrı'nın bir lütfu olarak sunulmalı ve algılanmalıdır.” Sorulara verilen cevaplardan sonra, Büyükelçi Şen ve Katrin Visse’ye dernek yönetimi tarafından hazırlanan hediyeleri verildi ve toplu çekilen hatıra fotoğrafından sonra iftar sofrası kaldırıldı. zk

31 Mart 2024 Pazar

RAMAZAN AYINI UĞURLARKEN BİR DEĞERLENDİRME 2024

RAMAZAN AYINI UĞURLARKEN SON BİR DEĞERLENDİRME 2024 Rüştü KAM Ha-bar.com Ramazan ayı yine çaldı kapımızı. Alışkanlık yapmış nedense, her sene çalıyor zaten. Hem de önceki yıla göre on gün önce çalıyor. Nasrettin Hoca’ya sormuşlar; “Hocam bu sene de Ramazan ayını uğurladık, memnun edebildik mi acaba?” Hoca cevap vermiş; “Memnun olmasaydı her sene on gün önce gelir miydi.” demiş. Ramazan kapıyı çaldığında kapıyı açanlar/ açamayanlar da oldu. Kapıyı açanlar; başka kapıların da kendilerine açılacağını umut edenlerdir. Rahmet kapısı, cennet kapısı, rıza kapısı, gönül kapısı bu kapılardan bazılarıdır. Ramazan’a kapıyı açmayanlar ise: Hastadır açmamıştır, yolcudur açmamıştır, müsait değildir açmamıştır. Bazıları da kasten açmamıştır. Kapıyı çalan Mevlâ’mız olduğuna göre kimin hangi niyetle kapıyı açmadığını da O bilir elbet. Herkesin niyetine göre muamele yapacak olan da O’dur. Bizlere o konuda söz düşmez. ‘Nârın da hoştur, nûrun da hoştur.’ der geçeriz. Bizlere düşen, “İçinizde iyiliği anlatan, emreden, kötülükten sakındıran, uzaklaştıran, zararlarını anlatan bir topluluk olsun (Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker. (3/Âl-i İmrân, 104) buyruğuna, uymak ve gereğini yapmaktır. Bu farz bir ibadettir. Kimisi bu ibadeti; camilerde, mescitlerde, aynı amaçla kurulan kurumlarda, gazetede-dergide, radyoda-televizyonda yapar, sosyal medyada yapar. Kimisi de yazardır; kitaplarında, yazılarında bu konuları işler. Hepimizin amacı Rabb’imizin buyruğunu bir şekilde yerine getirmek, rızasını kazanmaktır. Böylece kul olmaktan kaynaklanan tebliğ görevimizi yerine getiririz. Farz olan bir görevi yani. Ben de kulum; hem de aciz bir kul. Sorumluluklar olan bir kul. “Emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l-münker.” konusunda eline geçen fırsatları değerlendirmeye çalışan bir kul. Aynı amaçla kitap yazıyorum, sohbetler ediyorum, sosyal medyayı kullanıyorum, imkân verilen internet sitelerinde makaleler yazıyorum. Böylece kulluk görevimi yerine getirmeye çalışıyorum. İbadetlerin en meşakkatlisi, en çetrefillisi, en sıkıntılısı olan; Tebliğ ibadetimi yapıyorum. Ancak, Rabbime karşı kulluk görevimi yerine getirirken, çoğu zaman ayağıma basıyorlar. Kimileri tuttuğum oruca dil uzatıyor, “böyle oruç olmaz” diyor basıyor, kimileri kıldığım namaza karışıyor basıyor, kimisi de yazdığım yazılardan rahatsız oluyor basıyor. Eleştiriden de öte hakaretlere maruz kalıyorum. Darlanıyor muyum evet darlanıyorum. “Neden yapıyorsun öyleyse o yaptıklarını” derseniz, ibadet olduğu için derim. Cihad ibadeti için tebliğ etmem gerek, bnu ibadet yazılı veya sözlü yapılıyor. Ben de onu yapıyorum. Namaz kılana, niçin namaz kılıyorsun, oruç tutana, niçin oruç tutuyorsun, zekât verene niçin zekât veriyorsun denmez. Benim yaptığım da aynı şey değil mi? İbadet değil mi benim yaptığım? Niçin kızılca kıyametler koparılıyor? Elçiler, cihad görevini yerine getirmek için, tebliğ yaparken hakarete uğramadılar mı, yurtlarından kovulmadılar mı? Elçilerin geçtikleri yollara dikenler serpilmedi mi? Taşlarla sopalarla kovulmadılar mı Taif’ten kovulmadılar mı? Çarmıha gerilmediler mi Golgata’da Ağacın kovuğunda canlı canlı testereyle biçilmediler mi Filistin’de. Ateşe atılmadılar mı Harran’da (Urfa)… Onlar da daraldılar daralmasına da sabırla karşıladılar yapılanları, ilaçlarını acılardan aldılar. Ben de ilacımı acılardan alıyorum. O hakaretleri sabırla karşılıyorum. Evet benim ve benim gibi olan tebliğcilerin yolu peygamberlerin yoludur. Bizler “adam aldırma da geç” diyemeyiz, aldırırız. Yeri gelir “çiğneriz, yeri gelir çiğneniriz, tek amacımız “hakkı tutup kaldırmaktır.” Çünkü amacımız, Hakk’ın rızasını kazanmaktır. Namazını sadece şov yapmak için kılanlar, “beni sokmayan yılan bin yaşasın, her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı içindedirler. Onlar orucu da aynı anlayışla tutarlar, zekâtı da aynı anlayışla verirler, hacca da aynı anlayışla giderler. Mevla’m bu anlayışa sahip olarak ibadet yapanlara, “şovmen diyor, nice namaz kılanlar vardır ki yazıklar olsun onlara, onlar namazlarını gösteriş için kılarlar, yetimi itip kakarlar, fakiri fukarayı doyurmazlar…” (107/Maun 4-5) Bana yapılan nice eleştiriyi sırf bu yüzden tebessümle karşılıyorum ve geçip gidiyorum. Allah’a sığınıyorum. “Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” farz ibadetini yerine getirmek o kadar kolay olmuyormuş. Tecrübelerimle daha iyi anladım bunu. Aferin desem, güzel yapmışsınız, yaptığınızı yapmaya devam ediniz desem, nefislere hoş gelen ama gerçekte doğru olmayan sözler söylesem, yazılar yazsam, gözünüzün üzerinde kaşınız var demesem inanın en sevgili ben olacağım. Evet ben, bazı zengin Müslümanların egoistliklerini ve şımarıklıklarını, kendilerine emanet olarak verilen paraları israf ederek, saçıp savurarak emanete ihanet ettiklerini, sadakalarını Allah’ın emrettiği yerlere O’nun istediği şekilde değil de kendilerinin istedikleri yerlere ve kendilerinin istediği şekilde vermelerinin doğru olmadığını, yapılanın zulüm olduğunu, tribünlere oynayan bu Müslümanların Allah’ın dinine ve mütedeyyin Müslümanlara zarar verdiklerini ve sonunda faturayı da Allah’a kestiklerini, yazılarıma konu ediniyorum. Kızılca kıyametler kopuyor. Selamı sabahı kesiyorlar benden. “Onların bu dünya hayatındaki harcamaları kendi nefislerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinine isabet eden, kavurucu soğukluktaki bir rüzgâra benzer ki; onu (ekini) helak etmiştir. Allah, onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmetmektedirler.” (Al-i İmran Suresi, 117) Anlayışlı davrananlar ve yaptıkları yanlışın bu vesile ile farkına varanlar da oluyor elbet. Onlara saygı duyuyorum. Ancak böyle insanları bulmak, kargalar arasında alaca kargayı bulmak kadar zor. Ama var. Biliyorum. Onların sayesinde bazı işler yürüyor. Onların sayesinde dünya dönüyor. Geçmişte bu özelliğe sahip insanlarla karşılaştım. Bugün de karşılaşıyorum. Bunlardan Birisi Müstakil Sanayici ve İş adamları Derneği (MÜSİAD) Başkanı Fikret Doğan. Lüks bir otelde kurduğu iftar sofrası (16.03.2024)’nın yanlış olduğunu, israf olması açısından eleştirmiştim. Telefonla aradı ve önce benim haklılığımı teslim etti ve mecburiyetten böyle bir yola girildiğini ve bundan sonraki programlarda uyarılarımın dikkate alınacağını söyledi. Fikret Doğan bu ifadeleriyle küçülmedi, büyüdü. Diğer bir kişi de Ömer Gündoğdu’dur. Millî Görüş Teşkilatları (IGMG) Berlin Bölgesi İrşat Başkanı. Kendisinin organize ettiği “Ateizm ve deizm tehlikesine karşı bilinçli bir yaklaşım” konulu konferansta (17.01.2024) gözlemlediğim ve yanlış gördüğüm bazı tespitlerimi yazmıştım. Gündoğdu üç ay sonra IGMG’nin iftar sofrasında geldi ve o konferansta yaptığım tespitlerin yerinde olduğunu, kendilerinin yanlış yaptıklarını dile getirerek bana teşekkür etti ve bundan sonraki organizasyonlarda daha dikkatli olacaklarını söyledi. Ömer Gündoğdu da gurur yapmadı ve büyüdü. Bir üçüncüsü, Ahmet Başar Şen’dir. * Her bir Türk vatandaşının bulunduğu yerde kültür elçisi gibi davranması gerektiğini her fırsatta söylüyorum, yazılarımda hatırlatıyorum. Yıllardır aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyorum. ÇAYKUR ürünleri konusunda duyarlı olmamız gerektiğini yazıyorum. T. C. Berlin Büyükelçiliğinin ve Başkonsolosluğunun verdiği resepsiyonlarda niçin ÇAYKUR çayı ikram edilmediğini de yazıyorum. Defalarca yazdım. Sesimi duyuramamıştım. Tâki, Ahmet Başar Şen Başkonsolos olarak göreve başlayıncaya kadar. Başar Şen yazılarımı okumuş. Türk ürünlerine karşı olan bu hassasiyetimden dolayı beni takdir etti. Bu konuda kendisinin gereğini yapacağını da söyledi ve yaptı. O günden beri, verilen resepsiyonlarda çay kazanının hemen yanına bir paket Rize çayı koyuyorlar. En azından reklamı yapılıyor. Ahmet Başar Şen, Monşerlik yapmadı, tavrını ÇAYKUR ürünlerinden yana koydu ve büyüdü. Dördüncüsü, Başkonsolosumuz İlker Okan Şanlıdır. Berlin’de göreve yeni başladı. Çiçeği brnunda. Kançılaryada iftar sofrası kurdu. O sofrada iftar öncesinde Kur’an okundu ancak meali verilmedi. Bunun bir eksiklik olduğunu yazdım. Şehitlik Camii’nde Uluslararası Demokratlar Birliği (UID) ’nin kurduğu iftar sofrasında (30.03.2024), iftar öncesi kendisiyle kısa da olsa sohbet etme imkânımız oldu. Bana kendisinin kurduğu iftar sofrası ile ilgili yazdığım yazımı okuduğunu söyledi ve konu ile ilgili hassasiyetimi dile getirerek teşekkür etti. Devamla, katıldığı iftar sofralarında sadece Kur’an okunduğunu ancak mealinin verilmediğini dile getirerek, “adet böyledir diye düşündüm çünkü Berlin’de daha yeniyim, ölmez sağ olursak gelecek senelerde bu eksikliği telafi edeceğim inşallah.” Dedi ve net bir şekilde duruşunu belli etti ve büyüdü. Atalarımız “marifet iltifata tabidir” diye boşuna söylememişler. Böylece ben de yaptığım ibadetin huzuruna eriyorum. Marifetim de çoğalıyor. Velhasıl, ben kimseyi nefsim için eleştirmiyorum. Kimseyi rencide etmek için de eleştirmiyorum. Kimsenin ayıbını da araştırmıyorum. Kimseye iftira da atmıyorum. Halkın gözünün önünde yapılan programlarda yapılan yanlışlıkları, gördüğüm eksiklikleri dile getirerek tekrarlanmaması için iyi niyetimle uyarılarda bulunuyorum. Sahibimizin, “Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” buyruğunun üzerime yüklediği sorumluluklarım var. O sorumluluklarımı yerine getiriyorum. Namaz ibadeti gibi, oruç ibadeti gibi. Hatta onlardan da öte sorumluluklar bunlar. “Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” ibadeti olmazsa öbür ibadetler de olmaz. Bu ibadete cihad ibadeti denir. Cihad ibadeti; Allah’ın rızasını kazanmaya layık olabilmek için maddi ve manevi bütün gücümüzü ortaya koyarak yaptığımız ibadetlerdir. İbadetlerin temelidir, olmazsa olmazıdır. Sevgide ölçüyü belirler. Mevla’m bu durumu şöyle ifadeye koyar. De ki: “Şayet babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçen mallar, zarara uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler; size Allah’tan, Resûl’ünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli olursa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (9/Tevbe, 24) Peygamberimiz bu ayeti şu şekilde detaylandırmıştır: “Öküzün kuyruğuna yapışır da cihadı ter kederseniz Allah sizi zelil kılar, tâki tekrar cihada dönünceye kadar.” (Sunen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İcare, B. 54, Hds. 3462; Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 2, Sh. 42, 84.) Öküzün kuyruğu ayette zikredilen dünya nimetleridir. Zelil demek; kaos demektir, anarşi demektir, terör demektir, kıtlık demektir, saygısızlık demektir… vb. Bugün başımıza gelenler ayette beyan edilen konularda sevgide ölçüyü kaçırmamızdandır. Şımarıklığımızdandır. Paranın gücüne teslim olmamızdandır. Makamın gücüne teslim olmamızdandır. Yaratana değil de para atana hizmet ettiğimizdendir. Aklımızı kullanmadığımızdandır. Fakir fukarayı hor gördüğümüzdendir. Doğayı talan etmemizdendir. Allah’ın verdiği emanetlere hainlik etmemizdendir. Velhasıl, Yaratıcı ’ya kafa tutmanın sonucudur bütün bu yaşananlar. Ben böyle bilir böyle söylerim. Sonuç Her zaman olduğu gibi Ramazan yine eli boş gelmedi. Neşesiyle, bereketiyle geldi. Camiler şenlendi. İftar sofraları kuruldu. Oruç tutanı da tutmayanı da Müslümanı da Gayrimüslimi de o sofralara konuk oldu. Din, dil ve ırk ayırımı yapılmadan, başörtülü-başörtüsüz, sakallı sakalsız herkes aynı sofrada buluştu. Devlet erkanı ile halk aynı tasa kaşık çaldı. Günün anlam ve mahiyetiyle ilgili konuşmalar yapıldı, Kur’an’dan ayetler okundu, mealleri verildi, hadisler okundu, ezanlar okundu, eller aynı anda semaya çevrildi. “Allah’ım orucumuzu kabul eyle, bize sağlık ve afiyet ver, rızkımızı bereketli eyle, mazlumun elinden tut, zalimlere fırsat verme!” İnanmak biraz zor ama, bütün bunlar büyükelçiliğin çatısı altında da kamusal alanda da yapıldı. Devlet ile millet elele tutuştu. Ne kadar anlamlı bir buluşma. Özlenen sahneler bunlar. Eğer sorarsanız bu durumda laikliğe ne oldu? Diye. Hiçbir şey olmadı. Hatta kendine geldi, daha da güçlendi. O da yorulmuş zaten bazı istismarcılar tarafından sürekli manipüle edilmekten. O da geldiği yerden oldukça memnun görünüyor. Rabbim “İçinde bin aydan daha hayırlı” (97/ Kadir,3) olan Kadir gecesinin olduğu Ramazan ayını boşuna yüceltmemiş… Bu ayda, on bir ay boyunca sadece cuma günleri şenlenen camiler de doldu doldu taştı. İftar sofrasından kalkanlar teravih namazı kılmak için camilere koştular. Sofradaki nimetlerin şükrünü eda etmek istercesine koştular. Ramazan ayının olmazsa olmazı gibi gördüler teravih namazını. Fakiri de oradaydı zengini de. Rütbelisi de oradaydı rütbesizi de. Dostların en Güzelinin, en Yücesinin huzurunda omuz omuza saf tuttular. Herkes tek yürek oldu huzurda. Bu mübarek ayda, Gazze’de, Suriye’de, Myanmar’da, Ukrayna’da, Hindistan’da, dünyanın başka yerlerinde; acımasızca öldürülen çocuklar hatırlandı, kadınlar hatırlandı, savunmasız insanlar hatırlandı. Bu ayda Müslümanlar daha cömert davrandılar; zekatlar verildi, sadakalar verildi. Fakir fukara görüp-gözetildi. Böylece, Allah’ın” arınasınız diye bu oruç sizlere farz kılındı.” (2/Bakara,183) buyruğunun ete kemiğe bürünmesinin canlı şahitleri olduk. Allah kabul etsin. Sürçülisan ettikse affola… *(2012-2016 yılları arasında Berlin Başkonsolosu olarak görev yaptı, 13 Aralık 2016- 7 Ocak 2019 tarihleri arasında, Taşkent Büyükelçisi olarak görevlendirildi, 2019-2021 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı Protokol Genel Müdürü olan Şen, 1 Ağustos 2021 tarihinden itibaren Berlin Büyükelçisidir)

27 Mart 2024 Çarşamba

MÜSİAD BERLİN'DE İFTAR SOFRASI KURDU 2024

MÜSTAKİL SANAYİCİ VE İŞ ADAMLARI DERNEĞİ (MÜSİAD); BERLİN’DE İFTAR SOFRASI KURDU 2024 -Sevgili Fikret Başkan işte bu olmadı- Rüştü Kam Ha-ber.com İkinci iftarımı Müstakil Sanayici ve İş adamları Derneği (MÜSİAD)’nin kurduğu sofrada açtım. İftar sofrası lüks bir otelin salonunda kurulmuştu. T.C. Ticaret Bakanı Ömer Bolat da iftar sofrasının konukları arasındaydı. Görevliler güler yüzleriyle misafirlerini kapıda karşıladılar ve kendileri için ayrılan masaya kadar eşlik ettiler. Şık giyimli pırıl pırıl gençlerdi bunlar. Bay bayan. İftar menü oldukça zengindi ama Türk insanının damak tadına uygun değildi. Sırf bu yüzden ikramların çoğu masalarda kaldı. İsraf. İftar sofrasının lüks bir otelde kurulmuş olması, hoş karşılanmadı. İsrafa tavırlı olan bir dinin mensuplarının daha dikkatli olması gerekirdi. Öyle bir din ki, o dinin kitabında israf edenlerin Allah tarafından sevilmeyeceği şu şekilde ifadeye konmuştur: "Ey Ademoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (A'râf sûresi, 7/31.) Allah sevdiği Müminleri ise şöyle tanımlar: "Onlar mallarını harcadıkları zaman israf etmezler. Cimrilik de göstermezler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar." (Furkan sûresi, 25/67.) "Eli boynuna bağlıymış gibi cimri olma! Elini büsbütün açıp israfa da kaçma!" (İsrâ sûresi, 17/29.) O’nun Elçisi de bu ayetleri detaylandırır ve hangi sofralar Allah’ın hoşuna gitmeyen sofralardır? sorusuna şöyle cevap verir: “En kötü yemek sofraları, sadece zenginlerin davet edilip fakirlerin davet edilmediği yemek sofralarıdır.” (Ebu Davut) Bunun sebebi fakirlerin küçük görülmesidir. Zenginlerin, makam sahiplerinin davet edilme ise riya, saygınlık ve şöhret olma talebinden dolayıdır. Sırf bu özelliğinden dolayı en şerli yemek olmuştur. Bunlar Sahibimiz’in, Mevla’mızın buyruklarıdır. Dikkate alınması gereken buyruklardır. Bu buyruklar ortada dururken yapılan yanlışları yorumlamaya kalkmak da ikinci bir yanlış olur. Yanlış yapılmıştır. O iftar sofrasının kurulması için ne kadar harcama yapıldığını sordum. Net bir cevap alamadım. Sadece çok yüksek bir bedel ödendiği kanaati bende hasıl oldu. Oldukça yüksek bir bedel ödenmiş olmalı. Neden sorusuna karşı aldığım cevap, bakanın iftar sofrasına konuk olacağı için bu otel salonunun tutulduğu. Bu açıklama, özrün kabahatten daha büyük olduğunu gösterir. Toplamda 5 saat için ve de Türklerin damak tadına uymayan menüler için sırf, bakan konuğumuz olacak diye o kadar masraf yapılmamalıydı. Bakan da buna müsaade etmemeliydi. Mütevazi bir düğün salonunda kurulabilirdi o sofra. Daha şık olurdu. Hoş olmadı Fikret başkan. Üstelik salon da doldurulamamıştı. MÜSİAD’ın sayın başkanı sevgili Fikret Doğan ve kıymetli yönetim kurulu üyeleri, benim sevdiğim insanlardır, muhabbet ettiğim insanlardır ama yapılan bir yanlış var ise onu da söylemem gerekiyor. Kulun hatırı Yaratan’ın hatırının önüne geçmemelidir değil mi? Yemeğin öncesinde ve sonrasında selamlama konuşmaları yapıldı. Salondaki uğultudan dolayı, konuşulanları anlayamadık. Sadece duyduk. Bizim insanımızın zaafı işte... Oraya geldiniz, davet edildiniz de geldiniz. Davet sadece konuklara yemek yedirmek için yapılmaz, günün mana ve ehemmiyeti ile ilgili konuşmaların da dinlenilmesi istenir. Hatibe saygısızlık yapılmamalıdır. Cep telefonlarıyla da oynanmamalıdır. Edep bunu gerektirir. Velhasıl bu gürültü kirliliğinin içinde, hatipler herkesin kendilerini dinlemiş olduklarından yola çıkarak konuşmalarını sürdürdüler. Davetlerin genelinde bu saygısızlık maalesef yapılıyor. Büyükelçi Ahmet Başar Şen ve Müsiad Genel Başkanı Mahmut Asmalı, selamlama konuşmalarını yaptılar. Mesajlarını verdiler. Sonrasında kürsüyü teşrif eden T.C. Ticaret Bakanı Ömer Bolat özetle şunları söyledi: “Sizlerin Türkiye sevgisi ve Türkiye’ye yaptığınız yatırımlar ve destekler, bizim her zaman şükranla andığımız katkılardır. Allah hepinizden razı olsun. Hiç unutmuyorum. 2002’lere kadar Almanya’dan yıllık 5 milyar dolarlık işçi dövizleri Türkiye’nin ödemeler dengesine çok önemli katkı yapıyordu. Bu nedenle Türkiye Avrupa Birliği (AB) ilişkileri çok önemli. Avrupa’nın merkezi olan Almanya da her yönüyle çok önemli. Ekonomisi, finans gücü, ticareti, yatırımları, turizmi ve hizmetler sektörü Türkiye ekonomisi için büyük önem taşıyor. Ne kadar birlik ve beraberlik içinde olur ve çok çalışır üretirsek, dünyada rekabetçi bir şekilde üretip ihraç edersek hem döviz sorunu çekmeyiz ve hem de dünyada gücümüz etkimiz artar. Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda “kilidi çözmek” noktasında Almanya ile yakın temas içindeyiz. Gümrük Birliğinin modernleştirilmesi ve hizmetler sektörünü de kapsama alması konusunda AB ile masaya oturmak istiyoruz. Bu noktada bir hafta sonra AB Konseyinden çıkacak karar, muhtemelen Türkiye AB ilişkilerinde yeni bir yakınlaşmayı başlatabilir. Kovid-19 salgını ve Ukrayna-Rusya savaşının AB için Türkiye’nin tedarik zincirindeki önemini ortaya koydu. Türkiye güvenlikçi tedarikçi ve üretim ülkesi olduğunu gösterdi. Almanya ve Alman iş dünyası bunu anladı. Son aylarda Türkiye’ye çok geliyor ve yatırımlar konuşuyorlar. Bu noktada inşallah sizlerin desteği ve yardımıyla ülkemize daha fazla ticaret ve yatırım çekeceğiz.” Bakan Bolat, konuşmasından sonra masalara gelerek tek tek misafirlerin elini sıktı. Hal-hatır sordu. Bol bol çekilen hatıra fotoğraflarından sonra da iftar sofrası kaldırıldı.

26 Mart 2024 Salı

BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI 2024

İSLAM TOPLUMU MİLLİ GÖRÜŞ Rüştü KAM Ha-bar.com İslâm Toplumu Millî Görüş Teşkilatlarının iftar sofrasına davet edildim. İcabet ettim. İftar sofrasını kendi salonlarında kurmuşlar. Salon tıklım tıklım. Arkada ayakta kalanlar da var. Teşrifatçı gençler saygılı bir şekilde hoş geldiniz Hocam dedikten sonra, masama kadar eşlik ettiler. Masamda kadim dostum Mesut Köşker, Dr. Murat Gördük, Dr. Hilmi Kaplan ve Hayrat Vakfı Başkanı Burak Arslan vardı. Tanış olduk. Sohbetimiz yemek boyunca devam etti. Ben 1969 yılından beri Millî Görüş Teşkilatlarında bilfiil görev yapan birisiyim. Teşkilat çalışmalarım yüzünden ailemi bile ihmal etmişliğim vardır. Bazı kifayetsiz muhterisler tarafından teşkilattan uzaklaştırıldım (1995). Ancak millî görücülüğüm bende baki kaldı. Ona dokunamadılar, dokunamazlar da. Salonda, hizmeti devralan o gençleri görünce göğsüm kabardı. Her zaman kabarıyor zaten. Serde Millî görüşçü olmak var ya…Yüreğim kıpır kıpır oluyor. Yapılan işlerin meyvesi olarak görüyorum onları. Onların yetişmesinde emeği geçen birisi olarak da mutlu oluyorum. Geleceğe umutla bakıyorum. Orada, davamı örseleyen akim kalmasına sebep olan bazı dinozorların olması tadımı kaçırıyor kaçırmasına da...Ezik oldukları her hallerinden belli zaten. Vuran vurmuş onlara… Geçtiğimiz aylarda aynı salonda bir konferans olmuştu. Oraya da davet edilmiştim. İrfan Taşkıran ve Hasan İstanbul’un bölge başkanlıklarında umumi toplantılara devamlı davet ediliyorum. Bu toplantıda gördüğüm bazı yanlışları tekrar edilmesin diye ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde yazmıştım. O gün beni oraya davet eden İrşad Başkanı Ömer Hoca’yı ve programda eksik gördüğüm bazı yerleri eleştirmiştim. Konferanstan sonra, iftar sofrasına kadar, Ömer Hoca’yla karşılaşmamıştık. İftar sofrasında Ömer Hoca, masama kadar geldi ve benim ayağa kalkmamı omuzuma bastırarak müsaade etmedi. Kendisi Eğilerek hoş geldiniz Hocam dedi ve sözüne devam etti. “Hocam o konferanstan sonra beni eleştirmiştiniz, eleştirmekte haklıydınız ve eleştirilerinizi dikkate aldım. O günden beri de uyguluyorum. Teşekkür ederim.” Dedi. Duygulandım. Dokunsanız ağlayacaktım. İşte benim insanım budur. Millî Görüş böyle temsil edilir. Millî Görüşçü saygılıdır, hürmetlidir, hatası varsa döner telafi eder. Gurur yapmaz. Var olasın sevgili Hocam. İftar sofrasında, sunumu yapan genç de işin ehliydi. Bölge başkanı Hasan İstanbul da kısa ve öz konuşarak kürsüden inmesini bildi. Ben şimdi böylesine saygılı, edepli, hürmetkar olan ve de güzel bir programı hazırlayan kişileri eleştirebilir miyim? Başta, bölge başkanı Hasan İstanbul ve Programdan sorumlu olan Nedim Erul olmak üzere herkesin gözlerinden öpüyorum. Yolunuz açık olsun gençler. Yol varsa yürüyün, yol yoksa yolu yapın yine yürüyün. Asla pes etmeyin. Gurur yapmayın, kapris yapmayın, edepli olun. Her işin başı edeptir. Devlet erkanı IGMG’nin sofrasında da yerlerini almışlardı. Büyükelçi Ahmet Başar Şen yine o anlamlı konuşmalarından birisini yaparak, misafirlerin gönlündeki yerini aldı. Misafirlere hediyeleri takdim edildikten sonra, hatıra fotoğrafı çekildi ve iftar sofrası kaldırıldı. NETZWERK EUROPÄISCHE-TÜRKİSCHE UNTERNEHMEN (NETU) Katıldığım ilk iftar NETU iş adamları derneğinin iftarıydı. Kendi mekanlarında ağırladılar misafirlerini. Kapıda karşıladılar. Başörtülü bir kızımız da vardı karşılayanlar arasında. “Hoş geldiniz, buyurun şu masaya oturun.” Gençler çoğunluktaydı. Demek ki kurucu üyeler yavaş yavaş geri çekilmesini bilmiş, onlara yer açmasını bilmiş. Nöbet değişimi. Ne kadar güzel. Yemekten önce ve sonra konuşmalar yapıldı. Başkan Bülent Göktekin, yaptıkları faaliyetleri anlattı. Değişik meslek dallarına gençleri yönlendirdiklerinden ve bu konuda Alman kurum ve kuruluşlarıyla birlikte verimli çalışmaların altına imza attıklarından söz etti. Büyükelçi Ahmet Başar Şen de Türklerin Almanya’da ekonomiye yaptıkları katkılardan bahsetti. Ayrıca Şen, mübarek Ramazan ayında Gazze’de olup bitenleri insanlık ayıbı olarak nitelendirerek, en kısa zamanda bu insanlık ayıbına son verilmesi gerektiğinin altını çizdi. İkramlar lezzetliydi. Menü düşünülerek hazırlanmış besbelli. İsrafa kaçılmamış. Ancak hâlâ kaçak çay ikramından vazgeçememişler. Belli mi olur, belki bir gün ÇAYKUR’un çayını da demlemeye başlarlar. Ne kadar garip değil mi. Kendi bahçenizde çay yetiştiriyorsunuz, hatta dünyanın en iyi çayını yetiştiriyorsunuz, ama sofranızda başkalarının bahçesinde yetiştirilen çayı demliyorsunuz. Hem kendinize zarar veriyorsunuz hem de ülkenize. Paradoks. Neden Türk çayı demlemiyorsunuz? diye sorduğumda verilen cevap manidar; biz “Türk çayı demliyoruz.” Diyorlar ve hemen markasını söylüyorlar. Marka Türkçe. Doğru. Ama paketin içinde Türk çayı yok, o boyalı çaydan var. İşin bir de ekonomik tarafı var. Almanya’da yaşayan dört milyon Türk var. Bir milyon insanımızın üzerinden hesabımızı yapalım ve ayda bir kilo çay tüketildiğini düşünelim. O kadar milyon Euro yapar. Bunu on iki aya vurun ve sonra da hesabınızı yapın bu paranın Rize’ye gittiğini düşünün. Karadeniz ihya olur. Kendi kültürümüzü korumamız gerek. Bu konularda biraz milliyetçi olmak yanlış değildir. Olması gerekendir. Çekilen hatıra fotoğrafıyla iftar sofrası kaldırıldı.

23 Mart 2024 Cumartesi

KATOLİK AKADEMİSİ İFTAR SOFRASI KURDU 2024

KATOLİK AKADEMİSİ İFTAR SOFRASI KURDU -Türkiye Müslümanlarının iftar sofraları tamamen yemeğe odaklı olarak kuruluyor. Katolik akademisinde ise sofra konu ile ilgili dini bilgilere odaklı kurulmuş. En önemlisi edep- Rüştü KAM Ha-ber.com Berlin Katolik Akademisi’nden Dr. Katrin Visse imzalı bir davetiye aldım. “İftar sofrası kurduk sizi de aramızda görmek için sabırsızlanıyoruz!” ifadesi kullanılmış. Ön bilgi veren bir bilgi notuydu bu. Daveti kabul edersem arkadan davetiyenin geleceği de ifade ediliyordu. Davetiyenin gelmesine vesile olacak ön bilgi aynen şöyle: Sevgili Kam, bazıları bunu içten içte yani sessizce, bazıları ise yüksek sesle yapar: Dua ederler. Bazıları kendi sözlerini, bazıları da kendilerinden önce dua etmiş olan başkalarının sözlerini kullanır. Oruç zamanında dua özellikle önemlidir, çünkü- basit bir feragatten farklı olarak- doğrudan bir muhatap vardır: Allah. İnananlar tarihleri boyunca çeşitli dua biçimleri geliştirmişlerdir. Burası ile orası, zaman ile sonsuzluk, insan ile Allah arasında bir köprü kurmak için sözcükleri ya da hareketleri kullanmaya çalışmışlardır. Sizi içtenlikle gün batımından sonra Katolik Akademisi’nde kuracağımız iftar soframıza davet ediyoruz. Tarih: 21 Mart 2024 Perşembe günü, saat 17:00'de, İftardan önce, Prof. Dr. Muna Tatari ve Sandra Lenke (her ikisi de Paderborn Üniversitesi) bizi DUA hakkında teolojik bir fikir alışverişine götürecek ve Berliner Orient Ensemble de bizi yemek ve ardından birbirimizle yapacağımız konuşmalar için müzikal bir havaya sokacaktır. Programı, ekte yer alan ve size posta yoluyla da gönderilecek olan DAVETİYEDE bulabilirsiniz. Sizi bu iftar sofrasında görmek için sabırsızlanıyoruz! Dr. Katrin Visse Sözcü Davete icabet ettim. Trafik benim belirtilen saatte orada olmamı engelledi. Verilen adrese intikal ettiğimde, iftar sofrası çoktan kurulmuş, servis açılmıştı. Masalar davetli sayısına göre tasarlanmış. Hemen girişte tanıdık bir sima. Dr. Aydın Süer. Davet etti masaya. Masada 5 kişi yerini almış. Ben de yerimi alınca masa tamamlandı. Kürsüde bir diyalog devam ediyor. Prof Dr. Muna Tatari ve Sandra Lenke (her ikisi de Paderborn Üniversitesi) dua hakkında konuşuyorlar. Arkasından müzik ziyafeti devam etti. Arap müzisyenlerden oluşan bir müzik grubu. Ensemble. Berlin’de hizmet veren İslami kuruluşlardan seçilmiş bir davetli kitlesi var sofrada. Din dil, ırk farkı gözetilmeden seçilmiş. Hatiplerin kürsüden inmesinden sonra, Kur’an’dan ayetler okundu ve Almanca meali verildi. Sonrasında ezan okundu. Duanın arkasından iftarlıklar geldi ve arkasından da çorbalarla buluştu kaşıklarımız. Bundan sonrasını, arkadaki bir odaya geçerek kendimiz tamamladık. Yemek çeşitleri ve salatalar orada hazır vaziyette bizleri bekliyordu. Sonrasında, Katrin Hanımefendi tek tek masaları dolaşarak misafirlerine bir bayan nezaketiyle hoş geldiniz dedi ve hâl hatır sordu. Katrin Visse İslam kültürüne vakıf bir akademisyen. Hem Hristiyanlık hem de İslâm hakkında donanımlı. Eğitimini almış. Müslümanların geleneğini çok iyi biliyor. İftardan sonra tekrar görüşmek ümidiyle vedalaştık. Teşekkür ederim sevgili Katrin. Sayenizde değişik bir iftar sorasının tadına vardım. Bir kıyaslama ve öz eleştiri yapacak olursam şunları söylemem gerekiyor: Türkiye Müslümanlarının iftar sofraları tamamen yemeğe odaklı olarak kuruluyor. Katolik akademisinde ise sofra konu ile ilgili dini bilgilere odaklı kurulmuş. En önemlisi edep. Konuşmacılar küsüde iken, kimseden ses çıkmıyor. Telefonlarıyla ilgilenen de yok. Pür dikkat hatip dinleniyor. Velhasıl, öğreneceğimiz daha çok şeyler var…

22 Mart 2024 Cuma

İFTAR DUASI ALMANCA 2024 Rüştü KAM-BERLİN

Ya Allah, oh Gott! Wir danken dir für die Gaben, die du uns gewährt hast, für Gesundheit und Wohlbefinden. Du bist der Erhabene. Du bist der Schöpfer, der Versorger. Du weist niemanden ab, der zu dir kommt. Wir sind in diesem gesegneten Monat zu dir gekommen, hier sind wir, an der Iftar-Tafel der katholischen Akademie. Umschließe uns mit deiner Gnade. Oh, Gott! Wir sind schwache Diener. Wenn du uns nicht hilfst, wer wird uns dann helfen? Sieh uns an, beschütze uns, gewähre uns rechtmäßigen Lebensunterhalt, mach uns nicht von Almosen abhängig. Ya Allah! Wir danken Katrin Visse und allen Verantwortlichen der katholischen Akademie für ihre Beteiligung an der Vorbereitung dieses Tisches. Akzeptiere unsere Dankbarkeit. Mögen die Gebete unserer Geschwister, die heute an diesem Iftar-Tisch sind und gerade Amen sagen, erhört werden. Mögen ihre Einkünfte gesegnet sein. Gewähre ihnen Gesundheit, Frieden und Glück im Leben! Erweise auch Barmherzigkeit allen ihren Familien, die nicht mehr unter uns weilen, die du zu dir genommen hast. Oh Gott! Du gibst, wem du willst, und nimmst von wem du willst. Dein ist die Herrschaft. Du machst erhaben wen du willst, und erniedrigst wen du willst. Mach uns zu denjenigen, die du erhaben machst und denen du Gnade erweist! Ya Allah! Bewahre uns, unsere gläubigen Geschwister und die gesamte Menschheit, unabhängig von Religion und Ethnie, vor jeglichem Krieg und jeder Handlung, die den Frieden behindert! Oh Gott! Lass keine Mütter weinen, keine Babys sterben, keine wehrlosen Menschen getötet werden. Wir wollen Frieden, die Menschheit will Frieden, Glück und Wohlergehen. Verschließe uns nicht vor diesem Glück! Lass nicht zu, dass unschuldige Menschen in die Hände von Abenteurern fallen. Wir sind auf deine unendliche Gnade angewiesen. Sieh uns an, beschütze uns, halte unsere Hände, umarme uns. Hilf uns. Amen...

İFTAR DUASI 2024 TÜRKÇE- Rüştü KAM-BERLİN

Ey Allah’ım verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete şükürler olsun. Sen en yücesin. Sen yaratansın, rızık verensin. Sen kapına gelenleri boş çevirmezsin. Bizler bu mübarek ayda senin kapına geldik, işte buradayız, bu çatının altında iftar sofrasındayız, soframızı bereketli kıl, on bir ayın sultanı olan bu ayda bizleri huzurundan boş çevirme. Ey Allah’ım bizler aciz kullarız. Sen yardım etmezsen, bizlere kim yardım edecek. Gör bizi, gözet bizi, helâlinden rızık ver bize, bizleri namerde muhtaç eyleme. Ey Allah’ım, bu sofranın hazırlanmasında emeği geçen ......... başta ......... olmak üzere herkese şükranlarımızı sunuyoruz kabul eyle. Bugün bu iftar sofrasında bulunan ve şu an amin diyen tüm kardeşlerimizin dualarını da kabul eyle. Kazançları bereketli olsun. Onlara, sağlık, huzur ve mutluluk içinde bir yaşam ihsan eyle! Âilelerinden âhirete göç edenlere de merhametini esirgeme. Ey Allah’ım! Mülkün sahibi Sensin, dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini azîz, dilediğini zelîl edersin. Bizleri; aziz kıldığın ve nimet verdiğin kullarından eyle! Ey Allah’ım! Bizleri, inançlı kardeşlerimizi, hangi dine ve hangi ırka mensup olursa olsun, tüm insanlığı, her türlü tabii afetlerden, savaş belasından, barışa mani olan her türlü eylemden, muhafaza eyle! Ey Allah’ım, bizler insanca yaşamın esas alındığı bir dünyada yaşamak istiyoruz. O öyle bir dünya olsun ki, orada analar ağlamasın, bebekler ölmesin, savunmasız insanlar katledilmesin. Bizler barış istiyoruz, tüm insanlar barış istiyor, mutluluk istiyor, esenlik istiyor. Bu mutluluğu kullarından esirgeme! Senin kulların olma şerefine nail olan o masum insanları, birkaç maceraperestin eline bırakma. Senin sonsuz ikram ve ihsanına muhtacız. Gör bizi, gözet bizi, tut elimizden, kucakla bizi. Yardım et bize. Amin...

18 Mart 2024 Pazartesi

KANÇILARYA’DA İFTAR SOFRASI KURULDU 2024

Rüştü KAM “Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluş olduğuna inandığımız Ramazan-ı Şerif’imizi içtenlikle tebrik ediyorum. Mübarek Ramazan ayının ülkemize, milletimize, İslam alemine ve tüm dünyamıza barış, bereket, huzur getirmesini içtenlikle diliyorum.” Peygamberimizin bu müjde dolu hadisiyle başladı konuşmasına Büyükelçi Ahmet Başar Şen. Kançılaryada yaptı bu konuşmayı. Kamusal alanda, büyükelçilik binasında. Ne kadar da anlamlı bir başlangıç cümlesi. Kurtuluşa giden yolu açıyor. Gün boyu susuzluktan yanan yürekleri serinletiyor. Konuklar da hep birlikte âmin diyor. Ben de âmin diyenlerdenim. Hani Mevla’mız diyor ya, “Ramazan ayı bin aydan daha hayırlıdır.” Diye. Evet bu ayetin bizzat canlı şahitleri oluyoruz. Ve bu şehadetimizi âmin sözcüğüyle tasdikliyoruz. Âmin sözcüğü, içinde isyanı da barındırıyor. Zulme isyanı, haksızlığa isyanı. Bu mübarek Ramazan ayında; Filistin’de, İsrail’de, Gazze’de, Ukrayna’da, Myanmar’da, Suriye ve Afganistan’da, dünyanın her yerinde hangi dinden, inançtan, mezhepten olursa olsun, sivillerin, çocukların hedef alınmasına, öldürülmesine, eziyet görmesine, aç-susuz bırakılmasına isyan ediyor o kocaman salon dolusu insan. Medeni(!) dünyanın gözü önünde işlenen insanlık suçunadır bu isyan. Bir daha âmin… Kur’an tilavetiyle başlayan iftar programı, ezanın okunmasıyla devam etti. Sonra da iftar duasıyla kaşıkların çorba tasına daldırılmasının müsaadesi verildi. Bir anda salon sessizliğe büründü. Sadece kaşık sesleriydi çınlıyordu havada. Sayın Şen’in o mükemmel konuşmasını, önemine binaen aynen sizlerin istifadelerine sunuyorum: Değerli basın mensupları, Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler, Sevgili Vatandaşlarım, Büyükelçiliğimizin artık geleneksel hale gelen Ramazan iftar sofrasında sizleri yanımızda görmekten duyduğum sevinç ve kıvancı da ifadeyle, hepinizi saygıyla ve muhabbetle selamlıyorum. Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçiliğine Hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluş olduğuna inandığımız Ramazan-ı Şerif’imizi içtenlikle tebrik ediyorum. Mübarek Ramazan ayının ülkemize, milletimize, İslam alemine ve tüm dünyamıza barış, bereket, huzur getirmesini içtenlikle diliyorum. Kıymetli Misafirler, Türkiye ile Almanya arasındaki çok boyutlu ilişkilerin en önemli boyutunu, şüphesiz Almanya’da yaşayan, sayıları üç buçuk milyona ulaşan insanımız teşkil etmektedir. 60 yıldan uzun bir süredir Almanya’nın ekonomik kalkınmasına ve çok kültürlülüğüne katkıda bulunan Türkler, bugün Almanya’da ekonomiden sanata, spordan bilime, akademiden siyasete kadar akla gelebilecek her alanda büyük katma değer sağlar hale gelmiştir. Almanya’daki vatandaşlarımızın, eski vatandaşlarımızın ve Türkiye’den gelerek Almanya’da yaşayan herkesin kendilerini on yıllardır her alanda katkıda bulundukları bu ülkede evlerinde hissetmeleri, Almanya’da barış esenlik ve huzur içinde, müreffeh bir hayat yaşamaları Büyükelçiliğimizin ve Almanya’daki bağlı 14 Başkonsolosluğumuzun başlıca hedeflerindendir. Dolayısıyla, Türk toplumunun Avrupa ülkelerinde ve Almanya’da karşılaştığı ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı ve günlük ayrımcılıkla mücadelesini kararlılıkla destekliyoruz, destekleyeceğiz. Değerli Misafirler, Sadece Türk ve Müslüman oldukları için Almanya’daki insanlarımızın, evlerinin, işyerlerinin, camilerinin günümüzde dahi saldırılara uğruyor olması, Almanya’da ırkçılıkla mücadelenin her boyutuyla, kararlılıkla yürütülmesi gerektiğini göstermektedir. 11 Mart, Almanya’da Terör kurbanlarını anma günüydü. Almanya İçişleri Bakanı’nın böyle bir anma günü tertip etme inisiyatifini çok değerli buluyoruz. Yarın ise, Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde 15 Mart 2019 tarihinde meydana gelen menfur terör saldırısı sebebiyle, ülkemizin İslam karşıtlığı ve hoşgörüsüzlükle mücadele çabaları sonucunda BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen “15 Mart İslamofobiyle Mücadele Uluslararası Günü”nü idrak edeceğiz. Son 50 senede (1974’ten beri), Almanya’da yaklaşık -bazı saldırılar maalesef tam olarak açıklığa kavuşturulamadığı için yaklaşık diyoruz- 75 civarında vatandaşımızın aşırı sağcı, ırkçı ve İslam düşmanlığından kaynaklanan saldırılarda hayatını kaybettiğine büyük üzüntülerle şahit olduk. Bu vesileyle, ırkçılık ve İslam düşmanlığı saikli terör saldırılarında hayatını kaybeden tüm insanları saygı ve rahmetle anıyorum, yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyorum. Yaşanan faciaların tekrarlanmamak üzere unutturulmaması ve ırkçılık tehlikesine, bunun siyasi tezahürleri de dahil olmak üzere, Almanya’da yaşayan çoğunluk ya da azınlık her kesimin güçlü bir direnç kültürüyle karşı durması vazgeçilmezdir. Alman güvenlik ve kolluk makamlarının bu saldırıların her yönleriyle açıklığa kavuşturulması ve bütün suçluların, azmettiricilerin ve destekçilerinin adalet önünde hesap vermelerini ve mümkün olan en ağır cezalara çarptırılmalarını, kendi içlerindeki hata ve eksiklikleri gidermelerini de kuvvetle talep ediyoruz. Nefret, ırkçılık ve ayrımcılığın her türüyle, Antisemitizm, İslamofobi ve İslam karşıtlığıyla tüm imkânlar kullanılarak topyekûn mücadele edilmesi haklı bir beklentidir. Bu konuda Alman makamlarıyla işbirliğine değer veriyor, olumlu çabalarını destekliyor ve ilave adımların da atılmasını elzem görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcileri olan bizlerin Almanya’da bu konuda ciddi çalışma yapan her kurum ve kesimle her türlü işbirliğine açık olduğumuzu buradan bir kez daha vurgulamak istiyorum. Özellikle, İslam’ın ve 60 yıldan uzun bir süredir bu ülkeye çok değerli katkılarda bulunmuş olan, gelecekte de bulunmaya devam edecek olan Müslümanların Almanya’nın ve Almanya toplumunun değerli bir parçası olduğu sözünü Almanya’daki bütün demokratik liderlerden, kurumlardan ve siyasi partilerden tekrar tekrar duymak istiyoruz. Değerli Konuklar, Dine karşı nefretin artmakta olduğu bu hassas dönemde, karşılıklı saygı ve barış içinde bir arada yaşama anlayışının güçlendirilmesinde uluslararası topluma da özel bir görev düşmektedir. Bu anlayışla, BM, AGİT ve İİT başta olmak üzere uluslararası ve bölgesel platformlarda İslam düşmanlığı ile mücadeleye dair girişimleri desteklemeye kararlılıkla devam edeceğiz. Kıymetli Misafirler, Almanya Türk Toplumunu ilgilendiren bir diğer konu da çifte vatandaşlık meselesidir. Alman vatandaşlık yasasının reformu yönünde Federal Meclis ve Federal Konsey’de onaylanan yeni yasanın yürürlüğe girmesi bekleniyor. Yeni yasanın, insanlarımıza çifte vatandaşlık dahil birtakım yeni hak ve imkanlar sunması öngörülüyor. Federal Hükümet’in bu yöndeki çabalarını takdir ediyor, yeni yasanın oluşturulup yürürlüğe girmesinde emeği geçenlere huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Almanya’daki insanımızın ikamet hakları ve vatandaşlık durumlarıyla ilgili herhangi bir baskı ve strese kapılmadan, bugüne kadar hak ettikleri bütün haklardan faydalanmaları temel önceliğimiz olmaya devam edecektir. Kıymetli misafirler, Bu mübarek ayda, ülkemizde geçen yıl meydana gelen deprem felaketlerinde hayatını kaybeden vatandaşlarımızı bir kez daha rahmetle anıyoruz. Depremzedelerimiz için bugüne kadar gösterdiğimiz yoğun çabaları, yaralar tamamen sarılana ve tüm depremzedeler yeniden normal hayatlarına dönebilene kadar sürdürmemiz büyük önem taşıyor. Onların güvenli yuvalarına, güzel şehirlerine bir an evvel kavuşmaları için Devletimiz tüm gücüyle çalışıyor. Sizlerin de Ramazan vesilesiyle yardım ve katkılarınızı depremzedelerimize yönlendirmeye devam etmenizi takdirle karşılıyoruz. Depremden etkilenen tüm insanlarımız için Allah’tan sabır ve metanet dileklerimi bu vesileyle yineliyorum. Bugün ayrıca, kalbimiz ve düşüncelerimiz, yoğun saldırı altındaki, Gazze’deki Filistinli kardeşlerimizle beraberdir. Şu anda dahi yüz binlercesi gıda, temiz su, sağlık hizmetleri gibi temel ihtiyaçlarını, güvenli bir ortamda karşılayabilmekten çok uzaklar. Bu acıların bir an önce son bulması, hiç değilse kutsal Ramazan ayı vesilesiyle Gazze’de ateşkes sağlanması ümidimizi koruyor, bölgede barışın hakim olması için çabalarımızı sürdürüyoruz. Bölgesinde ve ötesinde bir istikrar adası, kaynağı ve sağlayıcısı olan Türkiye, Filistin’de, İsrail’de, Ukrayna’da, Myanmar’da, Suriye ve Afganistan’da, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dinden, inançtan, mezhepten olursa olsun, sivillerin, çocukların hedef alınmasına, öldürülmesine, eziyet görmesine, aç-susuz bırakılmasına tarihinde ve bugün, her zaman karşı çıkmıştır, kuvvetle karşı çıkmaya da devam edecektir. Saygıdeğer Misafirler, Büyükelçiliğimiz ve Başkonsolosluklarımız olarak insanlarımızı Almanya’daki yaşamlarının her boyutunda desteklemeye, sıkıntılarını gidermeye ve dertlerine çare aramaya, Almanya makamları ve Türk ve Alman sivil toplum temsilcileriyle beraber devam edeceğiz. Her Ramazan ayında olduğu gibi bu Ramazan ayında da toplumumuzun her kesimiyle bir araya gelmeye, ekmeğimizi bölüşmeye, barış ve huzur için beraberce dua ve ibadet etmeye devam edeceğiz. Sözlerime son verirken, huzurla, sağlıkla bir araya geldiğimiz iftar sofralarımızın daim, mübarek Ramazan ayının hayırlara vesile olmasını diliyorum. Ramazan Bayramı’na, daha nice Ramazan aylarına ve bayramlara sağlık, esenlik ve huzur içinde erişmemizi temenni ediyorum. Aramıza katılan ve bizlerle iftarlarını bölüşen değerli Büyükelçi meslektaşlarımı, davetimize icabet eden Federal Meclis mensuplarını ve Alman Devlet Kurumları Temsilcilerini huzurlarınızda bir kez daha içtenlikle selamlıyorum. Ve sizlere, bütün STK temsilcilerine ve tüm misafirlerimize burada bulunduğunuz ve ekmeğimizi bölüştüğünüz için içten teşekkürlerimi sunuyorum. Allah tuttuğunuz oruçları ve ibadetlerinizi kabul eylesin.”

10 Mart 2024 Pazar

KUR'AN ZEKATIN SEKİZ YERE VERİLMESİNİ İSTER

KUR’AN ZEKÂTIN SEKİZ AYRI YERE VERİLMESİNİ İSTER - Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir- Rüştü KAM Ha-ber.com Ramazan ayı döndü dalaştı yine geldi. Allah’ın bereketli kıldığı Ramazan ayından söz ediyorum. Allah’ın bin aydan daha hayırlıdır dediği Ramazan ayından. Bu ayda camiler şenlenecek, iftar sofraları kurulacak, nefisler dizginlenecek, kalp kırılmayacak, fakir-fukara görülüp gözetilecek. Bunlar Kur’an buyruğu. Buyrukların yerine getirilip getirilmediğini yaşayarak göreceğiz. Biz Müslüman kimliğimizle Almanya’da yaşıyoruz. Türkiye kökenli Almanlar diyorlar bize. Biz Almanya’ya ikinci vatan diyoruz. Baba Vatan. 1961 yılından beri karnımızı Almanya’da doyuruyoruz. Babamız doyuruyor. Anamızı da unutmadık elbet. Çocuklarımızı Almanya’da eğitiyoruz. Dini vecibelerimizi kendi imkanlarımızla yaptığımız veya kiraladığımız camilerde mescitlerde yerine getirmeye çalışıyoruz. Son yıllarda Alman yetkili makamlarının müsaadesiyle minareli camiler yapmaya da başladık. Ancak hâlâ beş vakit ezan okuyamıyoruz minarelerimizden. Camilerin içine camiye gelenlere ezan okuyoruz. Böylece en azından kulaklarımız ezan sesin aşina oluyor, unutmuyoruz ezanı, motive oluyoruz. Ramazan ayını da burada geçiriyoruz. Teravih namazı geleneğimiz ve iftar sofraları geleneğimiz henüz değişmedi. 60 yıldır bu topraklardayız. Çocuklarımızın geleceğine ciddi yatırımlar yapmış değiliz. Şu da bizim eserimizdir diyebileceğimiz bir mekâna hâlâ sahip değiliz. Çelik çomak oynamaya devam ediyoruz. Allah’ın mal-mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar, davetlerde fotoğraf çektirmekle meşguller, bu geçen 60 sene zarfında üç tane de olsa bazı önemli kurumların altına imza koyamadık. Neden sorusuna paramız yok diye cevap veriyorlar. Önce Ramazan ile ilgili kısa bilgiler verelim, sonra paramız gerçekten yok mudur onu değerlendirelim, sonra da hangi kurumların altına imza atmamız gerekiyordu ona bakalım: MADDEYE TAMAHKÂR OLMAMAK LAZIMDIR Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden uzak tutmamız gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir, değiştirmesidir, dönüştürmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet Tekin) Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesini istemiştir. Peygamberimiz o günün şartlarında bu miktarı %2,5 olarak belirlemiştir. Bugünün şartlarında bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. En az %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Bazı bölgelerde %1 e kadar düşebilir de. Buyruk şöyledir: “Zekât; 1- Temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, 2- Hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin, 3- Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların, 4- İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri islâm’a ve müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin, 5- Başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir, fikir suçundan haksız yere mahkûm edilenlerin ve kölelerin, 6- Meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların, 7- Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, islâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış olan ihtiyaç sahiplerinin, 8- Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır. Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve Müslümanların uyması gereken bir yasadır. Buyruk şöyledir: “Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir. O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut Kısa). Bugünün Müslümanları zekâtı tek maddeye indirmiştir Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi (fakir ve miskin) birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir. Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Almanya’nın, Türkiye’nin…) dışına da çıkarılmamalıdır. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, önce ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed) Dolayısıyla yardımlarımızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Her gün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Sorumluluk bilinci Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için, yaşadığımız ülke için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz. Yıllardır yardım kuruluşlarına sadakalarımızı veriyoruz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım. ALMANYA’DA TAHMİNİ OLARAK YILDA BİR MİLYAR EURO TOPLANIYOR Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü? Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor… Emperyalistler Müslümanların yumuşak karnını iyi biliyorlar Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) zaten yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye, Gazze çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları silahlandırıyorlar, sonra da iç savaş çıkarıyorlar ve bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, silah üreten ülkeler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Avrupalı Türkler sahipsizdir Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali’ye ve dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere ise sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah, önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocuklarımızı yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Kültür merkezleri kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız çocuk yuvalarından değil. ÖLÜM HAKTIR, DÜNYA FANİDİR İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 62 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır. AFRİKA ÜLKELERİNİ MÜSLÜMANLAR FAKİRLEŞTİRMEDİ Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim, Gazze’ye gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarımızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir… BİZİM ÇOCUKLARIMIZA KİM SAHİP ÇIKACAK Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken, bu vurdumduymazlık niyedir. Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Alternatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanların üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk) PİSLİK; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. BU PARALARLA ALMANYA’DA NELER YAPILABİLİRDİ -Bu paralarla vakıflar kurulurdu. -Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. -Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, -Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, Kilise hastaneleri gibi, Yahudi hastanesi gibi, -İslâm’ın tanıtımını amaçlayan, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. -Ehl-i Kitap’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. -Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. -Çocuk yuvaları açılırdı. -Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. -Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca ’ya çevrilirdi. Almanya’dan da Türkçe ’ye. -Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirecek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi. -Türkçe dil kursları açılırdı, -Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. -Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da yine bu fondan karşılanırdı. -Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu vb. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen, o 6 madde de işlerlik kazanırdı. SONUÇ: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehlinin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcının elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister ve Ehl-i Kitap’a da çok önem verir: Çünkü, miskin onların fakirlerine denir. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değildir. Bunlar tetikleyici sebeplerdir. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü, kısırlaştırmasıdır, çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan, kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyuruyor. 100 Euro zekâtımızın olduğundan hareket edelim. 100:8= %12,50 eder. “1-Fakire %12,5 düşer. 2-Miskine de %12,5= % 25 eder. Yani fakirin ve miskini direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekâtımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. ANCAK, KALAN %75’TEN DİREK OLARAK FAKİRİN PAYI YOKTUR. DOLAYLI OLARAK VARDIR: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların, Müslümanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, Ateistlerin, Müşriklerin, Kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı, Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fisebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60) Ve bu payların yaşanılan yerin/ Almanya’nın, Türkiyen’in dışına çıkarılmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Akıllarını çalıştırmamışlardır. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir. Unutmayalım; bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim: “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır. Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’