24 Kasım 2010 Çarşamba

YAKIŞIYOR MU BU, İSTANBUL'UN SİLUETİNE?

Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
YAKIŞIYOR MU BU, İSTANBUL'UN SİLUETİNE?


Türk Eğitim Derneği ve Berlin Veliler Topluluğu'nun üyelerinden oluşan 17 kişilik bir grupla İstanbul'a uçtuk. Uçuş saati 12.40. İki saat önce çek-in yapmamız gerekiyor. Hava alanında buluşma saatini 12.00 olarak belirledik. Alana en son Ali Aksoy geldi. Peronu bulamamış.

Saat 18.00'de İstanbul'a indik. Otobüsümüz bizi direkt otele götürdü. Seyahat acentesi otelin 3 yıldızlı olduğunu söylemişti ama otel iki yıldızlı çıktı. Otel Aksaray'daydı, yıldızını fazla sorun yapmadık: Çünkü çok yorgunduk ve karnımız da açtı. Yatmadan önce az da olsa İstanbul havası almadan da olmazdı. Ali Aksoy'un tercihine itibar ederek hem İstanbul'un havasını koklamak hem de yemek için Hataylı Habeş Restoran'a doğru yaya olarak yola koyulduk.


Caddeler seyyar satıcılarla dolmuş da taşmış, geçmek mümkün değil. Arabı, Afrikalısı, Uzak doğulusu, Asyalısı tezgâh açmış Aksaray caddelerine, caddeler rengârenk. Kimisi tekstil, kimisi hediyelik eşya, kimisi ayakkabı, kimisi çakmak, kimisi tatlı, kimisi lahmacun, kimisi kuruyemiş, kimisi meyve, kimisi kestane satıyor, turşu satanlar bile var. Ana-baba günü. Bağırıyorlar, caddede dükkânları olan esnaf da bağırıyor: "Ucuzluğa gelin ucuzluğa, batan geminin malları bunlar", "Buyur abicim yemeklerimiz taze, "Buyur abi, buyur kardeş", cıvıl cıvıl ortalık. Alışık olmadığımız bir manzara. Daha doğrusu unuttuğumuz manzaralar bunlar. Belki gürültü kirliliği demek daha doğru olacak. Hayranlıkla seyrediyoruz satıcıları. Belli ki herkes ekmek parası peşinde. İlk önce yadırgadık bu durumu ama kısa süre sonra alıştık. Her gün festival gibi, şehir sabaha kadar canlı.
Bizimkiler hemen kararlarını verdiler, "Bunlar vergi de vermiyorlardır".

Yolda karar değiştirdi Ali Aksoy, "önce Hataylı Habeş Restoran'ın hemen yanındaki işhanının üst katına çıkılacak ve fast-food seçeneklerine bir bakılacak, uygun bir şeyler bulunursa akşam yemeği ucuza kapatılacaktı." Asansörle çıktık binanın terasına, arkadaşlardan bazıları kıtlıktan çıkmış gibi, hemen oradaki İskenderciye attılar kapağı. Bazıları da sulu yemek peşine düştüler.

Ancak, burası bizi açmadı, herkes elinde ne kaldıysa onu satıp evine gitmek telaşında gibi geldi bize ve birkaç arkadaşla birlikte geriye, restorana döndük. İstanbul'un bu ilk gününde midemizi bozmanın anlamı yoktu.

Hataylı Habeş'e yemeklerimizi ısmarlamıştık ki, sulu yemek peşine düşenler de peşimizden geldiler. Bu tercihin sebebini arkadaşların aralarında yaptığı münakaşadan anladık; "Yaaa adamlar durdukları yerde neden yemekleri % 10 indirimli versinler, demek ki yemekler bayat, onun için adamlar bize indirim teklif ediyorlar," diyordu Hikmet Yılmaz Serkan Saral'a. O da onaylıyordu, "evet doğru söylüyorsun". "Adamlara bak yahu, daha ilk günden bizi kazıklayacaklar, alnımızda keriz mi yazıyor bizim" diye efelenmeler de olmuyor değildi bu arada.

Hataylı Habeş'in yemekleri fevkalade lezzetliydi. Biz de aç gözlülük yaptık herhalde, yemek öncesi menüleriyle midemizi doyurunca, ana yemeğe fazla yer kalmadı. Kalmadı kalmasına da kebapları da reddetmek mümkün değildi. Önceden sipariş ettiğimiz künefeler de gelince... Sabaha kadar bir o yana bir bu yana dönerken uyuyamadık haliyle o gece.


Dolma Bahçe Sarayı

Sabah saat 9.00'da otobüs bizi otelden aldı. Mihmandarımız Muhammed Bedük Bey başladı anlatmaya İstanbul'u. İlk durağımız Dolma Bahçe Sarayı oldu. Atatürk'ün 9'u 5 geçe yaşamını yitirdiği saray burası. Sultan l.Abdülmecid'in borç alarak yaptırdığı saray. Avrupalı'nın Osmanlı'ya hasta adam dediği yıllarda yapılmış. Kanıtlanmak istenmiş bu sarayla Osmanlı'nın hasta adam olmadığı, dimdik ayakta durduğu. Süslemeleri altın yaldızla yapılmış. Avizeler Fransız ve İngiliz kristali. Devasa büyüklükte avizeler, en büyüğü 4,5 ton ağırlığındaymış.
dolmabahce.a.jpg
Saray, İstanbul Boğazı'nın Avrupa kıyısına 600 metre boyunca uzanmakta. Ermeni olan Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843-1855 yılları arasında inşa edilmiş. 5.000.000 altına mal olan Dolmabahçe Sarayı'nda Sultan Abdülmecit sadece altı ay yaşayabilmiş. Saray yapılmış yapılmasına da borç bir türlü ödenememiş.

Rehberimiz Bedük bir ayrıntıya dikkatimizi çekiyor: Zaman II. Abdulhamid zamanıdır. Hasta adamı 33 yıl yaşatan II.Abdulhamid zamanı. Bir gün Teoder Herzl Abdulhamid'e gelir. Osmanlı'nın borçlarını kendilerinin ödeyebileceğini taahhüt eder. Ancak karşılığında Filistin topraklarını ister. Abdulhamid tarihe geçen o ünlü sözünü söyler, "Şehit kanıyla alınan; parayla satılamaz!"
 
dolmabahce1.a.jpg

Dolma Bahçe Sarayı soğuk bir saray. Bu soğukluk Türk mimarisinden, çok az izler taşımasından mıdır? Yoksa Osmanlı'nın yıkılmaya geçtiği dönemde borç alınarak yapıldığından mıdır? Bilemiyorum.

Daha ilk günde ve ilk ziyaret yerinde bir şok yaşadık. Otobüs şirketi bize yeni bir araba göndermiş. Mevcut otobüsü de başka bir gruba kiralamış. Bizden onay istiyor otobüs şoförü. Yeni araba belli ki servis arabası, turizm amaçlı olarak kullanılmıyor, mikrofonu da yok. İtirazımızı yaptık yapmasına da, kalbimiz de elvermedi. Bundan sonra ki günlerde böyle bir olumsuzluk yaşamamak kaydıyla bir günlük olur verirdik. Vardır bunda da bir hayır dedik. Ertesi gün bize 49 kişilik, lüks bir otobüs geldi. Çanakkale yolunda rahat ettik. 17 kişiye 49 kişilik otobüs.

Yuşa tepesi

Rehberimiz Yuşa'nın hikâyesini şöyle anlattı: "Yuşa Peygamber, Yusuf (a.s) neslinden olup, Hz. Musa'nın çağdaşıdır. Hz. Musa'nın Genç Yuşa ile "iki denizin birleştiği yere" kadar yaptıkları tarihi ve gizemli yolculukları ve burada Hızır (a.s) ile buluşmaları Kuran-ı Kerim'de Kehf Suresi'nin 60-65. ayetlerinde anlatılır. Burada, Hz. Musa'nın yanındaki genç adamın Hz. Yuşa olduğu rivayetlerden anlaşılmaktadır. Hz. Yuşa'nın Beykoz Yuşa Tepesi'nde gömülü olduğu şeklindeki inanış, Beşiktaş'ta türbesi bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın sütkardeşi Yahya Efendi'nin (1494-1570) manevi keşfi ile irtibatlandırılarak yaygınlaşmış ve şöhret bulmuştur. Bazı tefsirlerde Yuşa (a.s)'nın, Musa (a.s)'nın vefatından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Hz. Musa'nın yeğeni ve yardımcısı olduğu, Hıristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşû dedikleri nakledilir."

Kabrin uzunluğu 10 metredir. Sebebini sorduk, ama aldığımız cevap o kadar da doyurucu olmadı. "Kabir keşfedildiğinde o uzunluktaki alana koyunlar ayak basmamış, sadece etrafından dolaşmış." Demek ki mevtanın boyu bu kadar olmalı diyerek, koyunların ayak basmadıkları o yerleri mezar haline getirmişler.

Çoğu kadınlardan oluşan ziyaretçileri oldukça fazla, herkes onu vesile kılarak Allah'a ulaşmak istiyor. Kimi ziyaretçiler demir parmaklıklara ellerini sürüyor, kimileri de demir parmaklıkları öpüyor. Diyanet işleri Başkanlığı'nın, "yatırları aracı kılarak dua yapmayın...", şeklindeki yazılı uyarısı kapıda asılı ama o uyarıyı dikkate alan bile yok.

Çamlıca tepesi
Yuşa tepesinden dönüşte Çamlıca tepesine çıktık. Çamlıca tepesi şairlerin şiir yazdığı İstanbul'a hakim bir tepe. İstanbul oradan muhteşem görünüyor. Çamlıca tepesinde çay bir başka keyifle içiliyor. İstanbul 7 tepe üzerine kurulmuş bir şehir derler ya, işte bu tepelerden birisi Çamlıca tepesi. Eğer İstanbul'u Çamlıca tepesinden seyretmediyseniz İstanbul'un güzelliğini görmüş sayılmazsınız. Yeditepe üzerine inşa edilen bu şehre, değil Türkiye'nin, dünyanın gözbebeği demek fazla abartılı olmaz. Çamlıca tepesi İstanbul'un tacı gibi duruyor. Üzerinde taşıdığı İstanbul ile tarihe tanıklık ediyor adeta. Öyle ki, bu tepe gün olmuş dinlenmeleri için padişahlara kollarını açmış, gün olmuş kent sakinlerine ev sahipliği yapmış; şairlere, müzisyenlere, ressamlara, yazarlara ilham kaynağı olmuş, hatta âşıkların en mutlu dakikalarını asırlarca paylaşmış onlarla...
 
camlica4.a.jpg

Üsküdar ilçesi sınırlarında yer alan Çamlıca'ya servis arabasıyla gittik. Mikrofonu olmadığı için, rehberimiz konuşmayı kesti, sorduğumuz sorulara da dil ucuyla cevap vermeyi tercih etmeye başladı. Fazla üzerine gitmedik: Çünkü bize, "otobüsü değiştirmeyin, bakınız bu servis arabasının mikrofon bile yok. Ben sesimle para kazanıyorum, sesimi zorlayamam" demişti.

Oldukça dik bir yokuştan sonra bizi ağaçlar içinde eşsiz bir İstanbul manzarası karşıladı. Yorgunluk birden unutuldu. Uzun uzun manzarayı seyrettik. Avrupa yakasını karşıdan seyrediyoruz ve yüksek binalardan yola çıkarak acaba burası neresi, hangi yoldan geldik gibi konuşmalar yapıyoruz aramızda. Bol bol resim çektik.
Hiç o güzelim tepeye baz istasyonu yapılır mı? Yapmışlar işte. İnsanlar duygusuz ve zevksiz olunca böyle oluyor galiba, vahşi kapitalizmin en çarpıcı örneği karşımızda duruyor. Yakışıyor mu bu şimdi İstanbul'un siluetine...
camlicabaz.a.jpg
 
"Eğer hafta sonunda Çamlıca tepesine yolunuz düşerse, gelinleri görürseniz şaşırmayın" diye Çamlıca tepesinin bir başka yönünü anlattı rehberimiz Muhammed Bedük. Tekrar gitmek çok güzel olacak galiba. Özellikle lale zamanı Gülhane-Çamlıca-Emirgan bir başka güzel olurmuş.
Rehberinizin, "toparlanalım arkadaşlar" uyarısıyla daldığınız hayal aleminden irkilerek uyanıyorsunuz. Keşke biraz daha kalabilseydik.

Kız Kulesi
Hedefimiz de Kız Kulesi var. 5 dakika ile tekneyi kaçırdık ve Kız Kulesi'ne çıkamadık, kulenin hikâyesini rehberimizden dinledik. Üç versiyonu var kulenin:
1-İstanbullu bir Rum olan araştırmacı Evripidis'in anlattığına göre önceleri Asya sahillerinin bir çıkıntısı olan kara parçası, zamanla sahilden kopmuş ve böylelikle Kızkulesi'nin üzerinde bulunduğu adacık oluşmuş. Bu adacıktan ilk kez M.Ö. 410 tarihinde söz edilmiş. Bu tarihte Atinalı komutan Alkibiades, Boğaz'a girip çıkan gemileri denetlemek ve vergi almak amacıyla bu küçük ada üzerine bir kule inşa ettirmiş. Sarayburnu'nun bulunduğu yerden, kulenin bulunduğu adaya bir de zincir gerdirmiş, kule böylece Boğaz'ın giriş ve çıkışlarını kontrol eden gümrük istasyonu olarak kullanılmış.
2-Krallardan biri rüyasında kızının 18 yaşına geldiğinde yılan tarafından ısırıldığını ve öldüğünü görmüş. Kızını çok seven kral onu yılandan korumak için bu kuleyi yaptırmış. Yaptırmış yaptırmasına da yine kızını yılandan koruyamamış. Yılan, kıza yiyecek getiren hizmetçinin sepetinin içine bir şekilde girmiş ve kızını ısırmış.
3-Üçüncü versiyon, Battal Gazi Tekfur'un kızına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş. Ancak Tekfur kızını vermemiş Battal Gaziye. Kızını Battal Gazi'den korumak için de bu kuleyi yaptırmış. Ancak Tekfur, Şam seferini tamamlayarak Üsküdar'a dönen Battal Gazi'nin kızı kuleden kaçırmasına yine de mani olamamış.

Otele döndüğümüzde yorgun düşmüştük. Herkes hemen istirahata çekildi. Sabah hedefte Fetih müzesi vardı.

Kahvaltıda, bir gün öncesinin değerlendirilmesi yapıldı. Teklifler alındı ve birinci gün ile ilgili söylenilmesi gerekenler söylenildi. Saat 9.00'da tekrar yola koyulduk. İlk hedef Panorama. Fetih Müzesi de deniliyor buraya, İstanbul'un fethi üç boyutlu olarak canlandırılmış. Sanki savaşın içindesiniz. O kadar canlı ki adeta büyüleniyorsunuz. Arkadaşlar sadece burayı görmek için bile İstanbul'a gelmeye değer diyerek hayranlıklarını dile getirdiler.

Uzun süre kuyrukta beklememek için sabah engeç 9.00'da müzenin önünde olmak gerekiyor.
Müze, 3 bin metrekarelik bir alan üzerine kurulmuş. Müzede resmedilen binlerce figür, izleyenleri Mehter Marşı eşliğinde 29 Mayıs 1453′e götürüyor.
Eski Topkapı otogarının bulunduğu alanda açılan Panorama, 1453 Fetih Müzesi, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u nasıl fethettiğini çarpıcı bir çalışmayla gösteriyor.
 
fetihmuzesi.a.jpg

Merdivenleri çıkarak ulaştığınız alanda, önce açık havaya çıktığınızı sanıyorsunuz, çünkü ilk gördüğünüz şey 29 Mayıs 1453 sabahının gökyüzü manzarası. Hava güneşli, bulutların arasından ışık huzmeleri süzülüyor. Sonra sırayla surları, surlara tırmanan askerleri, süvarileri, Mehter Takımı'nı, İstanbul'u ve bir ağacın altında, savaşın beyin takımıyla birlikte atının üzerinde Fatih Sultan Mehmet'i görüyorsunuz. Bir yandan Mehter Marşı, bir yandan top sesleri ve bir yandan aslına uygun olarak hazırlanmış maket toplar, oklar, kılıçlar, kazma ve küreklerle kendinizi savaşın tam ortasında buluyorsunuz. Az sonra ‘Allah Allah!' nidaları duyacakmış hissine kapılıyorsunuz. Osmanlı'nın İstanbul'a giriş anının heyecanını yaşıyorsunuz.

Böylece, İstanbul'u yeniden fethettikten sonra tekrar yola koyulduk. Hedefimizde Eyup Sultan ve Piyer Loti var.

Merkez Efendi
Rehberimiz yol üzerindeki önemli yerleri anlatarak bizleri bilgilendirmeye devam etti. Merkez Efendi'nin türbesini uzaktan gördük ve ruhuna Fatiha okuduk. Bizans surlarının Mevlanakapısı'ndan çıkınca caddenin karşısındaki semtte, Merkez efendi Mezarlığı ve Merkez efendi Camii. Yavuz Sultan Selim'in kızı Şah Sultan yaptırmış bu camiyi. Merkez Efendi'nin asıl adı, Şeyh Muslihiddin Musa b.Mustafa imiş. 1837'de II. Mahmut bu camiyi yenilemiş.

Merkez Efendi, Kanuni Sultan Süleyman ile harbe gitmiş bir gazi. Aynı zamanda, hekim, din ve tasavvuf alimi olarak da biliniyor. 1463'de Denizli'de doğmuş, İstanbul medreselerinde okumuş, müderrislik yapmış, tekrar İstanbul'a gelerek Sümbül Efendi'ye intisap etmiş. Hafsa Valide Sultan hastalanınca Merkez Efendi 41 çeşit baharattan oluşan meşhur mesir macununu yapmış. Hafsa Sultan bu macun sayesinde şifa bulmuş ve bu macunun herkese dağıtılmasını istemiş. Merkez Efendi de 22 Mart günü, Sultan Camii minareleri ve kubbeleri üzerinden mesir macununu halka dağıtmış. Bu gelenek günümüze kadar gelmiştir. Her yıl 22 Martta Manisa'da mesir macunu şenlikleri yapılmaktadır.

Anıt Mezarlar
Rotamızı Eyup Sultan ve Piyer Loti'ye çevirmiştik ama yakın tarihimize damgasını vuran iki şahsiyeti çiğneyerek geçemezdik: Çünkü Vatan Caddesi üzerinde seyrediyorduk. Adnan Menderes ve Turgut Özal'ın anıt mezarlarıydı bunlar. Fatiha okuduk, dua ettik. Rehberimiz bu iki devlet adamıyla ilgili kısa kısa bilgilendirmede bulundu: Bu devlet adamlarından dördü, kendilerine ciddi bir suç isnat edilemeden idam edilmiş. Yönetime geldiklerinde Türkçe olarak okunan ezanı, Arapça olarak okutmuşlar bunlar. Bu icraatları onları ipe götürmüş olabilirmiş.
Birisinin de ölümü şaibeli imiş, hanımı otopsi yapılmasına bile müsaade etmemiş, hâlâ da etmiyormuş, rehberimiz öyle anlattı. İçimiz burkuldu ve "Allah'ım devletimize zeval verme, iyi niyetli, vatansever devlet adamlarımızı koru, kötü niyetli yöneticilere de fırsat verme" diye dua ettik bu mezarların önünde.

Pierre Loti Kahvesi
Eyüp Sultan Camii'nin hemen yanından teleferiğe bindik. Mezarlıkların üzerinden adeta tırmanarak ulaşıyorsunuz Pier Loti tepesine. Bir yandan Haliç'i seyrediyor, diğer yandan da o ortamın yaydığı mistik havayı soluyorsunuz. Yolun sonunda karşınıza tarihi Pierre Loti Kahvesi çıkıyor. Birkaç yüz yıllık geçmişe sahip kahve, eşsiz manzarasıyla sizi alıp eski zamanlara, Cenevizlilere, Osmanlılara götürüyor... 19. yüzyılın sonlarına kadar Rabia Kadın Kıraathanesi olarak bilinen bu kahve, Fransız yazar Pierre Loti burayı mekân tutmaya başladıktan sonra Pierre Loti Kahvesi olarak anılmaya başlamış.

Pierre Loti, 1850-1923 yılları arasında yaşamış ünlü bir Fransız yazar ve oryantalist. Deniz subayı olan Loti, Türkiye'ye ilk kez 1876 yılında gelmiş ve bir yıl kalmış. Eyüp sırtlarındaki tarihi kahveyi de o yıllarda keşfetmiş. Pierre Loti'yi oraya çeken Haliç'in büyüsünden ziyade, Aziyade ismindeki evli bir Osmanlı hanımıymış, öyle anlattı rehberimiz.

Fransa'da evli olduğu söylenen Pierre Loti ile Aziyade arasında bu kahvede büyük bir aşk başlamış. Pierre Loti aynı isimli romanında Aziyade'ye olan aşkını gizlememiş. İşte o gün bugündür kahvenin adı Pierre Loti olarak anılmış. Kahvenin bulunduğu tepeye de Loti'nin anısına Pier Loti Tepesi denilmiş. Pier Loti tepesinden Eyup Sultan Camii'ne mezarların arasından yürüyerek ve mezarları ziyaret ederek indik.

Eyüp Sultan Camii
Ebu Eyyûb El-ensarî Türkçe'de Eyüp Sultan olarak anılan Sahabe'den bir müslümandır. Mekke'den Medine'ye göç ettiği zaman Peygamberimizi evinde ilk misafir eden sahabedir. 80 yaşlarında geldiği (668-669) İstanbul kuşatması sırasında şehit düştüğü söylenir. Vasiyeti üzerine İstanbul surlarının dibine gömüldüğüne dair bir rivayet vardır. Anlatıldığına göre daha sonra Akşemsettin, manevi keşif yoluyla mezarını bulmuştur. Şu anda burada onun adına bir türbe, bir de Cami bulunmaktadır.
Öğle namazını Eyup Sultan Camiinde kıldık. O kadar kalabalıktı ki, ancak bahçede yer bulabildik. Namazdan sonra türbe ziyaretinde bulunduk. Rehberimizin anlattığına göre, Eyup Sultan aynı zamanda, Cülus törenlerinin yapıldığı, yani Padişahların kılıç kuşandığı, taç giydiği bir merkez imiş.
 
eyupmezarligi.a.jpg

Caminin tuvaletini dışarıya yapmışlar, yanında mezbaha da var. Adak kurbanlarının kesimi yapılıyormuş bu mezbehanede. Kokudan geçilmiyor oradan. Mezbaha ile tuvalet kokusu birleşince... Burnunuzun direği sızlıyor. Tuvaletinde, tuvalet kâğıdı yok. Elli kuruş verirseniz elinizi silmek için bir tek peçete veriyorlar. Tuvalet kâğıdı neden yok burada? Diye sordum tuvalet sorumlusuna, aldığım cevap ilginçti: "Su varya, ne yapacaksın tuvalet kâğıdını."

Cülus Yolu
Eyüp Sultan Camii'nin müştemilatı içerisinde Eyüp Sultan Türbesi, Bitişiğinde Cülüs Yolu, İmaret(Aşevi), Binektaşı, Tefekkür Bahçesi ve Mihrişah Valide Sultan Sıbyan Mektebi var.
Rehberimizin anlattığına göre: "Cülus Yolu, Fatih Sultan Mehmet'ten Vahdettin'e kadar Osmanlı Padişahlarının tahta çıktıklarında kılıç kuşanıp ata bindikleri, cülus törenlerinin yapıldığı, padişahın hükümranlığını sembolize eden tarihi bir yoldur.

Geleneğe göre Sultan, kayık ile Eyüp'e gelir, vezirler ve devlet adamları yolun başında kendisini selamlar, o ise binek taşının üzerinden atına binerek Eyüp Sultan Hazretlerini ziyaret edermiş. Sultan'ın bir işareti üzerine Şeyhülislam gelip beline dört halifeye ait kılıçlardan birini kuşatır ve Allah'ın yardımıyla din ve devlet düşmanları üzerine muzaffer olması için dua edermiş. Törenden sonra Sultan yeniden ata biner yolda toplanan ahaliye Cülus bahşişi dağıtarak Topkapı Sarayına geri dönermiş." Bir döneme damgasını vurmuş Osmanlı Padişahlarının iktidara ilk adımı attıkları Cülus Yolu'nda sultanların ata bindikleri tarihi "Binek Taşı" halen ziyaretçilerini beklemektedir.

Hedefte Miniatürk, Mısır Çarşısı ve Yeni Cami var. Önce Miniatürk.
Miniatürk`te Türkiye`nin dört bir yanından seçilen tarih, kültür ve sanat eserlerinin minyatürleri bulunuyor. Antik Çağ`dan Bizans`a, Selçuklu`dan Osmanlı`ya 3000 yıllık tarih ve kültür mirasımız buraya, Haliç kıyısına taşınmış. Kendi içinde kapalı "masalsı" bir ortam yaratmayı hedefleyen Miniatürk, Anadolu, İstanbul ve eski Osmanlı coğrafyasından eserlerin oluşturduğu üç ana bölümden oluşuyor.

Fevkalade etkileyici. Kendi ortamlarında sergileniyor burada eserler. En etkileyici olan Miniatürk, Kurtuluş Savaşı'nın canlandırıldığı minyatürk. Balkan savaşları, Çanakkale Savaşı ve hemen arkasından Kurtuluş Savaşı. İmkânsızlıklar içerisinde yapılan bir savaş bu, top yok, tüfek yok, araba yok, mermi yok, ayağa giyilecek ayakkabı yok. Kazmalarla, küreklerle, sopalarla korunuyor vatan, namus, bayrak ve millet. Sonuçta yedi düvele karşı kazanılan zafer. Etkilenmemek mümkün değil.

Mısır Çarşısı
Mısır Çarşısı, Eminönü'nde Yeni Cami'nin arkasında ve Çiçek Pazarı'nın hemen yanındadır. İstanbul'un en eski kapalı çarşılarından olan bu Çarşı 1660 yılında Turhan Sultan tarafından yaptırılmış. Mimarı Kazım Ağa'dır. Çarşı son olarak İstanbul Belediyesi tarafından restore edilmiş. Aktarlarıyla meşhur olan bu çarşıda halen tabii ilaçlar, baharat, çiçek tohumları, bitki kök ve kabukları gibi eski geleneğine uygun ürünlerin yanı sıra, kuruyemiş, şarküteri ürünleri, değişik gıda maddeleri de satılmaktadır.

Mısır çarşısında gezmek-dolaşmak, alış-veriş yapmak oldukça zor. İğne atsan yere düşmez. Yürümüyorsunuz, adeta sürükleniyorsunuz. Biz de bir şey alamadık zaten. Bazı arkadaşların aldığı mesir macunu ve Mehmet Emin Efendi kahvesi hariç. Bu kahve oldukça meşhur bir kahve imiş.

Beyhan Bozkurt işte tam burada kayboldu. Herkesi aldı bir telaş, nasıl bulacağımızı düşünmeye başladık ki, Raşit, Beyhan ve babası birlikte göründüler kalabalığın içinden de rahatladık. Alış-veriş yapmak için dükkâna girmiş. İnsan bir haber vermez mi? Çocuk işte...
 
Rüştü Kam
 


 







  Yorumlar (4)

 1 Dünyanin baskenti ISTANBUL
Yazan HikmetYilmaz, 13-05-2010 12:03
Ilkokul yillarimi gecirdigim Istanbula gezmek icin vardigimda üzerimde güzel bir heyacan vardi.Siz,Rüstü Bey ve diger arkadaslarla bir hafta güzel günler gecirdik,dostlumuzu pekistirdigi kanaatindeyim.Rüstü Bey o akici anlatiminizla sanki bir roman okur gibi yazini bir hamlede okuyuverdim.Kendimi tekrardan Istanbulda hissettim,sagolun. Istanbul hakikaten cok güzel,tarihi vede Islam kokan bir sehir.Camlicada cay icmek Istanbulu seyretmek insani cok mutlu,huzurlu yapiyor.Helede o Fetih müzesi muhtesem.Sizinde söylediginiz gibi insan kendini savasin icinde hissediyor. Tarihle irtibatimizi, bilhassa burda yetisen insanlarimizin,koparmamak icin muhakkak basta Istanbul olmak üzere diger tarihi yerleri gezmemiz,görmemiz gerekir.bunun önemini insan Istanbulu gördükten sonra daha iyi anliyor.Ayrica bu sehre emegi gecenlerden Allah razi olsun. Rüstü Bey organizasyon Otel disinda cok iyiydi.Lütfen bir dahaki sefere biraz pahali olsun ama iyi Otel olsun.Bu Organizasyonun gerceklesmesinde emegi gecen Size ve diger arkadaslara ve bilhassa Ali Aksoy arkadasimiza cok cok tesekkür ediyorum,sag olun var olun.Bu gezi icin son olarak su söleyeyim:Istanbul anlatilmaz yasanir.Onun icin gelmeyen arkadaslar cok sey kacirdi.Bir dahaki gezide bulusmak dilegiyle........hoscakalin,saglikli kalin.
 2 istanbul gezisi
Yazan demet yilmaz, 12-05-2010 19:58
hocam öncelikle bu geziyi organize edenlere cok tesekür ediyorum. ayrica bütün arkadaslarada tesekür ediyorum beni aralarinada kabul ettiler ve cok sicak ve samimi davranislariyla kendimi rahatlikla ifade etmemi sagladilar. cok tesekür ediyorum hepinize. öncelikle sunu belirtmek istiyorum
almanyada iki kültürlü yasiyorum cok sansliyim diyordum fakat simdi kendimi sanssiz görüyorum tarihimi bilmiyormusum ve o güzel istanbuldan uzak yasamayi sanssizlik olarak görüyorum. simdi ise tarihi yüce olan miletin parcasiyim diyorum.
ne mutlu bana diyorum. istanbul
beni büyüledi en cokda ayasofya. ayasofyanin taslari dile gelmis üzerinden gecen tarihi anlatiyor. disarda köseli gövde yapisi hiristiyanlarin insa ettigini söylüyor. yukari baktiginizda yükselen minareler müslümanlarin hakimiyetini haykiriyor. iceri giriyorsunuz osmanlinin egitimcileri siniflar halinde sirasini bekliyor helede o manevi havasi burda kal diyor. yukari baktiginizda hiristiyanlara ait olan resimler o havayi tenefüs edip giptayla kuran egitim gören gencleri seyrediyor.
 3 istanbul
Yazan Mustafa Eksi, 12-05-2010 13:50
Istanbul sanirim istanbullu olmayanlari büyüleyen bir sehir olma özelligi ile avrupada sayili büyüksehirlerden biri olmakla beraber tarih icin bir dönüm noktasi .

osmanlinin islam dünyasina hediye ettigi bu sehir sanirim en buyuk intizam ve hassayisetle yönetilmeli ve gelistirilmelidir .

Istanbul bir kültür sehri bu sehir avrupada ve asyada bulunan toprak parcalari ile bogazin muhtesem görunumunun getirdigi büyüleyici etkisi herkesi kendisine asik eder.

Türkiyenin bu guzel sehri sanirim yillar sonra yapilan calismayla biraz olsun kendisine geldi .
Bu suacidan önem tasiyor Istanbul daki tarihi yapi uzun yillardir karanlik perdelerin arkasinda gözden uzak birakilmisti.

Bu sene görülduki istanbuldaki tarihi yapi sahnede yerini aldi ve seyircileri ziyaretcileri alkis tutmamasi övmemesi icin sebep kalmadi.

Berlinlilerin kucuk topluluklar halinde veya dernek catilari altinda yapilan bu ziyaretler diger derneklere örnek olmustur basarili bir proje .
Esasen bu tür calismalar berlinli türk vatandaslarimizin anavatanlarindaki tarihi birerbir yasamasi külture yapilan yatirimdir.Özellikle resimlerdeki cocuklarigördüm,onlar acisindan büyük önem tasimaktadir.

Bundan dolayidirki türk egitim dernegi baskanini ve yönetimini kutluyorum ve bir dahaki sefere gönullu rehberlik yapmak icin simdiden muracatta bulunuyorum.:)
 4 Tekrar yasadim
Yazan Yunus Inci, 11-05-2010 10:45
Tesekkürler hocam, tekrar yasamis gibi olduk.

Anlatiminiz cok hos, keske rehberlerimiz'de bizlere
Istabulu sizingibi anlatsaydi!

Muzilerle fethedilmis, mucilerlerle ayakta kalmis, muzilerle hayatta kalabiliyor ...

sevgilerle

Dipl.Ing. Yunus Inci

KÖRTING, MÜSLÜMANLARLA BİRARAYA GELDİ

Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
KÖRTING, MÜSLÜMANLARLA BİRARAYA GELDİ

Beklerseniz, beklemesini bilirseniz, tarih tanıklık eder. Siz de bu tanıklığa şahit olursunuz, ömrünüzün yettiği yere kadar. Ben bekledim ve tanık oldum. Mutluyum.

İslâm son İlâhi dindir, barışı esas alan bir dindir. İslâm'ı kendi çıkarlarına basamak olarak kullanan Müslümanlar, İslâm'ın barış ve hoşgörü mesajlarını insanlara, Müslümanlara ulaştırmamak için özel gayretler sarf ederler. Bu insanlar barış ortamında değil savaş ortamında, kılıçların çekildiği ortamlarda daha çok gürbüzleşirler, semirirler. Çekilen kılıçların kınına girmesi onların işine gelmez. Hararetli tartışmalar yapılmalı, "Senin gittiğin yol yanlıştır, benim gittiğim yol doğrudur " şeklindeki sataşmalar devam etmelidir ki, simsarın kazancı devam etsin, koltukları sallanmasın.


Bu insanlar amaçlarına uygun olan bazı dini kavramları ön plana çıkarırlar bazılarını da gizlerler veya yanlış yorumlarlar.

Mesela Ehl-i Kitap kavramı... Bilhassa semavi dinler arasında kavga olmasın, savaş olmasın, çekişme olmasın diye Yüce Mevlâ'mız vahye muhatap olan milletlere Ehl-i Kitap demiştir. Kitap ehli demektir. Allah'ın gönderdiği bir kitabın mensubu olan insan demektir. Allah insanlar içinden beğenip seçtiği bazı insanları mesajını ulaştırsın diye elçi olarak o insanlara göndermiştir. Bunlara resul denir, nebî denir. Bu resullerin sayısını Kura'n 28 olarak bildirmiştir bize. Bu elçilerin için de Davut a.s., Musa a.s. ve İsa a.s. da yer alır. Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlar İsa a.s.'a mensup ümmetlerdir.

Müslümanlar Hz. Muhammed'le (s.a.v) 611 yılında başlayan birlikteliklerini kamu otoritesi statüsünde 1924 yılına kadar sürdürmüşlerdir. Azınlık olarak başka devletler içerisinde yaşayan Müslümanlar elbette olmuştur. Ancak o Müslümanların bile azınlık olarak bulundukları devletler içinde, yaşam şartları göz önünde bulundurularak mevcut kamu otoriteleri tarafından sorunlarına çözüm bulunmuştur veya bulunmaya çalışılmıştır.

1924'te son bulan otoritenin devamı niteliğinde olan Türkiye Cumhuriyeti, 1961 yılında işgücü alımı antlaşması ile Avrupa'ya, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan vatandaşlarını göndermiştir. Bu tarihten hemen sonra başlayan göçlerle milyonlarca Müslüman Ehl-i Kitap olan ülkelerde azınlık olarak yaşamaya başlamışlardır.

Zaman içerisinde bu insanlar kendi aralarında dini cemaatler oluşturarak, değişik gruplara bölünmüşlerdir. Her bir cemaat kendini başka başka isimlerle tanımlamıştır. Zamanla bu gruplar kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmıştır. Dernekler kurularak camileşmeye gidilmiştir. Ancak bir caminin cemaati öbür caminin cemaati olmamıştır. O cemaat öteki cemaate göre İslâm'ı yanlış yaşamaktadır. Karşılıklı küfürleşmeler bile olmuştur.

Oysa bu Müslüman cemaatlerin din anlayışı aynıdır. Hurafelere bakış açısı, bid'atlara bakış açısı, mezheplere bakış açısı konusunda yoktur birbirlerinden farkları.

Dolayısıyla kavgaların sebebi dini yaşamadaki yanlışlık değildir. Üye gelirlerinin diğer cemaatlerle paylaşılamamasıdır.

Kavgalar devam ede dursun, geçmişteki hakim gücün fetvalarıyla yaşanılan İslâm, Avrupa'daki mensubunun elinden tutamaz olmuştur: Çünkü gelişen teknoloji dini tartışmaları Müslümanların evine getirmiştir. Televizyonlarda prof. titiline sahip olan ilim adamları dini konularda yapılan açık oturumlarla enine boyuna tartışmaktadırlar. Avrupa'da doğup büyüyen ve orada eğitimini alan ve yetişen genç nesil de hızla İslâm'dan uzaklaşmaya başlamıştır artık. Çünkü kendisine anlatılan din onun anlayışına ters düşmektedir. Kendisine sunulan dini öğretilerle arkadaşlıklar kurması mümkün değildir. O öğretilere göre, o bir hristiyanla arkadaş olamaz, onunla beraber dolaşamaz, hatta onun kasabından alınan eti bile yiyemez. Bu sıkıntılar kaosa dönüşmüştür zamanla.

Kaosun ve sıkıntıların başlamasına sebep olan şeylerin başında içinde yaşanılan toplumla olan uzlaşmazlık gelir. Müslüman olan toplumla Hıristiyan olan toplum iç içe yaşamasına rağmen birbirleriyle içten içe kavgalıdır. Müslüman din adamlarının çoğu, Allah'ın barışı esas alarak tanımladığı Ehl-i Kitap'la ilgili ayetleri gündeme bile getirmemektedir. Buna mukabil bazı cemaatlerin cami kürsülerinden savaş dönemlerine ait olan Ehl-i Kitap'la ilgili ayetler ısrarla gündeme getirilerek insanlar provoke edilmektedir. Bu provokatif hocalar maalesef makbul hoca sayılmakta, el üzerinde tutulmaktadır.

İşte tarihin tanıklığı burada başlıyor...

2010 yılının 30 Nisan'ın da Berlin Vakıf Camii'nden yükselen cesur bir sesle irkildim... Ehl-i Kitap'tan, Ehl-i Kitap'la olan münasebetlerimizden bahsediyordu kürsüde bu hoca. Konu ile ilgili ayetleri okuyarak diyalogdan, kardeşlikten, dostluk kurmaktan bahsediyordu. Ve özetle şöyle diyordu:

"Hz. Muhammed (s.a.v.)'le birlikte dünyada yeni bir ümmet oluşmaya başlamıştır. Onlara Muhammed Ümmeti denir. Aslında hem İsa'nın ümmeti, hem Musa'nın ümmeti, hem de Muhammed'in ümmeti vahye muhatap olmaları açısından İslâm ümmetidir. Allah (c.c.) bu anlayışın devam etmesi için son gönderdiği kitap olan Kuran'da geçmiş peygamberlerin ümmetine Ehl-i Kitap demiştir. Allah bu ümmetlerin, onlara verdiği özel statü ile birbirlerine yaklaşmasını istemiştir.
"Birbirinizin yemeğinden yiyebilirsiniz, birbirinizden kız alıp verebilirsiniz",
"Onların içerisinde güvenilir insanlar olduğu gibi, güven duyulmayan insanlar da vardır,"
"Onların içinde öyleleri vardır ki emin insandır, onlar sabaha kadar Allah'ı anarlar,"
"Onların içinde iman edenler de vardır, etmeyenler de",
"Onların hepsi bir değildir, onların içinde gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyan topluluklar vardır,"
"Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, hem Allah'a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın ayetlerini az bir paraya satmazlar",
"İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur." (Maide 5), (Al-i İmran 75) (Al-i İmran 110), (Al-i İmran 113), (Al-i İmran 199), (Ankebut 46)

Ben bu sesin sahibini çok iyi tanıyorum ve ona teşekkür ediyorum. Teşekkür ediyorum Mehmet Erol Hocam, ağzına sağlık, elin, dilin, yüreğin dert görmesin. Allah senin ve senin gibi düşünen hocalarımızın sayısını artırsın. Yıllar sonra kanayan yaramıza merhem oldun. Daha Avrupa'ya geldiğimiz o ilk günlerde atılması gereken adımlardı bunlar. Bu adımlar o zamanlar atılsaydı, inanın bugünün Avrupalı Müslümanları ile Avrupalılar arasında telafisi güç olan mesafeler oluşmazdı.

Ve devamla Mehmet Erol hoca, vaazla başlayan sohbetini, peygamberimizin bir uygulamasıyla hutbede noktaladı:

Hz. Peygamber ve Necranlılar

Hz. Peygamber'in Necranlılarla olan münasebeti, diyalog deyince öncelikle kastedilen ikili görüşmenin en güzel örneğini teşkil eder. Çünkü Necranlılar, Resûlullah'ın kendilerine yazdığı bir mektup üzerine, aralarında Ebu'l- Hâris diye bilinen meşhur bir alimin de yer aldığı 17'si eşraf olmak üzere 60 kişilik oldukça kalabalık bir heyet halinde gelerek (İbnu Hişâm, 1-2: 575) birkaç gün Aleyhissalâtu vesselâm'a misafir olmuşlardır. On yedi kişilik eşraf takımından üç kişinin ehassu'l- havas "en büyükler" durumunda daha üst, hiyerarşik bir gurup teşkil ettikleri anlaşılmaktadır: İbnu Sa'd, 14 kişilik eşraf grubunun isimlerini teker teker verir (İbnu Sa'd, 1: 357).

Görüşmeler

Necranlıların Medine'deki m
isafirlikleri süresince kendileriyle "İslâm dini" hakkında, hususen de "İslâm nazarında Hz. İsa ve Hz. Meryem'in yerleri" olmak üzere birçok mesele üzerine bilgi alış-verişi ve münakaşa ve müzakereler yapılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Necranlıları İslâm'a davet eder, onlar kabul etmezler. Hz. Peygamber bu hususta ısrar etmez. Necranlılar, kitaplarında mevcut bazı bilgiler sebebiyle davete icabet etmeyi kendi aralarında münakaşa ederler. Aralarında yer alan âlim kişi Ebu'l-Hâris, Hz. Muhammed'in "Beklenen, hak peygamber" olduğunu itiraf etmesine rağmen, "Kavmimizin bize yaptıkları, İslâm'a girmeme mani oluyor. Bize şeref, mal-mülk verdiler, ikramlarda bulundular ve bizim bu zâta muhalefet etmemizi istediler. Eğer Müslüman olursak, bütün bu verdiklerini geri alacaklardır" diyerek Müslüman olmaktansa bir antlaşma yapmaları konusunda heyeti ikna eder (İbnu Hişâm, 1-2: 573). Ancak diğer iki büyük es-Seyyid ve el-Âkıb bilahare Müslüman oldular.

Bu müzakereler esnasında Kur'ân'daki mübâhele âyeti (Âl-i İmrân, 3/61) bu vesile ile onlarla ilgili olarak inmiş, en sonunda her iki tarafın da
mutabık kaldığı yazılı bir antlaşma yapılmış ve Peygamber Efendimizin elinden insanlığın farklı dinler ve milletler koalisyonu şeklinde sulh içinde yaşama şartlarını gösteren bir vesika ortaya çıkmıştır. Biz insanlığın geldiği bugünkü safhada -ki insan hakları, din ve vicdan hürriyeti üzerinde çokça durulduğu günümüzde bile- bile, başka din ve inanç mensuplarına tanınan hak ve uygulamalarında henüz buna yetişemediği kanaatindeyiz. İbretle okunmaya değer olan antlaşmanın metni şöyledir:

Necranlılarla Yapılan Yazılı Anlaşmanın Metni

"Bismillahirrahmanirrahim,
Bu, Allah Resûlü Nebî Muhammed'in (Sallâllahu aleyhi vesellem) üzerinde yetkili kılındığı Necran halkı ile bütün meyve mahsulleri, bütün altın ve gümüş ve bütün kölelerle ilgili olarak yazdığı ahiddir. Kendisi bütün bunları, her biri bir okiyyeye (2136 gramlık gümüş değerinde) 2000 elbiseye mukabil onlara terk etmiştir. Bunun 1000'i her yıl Recep ayında, diğer 1000'i ise her yılın Safer ayında teslim edilecektir. Her bir elbise bir okiyye gümüş değerinde olacaktır. Şu şartla ki, vergiyi aşan veya gümüş miktarından eksik olan kısım hesapta nazar-ı itibara alınacaktır. Zırh, at veya malzemeden yaptıkları ödemeler hesaplanacaktır. Gönderdiğim elçilerin 20 güne kadarki ağırlanma ve yiyecek masrafları Necranlılar üzerinedir. Elçilerim bir aydan fazla tutulamazlar. Yemen'de bir cürüm işlenir, savaş çıkarsa 30 zırh, 30 at, 30 deveyi âriyeten vereceklerdir. Elçilerimin âriyet olarak alacakları zırh, at, deve veya mallarda zayiat meydana gelirse, elçilerim onları tazmin ve telafi edeceklerdir.

Mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun mülkiyetleri altındaki her şeye şâmil olmak üzere, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmeti Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler üzerine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi papazlık vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir. Almış oldukları ödünçlerde hiçbir faiz söz konusu olmayacaktır.

Bu itaat ediş ve tâbi oluşlarından önce cahiliye zamanındaki kan davaları kaldırılmıştır. Onlar ne toplanıp bir araya getirilecekler ve ne de kendileri öşür vergisine tabi tutulacaklardır. Onların toprakları üzerine hiçbir askerî birlik ayak basmayacaktır. Onlardan herhangi biri alacağını talep ettiğinde onlar arasında bir eşitlik kurulacaktır. Onlar ne zulm edecekler ne de kendileri zulme uğrayacaklardır. Şayet onlar arsından herhangi biri istikbalde faizli muamelelere girecek olursa benim himayemin dışında tutulacaktır: Onlar arasında hiç kimse bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan mes'ul tutulmayacaktır.

Bu duruma göre, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmeti, Allah'ın bütün kuvvet ve kudretini gösterdiği güne kadar olmak üzere ve Necranlılar da hiçbir hata ve haksızlık işlemeksizin üzerlerine düşen vazifelerini layıkıyla yerine getirmeleri ve hiçbir zulümde bulunmaksızın iyi hal ve tutum göstermeleri şartıyla, bu yazıda gösterilen hususlar üzerinde bulunacaktır.
"

Şâhitler: Ebu Süfyân ibnu Harb, Gaylân ibnu Amr, Mâlik ibnu Avf Ensârî, Akra ibnu Hâbis el- Hanzelî ve el-Muğîre ibnu Şu'be. Bu yazıyı yazan kimse: Abdullah ibnu Ebî Bekr'dir (Vesâik, s.175-76, 94. Vesika, İbnu Sa'd, 1: 287-288).

Fransız şarkiyatçı Louis Massignon, Resûlullah'ın Necranlılarla yaptığı an
tlaşmanın âdilane olduğunu, Lammens'e atfen şöyle ifade eder: "Lammens'e göre, Hicret'in onuncu yılında yapılan antlaşma, biri zanaatkâr (Necran), diğeri askerî olan (Medîne) iki güç arasında hakkaniyet çerçevesinde müzakere edilmiştir." (Opera Minora, Dar al-Maarif, Lübnan 1963, 1: 558).

1500 sene önce yapılan bu antlaşmadan anladığımıza göre: Resûlüllah, gayr-ı Müslimlere siyasî birlik teklifini yaparken, bugünün dayatmacı, zorba güçlülerinin tarzında ezici, dayatmacı, sömürücü olmamış ve kendinden sonra geleceklere de böyle bir tavsiyede bulunmamıştır.

Mescid-i Nebevî'de Necranlı Hıristiyanlar

Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitab'a davranışı ve onlarla münasebetleri çerçevesinde burada kaydı gereken mühim bir hâdise de, Mescid-i Nebevî'nin içinde Hıristiyanlara haftalık ayinlerini yapmalarına verilen izindir. Bu vakayı anlatan râvi "Necran heyeti gibisini hiç görmedim" diyerek, günümüz için de oldukça ibretli olan vak'ayı anlatır: Heyet ibadet vakitleri gelince Mescid-i Nebevî'nin içinde ibadetlerini yapmak ister. Ashaptan bazıları bunu garipsemiş, belki de bir tepki göstermiş olacaklar ki, Aleyhissalâtü vesselâm
"Onları serbest bırakın!" müdahalesinde bulunmuşlardır. Necranlılar doğuya yönelerek ibadet yaparlar. (İbnu Hişâm, 1-2: 574, İbnu Sa'd 1:357)

Serahsî, Hanefi mezhebindeki, mescide gayr-i Müslimlerin girme ruhsatını açıklarken başka örnekler verir, fakat bu hâdiseye temas etmez (Kitabu's-Siyerü'l-Kebir, 1989, 1: 90-91).

Hemen hatırlatmak isteriz: Hz. Ömer zamanında hicretin 14. yılında fethedilen Humus şehrinde, yerli halkın rızasıyla Yuhanna Kilisesi'nin dörtte biri cami olarak kullanılır
. (el-Belâzurî, 1958, s: 187)
Aynı kapıdan girip çıkan Hıristiyan ve Müslüman âbidler birbirinden rahatsız olmazlar. Keza daha sonraki asırlarda Endülüs'te de San Vicent kilisesinin yarısı, yapılan anlaşma gereği, Müslümanlar tarafından cami olarak kullanılır. (Mehmed Özdemir, 1994, s: 68)

Bu uygulamaların yanında, İstanbul'da bazı semtlerde Kilise, Havra ve Câminin yan yana inşa edilmiş olma
sı örneği, İslâm'ın hoşgörüsünü ifade etmede sönük kalır.

Sonuç:

Gittikçe küçülüp köy haline gelen ve bu sebeple de her çeşit din ve kültüre mensup insanlarl
a iç içe yaşamak zorunda kalan insanlığın, sulh ve huzur içinde yaşayabilmesi için, aralarında sevgi, saygı, adalet gibi bir kısım insanî değerleri güncelleştirmesi yani hayata geçirmesi gerekmektedir.

Sevgi ve muhabbetin yolu tanışmaktan geçer. Bunun için dini inancı ve ideolojileri ne olursa olsun, insanların birbirleriyle tanışmaları gerekir. Birbirlerini oldukları gibi, farklılıklarıyla kabul etmelidirler. Birbirlerini başkalarından değil bizzat kendilerinden dinleyerek tanımalıdırlar.

Bunu yaparken Muhammedî bir metotla hareket edi
lmesi gerekir. Üzerinde anlaşılamayacağı apaçık belli olan ihtilaflı ve farklı noktalardan değil, birleştiğimiz, anlaştığımız, menfaatli noktalardan başlanmalıdır.

Geçmişin kavgası kader olmuştur deyip eski devrin şartlarındaki olumsuzluklara da çok fazla takılıp geleceğimizi karartma yerine affı, hoşgörüyü esas almalıyız.

Birbirimizi ötekileştirerek olumsuzlukların üstesinden gelemeyiz. Bunun yerine, farklılıklarımızı zenginlik olarak görerek birbirimizi kırmadan, dökmeden sorunlarımızı çözmeye çalışmalıyız. Bir tek dünya var, ikincisi yok!"

Hutbe bu şekilde sona erdi. Tekrar teşekkürler sayın hocam.

Ben namazdan sonra öğrendim ki, o gün orada İçişleri Bakanı Erhart Körting de varmış. Bu hutbe Körting orada bulunduğu için okunmamıştır muhakkak. Okunması gerektiği için okunmuştur.

Diğer camilerde de aynı hutbe okunduysa o gün, ki okunmuştur elbet, ben o cemaatın yöneticilerini de tebrik ediyorum.
 
Rüştü Kam
 


 







  Yorumlar (2)

 1 Sorulara cevap
Yazan Rüştü Kam, 20-06-2010 23:06
Ehl-i Kitap erkekle, müslüman bir kız evlenebilir mi? Çok sorulan bir soru bu...

Bu konu ile ilgili önümüzdeki günlerde bir yazı yazacağım. Ancak burada kısaca cevabım şöyledir:

Kitap ehli bir erkekle, müslüman bir kadın evlenemez diye, ne Kur'an'da bir yasaklama vardır ne de sünnette. Bu durumda Kur'an'nın önüne geçipte Kitap ehlinden kız alınır ama verilmez demek yanlış olur. İdari kararlar verilebilir, belki geçmişte verilmiştirde. Ancak bu kararlar idaridir, dini değildir.
Yani, müslüman bir erkek ve müslüman bir kadın, Kitap ehlinden kendilerine eş seçebilirler.

Bilhassa Avrupa'da yaşayan müslümanlar için bu konu fevkalade önemlidir.
Din adına, Kur'an ve Sünnetin ruhuna uygun olmayan fetvalar vererek Kitap ehli ile, müslümanlar arasına duvar örmek yanlış olur. Allah'ın dinine kimse bir ilave yapamaz ve eksiltme de yapamaz.
Din Allah'ın dinidir. Bizim değil. Biz o dine ancak mensup olabiliriz.

İnsanları dinin buyrfukları konusunda dinin Sahibi ile başbaşa bırakmak çok daha mantıklı olur.
Allah'a emanet olunuz.
 2 Mehmet Erol hocanın itirazı
Yazan Rüştü Kam, 09-06-2010 00:13
2010 yılının 30 Nisan'ın da Berlin Vakıf Camii'nde Mehmet Erol hocanın verdiği vaaz ve okuduğu hutbeden özet bligiler aktarmıştım size. Yazı, Körting, müslümanlarla biraraya geldi başlığını taşıyordu ve şu cümlelerle sona eriyordu:
Ben namazdan sonra öğrendim ki, o gün orada İçişleri Bakanı Erhart Körting de varmış. Bu hutbe Körting orada bulunduğu için okunmamıştır muhakkak. Okunması gerektiği için okunmuştur.
Diğer camilerde de aynı hutbe okunduysa o gün, ki okunmuştur elbet, ben o cemaatın yöneticilerini de tebrik ediyorum.

Vakıf camiinin mensubu olduğu kuruma bağlı olan diğer camilerde aynı hutbe okunmamış. Ben bu bilgiyi yaptığım araştırmalar sonucu öğrendim. Demek ki Mehmet Erol hoca Vakıf camiinde içişleri Bakanı na özel bir vaaz vermiş ve hutbe okumuş veya caminin bağlı olduğu kurum, şahsa özel olarak bu vaazı verdirmiş ve hutbeyi okutmuş Erol hocaya.

Ben yanılmışım ve boşuna sevinmişim, demek ki o kurumların Ehli Kitab a bakışlarında bir değişme olmamış, bir düzelme olmamış. Sahnelenen de tiyatrodan ibaretmiş...

Müslüman olduğunu söyleyen kurum ve kuruluşlar, her zaman göz önündedirler. Bunlar bir bakıma müslüman toplumun aynasıdırlar. Takiyye yaparak insanları kandırmaya çalışmaları temsil ettikleri topluma karşı yapılan büyük saygısızlıktır. Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Zamanımızda mumlar hemen sönebiliyor. Yatsıyı beklemeye gerek kalmıyor.

Bugün 8 Haziran 2010. Mehmet erol Hoca bana geldi ve kendi el yazısı ile yazdığı bir mektubu verdi. Yazı Tekzip başlığını taşıyor, el yazısı ile bir sayfa. Ben kendisine yazının tamamı itiraz edilen konuyu içermiyor, dolayısıyla hepsinin yazılması mümkün değildir dedim. O da sayfanın yarısını göstererek şuradan aşağısını yaz o zaman dedi. Ben de onun şuradan aşağısını yaz dediği yerleri aynen yazıyorum:

........Bana istinaden yazdığınız yazının içinde benim söylemediğim ve asla katılmam mümkün olmayan iki husus vardır:

1, Ehli kitabın kızlarını kızlarını alır kızlarımızı veriririz.
2, yemeklerini yeriz ve yemeklerimizi yerler.

Meslek hayatım boyunca hiçbir zaman bu iki fikre katılmadığım gibi böyle içtihatlara kaynak kitaplarda da raslamadım.
Bu iki konu Maide suresinin 5. Âyetinde zikredilir şöyle ki: Ayette geçen Kitap ehlinin taâmı... Kitap ehlinin kestiği anlamına gelir. Tüm ulema taâm kelimesini zebh=kesmek anlamı ile tefsir etmişler, ben de aynen katılmaktayım.

Yine aynı ayette: ... Namuslu müslüman kadınlar ve namuslu kitap ehli hanımlarla... evlenmeye izin verilmişken tersi asla varit değildir.
Bu nedenle yanlış anlaşılmanın giderilmesi için bu yazımı aynı sitede yayınlayarak düzeltme yapmanızı itirham ediyorum. Saygılarımla Mehmet Erol. 07.06.2010

Sevgili Mehmet hocam, bu itirazınızı hür iradenizle hiçbir baskı altında kalmadan yapmışsanız, sizleri tebrik ediyorum... Şunu bilesin, benim size karşı olan muhabbetim yine de devam edecektir.

40 YIL SONRA İŞ BURAYA GELMEMELİYDİ


Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
40 YIL SONRA İŞ BURAYA GELMEMELİYDİ

BİR TÜCCARIN KÂRI % 36 DAN %2,5'ĞA DÜŞMÜŞSE, YA MALI KALİTESİZDİR, YA DA PAZARLAMACI EHİL DEĞİLDİR


"Bu yazıyı yazan yapılan iyiliğin karşılığını Allah'ın vereceğini bilen bir kişidir. Onun anlatmak istediği, Allah'ın değil kulun verecekleri ile ilgilidir." "Ya Muhammed sana tabi olanlara kanadını indir" buyruğunun muhataplarının neler yapması gerektiğinin peşindedir o. Yazıyı lütfen bu anlayış çerçevesinde okuyun.


"Bir çiçek ile bahar olmaz, ancak o çiçek olmasa bahar başlamaz."
"Heyecanınız nerede sizin! Kime söylüyorum ben!..."

Söze böyle başladı 14 yıl sonra Hocamız Berlin'de. Kırk yıl önce de aynı heyecanı istiyordu muhataplarından ve istediği heyecanı buluyor ve bir kaç çiçekle birden başlatıyordu baharı. 2010 yılında Berlin'de mevsim bahardı, yaprak dökümü başlamıştı. Baharın yeniden gelmesi için gerekli olan o çiçek belki hiç açmayabilir. Ortada ne bağ var ne de bağban.

40 yıl önce 17 yaşın verdiği heyecanla, yeni bir dünya kurulurken tarafsız kalınamayacağının şuuruyla bakıyorduk dünyadaki gelişmelere. Büyük Doğu Nesli diyorlardı o zaman bizlere. Sakarya'nın ayağa kalkmasını istiyorduk: Çünkü o yüzüstü çok sürünmüştü. O ayağa kalkarsa bizler de ayağa kalkabilecektik. Salon programlarında Üstad Necip Fazıl Kısakürek "Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı" diye tanımlıyordu bu gençliği. Üstadın aradığı genç biz olabilirdik, olmalıydık, bu inançla ve bu azimle çalışıyorduk gece gündüz demeden sokakta, dernekte, okulda.

Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) çatısı altında sürdürüyorduk çalışmalarımızı. Her hafta seminerler veriliyordu. Milli Türk Talebe Birliği sağduyulu gençler için hayat mektebiydi. Şiirler ezberleniyordu, piyesler sahneleniyordu, dergiler çıkarılıyor, bildiriler dağıtılıyordu, kahramanlık türküleri söyleniyordu orada. İçinde bulunduğumuz ortam bu şiirlerin ve sahneye konan piyeslerin millî ve dini içerikli olmasını icap ettiriyordu.

Mehmet Akif Ersoy dememiş miydi, "Asımın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek" diye. İşte biz o namusunu çiğnetmeyecek olan nesildik. Olaylar bizleri böyle düşünmeye sevk ediyordu.

Bu güzel dönemin arkasından öyle bir dönem geldi ki; gerçekten çok korkunçtu. Kardeş kardeşine, çocuğu babasına, karısı kocasına düşman olmuştu. O öyle bir dönemdi ki, ortaokul öğrencileri bile politize edilmişti.

Kavramlar havalarda uçuşuyordu. ‘Sağcılık, Solculuk, Milliyetçilik, Şeriatçılık'. Her bir kavramın içi doldurulmuştu ağa babaları tarafından. Gençlere sadece bu düşünceleri muhataplarına servis yapmak kalıyordu. Herkes kendi kabulünü bir şekilde gündeme getirmeli ve grubuna yeni sempatizanlar ve üyeler kazandırmalıydı. Okulda, sokakta, pastanede ve derneklerde hararetli tartışmalar oluyordu. Zaman zaman bu tartışmalar yerini şiddete bile bırakabiliyordu. Sonraki zamanlarda bu şiddet içerikli kavgalar yerini karşılıklı olarak ölümlere bırakmaya başlamıştı.

Üyelerini 1969 yılına kadar bu kavgaların dışında tutmasını bilen M.T.T.B. , bu tarihten sonra zorlanmaya başladı. Sahneye yeni bir siyasi parti çıkmıştı. Heyecan isteyen gençler hemen o tarafa kanalize oluverdi. M.T.T.B' yi tamamen içlerine çekemeyen bu siyasi parti, gençlik teşkilatı olarak Akıncılar adıyla yeni bir kuruluşu hemen sahneye çıkardı.

Akıncıların kurulmasıyla, yeni yeni sloganlarla tanıştık. "Şeriat gelecek vahşet bitecek", "Ne sağcıyız ne solcu, Müslümansız Müslüman", "İslâmî devlet kurulacak elbet", "Şeriat İslâm'dır Anayasa Kur'andır "v.d.

Ortalık iyice toz duman olmuştu. Bir tarafta, Lenin, Stalin, Mao sesleri yükseliyor, öbür tarafta Turancılık. Bu tarafta şeriatçılık. Bu günün ulusalcısı Doğu Perinçek'i o günün hızlı Maocusuydu.

Derken, şeriat isteyenler, İslâmi devlet isteyenler zaman zaman iktidara ortak oldular. Bu ortaklık zamanlarında, o partileri iktidara taşıyan inançlı, saf, tertemiz olan o gençler hep dışarıda kaldılar, unutuldular. 80 darbesinde o heyecanlı gençlerin çoğu içeri alındı, işkencelere tabi tutuldu. İktidar nimetinden istifade eden ekâbir takımı maalesef o gençlerin kapısını bile çalmadı. Hatta onlarla aynı cümlenin içinde isimlerinin geçmesine bile tahammül edemediler.

Haliyle ekâbir takımı da bir süre içerde kaldı. Ancak içerden çıkar çıkmaz, kaldıkları yerden başka isimler altında tekrar siyaset sahnesinde yerlerini aldılar. Yeniden başladılar biz kardeşiz demeye, birlik ve beraberlik nutukları tekrar atılmaya başlandı, maddi ve manevi kalkınma, adil düzen konuları sanki hiç bir şey olmamış gibi yeniden sahneye konuldu. Tek başına iktidara gelememenin sıkıntısından bahsedilerek, gençler tekrar kazanılmaya çalışıldı.

28 Şubat'la son bulan hükümet keşke kurulmasaydı. Bu tarih o partiyi iktidara taşıyan insanların hayallerinin bittiği tarihtir. Hiç bir şey değişmemiştir. Ondan önceki iktidarlarla, o iktidarın arasında vaat edilen beklentiler açısından hiç bir fark yoktur.

Değişen bir tek şey vardır; bu iktidardan sonra artık toplantılarda tekbir çekilmeyecek alkış yapılacaktır. Şalvar giyenler şalvarını çıkaracak, sakal bırakanlar sakallarını kesecek, çarşaf giyenler de çarşaflarını çıkaracaktır.
Değişmeyen bir şey daha var o da Hocamızın söylemleri. Mübarek 1970 de ne söylediyse 2010 da da onları söylüyordu. "Avrupalının tuvaleti bilmediğini, yüzünü lavabonun deliğini kapatarak aynı suyla yıkadığını, yıkanmadıklarını, Goethe'nin bile seneden seneye yıkandığını" söylüyordu kendisini dinlemeye gelenlere, Nisan 2010 yılında Berlin'de Hocamız.

Buna mukabil Müslümanların o çağlarda, sıfırı bulduklarını, cebir'i bulduklarını, astromide fevkalade yollar kat ettiklerini anlatarak o günün Müslümanlarının Avrupalıdan ne kadar ilerde olduklarını 2010 yılında Avrupa'da yaşayan dinleyicilerine anlatıyordu. Hocamızın kırk yıldan beri anlattığı bu bilgiler elbette doğruydu.

Ancak doğru olmayan bir şey var, o da hocamızın Avrupalıları tarihe mahkûm ederken, günümüz Müslümanlarını provoke etmesidir, bu doğru değildir. Doğrusunu isterseniz, Avrupa'da yaşayan bu insanlara Avrupalıları hedef göstermek hocamıza hiç yakışmadı.

Sonra Avrupalılar, tarihlerinde ne varsa onu inkâr etmiyorlar. Hatta hocamızın da söylediği gibi müzelerde geçmişlerini teşhir etmekten çekinmiyorlar. Biz eskiden böyleymişiz diyorlar.

Peki, o sıfırı bulan, cebir'i bulan insanlar bu gün ne durumdadır. Bu günün müslümanının hangi artı değerin altında imzası var? Sıfır ve cebir gibi ilimleri bulan o Müslümanların varisleri neden bugünkü teknik seviyeyi yakalayamadılar. Sıfırı Müslümanlardan alan Avrupalılar sıfır sayesinde bugünkü teknik seviyeyi yakalarken o varisler ne ile meşgul oluyordu?

Tuvaleti Müslümanlardan alan, yıkanmayı Müslümanlardan öğrenen Avrupalının dört odalı evlerinde bugün iki tuvalet ve iki banyo bulunuyor. Umuma açık olan tuvaletleri bile pırıl pırıl oluyor Avrupalının. Ama tuvaleti Avrupalılara öğreten Müslümanların camilerindeki tuvaletlerine pislikten, kokudan girilmiyor. Umuma açık olan yerlerde ki tuvaletleri ise hiç sormayın.

Geçmişle övünmek elbette güzeldir. Gururumuzu kabartır. Kendimize olan güveni artırır. Ancak geçmişin güzelliği o insanların güzelliği ile ilgilidir. Orada kalır.

Bizi ilgilendirmesi gereken bizim güzelliğimiz olmalıdır. Dünya insanlığına mal olmuş hangi başarılı projenin altında günümüz Müslümanlarının imzası vardır? Günümüz Müslümanlarının dünya çapında yetiştirdiği kaç tane ilim adamı vardır?

Hangi müslümanın Müslümanlığı, bu günün insanına örnek olarak gösterilebilir güzelliktedir. 50 seneden beri Avrupa'da yaşayan Müslümanların yaşantısının, kendilerine örnek teşkil etmesinden dolayı kaç tane Avrupalı, sırf bu yüzden İslâm'ı din olarak seçmiştir?

Hocamızın cemaatinde parmakla gösterilebilecek kaç tane örnek Müslüman vardır: İnsani davranışlarda örnek, ticaret ahlakında örnek, aile yapısında örnek, konuşmasında örnek, paylaşımcılıkta örnek, ilimde örnek, güzel sanatlarda örnek, insan haklarına saygılı olmakta örnek, kaç tane Müslüman vardır o cemaatte?

Liderler ve toplum mühendisleri, öncelikle kendi mensuplarının arasında adaleti sağlamalıdır. Kendi içlerinde ki eksiklikleri gidermelidir. Söylemleri İslâm'ın güzelliğine yakışır güzellikte olmalıdır.
"Gidin Firavuna anlatın, ama en güzel şekilde anlatın" ilahi buyruğuyla paralellik arz etmelidir.
"Onların putlarına küfretmeyin ki, sizin İlahınıza küfretmesinler" uyarısına ters düşmemelidir.
"Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten ayırmasın" anlayışına uygun olmalıdır.
"Birbirinizin ayıplarını araştırmayın" , "Birbirinizi kötü lakaplarla da çağırmayın" uyarısına muhalif olmamalıdır. Yoksa inandırıcılığınız kaybolur.

Bir tüccarın kârı yüzde otuz altıdan yüzde iki buçuğa düşmüşse, ya malı kötüdür, ya da malını pazarlayamıyordur. Kaliteli mal her zaman alıcı bulur ve o mal her zaman aranan maldır ve piyasası da vardır.

Geriye dönüp baktığım zaman yaşananlar filim şeridi gibi geçiriyor gözümün önünden. Tekrar yaşıyorum o günleri. Geride kalan kocaman kırk yıl.
Bu süre içinde; Büyük Doğu Nesli kaybolmuş. Sakarya yüz üstü bırakılmış. Asımın nesli tırpanlanmış, paramparça olmuş. Lime lime doğramışlar onun idealini siyaset tacirleri. Şimdi Asım, bu kırk yılın hesabını kimden soracak...
 
Rüştü Kam