27 Mayıs 2013 Pazartesi

İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ III 2013 Berlin



Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün'ün İslâm düşünce tarihi konulu seminerinin özetini bu yazımla sonlandırıyorum. Düzgün'e göre, „İslâm'ı doğru yaşamak için doğru anlamak lazımdır. Ağaç herkes için aynı değildir; kimisi ağacı gölge yapan bir nesne olarak görür, kimisi ağaçtan nasıl bir kereste olacağını düşünür, kimisi için ağaç şöminede yakılacak bir odundur, kimisi de onun oksiyen kaynağı olduğunu düşünür...  Ayetleri yorumlamak da aynen böyledir.  Ağacın oksijen kaynağı olduğunu, ekolojik  dengenin sağlanmasındaki rolünü düşünmek derinlik isteyen bir anlayışı gerektirir. Buanlayışın sahipleridir Allah tarafından övülenler(Rasihûn)." Devamla şöyle diyor Düzgün:

Ölüm ve sonrası



Öldükten sonra dirilmenin Allah'a inanmakla ilgisi yoktur. İnsan dediğimiz varlık öz ve arazdan oluşur. İnsanın özü bedenidir, onun dışında ne varsa arazdır. Bedene bağlıdır, beden gidince her şey gider. Filozoflara göre esas olan ruhtur, bedenimiz ruhumuzun aletidir. Ruh, bedeni eskiyene kadar kullanacaktır.

İnsan dünyadayken, istediğine ulaşmaya çalışır veya ulaşır. Cennet'te ise iştah duyulan şey kendilerine gelecektir. Ölen kişi ile dirilen kişi aynı kişidir. Ruh aynıdır çünkü. Sonbaharda ağacın yaprakları dökülür, ilkbaharda tekrar gelir. Giden yaprak ile gelen yaprak aynı değildir. Ancak ağaç aynı ağaçtır. "Zaman Ân-ı Dâimdir." (Gümüşhanevi)




Zaman rölatiftir



Zaman zihinsel bir şeydir, rölatiftir, izafidir: Bir adamı yanan sobanın üzerine bir dakika oturtursanız zaman geçmek bilmeyecektir. Ona o bir dakika belki bin sene gibi gelecektir. Bir de iki aşığı bir saat baş başa bırakın, onlar için zaman çok çabuk geçecek ve daha bir dakika bile olmadı diyeceklerdir.

Öldüğümüz an dirildiğimiz andır. 5.000 yıl önce ölen adam için zaman bilinmez. Ölen kişiler için zaman mefhumu yoktur. İnsan ölünce ya cennetine gider ya da cehennemine. "İnsanın üzerinden, kendisi anılmaya değer bir şey olmadığı, uzun bir süre geçmedi mi?"(İnsan 1)



Muhammed Ali es-Sabunî diyor ki: " Bu âyetten maksat, insana meydana geldiği şeyin aslını hatırlatmaktır. Çünkü o, dikkate alınmayacak derecede basit ve terkedilmiş bir şeydi. Yok olduğu bir dönemde babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratmak isteyen Allah'dan başkasının bilemediği adi bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti ki o zaman o, yer küresi üzerinde yoktu. Sonra Allah onu yarattı, daha önce hiç kimsenin tanımadığı, terkedilmiş ve tanınmayan bir şey iken Allah onu güzel bir şekilde yarattı..."





Kabirde olanlara bir şey duyuramayız



Ölen ölmüştür. Ölenler dünyada kalanların seslerini duymazlar, ölen kim olursa olsun, hangi sıfatla anılırsa anılsın duymaz. Ahirette üç karşılaşma vardır:

1-Yaptığımız işlerle karşılaşma, önden gönderdiklerimizle yani...

2-Geçmiş milletlerle gelecek milletlerin karşılaşması

3-Yer ehli ile gök ehlinin karşılaştırılması. Yer ehli ile gök ehlinin karşılaşması nasıl olacaktır o bilinmiyor.



Ragıp el İsfahâni der ki; "Kabirde olanlara bir şey de duyuramayız. Mezarda olanların bizimle ilişkileri yoktur". Dolayısıyla, kabir ziyaretleri, kabirde olanlara bir şeyler vermek için değil, bizim kabirde olanlardan ibret almamız içindir. 




Ahiretle ilgili iki kavram vardır



İsfahanî'ye göre, insanın ikinci dereceden öneme sahip olan bedenini toprağa girerken, esas unsur olan ruhu iyi ise illiyyine, kötü ise siccine gitmekte. Kıyametin kopuşuna kadar bulundukları yerde bedensel değil ama ruhsal olarak bir acı ya da zevkle karşılaştırılabilecek bir haldir bu. Kıyamet kopup da insanlar yeniden dirilip ruhlar bedenlere iade edilince o zaman esas yurduna ( cennet ya da cehennem) gittiğinde ise bedensel acı veya zevk dönemi başlayacaktır.

Maturidi'ye göre kabir azabı azab-ı arz, yani azabın kişiye gösterilmesidir. Ahiret azabı ise, azab-ı ayn, yani azabın kendisidir. Buna göre hesap sonrasında çekeceği azap insana gösterilir veya bildirilir; hesap sonrasında hak ettiği cezayı veya ödülü gerçek bir şekilde yaşar. Maturidi kullandığı arz kelimesine şu ayetle açıklık getirir: "Ateş sabah akşam ona sunulur." (Mü'min 46)




İlliyyin

İlliyyin, insanın melekleri de geride bırakarak varabildiği, yücelerin yücesi manasına gelen mertebedir. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Hayır (o kâfirler gibi olmayın). Çünkü itâatkâr olan iyilerin kitapları (amelleri), hiç şüphesiz İlliyyîn'dedir. (Mutaffifîn sûresi 18)



Zemahşerî bu konuda şöyle der: „ Koruyucu melekler, yâni Kirâmen kâtibîn, bir kişinin amel defterini Allahü teâlâya arz ettiklerinde; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amellerini ihlâsla, Allah rızâsı için yaptığından, onun defterini İlliyyîn'e koyun. Çünkü onu af ve mağfiret ettim" diye Allahü teâlâ vahyeder. "


Siccin

"Sakın (hîleye sapmayın, âhiret hesâbını unutmayın). Çünkü kötülerin kitâbı muhakkak ki Siccîn'dedir. Siccîn'in ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O) yazılmış (mühürlenmiş) bir kitabdır. Siccîn'in ne olduğunu sana gösteren nedir? Rakamlandırılmış bir kitaptır o." (Mutaffifîn sûresi 7-9)




Reenkarnasyon



Yeniden bedenlenmek demektir. Ancak reenkarnasyon mümkün olmayan bir şeydir. Reenkarnasyon cezalandırılmak demektir, ödüllendirilmek demek değil. Oysa dünyada yeniden bedenlenmek isteyenler iyilik işlemek için bedenleneceklerdir. Reenkarnasyonun mantığı böyledir.



"Onlar: "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı itiraf ettik, bir daha çıkmağa yol var mıdır?" derler. (Mümin 11)



İki defa öldürülüp iki defa diriltilmek şöyle olur: Kuran hayata yoklukla başlar bu birinci ölümdür, yokken var eder bu birinci dirilmedir. Dünya yaşamı sona erdiğinde ikinci ölüm gerçekleşecektir, ölümden sonraki diriliş de ikinci diriliştir. İki defa ölüm ve iki defa diriliş böyledir. 




Cin



Cin yabancı demektir



Peygamberimizin okuduğu Kur'an'ı dinleyenler Nusaybin'den gelen yabancılardır. "Her kim cin gördüğünü söylerse yalan söylemiş olur." der, İmam Şafii.



İmam Maturîdi de: "Cincilere gidenlerin Allah korkusunu iki kat artırır." der.



Biz, iblisin mahiyetini bilmiyoruz. Ancak Cin ve şeytan gibi somut varlıklar yoktur, bunu biliyoruz. Cinler yabancılardır, yabancı insanlara cin denir. Süleyman peygamberin çalıştırdığı varlıklar cin değil savaş esirleridir. Görmediğimiz tanımadığımız bütün varlıklara cin denir. Kur'an buyruğu şöyledir:



"Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgârı da Süleyman'a (onun emrine) verdik ve onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azabı tattırırdık." (Sebe sûresi âyet: 12)



En üstteki varlık insandır. Cin değildir. Allah insanı üstün yaratmıştır, cini değil. Güçlü varlığın güçsüz varlığın peşinden gitmesi zillettir. Belkıs'ın tahtını getiren şahıs bir alimdir, o alim bilgili ve becerikli bir kişidir. Kur'an şöyle der:



"Ey önderler! Onlar gelip teslim olmadan önce sizin hanginiz kraliçenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit dedi ki: Ben, onu sana sen makamından kalkıncaya kadar getiririm. Bana güvenebilirsin, benim buna gerçekten gücüm yeter.

O Kitap'tan bir bilgiye sahip olan kişi de: Ben onu sana gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm dedi ve getirdi. Süleyman tahtı, yanına kurulu görünce dedi ki: Bu beni denemek için Rabbimin bir ikramıdır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Kim şükrederse faydasını görür. Nankörlük eden etsin. Rabbimin kimseye ihtiyacı yoktur, onun iyiliği boldur." (Neml 38-40)



Ayetten anlaşılacağı gibi, tahtı, göz açıp kapayıncaya kadar getiren kişi, bir alimdir. Bilgi aldığı kaynak Tevrat'tır. İsrail peygamberlerinden olan Süleyman'ın makamında "O Kitap" diye bahsedilen kitap başkası olamaz. "Kitap'tan bilgisi olan" ifadesi önemlidir. Demek ki o kişi ilim sahibi birisidir, âlim birisidir. 

Uzaktaki eşyayı getirme konusunda uzmandır.



Firavun'un cincileri de simyacılardır. Onların yaptıkları, kuzu bağırsaklarına doldurdukları civanın güneşte hareketlenmesinden ibaret bir aldatmacadır.



Peygamberimize mucize verilmemiştir. Allah şöyle buyurur: "Sana mucize vermeyişimizin sebebi, daha öncekilerin inkar etmeleri ve helak olmalarındandır." (İsra 59)



İman bilgi ile güçlenir, mucize ile değil. Bu konuda, "İmanın arkasından bilgi gelmezse bu bir tasmadır." der, Gazali.




Üç kişinin amel defteri kapanmaz



1-Kitap yazanların(İnsanlığın faydasına işler yapanların-Sadaka-i cariye)

2-Salih bir evlat bırakanların

3-Herkesin faydalanabileceği eserler bırakanların (Han, hamam, köprü, yol, okul, hastane...)




Müflis



İyiliklerinin tamamını, hakkı geçen birisine verip de ondan günah alan kişidir müflis. Allah'ın sınırlarına tecavüz etmiştir ve iflas edenlerden olmuştur.




Hududullah



Yüce Allah, mü'minlerin başlıca özelliklerini sayarken, bunlardan birinin de, "Allah'ın sınırlarını/yasalarını korumaktır" der: "Allah'a tövbe eden, kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda gezen (cihad ve hicret eden, rızasını arayıp duran), rükû yapan, secde eden, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve Allah'ın sınırlarını koruyan mü'minleri müjdele." (Tevbe, 9/112)



Bu âyetin belirttiğine göre, hudûdullahı korumak, mü'minlerin bir görevidir, özelliğidir. Öyleyse mü'minlerin başlıca özellikleri; Allah'a iman ve bunun gereği olarak ona kulluk ederek, iman-amel bütünlüğü içinde davranışta bulunmaktır. İman sahibi olan, âyette belirtilen diğer düzgün davranış özelliklerini de günlük hayatında uygular, hudûdullahı gözetmek, mü'minlerin özelliğidir.



İman hususundaki zaaf, Allah'ın sınırları konusunda da kendini gösterir: "Bedevîlerin küfür ve nifakları her yönden, daha ileridir. Allah'ın, peygamberine indirdiğinin sınırlarını bilmemekte de onlar ileridir. Allah bilendir ve hakîmdir." (Tevbe, 9/97)



Hudûdullahı bilmemek, iman zaafıdır. Burada, bedevilerin iman zaafı, servet ve dünyalık hırsları, ikiyüzlü gündelik davranışları, en önemlisi hangi konuda olursa olsun zora düştüklerinde bin bir gerekçeyle ve yaldızlı sözlerle içinde bulundukları durumdan sıyrılmaya çalışmalarıdır. (Bakara, 229-230)



Hudûdullaha yaklaşmamak, sorumluluğunu bilmektir, takva kavramı ile ifade edilir. (Bakara,/187)

Hudûdullahı aşmak; aşırı gitmek demektir. (Mü'minun, 7; Mearic, 31)

Kendine yazık etmek, zulüm yapmak demektir. (Talâk, 1)

Allah'a ve peygamberine isyandır, isyan yolunun sonu cehenneme çıkar, bu yolun sonunda alçaltıcı bir azap vardır. (Nisa, 14; Mücadele, 4).

Hz. Peygamber bir hadisinde, "Bir kimse perdeyi (âr perdesini) sıyırmadıkça, hudûdullaha düşmez/Allah'ın sınırlarını çiğnemez." der. (Tirmizî, edeb, 44/76)

Kehf suresindeki bir ayette de: -Bu ayette iman ederek ilk adımı atan ve sınırları zorlamayan, her konuda teslim olan gençlerin durumu dile getirilir- „Biz onların haberlerini sana doğru bir şekilde anlatacağız. Şu bir gerçek ki onlar, Rablerine iman etmiş bir yiğitler grubuydu. Ve biz de onların hidayetini artırdık." (Kehf 13)

Bitti.







  
Rüştü Kam

14 Nisan 2013 Pazar

Kadının Şahitliği






Müslümanların halledemedikleri meselelerden biri de İslâm’da kadının şahitliğidir. İki kadın eşittir, bir erkek eder anlayışı. Kadının eğitim seviyesinin yüksek oluşu, ehil olduğu konular, sosyal hayattaki aktiviteleri bu anlayışı maalesef değiştirememiştir. Çünkü, bu anlayışın muhafaza edilmesi erkeklerin kadınlar üzerindeki  egemenliğinin devam etmesiyle doğru orantılıdır.

Kur’an Peygamberimiz‘e en son olarak nazil olan Allah kelamıdır. Mucizedir ve mükemmeldir. İlkeleri vardır. Bu ilkelerden biri “tekabüliyet” ilkesidir: Erkek için haram olan birşeyin kadın için de haram olması, erkek için helal olan birşeyin kadın için de helal olması demektir. Cinsiyetlerle ilgili özel hükümler istisnadır. Bu kurala   tekabüliyet   ilkesi denir.

Kur’an’da kadınlığın erkeklikten  daha az değerde ve şerefte olduğunu belirten hiçbir beyan yoktur. Böyle bir beyan olmamasına rağmen kadının şahitliği hususunda iki kadın bir erkeğe denk gelir gibi anlayışlar doğmuştur. Bu anlayış doğru bir anlayış değildir. „…iki kadın, bir erkek şahit getirin…“ ayeti insanların ilgi  alanları dışındaki şahitliklerde geçerlidir. Kur’an’ın verdiği örnek mali işlemlerle ilgili bir örnektir. Bu örnek Orta  Çağ‘da yaşayan kadını esas alarak verilmiştir, kadının insan olarak bile kabul edilmediği çağdır Ortaçağ. Ayetin nüzul ortamını iyi tahlil etmek lazım:

Görüldüğü gibi bu ayetteki şahitlik hükümü, unutkanlık ihtimali üzerine bina edilmiştir, buradan şöyle bir sonuç çıkarılabilir. İnsanların kendi ilgi alanları içine girmeyen konularda unutkan olmaları muhtemeldir. Çok sık karşılaşmadığı konularda insanlar unutkan olabilirler. Bu durum kadınlar için geçerli olabileceği gibi erkekler için de aynı derecede geçerlidir. Kur’an’ın insanlardan yerine getirmelerini istediği buyruklar tekabüliyet ilkesi esas alınarak temellendirilmiştir. Kadının şahitliği konusundaki hüküm unutkanlık üzerine bina edildiğine göre, ilgi alanları dışındaki konularda kadınların unutkan olabileceği göz önünde bulundurulmuştur. Kendi ilgi alanı dışındaki herhangi bir konuda erkekler de unutkan olabilirler. Bu gayet doğaldır. Birbirlerinden farklı oldukları için değil, her ikisinin de insan olduğu için bu böyledir. 

Mesela, borçlanma hukukunda/ mali işlerde aranan, iki kadın, bir erkek şahit görgü şahitliğinde aranmaz. Görgü şahitliğinde tek kadının veya tek erkeğin şahitliği yeterlidir. Ayrıca ayet „birisi unutursa öbürü hatırlatsın“ der. Yani, sonunda yine şahit olarak dinlenen tek kadındır, iki kadın değildir. Kadının biri untmamışsa bu durumda ikincisine sorulmayacaktır.

Başka şahitlikler de vardır Kur’an’da, mesela lian şahitliği konusunda erkekle kadın aynı derecede eşittir. Lian: Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliğidir. Kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dair Allah'ı dört defa şahit tutmaktır. Eğer her şahitlikte iki kadın bir erkeğe eşit olsaydı lian konusunda kadının sekiz kez Allah’ı şahit tutması gerekirdi:
 

Öte yandan  Nur suresinin beşinci ayetinde namuslu kadınlara iftira atanlar konusunda şahit sayısı belirlenirken kadın ve erkek ayırımı yine yapılmamıştır. Sadece dört şahitten bahsedilmiştir. Bu dört şahit, dör kadın olabilir, iki kadın iki erkek olabilir, üç erkek bir kadın olabilir veya tersi olabilir.

Ayet şöyledir:


Kadının sesi haram mıdır?

Kapı komşusu iki kadından biri, diğerinin kocasının olduğu yerde kendi kocasına seslenemiyor. Aynı kadın çarşıda pazarda tanımadığı başka erkeklerle bağıra çağıra konuşabiliyor. Öyleleri de var ki, kendisi misafir geldiği evin hanımıyla görüşebiliyor, konuşabiliyor, hal ve hatırını sorabiliyor,  fakat kendi hanımı evine misafir gelen arkadaşıyla konuşamıyor. Uygulama böyledir. Bu uygulamayı yapanlar takva sahibi müslüman olduklarına inanırlar. Bu uygulamanın diğer bir adı haremlik selamlık olarak bilinir halk arasında.

Örneklerde görüldüğü gibi dinde cahil olmak kadar kötü birşey, çirkin birşey yoktur. Dilerseniz bir de Allah‘ın buyruğuna bakalım yukarda sözünü ettiğimiz uygulamayla ne kadar örtüşüyor: „Ey peygamber hanımları konuşmalarınızda bayağılaşmayın, dürüst ciddi saygı değer sözlerle konuşun ki, kalbinde maraz bulunan  biri ümide kapılmasın.’’(Ahzab 32)

Bu ayete göre,  kadınların seslerinin yasaklanmadığı,  ancak bayağı,  adi ve tahrik edici söz söylemelerinin yasaklandığı ortadadır. Kadınların sesleriyle ilgili bu hüküm aynen erkekler için de geçerlidir.  Erkeklerin de bayağı sözlerle kadınların zihinlerini çelmeleri yasaklanmıştır. Bu ayetin dışında kadın sesiyle ilgili başka bir hüküm yoktur. İslâm’a maledilen müslümanlar arasındaki uygulama tamamen örf ile alakalı bir uygulamadır, İslâm ile alakalı değildir. 

Peygamberimizin uygulamasında da yasaklama yoktur kadın sesine: "Peygamberimizin zamanında mescidde ve başka yerlerde kadınlar, erkeklerin yanında konuşurlardı. O (s.a.) hicret ederken kadınlar ve çocuklar musikî eşliğinde karşılama yapmışlardı. Bayram günlerinde Hz. Peygamber'in evinde ve onun yanında genç kızlar, Hz. Aişe'ye sesli ve tefli müzik dinletmişlerdi. Kadının sesinin ve musikînin haram olduğuna dair sahih ve kesin bir delil (dinî açıklama) yoktur. Kadın olsun erkek olsun müzik icra ettiğinde bunu dinleyenler kendilerine bakmalıdırlar; kötü, olumsuz bir etkilenme bulunmadıkça dinlemelerinde sakınca yoktur." (Şevkânî, Neyl, C. VIII, s. 107)

„Aslında kadının sesi haram değildir; ancak şehveti tahrik ederse Kur'ân okumasını bile dinlemek haram olur.“ "Bayramda iki cariyenin okuduğu şarkıyı Hz. Peygamber ve Ebû Bekr dinlemiştir.“ (Hanefilerden Buhârî şârihi allâme Aynî, Umdetu'l-Qârî, C. 3. s. 360.  60)

Sonuç:

1- Şahitlik konusunda, mutlak olarak iki kadın bir erkek gereklidir demek yanlıştır. İlgi alanı dışındaki konularda bir kadın iki erkek şahit gereklidir demek doğrudur. Tekabüliyet ilkesi bunu gerektirir.
2- Kadının sesi haram değildir. Kadın sesi haramdır diyenler örflerine uyarak bu yasağı getirirler. Kadın şarkı da söyler, Kur’an’da okur. Erkekler de bu güzel sesi dinlerler. İslâm buna mani değildir. İslâm gbüzel olan herşeyi alkışlar ve insanları güzelin peşine salar. Yasaklananlar toplum huzurunu bozan davranışlar ve teşviklerdir.
3- Allah‘ın sevmediği ses eşek sesidir. Akortsuz olduğu için bu sesi sevmez Allah.  Ayet şöyledir: „Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.“ (Lokman Suresi, 19)

Allah, çirkin sesi eşek sesine niçin benzetti? En çirkin ses eşek sesi midir? Acaba bundaki hikmet nedir? Gibi soruların cevabını  Mevlâna’dan alalım: „Her hayvanın kendine mahsus bir iniltisi, bir zikri ve tesbihi vardır ki bununla, Yaratan ve rızık veren Rabbini zikreder. Nitekim devenin böğürtüsü, arslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu, göklerde de meleklerin, ruhanilerin tesbihleri ve zikirleri olduğu gibi, insanların da tesbihi, tehlili, batını ve bedeni, türlü ibadetleri vardır. Halbuki biçare eşek ise (sadece) iki belirli zamanda anırır: Biri cinsi yakınlık istediği vakit (Şehveti kabardığı zaman ), diğeri de aç kaldığı zaman.“ (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki  C,1; S 287. MEB Yayınları )

KADIN, ERKEĞİN KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILMIŞTIR





İnsan, kadın ve erkek olmak üzere iki ayrı cinsten ibarettir. Allah Nisa suresinin birinci ayetinde insanı yarattım derken, aynı zamanda ve aynı cevherden kadını da yarattım demektedir. Bundan dolayı yükümlülükler bu iki varlığın sırtına aynı derecede eşit yüklenmiştir. Buyruklar karşısında erkek kadına göre daha fazla, kadın erkeğe göre daha az sorumlu değildir. Üstünlük ölçüsü olan „takva“ her iki cins için de geçerlidir. Her iki cinsin, yaratılıştan kaynaklanan farklılıkları ve üstünlükleri vardır elbet. Ancak bu farklılıklar, hukuk açısından birinin diğerine üstün olması anlamına gelmez. Buyruk şöyledir:
Ey insanlar! Sizi bir tek can(lı)dan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Kendisi adına birbirinizden [haklarınızı] talep ettiğiniz Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyun ve bu akrabalık bağlarını gözetin. Şüphesiz Allah, üzerinizde daimî bir gözetleyicidir.“  (Muhammed Esed Meali, Nisa; 1)

Ayete göre, kadın olsun erkek olsun aynı cevherden, nefisten, benlikten yaratılmıştır.   “Nefs”, “benlik” bütün insanların ortak kökenine işaret eder, kadın da erkek de “nefs/benlik” taşır.

Bu ayetteki nefis kelimesi, aslında canlı anlamına gelir. Nefes de canlılık belirtisi olan soluk alıp vermeye denilir. Genellikle müfessirler, buradaki nefis kelimesiyle Hz. Adem'in kastedildiğine kani olmuşlardır.

Bizim kanaatimize göre ayetteki nefis, Hz. Adem'i değil, insanın aslı olan ilk canlıyı kastetmektedir. Birçok ayette, insan yaratılışının bazı aşamalardan, evrim safhalarından geçirildiği belirtilmiştir. Nuh Suresi'nin 13-14'üncü ayetlerinde:
Size ne oluyor ki, Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?
Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.” (Muhammed Esed Meali) buyurulmaktadır. Demek ki insan, hemen birdenbire ortaya çıkmış bir varlık değil, uzun bir tekâmül sonucu süzüle süzüle yaratılmış en mütekâmil varlıktır.

Gerçek böyledir, insan bir tek candan yaratılmıştır. Ancak öğreti farklıdır.  Dolayısıyla yaratılış konusundaki inanç, kadının, erkeğin eğri kaburga kemiğinden yaratıldığı inancıdır. Tevrattaki kadının yaratılışıyla ilgili metin aynen şöyledir:

 “Ve Rab Allah Ademin üzerine derin uyku getirdi, ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı, ve yerini etle kapadı.  Ve Rab Allah Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu Adem’e getirdi. Ve Adem dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna Nisa (kadın) denilecek, çünkü o insandan alındı.”  (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin; ll. bap, 21-23. cümleler)

Bu ve benzeri rivayetlerle kadının yaratılışının  kaburga kemiğinden olduğu Müslümanlar tarafından kabul edildi. Başkaca rivayetlerle de desteklenerek, “kadının, saçının uzun, aklının kısalığı ve dinin noksanlığı” gibi aşağılamalara da fazla dikkat edilmedi. Bunlar mecburi eğrilik olarak kabul edildi.

Allah, Hz. Adem'i topraktann yarattığına göre, Hz. Havva'yı da topraktan yaratmaya kadirdir. Durum böyle olunca, Hz. Havva'yı, Hz. Adem'in bir kaburgasından yaratmasının manası nedir? 11
Bu şekildeki soruları soranlar reformist olarak nitelendirildi.

Bu gün için Yahudi toplumunda ellerindeki kitapta yazılanlara inananlar var mı bilmiyorum ama, Müslümanların, kadının yaratılışı ile ilgili inancı bozulmuştur. Kitâb-ı Mukaddes’te anlatılan türden olmuştur. Bu inanışa da maalesef  Peygamberimiz alet edilmiştir. Konuyla ilgili rivâyetler, Kütüb-ü Sitte dediğimiz altı kitaptan Buhari, Müslim ve Tirmizi’de yer almıştır. Tevrat’taki metinle hadis kitaplarındaki metin neredeyse birebir örtüşmektedir. Karşılaştıralım:

 “.....Bize Hüseyin el- Cufi, Zaide’den; o da Meysere’den; o da Ebu Hâzım’dan; o da Ebû  Hureyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘ Her kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, o mümin kişi komşusuna ezâ etmesin. Bir de kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz! Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Bu kemiğin en eğri kısmı en üst tarafıdır. Eğer sen eğri kemiği doğrultmaya kalkarsan, onu kırarsın. Onu kendi haline bırakırsan, daima eğri kalır. Onun için sizler birbirinize kadınlar hakkında daima hayır tavsiye ediniz.”  (Buhari   Nikâh Kitabı, 81. Bab, rivâyet No. 116) / (Müslim ve Tirmizi)

Kelamcılar derki; "Birşeyi birşeyden yaratmak (halketmek) aklen imkânsızdır. Çünkü yaratılmış olan bu şey, eğer  kendinden önce mevcut olan o şeyin aynı olursa, bu bir yaratma olmaz. Bu bir yaratma olmayınca da, başka birşeyden yaratılmış olması da imkânsız olur. Şayet biz, bu yaratılan şeyin kendinden önce mevcut olan o şeyden başka bir varlık olduğunu söylersek, bu durumda yaratılan ve sonradan meydana gelen bu şey, sırf yokluktan meydana gelmiş ve bulunmuş olur. Böylece, birşeyin başka birşeyden yaratılmasının aklen imkansız olduğu sabit olur. Bu âyetteki harf-i cerri, ibtidâ-i gaye manasınadır. Bu, şu demektir: Bu şeylerin, şeylerden meydana gelişinin başlangıcı, bir zaruretten ötürü değil, sadece öyle vâki olduğu içindir." 13

Kadın erkek eşitliği  

Kadın ve erkek eşitliği siyasi bir söylemdir. Kadın erkeğe erkek de kadına eşit olmaz. Bu söylemi eşitlik olarak değilde adalet olarak açıklamak daha uygun olur. Bu durumda kadın ve erkek insan olmaktan kaynaklanan haklar açısından eşittir denilmelidir. Buyruklara okuyalım:

“İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir... (Tevbe 71)
”...Onlar (kadınlarınız) sizin için birer elbise, siz de onlar (erkekleriniz) için birer elbisesiniz...” (Bakara 187)

Bu ayetlerin bildirdiğine göre, kadın ile erkek; dost olarak her alanda yanyana birbirlerine yardım ve arkadaşlık edecekler, yaşamları boyunca toplumlarında aynı haklara sahip oldukları gibi sorumluluk ve görevleri de birlikte paylaşacaklar.  Yaratılıştan kaynaklanan farklılıklar dışında, Allah katında kul olma sorumlulukları ile sorumluluklar, değerler ve haklar açısından durumları birbirine eşittir.

Giysiler nasıl insanları koruyarak sıcak tutuyorsa, eşler de birbirine karşı elbise gibi ayni durumda koruyucu, sıcak ve çekicidir. Böylece erkek kadını, kadın da erkeği tamamlamaktadır.

Sorumluluk

„Erkek yahut kadın, her kim inanmış olarak barışa yönelik iş yaparsa, onu tertemiz bir hayat ile yaşatırız...(İsra 97)
„İkiyüzlülerin erkekleri de kadınları da birbirinin aynıdır. Kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, harcamamak için ellerini sıkarlar. Onlar Allah'ı unutmuştur, Allah da onları unutmuştur...“(Tevbe 67)

Sonuç:

1-İnsan tek bir nefisten yaratılmıştır. Kadını insan olarak kabul edenler onun da aynı nefisten yaratıldığını kabul ederler.
2-Kaburga kemiği hikayesi uydurularak, kadın İslâm’dan önceki konumuna getirilmeye çalışılmıştır ve bu konuda başarı da elde edilmiştir.
3-Tevratın yaratılışla ilgili hikayesi, hadis olarak literatüre girmiştir. Ayete açıkça muhalefet eden bu hadis(!) maalesef müslümanlar tarafından kabul görmüştür. Ayete rağmen kabul görmüştür ve ısrarla savunulmaktadır. Önceki alimlerin yanlışlıklarını bugünün alimleri israrla neden savunurlar anlamak mümkün değildir.
4-Allah hem kadını hem de erkeği Kur’an’ın bütününden sorumlu tutuyor, ancak kadını akıldan noksan yaratıyor, Allah bu durumda adil midir? Kadına zulmetmiş olmaz mı?
………………………
11- Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/310-311
13- Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/311-312