23 Haziran 2024 Pazar
TÜRK EĞİTİMM DERNEĞİNİN BALKANLAR GEZİSİ /1.5-11.5/2024)
BALKANLAR GEZİSİ (I)
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024-
Rüştü KAM
Türk Eğitim Derneği senede bir defa “Kültür Gezisi” düzenliyor. En fazla 30 kişinin katılımıyla düzenliyor bu geziyi. Amaç, 600 sene sonra yerinden yurdundan edilen insanların çektikleri acılara şahit olmak, tarihin o derin dehlizlerine bir an bile olsa girip çıkmak ve bizlere miras olarak bırakılan eserlere dokunabilmek. O topraklardaki yaşanmışlıkların hem acı veren hem de övünç kaynağı olan hikayelerini dinlemek, o insanların kültürel değerleriyle tanış olmak. Tuna boylarında Aliş ile Gülsüm’ün acıklı hikayelerini içselleştirmek.
“Aliş'imin kaşları kare
Sen açtın sineme yare
Bulamadım derdime çare
Görmedin mi ah civan Aliş’imi Tuna boyunda
Sarmadın mı ah aslan Aliş’imi Tuna boyunda”
Bizler bu türkülerle büyüdük. Balkanları hep hatırladık, hiç unutmadık. Tarih hafızamızı yok etmeye çalışanlar oldu. Yer yer, zaman zaman yok etmesini de bildiler. Gerçekleri yok etmeye çalışanlara inat 1 ila 11 Mayıs 2024 tarihlerinde 17’nci gezimizi Balkan ülkelerine gerçekleştirdik. Sekiz ülkenin topraklarında mevcut olan önemli yerleri, Evliya Çelebi’nin torunlarına yaraşır şekilde gezdik, dolaştık.
Balkanlar
Devlet-i 'Aliyye (Osmanlı İmparatorluğu), yaklaşık 600 yıl Balkanlarda adalet üzere hüküm sürmüş (1354-1913). Doğal olarak, yüzyıllar boyu hakimiyetini kurumsallaştırdığı coğrafyalara / milletlere adalet götürmüş. Coğrafyayı kaçınılmaz olarak derinden etkilemiş. Bu etkiler, kaçınılmaz olarak değişik alanlarda değişik düzeylerde miraslara dönüşmüş: Siyasal, iktisadi, kültürel, demografik miraslar... Berlin Türk Eğitim Derneği(TED) işte bu mirasların peşine düştü. Mirasçılardan bir mirasçı olarak düştü. Elde avuçta neler kalmış ve nasıl değerlendiriliyor onları yerinde görmek istedi. Gitti, gördü ve yazdı. Gördükleri ve yazdıkları hayal kırıklıklarıdır. Mirasçılardan büyük çoğunluğu miraslarına sahip çıkmamışlar. Reddi miras yapmışlar. Arkasını bile araştırmamışlar. Araştırmak şöyle dursun yerli işbirlikçileriyle birlikte o 600 senelik mirasları nasıl yok edebileceklerinin peşine düşmüşler. Maalesef başarmışlar da. Ne var ne yoksa silmişler süpürmüşler. Geride sadece birkaç köprü ve cami kalmış…
Yıllardır Türkiye'nin ve dünyanın her yerini keşfetmek, değişik kültürlerden insanlarla tanışmak, her şehrin, her ülkenin kendine has tatlarını tatmak için yollardayız. Gördüğümüz odur ki; kendi tarihine ve kültürüne düşman, başka bir millet görmedim. Gezilerimizde edindiğim tecrübelerimi eksiksiz bir hâlde Mocca Dergisi’nde yayınlıyorum. Oradan da takip edilebilir.
Berlin’den uçuyoruz
İstanbul aktarmalı olarak Sofya’ya uçacağız. Uçak 06.55 de Schönefeld Havaalanı’ndan havalanacak. THY Bürosu’ndan üç saat öncesinde orada olmamız gerektiği konusunda uyarı aldık. Yolculuk sırasında bir aksaklık olmasın diye olmalı bu uyarı. Ben ve Cengiz 04’te belirtilen yerdeydik. Yunus İnci ve eşi bizden önce gelmişler. Birer ikişer arkadaşlar gelmeye başladılar. En son Züleyha ve Dilek hanımlar geldiler. Bir gün önceden havaalanına kendilerini götürme sözü veren arkadaşları gelmediği için gecikmişler. Alana otobüsle gelmişler. Check-in yaptıranlar uçuş salonunda beklemek üzere güvenlikten geçmeye başladılar. Check-in; uçuş saatinden belirli bir süre önce koltuk seçimi ve ek hizmetler satın almak isteyenlerin, uçağa bineceğini beyan etmesine deniyor.
Herkes geçti. Ancak Dilek Hanım’a uçuş izni verilmedi. T.C. Pasaportunu yenilemiş ancak vatandaşlık dairesine gidip oturum kartını henüz almamış. Eski Pasaportu da yanında olmayınca THY uçuş izni vermedi. Havaalanında kaldı. Çok üzüldü. Biz de çok üzüldük. Çaresiz, Dilek Hanımı’ orada öylece bırakarak yolumuza devam ettik. Kendisine;” Pasaport ile ilgili sorununu hallet ve arkadan Sofya’ya gel.” dedik. O da öyle yaptı. O akşam geç vakitte kendisiyle Sofya’da tekrar buluştuk. Ekip tamamlandı. Bütün arkadaşlar mutlu.
Bu yaşadığımız ilk şokmuş. İkinci şoku İstanbul’da yaşadık. Sebahattin ve eşi İstanbul’dan bizlere katılacaktı. Bir gün önceden İstanbul’a gelmelerine rağmen geç kaldılar ve uçağı kaçırdılar. Onlar da yeniden bilet alarak arkamızdan aynı gün Sofya’ya geldiler.
Üçüncü şok da bizi Sofya’da bekliyormuş. Bu sefer turnikelere takılan Gülşah Hanım oldu. Bulgaristan’a giriş vizesi alamadı. Yine pasaport konusu. Gülşah Hanım, bir yıl önce pasaportunu kaybetmiş. Pasaportunun kaybolduğunu ilgili daireye bildirmiş. Bir zaman sonra pasaportunu bulmuş. Bulmuş bulmasına da bulduğunu bu sefer ilgili daireye bildirmemiş. Uluslararası Kriminal Polis Teşkilatı (INTERPOL)’da pasaport kayıp olarak görünüyor.
Gülşah Hanım o kayıp pasaport ile yolculuk yapıyor. ‘Sen kimsin, sen Gülşah mısın değil misin? ‘Tabiatıyla soruşturuyorlar. Sonrasında imzalı bir kimlik beyanı alıyorlar, arkasından fotoğraf çekiyorlar, prosedür uzayıp gidiyor. Bir saati geçti hâlâ bekliyoruz Gülşah Hanım’ı. Ben beklemede kaldım, rehber ile arkadaşları gönderdim. Onların akşam olmadan şehir tutunu yapmaları gerekiyor. Sekiz Balkan ülkesi gezilecek. Zaman çok önemli. Bir yerdeki aksama turun öbür ucunu etkilememeli. Yoksa domino etkisi yapar ki sıkıntı başlar…
Bir zaman sonra Gülşah Hanım kapıdan göründü. Hemen onun geldiği tarafa yöneldim. O da bitkin ve üzgün durumda idi. Geçmiş olsun dileklerimi sundum kendisine. Yol arkadaşlarını rahatsız ettiğini düşünüyor olmalı ki, üzgün görünüyordu. Özür diledi. Bana da onu teselli etmek düştü.
‘Yolculuk hali her şey gelir insanın başına sen üzülme... ‘
Taksiye atladık ve arkadaşların bulunduğu meydana geldik. Büyükçe bir meydan. Meydanın çamuru küçük taşlar döşenerek, tozu-dumanı-çamuru engellemişler. Arkadaşlar dağınık vaziyette, herkes bir yerlerde, kimisi fotoğraf çekiyor veya çekiliyorlar, rehber ise elinde telefon orada konuşuyor, konuşuyor demek yanlış olur muhabbet ediyor. Anlaşılan tura katılanlarla sıcak bir ilişki kurma niyetinde değil. Benim alışık olmadığım bir durum. Firmayı temsilen gelen Ali Bey de ortalıkta dolaşıyor öyle kendi halinde. Grupta bir disiplinsizlik var. Yaklaştım rehbere benim ona yaklaşmam da onu ilgilendirmedi. Biraz sonra konuşmayı bıraktı.
Grup dağınık durumda onları toplayalım zamanımız daralıyor dedim:
“Arkadaşlara serbest zaman verdim” dedi.
Tanıtımı yaptınız öyleyse, dedim.
“Hayır” dedi.
“Önce gezsinler sonra tanıtım yaparım, ayrıca Katedralin içinde tanıtım yasak” dedi.
O zaman sen de dışarıda tanıtsaydın ondan sonra içeri girselerdi daha iyi olurdu, ne olduğunu bilmedikleri yeri gezmenin anlamı olmaz, dedim. Dedim demesine de onu fazla ilgilendirmedi. Anladım ki; işimiz var bu turda rehberle. Paranın tamamını da gezi öncesinde ödediğim için fazla müdahil olmamın gurbet elde zarı olacağını düşünerek, yapılması gerekenleri sessiz kalarak ama siyaset kullanarak çözmem gerektiğini düşündüm. TED üyeleri olarak bu 17. Gezimiz. Böylesi kendini beğenmiş, insan olmanın özelliklerinden uzak bir rehberle ilk defa karşılaşıyorum. Hiç tanımadığım bilmediğim ülkeler var güzergahımızda karşılıklı restleşme turumuza zarar verebilirdi. Sonraki günler benim haklı olduğumu gösterdi. Oysa ben haklı olmak istemezdim.
Arkadaşlar bir müddet sonra toplandılar. Rehber katedrali ve o meydanı tanıttı. O meydanın etrafındaki diğer kiliseleri de. Bilgisi ve retoriği güzel. Ancak istemeyerek anlattığı her halinden belli. Dua ve sabır en büyük yardımcım olacaktı anlaşılan…
BULGARİSTAN
Sveta Nedelya Meydanı
Bu meydan Sofya’nın merkeziymiş. Bu meydanda, üç dinin ibadet evi bulunurmuş. Ortodoks Kilisesi, Yahudi Sinagogu ve Müslümanların Camii. “Hoşgörü üçgeni” olarak da adlandırılan bu meydanda Sofya Piskoposluğunun Katedrali “Sveta Nedelya” Kilisesi de yer alırmış. Kilise 4. Asırda yapılmış. Orta Çağ’dan kalma en eski kilise olmasından dolayı çok kıymetliymiş. O kadar ki, ayakta kalsın diye, 1898 yılında bazı ilavelerle bugünkü haline getirilmiş. Meydanın hemen yanında.
Aleksandr Nevski Katedrali
Aleksandr Nevski Katedrali (Alexander Nevsky Cathedral). Meydanın tam ortasında duruyor. Heybetli bir kilise. Meydan küçük küçük taşlar döşenerek tozdan, çamurdan korunmuş. Adını Rus prensi Aleksander Nevski'den alan katedral aynı zamanda Balkanlar’ın en büyük ikinci katedrali olma unvanını da sahipmiş. Katedralin ana kubbesi 45 metre yükseklikteymiş. Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanmasını sağlayan Rus – Osmanlı Savaşı’nda ölen 200.000’e yakın Slav kökenli asker anısına inşa edilmiş (1882- 1912). İntikam kilisesi demek daha doğru olacak. Kubbesi altın kaplamaymış. Çeşitli büyüklüklerde 12 çanı bulunmaktaymış. Dünyanın en büyük Ortodoks katedralleri arasında yer alırmış. Kilise Sofya’nın sembolüymüş. Bu meydan aynı zamanda Bilinmeyen Asker (meçhul asker) Anıtı’na da ev sahipliği yaparmış.
Katedralin içi büyüleyicidir. İkonlar, resimler fevkaladedir. Özellikle hemen sağ üst duvardaki ''son akşam yemeği'' tasviri, İsa'nın solunda oturan apaçık şekilde gösterilen kadın betimlemesiyle sıra dışıdır.”
Katedralim hemen önünde düğün alayı var. Gelin ve damat fotoğraf çekiliyorlar. O kadar önemli bir Katedral olmalı ki, çiftler nikâhlarına kiliseyi şahit tutmak için buraya kadar gelerek fotoğraf çekiliyorlar. Ne güzel…
Bizler cami evliliğimize şahitlik etmesin diye salonlara kaçarız, Hristiyanlar şahitlik yapması için bilhassa klişeyi koşuyorlar. Mevla’m “yeryüzünde gezin görün ibret alın” (Rum 42) demiş ya, boşuna dememiş. Tabii ki ibret almasını bilenler için geçerli bir buyruk. Bazıları da bu kilisede ne içimiz var diyebilir. Bazıları da tarihi eserleri taş yığını olarak görebilir. İbret almak, ibret gözüyle bakabilmek biraz da bilgi ister, şuur ister. Tarihi eserlere öküzün trene baktığı gibi bakanlardan olmamak gerek.
Ayasofya Kilisesi
Meydanın yukarısında bir kilise daha var. Ayasofya Kilisesi (Hagia Sophia/Church of St. Sophia), kente adını veren kilise. Bizans İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde inşa edilmiş. Haç şeklinde tasarlanmış olan dini yapının tarihi boyunca işlevi hiç değişmemiş. Osmanlı döneminde de ibadethane (cami) olarak görevini yapmaya devam etmiş.
İlk olarak 537 yılında Bizans İmparatoru Justinianus tarafından bir Ortodoks kilisesi olarak inşa edilen bu yapı yüzyıllar boyunca birçok kez el değiştirmiş ve farklı dinlere ev sahipliği yapmış. Kilise, tarihi ve kültürel zenginliği ile her yıl milyonlarca turisti ağırlarmış.
Katedralin ve diğer kiliselerin tanıtımından sonra otobüste yerimizi aldık ve kısa bir şehir turu yaparak önce restorana sonra da otelimize geçeceğiz. Havaalanında kaybettiğimiz zamanı böylece telafi etmiş olacağız.
Sofya'da Kıyafet Balosu
Otobüsle Sofya caddelerinde ilerliyoruz. İlerlediğimiz caddenin bir bölümü kırmızı renkli. Rus-Osmanlı savaşında ölen 200 bin insan unutulmasın diye kan renginde taşlarla döşenmiş. Sağ tarafta bir bina işaret edildi. Bu bina kıyafet balosu olarak kullanılırmış. Mustafa Kemal Sofya'da Ataşemiliter (Askeri Ateşe) iken, Bulgarların 11 Mayıs 1914'deki ulusal gününde verilen bir baloya davet edilmiş. Mustafa Kemal bu baloya gösterişli bir yeniçeri kıyafetiyle katılmış. İçeriye girince bütün gözler O'na çevrilmiş. Orada bulunan Bulgar Kralı Ferdinand, Mustafa Kemal'i yanına davet ederek iltifatlarda bulunmuş, kıyafetinden ve başarısından dolayı da tebrik etmiş. Bir de gecenin hatırası olarak gümüş bir tabaka hediye etmiş kendisine.
Sofya’nın heykeli
Yolun tam ortasına bir heykel dikilmiş. Kadın heykeli. Sofya’nın sembolü olan kadının, Sofya’nın heykeli, tam karşımızda. Todor Alexandrov Bulvarı ile Maria Luiza Bulvarının kesiştiği noktada yer alıyor. Heykel, 22 metre yüksekliğindeymiş ve kentin sembollerinden biriymiş. Şehre ismini veren bu heykel Azize Sofya’nın heykeliymiş. 2000 yılında heykeltıraş Georgi Chapkanov tarafından yapılan heykel, daha önce meydanda bulunan Lenin Heykeli kaldırılarak onun yerine dikilmiş. Sofia bilgi demekmiş. Nefertiti' ye benzeyen yüzü ile bir elinde barışın ve başarının sembolü defne, diğer elinde bilgeliğin sembolü baykuş ve başında gücün simgesi altın taç taşıyan heykel 1989 yılında dikilmiş. Komünist rejim sona erince yani. Berlin duvarların yıkılmasından sonra. Bulgar parlamentosu başta kamu binaları olmak üzere Komünist dönemin simgelerinin kaldırılmasına karar vermiş. Lenin heykeli de bu karardan nasibini alanlardanmış. Lenin’in heykeli 1991 yılının Eylül ayında bir gece yarısı operasyonuyla aniden yıkılıvermiş.
Heykelin yeri 10 yıl boş kalmış. Daha sonra buraya heykeltıraş Georgi Chapkanov ve mimar Stanislav Konstantinov’un tasarladığı Sveta Sofia’nın heykeli yerleştirilmiş. Yerleştirilmiş yerleştirilmesine de halk arasında memnuniyetsizlik de başlamış. “Lenin gitti gitmesine de yerine konan heykel de başka bir ideolojiyi bize dayatıyor. Biz kendimiz olamayacak mıyız?” diye başlamışlar tartışmaya. Halk ikiye ayrılmış, heykeli bazıları “seksi” bulurken bazıları da “müstehcen” bulmuş. O günden beri tartışmalar devam edermiş. Sofya heykeli aradan geçen yıllara rağmen gündemden hiç düşmemiş.
Her seçimde adayların “biz iktidara gelirsek ve belediye başkanı olursak bu heykeli kaldıracağız” diye seçim malzemesi olarak kullanılan; Malatya’daki müstehcen Mustafa kemal heykeli gibi. Halka rağmen heykel…
Zulüm ile abad olunmaz demişler ya eskiler. Doğru söylemişler. Sofya’da komünistler 50 yıl iktidarda kalmışlar. İktidarda kaldıkları süre zarfında yapmadıkları zulüm kalmamış. Bulgaristan Komünist Parti yöneticileri 1984 yılının aralık ayında ülkedeki toplam nüfusun yaklaşık %10’unu oluşturan Türklerin isimlerini zor kullanarak değiştirmek için büyük bir kampanya başlatmışlar. Bulgaristan hükümeti bu kampanya ile Bulgaristan’daki Türk varlığını inkâr ederek, Bulgaristan’ı sadece Bulgarların yaşadığı homojen bir ulus devlete dönüştürmek istiyormuş. Beş asırdır Türk ve Müslüman isimleri ile yaşadıkları topraklarda artık atalarının kendilerine verdikleri isimlerle değil, Bulgar Komünist Parti idarecilerinin kendilerine uygun gördüğü Bulgar isimleri ile yaşamaya devam edeceklermiş. Bulgaristan’da uygulanan bu isim değişikliği, aslında dolaylı olarak bir ırk, dil ve din ayrılığının kurnaz bir şekilde tasfiye edilmesiymiş. Ne kadar insani bir karar!
Bulgaristan komünist parti idarecileri aldıkları kararlarla dışarıya haber sızmasını engellemeye çalışırken Türklerin yaşadığı bölgelere de sık sık ziyaretlerde bulunarak Türkleri yatıştırmaya ve yaşananları onlara kabullendirmeye çalışıyorlarmış. Bu ziyaretlerde mesaj her bölgede aynıymış. “Bulgaristan’da Türk yoktur, Müslüman vardır. Pomaklar ve Türkler, Osmanlı zamanında İslam’ı kabul ederek Türkleşen Bulgarlardır.” Bulgarca konuşan Pomaklar ve Türkler gerçek kimliklerine, yirminci yüzyılın ikinci yarısında gönüllü ve aniden isimlerini değiştirerek kavuşmuşlardır. Bu dava kapanmıştır (Eminov, 1997, s.5).
Bundan sonra isim değişiklikleri bu halkın Türk köleliğinden kurtuluşu adına bir bayrama dönüştürülmelidir (Istinata za “Văzroditelniya Protses”, 2003, s. 26).
Tüylerimiz diken diken oldu. Zulmün bu kadarına söylenecek söz olabilir mi? Olamaz elbet.
Devam edecek
BALKANLAR GEZİSİ (ll)
-Türk Eğitim Derneğinin Balkanlar Turundan 2024-
“Başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan Bulgaristan’da binlerce eser tahrip edilmiş. Sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış. 100 yıl içinde hepsi talan edilmiş.”
Serdica Antik Şehrin Kalıntıları
Serdica, eski Trak kabilesi olan Serdilerden gelen bir isimmiş. MÖ 7. Yüzyılda Sofya’ya yerleşen kabileler, kendilerinin kurdukları o şehre Serdi ismini vermişler. Daha sonra Romalılar, şehri Trakyalılardan almış ve şehre Serdica ismini vermiş. Serdica Romalıların egemenliğinde altıncı yüzyıla kadar kalmış. Antik şehrin kalıntıları Seyfullah Paşa Camii’nin hemen arkasında. Yıllara meydan okuyarak günümüze kadar gelmesini bilen o kırmızı tuğlalar haklı olarak böbürleniyorlar. Duvara kollarınızı koyup kalıntılar üzerinde biraz düşünür ve hayal gücünüzü zorlarsanız kalıntıların o gururunu görüyorsunuz. Kazı çalışmaları devam etmekteymiş. Serdica kentinin tamamının gün yüzüne çıkarılması mümkün olur mu bilmem ama önemli bir bölümünün çıkarılacağı kesin.
St. Petka Kilisesi
Antik şehrin öbür ucunda St. Petka Kilisesi var. 14. yy’dan kalma tarihi bir kilise. Alt geçidin hemen yanında. Bulgar halkı için de oldukça önemliymiş bu kilise, küçük ve basit bir yapı olduğu için dışarıdan bakıldığında, sadece bir çatı ve bir çan kulesi görülüyor. Kilisenin hastalara ve zor durumda olanlara şifa dağıttığına inanılırmış.
Bulgarların bu kiliseyi değerli bulmalarının sebebi sadece şifa dağıtması değilmiş; Bulgar halkının milli kahramanı Vasil Levski’nin de burada gömülü olduğuna inanmalarıymış. Vasil Levski, Sırbistan’da eğitim alan ve sonra da Osmanlı yönetimine başkaldıran bir terörist (19.yy.).
Akşam yemeği için restorandayız
Tur sonunda Cami sokağına arabamızı park ederek akşam yemeği için restorana gittik. Camiyi yemekten sonra gezeceğiz. Yer altında bir restoran. Ambiyans fena değil. Ama çalışanlarda güler yüz -tatlı dil yok. Hoş geldiniz, buyurun falan da yok. Nedense içeride bizden başka müşteri de yok. Karnımız aç. Sabah 03 ten beri yoldayız. Günün sonuna gelmişiz. Saat on dokuz. Uçakta yediğimiz yemekle duruyoruz. Hemen oturduk masalara, yemekleri beklemeye koyulduk. Rehber firma temsilcisiyle birlikte arkada bir masaya oturdu ve ellerindeki telefonla meşgul olmaya başladılar. Bir zaman sonra yemek geldi. Bir tabağın içinde biraz pilav ve bir parça kızartılmış tavuk eti. Ne salata var ne de içecek. Tavuk yemeyen arkadaşlarımız da var. Şoke olduk. Herkes birbirine bakıyor. Suna Hanım “ben tavuk eti yemiyorum. Salata falan da mı yok” dedi yüksek sesle. Kimseden ses çıkmadı. Garson gibi ortalıkta mahkeme duvarı gibi dolaşan şahsa sordum bu nedir böyle, sofraya başka bir şey gelmeyecek mi?
Yarım yamalak Türkçesiyle yüzüme bile bakmadan gayet soğuk bir şekilde “bize söylenen budur.” Dedi. Rehbere döndüm ve aynı soruyu sordum. O da “buralar Balkanlar, bunları bulduğunuza şükredeceksiniz…” diye gözünü telefonundan kaldırmadan terbiye sınırlarını aşan bir tarzda cevap verdi. Tam masayı devirme aşamasında geldiğimde, sabır böyle zamanlarda gerek dedim ve kendimi frenledim. Suna Hanım, görmüş geçirmiş bir hanım. O gün aç kaldı garibim. Sağ olsun tur arkadaşlarım da çok olgun davrandılar.
Yemekten sonra tanışma toplantısını nerede yapacağımızı sordum o kifayetsiz muhterise:
“Ne toplantısı yapacaksın ki, senin söyleyeceklerin neler ise bana söyle ben söylerim otobüste, toplantıya gerek yok” demesin mi. Anladım ki bu rehberle işimiz var gezi boyunca.
Restoranda Toplantı
Oturduğum yerden ayağa kalktım ve konuşmamı yapmaya başladım restoranda. Anlaşma yaptığım tur şirketinin asıl sorumlularının vize alamamasından bahisle Ali’yi ve rehberi arkadaşlara tanıttım. Ama arkadaşları onlara tanıtmadım. Recai Şentürk ve Fatma Mıdık kızımızı da tur süresince sorumlu kişiler olarak tayin ettim. İhtiyaç anında onlara başvurulacaktı. Her gezide yaptığımız rutin bir uygulamaydı bu.
Rehber bu görevlendirmeden rahatsız oldu. Ben daha konuşmamı bitirmeden oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi, saygısız bir şekilde, müsaade almadan, “Gezi süresince sorumlu benim, ihtiyaçlarınızı bana söyleyeceksiniz” deyiverdi. Anladım ki; kompleksi de var. Kifayetsiz bir muhteris.
Otelde Toplantı
Restorandan ayrıldık. Otobüse bindik ama restoranın şokunu henüz üzerimizden atamadık. Kısa bir şehir turundan sonra otele yerleştik. Dışarıya çıkmadan önce Ali ve sonra da ikisi ile bir görüşme yaptım. Ali’ye: Sen de biliyorsun ki, Emin ile biz böyle anlaşmadık, daha işin başındayız, birbirimizi tanımıyoruz, böyle olursa maraza çıkar ve gezinin tadı kaçar, ben rehberle muhatap olmayayım, sana söyleyeyim ve sen söylenmesi gerekenleri söyle, yolumuz uzun, sıkıntı çıkmasın, kendin hallet, mümkünse Emin’e de duyurma, Emin rehbere ulaşır ve tadımız kaçabilir. Geziden sonra Emin’e anlatırsın olanları dedim. O da konuların yabancısı olduğu için sadece omuzunu silkerek onayladı beni.
Rehbere de anlaşma şartlarını tek tek hatırlattım. Turdan beklentilerimiz nedir onu da altını çizerek anlattım. Amacımızın turistik bir gezi olmadığından bahsettim. Bizim gezilerimizin adı “kültür gezisidir” ve bu gezi bizim 17’nci gezimizdir dedim. Anlattım anlatmasına da rehber beni dinledi mi dinlemedi mi ondan emin değilim. Sözün daha fazlası deliye söyleneceğinden söylenenleri yeterli buldum.
Elim kolum bağlıydı. Anlaşma yaptığım kişi burada değil. Vekil olarak gelen kişi konuya hâkim değil. Balkanlara yabancıyım. Sekiz ülke gezeceğiz. Gezinin parasını da peşin ödediğim için daha fazlası beni sıkıntıya düşürebilir. Ortalıkta kalakalırız. Karşımdaki kişi, para gözlü, olgunlaşmamış şımarık birisi.
Kendimi geri plana aldım Recai ve Fatma üzerinden yönlendirmeler yaparak geziyi kazasız belasız tamamlamak niyetindeydim, öyle de yaptım. Önceden tespit ettiğimiz gezi güzergahını sözlü ilaveler de dahil olmak üzere, rehberle olan negatif iletişime rağmen eksiksiz olarak tamamladık. Tura katılan arkadaşlarımızın olgun davranmaları çocukla çocuk olmamaları turun ahenginin bozulmamasını sağladı.
İnci Alışverişi
Ohri’deyiz. İncisiyle ün salmış bir tarihi şehir Ohri. Rehberimizin tavsiye ettiği bir inci dükkanına girdik. Önce dükkân sahibi Ohri incisi ile ilgili bir sunum yaptı. Ohri incisi bildiğimiz inci gibi istiridyeden elde edilmiyormuş. Ohrid Gölü’nde yetişen endemik bir tür olan inci balığının pullarından yapılıyormuş. Gerçek inciye göre çok ucuz olmasının sebebi, el yapımı olmasıymış. Pullar özel işlemlerden geçirilerek bildiğimiz hamur haline getirildikten sonra, has halde veya içine sedef katılarak elde edilmekteymiş.
Hediye almak isteyenler aldı inci çeşitlerinden. Kimimiz küpe ve yüzük alırken kimimiz kolye aldı.
Böyle turlarda zaman sınırlıdır. Dükkân dükkân hediye almak için dolaşmaya zaman yetmez. “Ben çok iyi bir yer biliyorum hem kaliteli hem de ucuza mal satar, daha iyisini başka bir yerde bulunmazsınız, ben de orada olacağım zaten, fiyatlarda indirim de yaptırırım…” der rehber. Bizlere de tavsiye edilen o yerden alışveriş etmek düşer.
Bütün rehberler aynı şeyi yaparlar. On yedinci turunu yapan ben, bu işlerin nasıl döndüğünü tahmin edebiliyorum.
Restoran seçimi de aynı mantıkla yapılır. Mesela, o tavsiye edilen restoranın yemeği çok özeldir. O restoran, bizlerin ağız tadıyla yemek yememiz için özellikle seçilmiştir…
Bunlar hep tur tezgâhlarıdır. Hacca gidenler de bilir bu tezgâhları. Rehber veya hoca alır hacı kardeşimizi, götürür bir dükkâna ve yardımcı olur. Dükkân sahibi de rehbere yardımcı olur… Düzen böyle kurulmuştur. Mümkün olursa, turlarda uygulanan bu çirkinliklere seyirci kalmamaktır.
Biz Müşterilerimizi Haramdan Koruyoruz
Ben daha gezinin ikinci günü tur şirketine durumu bildirdim. ‘Yemek öncesinde çorba olması gerek ama yok. Salata yok. Pilav da pilava benzemiyor. Buna çare bulmak gerekir.’ dedim. Dedim demesine de o da yemek konusunu normal gördü, hatta biraz daha ileri giderek yaptıklarının dini bir zaruretten kaynaklandığını ortaya koydu… Gayeleri bizleri haram yemekten korumakmış.
“Başkanım Balkanlarda Müslümanlar yemek konusunda sıkıntı çekiyorlar. Helal ve haram hususunda hassas olmamız gerekiyor. Yemekler, domuz eti pişirilen tencerelerde pişiriliyor. Kosova’da Makedonya’da yemekler düzelecek…” Güler misin ağlar mısın? Almanya’da yaşayan ve de ilahiyatçı olan birisine haram ve helal konusunda ders veriyor sevgili Emin. 12 seneden beri beni tanımamış gibi…
Açıklama aynen böyleydi. Bu açıklamanın adı, Allah ile aldatmakdır. Daha fazla para kazanmak için insanları tavuk etine mahkûm etmek. Bunu da din adına yapmak. “Bizim dini hassasiyetlerimiz var! aynı tencerede domuz eti de pişiriliyor… “ Şu lafa bakar mısınız Allah aşkına. Özürleri kabahatlerinden büyük. Tavuk hangi tencerede pişiyor Emin, tavuk tenceresinde sadece tavuk mu pişiyor, özel bir tencere mi o? Deyince de sustu. Sustu susmasına da sonuç değişmedi. Ertesi akşam masaya çorba geldi. Tel şehriye çorbası. Tencerede şehriyeyi ara ki bulasın. Yağlı ve tuzlu suyun içine atmışlar biraz şehriye olmuş çorba…
Diyeceksiniz ki, bunları ne diye yazıyorsun, turdan sorumlu olan sen değil misin? Evet tur sorumlusu benim. Ancak anlaşma yaptığım tur şirketinin sorumlu elamanı vize alamadı ben de onun yerine tura katılan sorumsuz sorumlu bir görevli ve rehberle baş edemedim. Sekiz tane ülkeyi hem de yabancısı olduğum ülkeyi gezeceğiz. Korktum. Aksi bir durumda tur tarumar olurdu. Bir sebebi de daha var yazdıklarım belki başkalarına yardımcı olur. Bunun için yazıyorum.
Kadı Seyfullah Camii
Cami kaldığımız otele çok yakın. Seyfullah Efendi Camii. Meğer, Seyfullah Efendi Camii 1566 senesinden beri bizi beklermiş. Büyük kavuşma… Ne saadet. Selamlaştık, kucaklaştık, dertleştik, hasret giderdik.
Caminin girişinde hemen sağda bir kulübe var. Genç bir delikanlı oturuyor içinde. Selam verdik ve yaklaştık. O da kulübesinden çıktı ve “aleykümselam hoş geldiniz” diye mukabele etti. Adı Salih. Salih İmam-Hatip Lisesi mezunu. Genç ve güler yüzlü bir delikanlı. Camiyi tanıttı bize. Aslında Caminin ismi Banyabaşı değil Banyobaşı imiş. Bu ismi, arkasındaki hamamdan alırmış.
“Bakın orada, kalıntılarını görüyorsunuz. Cami 1576 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Günümüzde Sofya’da ibadete açık olan tek camidir. Kadı Seyfullah Camii ismiyle de meşhurdur.
Cami, Komünizm çöktükten sonra aslına uygun olarak restore edildi. Camide aynı anda 700 kişi ibadet edebiliyor.
Camiye adı verilen Kadı Seyfullah Efendi’nin türbesi, Osmanlı-Rus savaşı sırasında yıkılmış. Bu cami, Avrupa’nın en eski camilerinden biri olarak kabul edilir. Kare planlı ve merkezi kubbeli bir yapıya sahiptir. Caminin kubbesi sekizgen bir kasnak üzerine oturur ve dört yarım kubbe ile desteklenir. Caminin içi, kalem işi süslemeler, çiniler ve hat levhaları ile bezelidir. Mihrap ve minber, mermerden yapılmıştır. Minaresi tek şerefelidir. Cami, tarihi boyunca birçok onarım görmüştür. 1858 yılında meydana gelen şiddetli bir depremde cami hasar görmüş ve minare alemi yıkılmıştır. 1882 ve 1904 yıllarında, Bulgaristan Prensi Aleksander ve Sultan Abdülhamid’in katkılarıyla cami kısmen onarılmıştır. 1915-1917 yıllarında, Osmanlı hükümeti tarafından camiye 15.000 altın ayrılmış ve caminin minaresi, minberi ve kubbeleri tamir edilmiştir. 1983 yılında, Bulgaristan Ulusal Kültür Anıtları Enstitüsü tarafından caminin dış cephesi restore edilerek yeniden ibadete açıldı. Kadı Seyfullah Efendi Camii, Sofya’nın en önemli ve tek kültür miraslarından birisidir.”
Salih kardeşime teşekkür ederek namaz kılmak için içeriye girdik. Öğle ve ikindi namazlarımızı cemederek kıldık. Gezi boyunca uygulayageldiğimiz bir yöntem bu. Öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı cemederek kılıyoruz ki, abdest almakta sıkıntı çekmeyelim ve zaman kaybımız da olmasın.
Vitoşa Caddesi
Serdica Şehrinin kalıntılarını takip ederek, alt geçitten Vitoşa Bulvarı’na ulaştık. Vitoşa Bulvarı, adını Sofya'nın güneyinde yer alan ünlü Vitoşa Dağı'ndan alırmış. Araçların girmediği, marka mağazaların, cafe ve restoranların bulunduğu, İstiklal Caddesi’ne benzeyen bir cadde Vitoşa Caddesi. Türk baklavacısı ve dönercisi de bu caddede. Kahve içmek için uygun bir yer aradık, Ekrem “burası uygundur” dedi ve caddenin ortalarında bir yere oturduk. Cadde kaynıyor. İnsan seli. Kimisi oraya gidiyor kimisi buraya. Dağın eteğindeyiz. Hava ılıman. Cengiz bizden ayrıldı Vitoşa caddesinde. Akşam yemeğinde restoranda karnı doymadığı için yiyecek bir şeyler bulma peşine düştü. Bizleri de davet etti. Aslında karnımız da açtı. Ama geç saatte yemek yemek istemedik. Cengiz yemekten sonra tek başına caddeyi baştan başa dolaşmış ve oradan otele geçmiş.
Müslümanların Durumu
Bulgaristan topraklarında Müslümanların tarihi 14. Yüzyıla dayanırmış. 20. yüzyıla kadar 600 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalmış. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından özerk bir Bulgar prensliğinin kurulmasıyla birlikte bölgedeki Müslüman nüfus kalan Osmanlı topraklarına zorunlu göçe tabi tutulmuş. Sadece 1989 yılında 350 bin Türk, Türkiye’ye zorunlu göçe tabi tutulmuş.
Bu dönemde başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan bu coğrafyadaki binlerce eser tahrip edilmiş. Bu kapsamda sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış.
Günümüzde (2024) Bulgaristan’daki Müslüman sayısı 700 bin civarında olup bunların büyük bir bölümünü Türkler oluşturmaktaymış.
Devam edecek
BALKANLAR GEZİSİ (lll)
Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024
-90’lı yıllarda yaşanan Bosna savaşı ve Boşnak Müslümanlarına uygulanan soykırım sürecinin açtığı derin yaralar, Sırbistan devleti ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin seyrinde halen etkilidir. Öte yandan dinî eğitim ve siyasî temsil başta olmak üzere, Müslümanlarının birçok sorunu acilen çözüm beklemektedir-
Tarihe kısa bir yolculuk
Macera dolu Balkanlar gezisinin, Bulgaristan etabını tamamladık elhamdülillah. Belgrat yolculuğu başladı. Bakalım bundan sonra hangi sürprizler bekliyor bizi. Otobüsteyiz. Recai grup hakkında tekmilini verdi. Ben dahil üç kişi daha geç kalma cezası ödedik. Cezaya itiraz eden olsa da sonuç değişmedi.
Kaptan bastı gaza. Bulgaristan toprakları ayağımızın altından kayıp gidiyor. Hızla Sırbistan gümrüğüne doğru yol alıyoruz. Atalarımız bu toprakları at sırtında ve de yaya olarak geçip gitmişler. Hem de 100.000 kişilik ordu ile. O, 100.000 kişinin günde iki öğün de yemek yemeleri gerekiyor. O kadar insanın ve bir o kadar da hayvanın su ihtiyaçlarının da karşılanması lazım. Meydana çıkınca da göğüs göğüse çarpışmak ya öldürmek ya da şehit olmak var.
Bizler otobüslerle, değişik araçlarla yol aldığımız halde çekilmez buluyoruz bu yolları.
Bin bir zahmetle yurt edinilen ve 600 sene kalınan bu topraklarda, şimdi küçük küçük devletler kurulmuş ve bu devletler toprakların asıl sahipleri olan bizlerden vize istiyorlar. Sen vatanına sahip çıkmazsan birileri gelir seni yerinden yurdundan eder. Etmişler zaten. 24 milyon km. kare olan vatan topraklarından geriye elimizde sadece 780.000 km. kalmış. Onu da elimizden almak için sabah akşam uğraşıyorlar. Kimisi içeriden kimisi de dışarıdan durmadan çekiştiriyorlar.
Gümrükteyiz
Zaman tünelinde yol almanın zevkine tam olarak varamadan gümrüğe gelmişiz bile. Önümüzde sadece bir otobüs var. Önce Bulgaristan’dan çıkış işlemlerini yaptıracağız, sonra da Sırbistan’a giriş yapacağız. Hızlıca, işlemler yapılır diye bekliyoruz. Neredeyse bir saat bekledik otobüsün içinde. Sıra bir türlü gelmesini bilmedi. Neden sonra sıra gelmesine geldi ama muameleler de oldukça uzun sürdü.
Gülşah hanım yine gümrüğe takıldı. Takılmasına takıldı da Sırp polisinin bıraktığı Gülşah hanıma bu sefer Alman polisi izin vermiyor. “Sana yol verirsem benim işime son verirler” diyormuş Alman polisi.
Almanya’dan çıkışta bir şey söylemiyorlar, Türkiye’de sıkıntı olmuyor, Bulgaristan’da kısa bir soruşturmadan sonra bırakıyorlar, Sırbistan da aynı şekilde yazılı beyan ile giriş izni veriyor; ancak orada gözlemci olarak bulunan Alman polisi geçiş izni vermiyor. Kraldan fazla kralcı olmak buna derler. Olacak şey değil. Ama oldu. Geriye döndürdüler Gülşah hanımı. O da çok üzüldü biz de.
Almanya’ya varır varmaz, ilgili büroya gidip pasaportunun üzerinden kayıp ilanını kaldırtmış ve ilk uçakla Hırvatistan’a gelmiş. Bu arada Recai kendisiyle irtibatı hiç kesmedi. Hırvatistan’dan Mostar’a gelme imkânı da varmış ama o Hırvatistan’da kalmayı tercih etmiş. Ertesi gün Hırvatistan’da buluştuk. Sevindik. O da çok mutluydu. İşleri yolunda gitmiş ve hızlıca tamamlamış. Böylece grup üyeleri tamamlandı. Nadide hanım daha çok mutlu oldu. Oda arkadaşıydı çünkü. Azminden dolayı da Gülşah hanımı kutladık. Pes etmedi, ben bu geziyi tamamlayacağım dedi ve tamamladı. Gülşah ve Dilek hanımlar, tuttuklarını koparan cinsinden. Pes etmiyorlar ve sonunda onlar kazanıyor. Atalarımız “azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” diye boşuna dememişiler.
Belgrad
Belgrat’a yaklaşınca Bayburtlunun yerinde mola verdik. Belgrat’a giderken sağda. Yaz-kış açıkmış. Yol üzerinde böyle bir mekân açıldığına göre Avrupa’da çalışan Türk işçileri
düşünülerek açılmış gibi görünüyor ama öyle değilmiş. Sırplar da alışmışlar Türk mutfağının tadına. Türkiye’de restorana gittiğimizde neler görüyorsak tezgâhta burada da aynıları var. Eee yumulduk tabi. Allah ne verdiyse…Yemekten sonra yola revan olduk.
Belgrad, 1878 Berlin Antlaşması’yla Sırbistan’ın başşehri olmuş. Sırpça da Beo-grad; beyaz şehir mânasına gelirmiş. Kuzey ve Orta Avrupa’yı Karadeniz ve Ege denizine bağlayan yollar üzerinde bulunduğundan eski dönemlerden beri (MÖ III. Yüzyıl) önemli bir yerleşim merkeziymiş.
Belgrad Osmanlılar tarafından üç defa kuşatılmış. İlk defa II. Murad zamanında kuşatılmış. İkinci kuşatmayı Fâtih Sultan Mehmed yapmış. Üçüncü kuşatma Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yapılmış ve de fethedilmiş (1521). Ahalisinin bir kısmı İstanbul’a gönderilerek bugün Belgrad ormanları ve Belgrad Kapısı adıyla bilinen yerlere iskân edilmişler.
Yaklaşık üç asır Osmanlı idaresinde kalan Belgrad’da sayısı yüzleri bulan Türk mimari eserlerinden bugüne maalesef çok az eser ulaşmış.
Evliya Çelebi’ye göre Belgrad, 17. Yüzyılda 98.000 nüfusa sahipmiş Belgrad. O zamanlar Belgrat’ta; 217 cami, on üç mescid, on yedi tekke, dokuz dârülhadis, sekiz medrese ve yedi hamam varmış. Ayrıca, altı kervansaray, yirmibir han ve 3700 dükkândan oluşan Sûk-ı Sultânî adlı çarşı başta olmak üzere, bir dizi çarşı varmış (Evliya Çelebi, V, 377-379).
Nikola Tesla
Belgrat’a giriş yaptık. O kadar da albenisi yok girişin. Yüksek yüksek binalar, üstümüze üstümüze geliyor gibi. Şehir merkezine girince solda Nikola Tesla Müzesi var. Müze solumuzda kalıyor. Nikola Tesla; dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir mucit. Uzaktan kumandanın telsizin mucidi.
Biraz ileride yine solda terazije meydanı var. Adını Türkçe ’den alan meydan. Kentin su ihtiyacını karşılamak için 1840’larda Osmanlı oraya bir çeşme yaptırmış. Kulesi de olan bir çeşme. Türkler tarafından dikilen su kulesi 1860 yılında kaldırılmış ırkçılık bu kadar kötü bir şey. Yerine aynı işi yapacak olan Terazije çeşmesi inşa edilmiş. Bu meydanın güzelliği, Parlamento binasına, Belediye Sarayına, müzelere, kafelere hatta Aziz Sava kilisesine yakın olmasından gelirmiş. Bizler zaman sıkıntısından dolayı, şehir merkezini gezemeden, o güzelliklerle tanış olamadan, oraları fotoğraflayamadan doğru Sava Nehrine indik.
Tekne Turu
Sava nehri üzerindeyiz. Sava Nehrinin Tuna Nehriyle buluşup çoğaldıkları yere kadar ilerledik. Sağ tarafımızda Belgrad kalesi bütün heybetiyle karşımızda duruyor. Yüksekte. “Tuna Nehri akmam diyor, kenarımı yıkmam diyor, Şanı büyük Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor.” Marşının doğum yerindeyiz. Heyecanımız dorukta. Yüzlerimiz gülüyor. Deklanşöre basan basana. Plevne kahramanı Osman Paşa’yı ve çerilerini düşünüyoruz. Az askerle, Ruslara kök söktüren Osman Paşa’yı. Savaştan sonra Rus komutanın ayakta karşıladığı, kalkan ve kılıcını kendisine iade ettiği Osman Paşa’yı. Mahmut bey oturmuş teknenin öbür ucuna aynı şeyi düşünüyor olmalı, nehre bakıyor. Zaman tüneline tek başına girmiş tarihe yolculuk yapıyor olmalı. O kadar yoldan sonra tekne turu çok iyi geldi. Teknede çay içenlerimiz de oldu. Plastik bardakla servis ediyorlar. Ben ve Ayhan almadık çaydan. Ayhan Fatma Mıdığı da uyardı; “Plastik bardakla servis edilen o çayı içmesen daha iyi olur, sağlıksızdır.”
Belgrad Kalesi
Anahtar Terslim Anıtı
Tekne turundan sonra fazla oyalanmadan hızlıca otobüse geçtik. Belgrad Kalesine yakın bir yere park ettik. Oradan kaleye yürüyerek gidiyoruz. Knez Mihailova caddesi. Trafiğe kapalı bir cadde. İğne atsanız yere düşmeyecek derler ya, işte o cinsten... Bu caddenin insansız bir anını yakalayana ödül vadedilmiş. Ancak vadedilen ödülü bugüne kadar alan olmamış. Sağlı sollu alışveriş merkezleri var. Restoranlar var. Ara sokaklar da kanlı canlı. Berlin’de trafiğe kapalı böyle bir cadde maalesef yok.
Kaleyi gezdirecek olan Belgradlı rehber meydana girer girmez bizi karşıladı. Hemen başladı anlatmaya. Türkçesi o kadar düzgün değildi ama anlaşılıyordu. Esprili bir kişilik.
“Kale, MÖ 279 yılında Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus tarafından inşa edilmiştir.
Belgrad Kalesi’nin bulunduğu alana “Kalemegdan” (Kale Meydanı) denir. Osmanlıdan kalma bir isimdir.
Şu gördüğünüz anıt, Osmanlı’nın, 6 Nisan 1876 tarihinde, Belgrad ile iki kalenin daha, (Smederevo, Šabac ve Kladovo) anahtarlarının Sırplara teslim edildiği yere dikilmiştir. Gördüğünüz gibi yatay bir mermer üzerine yazılmış yazılacak olan. Olayın 100. yılı sebebiyle anahtar değişiminin yapıldığı alana kurulan bu anıt önemli bir olayı gelecek nesillere aktarmak üzere koruma altında tutulmaktadır. Anıt 1967 yılında büyük bir kutlama ile Kalemeydan Parkı içine dahil edilmiştir.”
Yani orada rehberi dinlerken anahtarları teslim törenini sanki biz ediyormuşuz gibi yüreğimiz sızlamadı desem yalan olur.
Fransız anıtı
Hemen ileride solda bir anıt daha var. Fransız anıtı. Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında Sırbistan’a yaptığı destekler ve dostluk anısına 1930 yılında Fransa’ya Şükran Anıtı (Monument of Gratitude to France) olarak dikilmiş. Anıtın merkezinde elinde kılıç tutan kadın figürü, savaş sırasında Sırplara destek veren Fransa’yı betimlemekteymiş.
Bosna savaşı sırasında Fransız medyası Sırpların yaptığı katliamlarla ilgili, Sırp karşıtı haberleri vermek zorunda kalınca ve NATO da aynı sebepten dolayı bombalama yapınca (1999) Fransa ile olan dostluğu bitirmişler.
Ve Kalemeydan Parkı içinde bulunan heykel siyah bir kumaş ile örtülmüş ve “Artık var olmayan Fransa’nın sonsuz zaferi” yazan bir tabela da heykelin önüne konmuş. Tabii bu durum çok uzun sürmemiş ve 2000 yılında kurulan hükümet ile Sırbistan-Fransa ilişkileri tekrar iyileşmiş ve heykel orijinal görüntüsüne dönmüş.
Kaleye Giriyoruz
Belgrad kalesinin iç ve dış surlarında toplam 23 kapı bulunmaktaymış. Surların bazı bölümleri ve kapıların çoğu yıkılmış. Bugün on kapı yerlerini muhafaza edebilmiş.
Belgrad Kalesi’ne giriş çıkışı sağlayan kapılardan birinin adı Stambol Kapija yani İstanbul Kapısı. Surlarla çevrili alana bu kapıdan giriliyor. Ve işte buram buram Osmanlı kokan Belgrad Kalesi. Kim bilir daha kimler geldi kimler geçti buradan.
Saat kulesini geçince, karşımıza “Mora Fatihi” olarak bilinen Damat Ali Paşa’nın türbesi çıkıyor. Aynı zamanda burada, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın 1578’de yaptırdığı bir de çeşme bulunuyor. Sırp olarak doğan Sokullu Mehmet Paşa Osmanlı döneminde devşirme olarak Edirne Sarayına getirilmiş, Enderun’da yetiştirilmiş ve devletin değişik kademelerinde Osmanlı’ya hizmet etmiş ve vezirliğe kadar yükselmiş. Çeşmenin yanında bir de dut ağacı var. Bu dut ağacına ve çeşmeye Sokullu Mehmet Paşa’nın adı verilmiş. “Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi.”
Tuna ve Sava nehirlerinin üzerinde biraz önce tekne ile tur attık, iki nehrin birbirleriyle kavuşmalarının sevinçlerine şahit olduk.
Kaleden, on ülkeye hayat veren, Tuna ve Sava nehirlerinin birbirleriyle kavuşmasına, cilveleşmesine, sarmaş dolaş oluşuna ve evliliklerine şahit oluyoruz. Sonra da çoğalarak Karadeniz’e doğru tüm hızlarıyla yol alıyorlar. Elele tutuşup da Karadeniz’e doğru yol alışlarının coşkusuna şahit oluyoruz ve bu coşkuya el sallayarak eşlik ediyoruz. Karadeniz ile tevhid olmak için bu kadar acele ediyor olmalılar. Evet 2800 kilometre uzunluğu olan o zorlu yolu sadece Karadeniz ile tevhid olmak için katediyorlar. Tuna, Osmanlı Türklüğünün bağrından akan bir nehirdir. Nereden dinlerseniz dinleyin, Tuna size, tarihin derinliklerinden o kılıç şakırtılarının çağıltısını getirecektir. Akınlar, zaferler ve bozgunlar! Ve hepsinin peşinden, ileri veya geriye doğru, bitip tükenmeyen göçler!
İstanbul Kapısı
Kaleye İstanbul Kapısı’ndan girdik. Kale bizleri askeri törenle karşılıyor gibi. Solda o günden kalma silahlar görünüyor.
Kapısının hemen önüne, Orta Çağ’da cezalandırma amacıyla kafa ve kolların geçirilerek bağlandığı ahşap bir işkence aleti var.
İç surların dışındaki ikinci halkada yer alan İstanbul kapısı, Belgrad kalesinin ana giriş kapısı ve en büyüğüymüş. Simetrik bir yapı olan kapının iki tarafında kale muhafızları için odalar bulunuyor. Bir tanesinde eski haritaların satışı yapılıyor.
Kale kapısının kemerine sultan tuğrası yerleştirilmiş, sonra Sırplar on u sökmüş yerine Sırbistan’a ait çift başlı kartal arması yerleştirmişler. Biz tarihe tanıklık eden ne var ise onları insanların intifadasına sunmak için canhıraş çalışıyoruz, Sırplar ise o belgeleri yok etmekle meşguller. Sırp olmak kolay değil…Mehter marşı ile karşılanıyoruz İstanbul kapısında sanki:
“Ceddin deden, neslin baban
En kahraman Türk milleti
Orduların, pek çok zaman
Vermiştiler dünyaya şan
Türk milleti, Türk milleti
Aşk ile sev milliyeti
Kahret vatan düşmanını
Çeksin o mel'un zilleti”
Rehber önde, bizler ellerimizde tuğlarımızla içeriye girdik. Mora Fatihi olarak bilinen Damat Ali Paşa karşıladı bizi. 1716 yılında, Tuna nehrinin kıyısında, Avusturya ordusu ile yapılan savaşta askere cesaret vermek için ön saflara atılmış ve alnından vurularak şehit düşmüş. Naaşı, Belgrad’a getirilerek Kale içinde yapılan bu türbeye defnedilmiş. Yanında iki paşa daha var. Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa. Selam verdik onlara, kısa bir sohbetten sonra yolumuza devam ettik. Ne saadet.
Gökyüzü de bu hürmete, saygıya gözyaşlarıyla eşlik etti. O kadar ki, biz oradan ayrılıncaya kadar göz yaşları hiç dinmedi, göz pınarları kuruyacaktı neredeyse, sevinç gözyaşlarıydı bunlar. Meğer kale, 1521 yılından beri bizleri beklermiş.
Biraz daha ilerledik, hafif tepemsi bir yere çıktık. Fikirtepesi derlermiş o tepeye. Fikir Tepesinden Tuna kıyılarına bakıyoruz.
Belgrad rehberimizin anlattığına göre; Belgrad, 1521’den itibaren 347 sene Türk kalmış. Asırlar sonra iç karışıklar başlamış. Ali Rıza Paşa da yapılan anlaşmalarla kale anahtarlarını Prens Mihailo’ya teslim etmiş. Bu haber içimizi acıttı (1868). Acı ama gerçek.
Göklerin daha fazla gözyaşı dökmesine ve ıstırap çekmesine gönlümüz razı olmadı, vedalaştık kale ile. Her birimiz ayrı ayrı vedalaştı. Bazı arkadaşlarımızın vedalaşması uzun sürdü. İkişer üçer gruplar halinde terk ettik kaleyi. Zeynep hanım, suna hanım ve ben gözyaşı sağanağının altında ıslanmanın verdiği mutlulukla ilerliyoruz çıkış kapısına doğru. Fahri bey ve eşi şemsiyenin altındalar, aheste aheste ilerleyerek gezinmin tadına varıyorlar.
Knez Mihailova caddesine ulaştık. Gökyüzü de gözpınarlarının kurumasından mıdır bilinmez, şöyle bir yüzünü gösterdi ve ayrıldı bizden.
Biraz sonra sağa döndük, hemen 50 metre kadar ilerde sağda baklavacı dükkânı var. Kaleye giderken bellemiştik orayı. Baktık herkes orada. Belgrat’ta baklavacı. Antep’ten gelmişler. “Ekmek parası, rızkımız buradaymış” diye kederlendi garsonluk yapan kız. Kaderin sürükleyip Belgrat’a getirdiği gurbetçiler bunlar. Bizleri de Berlin’e sürüklemedi mi aynı kader? Aşağıda solda, otelin altında bir de restoranları varmış. İşleri iyiymiş. Güler yüzlü şen şakrak insanlar. Çayımızı içtik, baklavamızı yedik, Berlin’de yediğimiz baklavalarla kıyas yaptık... birbirimize ikramlarda bulunduk, “Bunlar benden…Yok olur mu öyle bunlar benden olsun.” Türk Milletinin ikram severliği her yerde devam eder. Onun özelliğidir ikramda bulunmak. Gezilerin en güzel ve anlamlı olan özelliklerinden biri de kaynaşmaktır, paylaşmaktır, yeni yeni dostluklar kurmaktır. Sadece eşleriyle birlikte olmayı yeğleyenler de olur böyle gezilerde. Onlar gruba fazla karışmazlar. O da onların tercihidir. Ama tercih edilmemesi gereken bir tercihtir.
Ve doğru otobüse. Geç kalırsak Recai ve Mıdık ceza kesebilirler. Geç kalan, geç kalma süresine göre en az beş Euro ceza ödüyor. Kural böyle.
Müslümanların Durumu
“Sırbistan topraklarına İslamiyet, ilk olarak Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da sürdürdüğü fetih politikaları ile 14. yüzyılın sonlarında ulaşmıştır. 15. yüzyıl boyunca devam eden fetihler sonrasında yürütülen iskân politikasıyla bölgeye on binlerce Müslüman yerleştirilmiştir. Aynı zamanda Hristiyan halktan da İslamiyet’i tercih edenler olmuştur. Sırbistan’ın özerkliğini kazandığı 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren yüzyıl boyunca yaşanan toprak kayıpları ile bölgede yaşayan Müslüman ahali ve özellikle Türkler, zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. Bilhassa 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından bu süreç hız kazanmıştır. Bu süreçte Sırplar, ele geçirdikleri yeni topraklarla birlikte bölgedeki Türk-İslam varlıklarını büyük oranda tahrip etmişlerdir. Ülke toprakları içerisinde Osmanlı döneminden kalan yüzlerce kültür varlığından çok azı günümüze ulaşabilmiştir.
Sırbistan’da yaşayan Müslümanların sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte, ülkede en az 200 bin Müslümanın bulunduğu tahmin edilmektedir (2024). Bunların büyük bir çoğunluğu Boşnak olup, bir kısmı da Arnavut’tur. Ülkedeki sayıları tam olarak bilinmeyen Romanlar içerisinde de hatırı sayılır miktarda Müslüman bulunduğu bilinmektedir.
Ancak 90’lı yıllarda yaşanan Bosna savaşı ve Boşnak Müslümanlarına uygulanan soykırım sürecinin açtığı derin yaralar, Sırbistan devleti ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerin seyrinde halen etkilidir. Öte yandan dinî eğitim ve siyasî temsil başta olmak üzere, Müslümanlarının birçok sorunu acil çözüm beklemektedir.”
Devam edecek
BALKANLAR GEZİSİ (lV)
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024-
-Belgrat’a kadar gelmişken, Karlofça’ya uğramadan geçip gitmek olmazdı. Tarihle yüzleşmemiz gerek dedik ve sabah erkenden yola koyulduk. Antlaşma çadırda yapılmış. İmzalar dört ay sonra ancak atılabilmiş. O çadırın yerine sonradan şapel yapmışlar.
Devlet-i Âliye, anlaşma için masaya oturduğu o çadırda ilk kez toprak kaybetmiş. Hem de ne toprak. Bulgaristan’dan beri Uçsuz bucaksız ovalarda yol alıyoruz. Verimli araziler. Bilinçli olarak tarım yapıldığı besbelli. Meyve ağaçları, rüzgârın hafif hafif okşadığı buğday tarlaları. Hayran oluyoruz. Türkiye’nin en verimli ovaları maalesef yerleşim alanı, sanayi alanı olarak imara açılıyor. Balkanlarda benzer arazilere çivi bile çakılmamış-
Karlofça (Sremski Karlovci)
Karlofça Belgrad ile Novi Sad arasında yer alan bir kasaba. Belgrad’a yaklaşık bir saatlik mesafede.
Şehrin girişinde hemen sağda otopark var. Aracımızı oraya Park ettik. Parkın bir köşesine masalar kurmuşlar ve üzerine bal ve meyve koymuşlar, satıcılar arkada duruyor. Sadece duruyorlar, bizim oralardaki gibi “Buyurun, balımız gerçek baldır, meyvelerimiz dalından koparıldığı gibi tazedir…” gibi tezvirat yapmıyorlar. Karlofça, balıyla ve meyvesiyle meşhur olan bir kasaba imiş. Bir kavanoz bal aldım ve Recai’ye teslim ettim. Sağ olsun o da Belgrat’ta sabah kahvaltısında arkadaşlara ikramda bulundu. Öyle ahım şahım değildi ama, adı baldı.
İkişerli üçerli sıralar halinde yürüyerek ilerliyoruz Karlofça Meydanı’na doğru. Meydanın etrafı tarihi binalarla çevrili. Açık hava müzesi gibi. Tam ortada bir çeşme var. Aşk çeşmesiymiş adı. O çeşmeden içen, Karlofçalı bir kızla mutlaka evlenirmiş. İçtik o sudan ama öyle bir şey olmadı. Etrafta insan yok ki, kız nereden gelsin. Her yerde olan batıl inançlar Karlofça’ da da var.
Hemen solda Katedral var. O gün Paskalya bayramı imiş. Fatma Mıdık ile beraber içeriye girdik. İçerisi kalabalık, herkes huşu içinde. Görevli papaz dua ediyor. Aslında papazlar grubu demek lazım. Duaya biz de katıldık. Papazlar dışarıya çıkarken cemaat elleri önden bağlı olduğu halde hafif eğilerek onlara yol verdiler. Din adamına gösterilen saygı. Önemli bir gelenek. Hoşuma gitti. Din adamına saygının olmadığı yerde Yaratan’a ve yaratılmışlara da saygın kalmaz. Bugün maalesef bu erozyona şahit oluyoruz.
Papazlarla ayak üstü tanıştık. Türkiye’den geliyor olmamız dikkatlerini çekti. Sonra müsaade alarak fotoğraflarını çektik. Benim arzum birkaç da soru sormaktı ama arkadaşlar çoktan meydandan uzaklaşmıştı. Bizden başka Katedrale giren de olmamış.
Fatma Mıdık, “hocam röportaj uzun sürer.” dedi. Haklıydı Mıdık. Ve ayrıldık oradan. Meydanın üst tarafında dil okulu var. Dünyanın her yerinden dil öğrenmek için buraya gelirlermiş. Halen devam etmekteymiş bu gelenek. Küçücük bir kasabada ve uluslararası üne sahip bir dil okulu. Örnek alınması gereken bir durum.
Fotoğraflarımızı çektikten sonra grubun arkalarından yola devam ettik. Meydanın sonundan sola dönmüşler ve tepeye doğru tırmanıyorlar. Ulaştık onlara hatta onları geçerek havamızı da attık. Sokaklar daracık daracık. Evler bir ve iki katlı, önlerinde bahçe var. Bir evin bahçesindeki güller dikkatimiz çekti. Kokusu burnumuza kadar geliyor. Ne güzel. Hemen daldık gül bahçesine. O güzelim kokuyu ciğerlerimize doldurmayı ve fotoğraflar çekilmeyi de ihmal etmedik.
Antlaşmanın yapıldığı yerde bugün bir şapel var. Solda tepenin üstünde. Karlofça’ya nazır bir tepe.
Bizi yanında görünce şapelin eli ayağına dolaştı, o kadar mahcuptu ki bize karşı, sanki o antlaşmanın bilerek ve isteyerek yapılmasına sebep olmuş gibi hissediyormuş kendisini. “Ben böyle bir antlaşmanın yapıldığı yer olmaktan utanç duyuyorum, keşke elimden bir şey gelse de o Devlet-i Âliye’nin adaletini Balkanlara tekrar getirebilseniz” diyordu lisân-ı haliyle. “Özledik o günleri” diye de devam ediyordu konuşmasına. Adeta günah çıkartıyordu. Besbelli o da çok acı çekmiş, insana insan olduğu için adalet ile muamele eden Osmanlı gitmiş, yerine, adını tarihe soykırımlarla, engizisyonlarla yazdırmış olan o bildikleri yönetim gelmiş.
Onların tekrar gelmesiyle soykırımlar yeniden hortlamış. Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara zulmedilmeye başlanmış. Burunlarının dibinde Bosna’da Bulgaristan’da yaşananlar gözlerinin önünden hiç gitmezmiş.
Elbisesi eski püskü, etekleri ise yerlerde sürüne sürüne paramparça olmuş. Kendisiyle hesaplaştığı her halinden belli oluyor. Kol kola girerek kendisiyle hatıra fotoğrafı çekilmemiz onu çok mutlu etti.
Osmanlılar buraya Kanuni Sultan Süleyman zamanında gelmiş, ondan önce burada Avusturya-Macaristan Krallığı yaşam sürüyormuş. Osmanlı burayı yurt edinmiş, yatırımlar yapmış buralar. Camisiyle, kervan sarayıyla, medresesiyle… imar etmiş buraları, ancak bugün o eserlerden geriye bir çivi bile kalmamış. Karlofça’ya Osmanlı hiç uğramamış gibi. Hepsini yakıp yıkmışlar. Antlaşmanın yapıldığı yerdeki çadırı da yıkıp yerine şapel yapacak kadar ileri gitmişler. Huylu huyundan vaz mı geçermiş…
Karlofça Antlaşması 1699
Karlofça anlaşmasını bizlere hezimet olarak öğrettiler okullarda, bir utanç belgesi olarak öğrettiler. Zihinlerimize böyle nakşedildi. Halbuki Karlofça Antlaşması 16 yıl süren bitirici ve tüketici savaşlardan sonra yapılmış. Osmanlı Devleti, Viyana Kuşatması’nın arkasından (1698) peş peşe uğradığı yenilgilerle tarihinin en ağır kayıplarını vermiş. Hazine de tam takır ol muş. Geriye tek seçenek kalmış anlaşma yapmak. O da onu yapmış. Kendisini bir anda Karlofça’nın eşiğinde buluvermiş.
Şimdi öğreniyoruz ki; Osmanlı’nın biraz nefes alabilmek için, kendine gelebilmek için mecburen yaptığı bir anlaşmaymış Karlofça. Karşısında dört devlet var kutsal ittifak oluşturmuşlar; Avusturya, Venedik, Polonya ve Rusya.
Anlaşma süresince onurunu hep korumuş Osmanlı. Hiçbir zaman dizinin üzerine çökmemiş, hiçbir zaman yalvar yakar olmamış.
Önemli olan şu ki; Karlofça Antlaşmasına kadar Osmanlı Devleti hiçbir devletle anlaşma için masaya oturmamış. Bazen yenilmiş, ancak o zaman dahi ateşkes yapılmış ve barış antlaşması yapılmamış. Politika şöyle: “Burasını ben nasıl olsa günün birinde geri alacağım.”
Rami Mehmet Paşa
İlk defa Karlofça’da Osmanlı ateşkes ile yetinmemiş ve barış masasına oturup kıran kırana bir pazarlığın içine girmiş. Ancak bu konuda yetişmiş diplomatları yokmuş. Rami Mehmet Paşa heyetin başına getirilir. Paşa bürokrasideki başarısı ile tanınan bir üst düzey bürokrattı.
Devletin gizlisini-çıktısını iyi bilen ve adeta Osmanlı devletinin kilit taşlarından biridir. Heyet başkanı olarak bir anda kendisini Karlofça’da bulur. Hazırlıklarını yapar ve yola çıkar.
Barış görüşmeleri için, Avusturyalılar kendi taraflarında bir yer isterler. Rami Mehmet Paşa itiraz eder ve ‘Hayır!’ der. Barış ancak tarafsız bir bölgede yapılabilir. Dolayısı ile sınırda bir yerin bulunması gerekir. Sınırda olan yer Karlofça’dır. Tam Osmanlı ve Avusturya sınırında bulunan bir kasabadır Karlofça.
Osmanlı tarafı, yanında getirdiği alt yapı ekibiyle oraya bir müzakere çadırı kurar. Bu müzakere çadırı bir Osmanlı icadıdır. Çadırın içerisine de bir müzakere masası yapılır. Yuvarlak bir masa. Bugün hala kullanılan yuvarlak masa ilk defa Karlofça’da, Osmanlı inisiyatifi ile gerçekleşmiştir. Bu yuvarlak masanın dış tarafında ve iç tarafında oturma yerleri vardır. İç tarafta Osmanlı heyeti, dış tarafında diğer dört devletin temsilcileri oturur. Çadırın dört kapısı vardır. Sabah zil çalındığında kapılar açılır ve her devletin temsilcileri kendi kapılarından içeriye girerler ve kendilerine ait yerlere otururlar. Tam karşılarında Osmanlı müzakere heyeti vardır.
Osmanlı Stratejisi
Dört ay devam eden bu müzakereler birkaç kez kesilme noktasına gelmiştir. Gerçekten zorlu bir süreç. Osmanlı ilk defa bu kadar büyük bir toprak parçasını düşmanlarına kendi isteğiyle veriyor. Strateji şöyle: Kaybedilmiş olan, işgal altında olan yerlerden ne kadarını kurtarabiliriz, geriye ne alabiliriz? Osmanlı’dan daha çok toprak ve tazminat alacakları ümidiyle masaya oturanlar istediklerini alamamışlardır.
Bundan sonraki Osmanlı stratejisi Karlofça’nın bir son değil, bir yeni başlangıç olduğunu bize gösterecekti. Nitekim 1739 yılındaki Belgrad Antlaşması’na kadar geçen kırk yılda Osmanlı Devleti, Karlofça Antlaşması ile bıraktığı toprakların bir kısmını geri almayı başarmıştır.
Novi Sad
Yeni bahçe anlamına gelen Novi Sad, Sırbistan’ın ikinci büyük yerleşim alanıymış. Novi Sad’ın en meşhur caddelerinden biri Jovan Jovanovicmiş. Cadde, adını, oldukça popüler olan çocuk şairi Jovan Jovanovic’ten alıyormuş. Meydanda bir de heykeli var. Meydanın çevresi tarihi eserlerle, tarihi yapılarla bezenmiş. Meydanda bir saray dikkat çekiyor. Geçmişte o meydanda bir Katedral varmış. Katedralin din adamı işte bu sarayda kalırmış.
Novi Sad’ın bu güzel havası, özellikle 19. yüzyılda herkesi etkilemiş olacak ki Sırbistan’ın kültür başkenti ilan edilmiş ve bugün de burası Sırbistan’ın Atina’sı olarak isimlendiriliyormuş. Yağmur birden bastırınca sığınmak için bir saçak altı aradık ve biraz sonra bulduk. Rahmetten de kaçmamak gerek. Otobüs gelinceye kadar orada beklemeye koyulduk.
Karşıda bir market var. Şemsiye almamız lazım. Bazı arkadaşlarla gittik oraya ve şemsiyelerimizi aldık. Arkadaşlara vermek için birkaç tane de fazla aldık. Sonra hiç kullanamayacağımız şemsiyeler oldu bunlar. Ekrem de otelde kullanmak için beyaz renkli bir terlik almış. Ödemeleri Mıdık yaptı. Kart ile ödeme yapılıyor. Sırbistan parası bozdurmamıştık.
Petrovaradin ve Kalesi
Yine Osmanlı’nın izlerinin bulunduğu bir başka kasaba olan Petrovaradin’deyiz şimdi de. Osmanlı 1699 yılında Karlofça Antlaşması’nı imzaladıktan sonra buraları hep Haçlılara bırakmış. Ama daha sonra tekrar yerel halk bu toprakları kendi bünyesine almayı başarmış.
Meşhur Petrovaradin Kalesi. Tuna Nehri boyunca inşa edilmiş. Oldukça büyük olan bu kale bugün bile hala sapasağlam ayakta duruyor. Kale çok güzel bir noktaya kurulmuş. Merdivenlerle çıkılıyor zirveye. Tuna Nehri’ni buradan seyretmenin başka bir zevki var. Ayaklarımızın altında. Dümdüz bir ova yorgan gibi yayılmış duruyor aşağıda.
Yemekleri çok lezzetli olurmuş kalenin. Servis tabakları da kendine özelmiş. Biz maalesef burada sadece kahve içebildik, yemek yiyemedik. Çünkü arkadaşlarımızın bir kısmı kaleye çıkmayı göze alamadı, otobüste kalmayı yeğlediler. Onları fazla bekletmemek gerekiyor. Belgrat’a geldiğimizde daha akşam olmamıştı. Antepli hemşerilerimizin mekanına geldik, yemeklerimizi yedikten sonra otelimize döndük. Sabah Bosna var hedefimizde.
Karlofça Antlaşması maddeleri
1. Mora Yarımadası ve Dalmaçya Venediklilere bırakılacaktır.
2. İnebahtı Kalesi Osmanlı Devleti’ne geri verilecektir.
3. Ukrayna ve Podolya Lehistan’a bırakılacaktır.
4. Osmanlı Devleti, Kırım hanlarının Lehistan’a saldırmalarına engel olacaktır.
5. Banat ve Temeşvar hariç Macaristan ve Erdel Avusturya’ya bırakılacaktır.
6. Avusturya, Osmanlı Devleti egemenliği altında yaşayan Katoliklerin hamiliğini üstlenecektir.
7. Sava Nehri Avusturya ve Osmanlı Devleti arasında sınır olacaktır.
8. İmzalanan bu antlaşma 25 yıl boyunca geçerli olacak ve Avusturya antlaşmanın garantörü olacaktır.
Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki topraklarından vazgeçmek zorunda kaldığı, karşı ülkelerinse muhtemelen bayram yaptığı o yerleri görmek sizlere neler hissettirir bilemiyorum. Ama Balkanları imkânı olan herkesin görmesi gerektiğini biliyorum. Osmanlı türedi bir devlet değildir. Bilhassa Avrupa’da yaşayan Türkler izine giderken Balkanları öylesine geçip gitmemelidirler. 24 saatte Kapıkule’ye vardım diye övünmenin kimseye faydası yoktur. Çocukça bir şeydir. İzinlerimizin en az bir haftasını Balkanlara ayırmamız gerekir. Oralardaki yaşanmışlıkları yerinde görmek için bu yapılmalıdır. Geleceğimizi inşa ederken o yaşanmışlıkların ışığında adım atmamız gerekir.
Devam edecek
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder