1 Kasım 2012 Perşembe

KURBAN 2012


   

KURBAN

Kurban konusunu bir de Hakkı Yılmaz'dan okuyalım. Konuyu enine boyuna incelemiş. İstifadenize sunuyorum. Okuyalım:

Kurban


Kurban sözcüğü, Arapça bir sözlük olup "yaklaşmak" anlamındadır. Dini terim olarak ise, Allah'ı razı etmek, ona yaklaşmak için yapılan her türlü ameli kapsamı içine alır. Dolayısıyla kurban Allah'a yakın olmak için yapılan hertürlü infak'ın adındır.
Kurban, Allah'a yaklaşmak amacıyla yapılan secde, salât, salâtı ikâme, cihad, yetimin ikramı, sâlihâtı işleme, işsize iş verme vs. gibi her türlü güzel davranışın adıdır.
Sadece hayvan kesmek yaklaşılmaz Allah'a. Her türlü ihlâslı ve takvâlı amel müslümanı Allah'a yaklaştırır. Müslümanın Allah'ın rızasına uygun olarak yapılan harcamaları "kurban" dır.

Habil ile Kabil Adem'in iki oğlu veya iki adem oğlu, Allah'a kurban ile yaklaşmak istemişlerdir. Habil çoban olduğu için kurban olarak bir koyun seçmiştir. Kabil ise çiftçi olduğu için kurban olarak bir demet buğday seçmiştir. (Tevrat/ Tekvin, 5:17), (Maide 27-32), (Tirmizi 2812)

Tarihçesi

Tanrıya/ tanrılara insan/hayvan kurban edilişinin geçmişi kesin olarak bilinmese de insanlık tarihi kadar eskidir diyebiliriz. Dinler Tarihi incelenirse tüm cahil, ilkel insanların tanrılarına yakınlaşma, onlara şükran duygularını ifade etme veya onların hışmından kurtulabilmek amacıyla Kurban ile ilgileri görülür. Antik yunan dininden tutun da Japon dini Şintoizme, eski Çin inançları ve Hinduizme kadar hepsinde kurban vardır. Ahdi Atik ve incil'de de israiloğullarının sunduğu Takdimelerden sıkça söz edilir.
Cahil insan, korktuğu şeylere, putlarına, totemlerine, ilahlarına hep kurban sunmuştur. Bu kurban kimi zaman, yetişkin insan olmuş, kimi zaman çocuk olmuş, kimi zaman da hayvan (deve, sığır, davar) olmuştur.
 

İslâm dininde kurban


Müslüman arasında Kurban ilkel dinlerdekinden farklı olarak yer almıştır. Kurban'ın toplumda kardeşliği, yardımlaşmayı ve dayanışmayı pekiştirdiği, sosyal adaletin tesisinde yardımcı olduğu, et alma imkânına sahip olmayanların et yeme imkânı bulduğu, zenginlerde yardımlaşma ve paylaşma duygusunu geliştirdiği ileri sürülür. (!)

İlm-i Hal ve fıkıh kitapları kurban konusunu işlerken kurbanın delil ve kaynaklarını Kur'ân'a dayandırmaya çalışırlar.

1- Kevser suresindeki VE-NHAR emri, KURBAN KES diye tercüme ve tefsir edilir.
2-Kurbanın İbrahim As.'dan gelme bir sünnet olduğu kabul edilip, İbrahim As.'ın özverisinin konu edildiği Saffat/ 83- 113. Ayetlerini İbrahim peygamberin oğlunu Allah'a kurban olarak kesmeye çalıştığını ileri sürerler.
3- Hacc Suresi 34-37 âyetlerinin kurbandan bahsettiğini iddia ederler.
4- Maide/ 27- 32'de konu edilen olaya binaen de, Kurbanın Âdem peygamberden beri var olan bir ibâdet tarzı olduğu kabul ederler. Böylece de kurbanın Kur'ân' kaynaklı olduğuna inanılır.

İşin aslına bakılırsa, delil olarak ileri sürülmeye çalışılan ayetlerde konu edilen olayların bizim bildiğimiz ve uyguladığımız kurbanla hiç alakası yoktur. Âyetlerin kurban için delil teşkil etmeleri söz konusu değildir. Âyetlerin bu tarz meal ve tefsirleri de yanlıştır. Bunları inceleyelim:

Kevser suresi


Dinî ve tarihî kaynaklarda belirtildiği gibi, ilk günden itibaren müşriklerin kendisini hafife ve alaya almalarıyla, hazırladıkları hile ve tuzaklarla karşı karşıya kalmıştır. Peygamberimizin maruz kaldığı bu tür davranışlardan biri de soyunu devam ettiremeyeceği yönündeki alaycı hafifsemelerdi.

Günümüzde bazı ilkel aileler tarafından da hâlâ sürdürüldüğü gibi, o zamanın Arap kültüründe de kız çocukları evlâttan sayılmaz, ailenin erkek çocuk tarafından devam ettirildiği kabul edilir ve erkek çocuğu olmayanlar horlanırdı. Peygamberimizin Hadice'den doğma oğulları Kasım ile Abdullah ölünce, başta As b. Vâil es- Sehmî, Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ukbe b. Ebî Mu'ayt gibi Kureyş'in ileri gelen müşrikleri olmak üzere peygamberimizin hasımları bu olayı malzeme yaparak o'nu horlamaya yeltenmişlerdi. Peygamberimiz tarafından ortaya atılan davanın o'nun ölümü ile biteceğini, çünkü oğulları öldüğüne göre davanın takipçisi kalmadığını düşünerek peygamberimiz hakkında "Bırakın o'nu, o'nun soyu kesik, zürriyetsiz, ölünce adı unutulur gider, biz de ondan kurtuluruz" diyor ve temennilerini haber yapıyorlardı. Bu durum peygamberimizi çok üzüyordu.

Bu sure işte üzgün peygamberi desteklemek ona metanet kazandırmak, onu ileriki görevlerine hazırlamak için inmiştir, anlamı şöyledir:

"Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik. Öyleyse Rabbin için salât et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumun zenginleştirilmesine ve aydınlatılmasına uğraş] ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle! Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!" (15/108, Kevser/1-3)

Rasülüllah'a verilen kevser: Bol nimet ise yine Kur'an'da (Duha, İnşirah sureleri ve Hıcr/87) ayrıntılı olarak açıklanmıştır:

Aydınlanmanın başlayışı ve Allah'ın ilâhlığını, rabliğini örtüşün, Allah'a ortak kabul edişin, cehaletin toplumu sarmışlığı[1] kanıttır ki Rabbin seni terk etmeyecek ve sana darılmayacak.
Sonrası senin için öncesinden elbette daha hayırlı olacak. Ve Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın.

O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi?

O hâlde yetimi perişan etme/daha da kötüleştirme! İsteyeni/soranı azarlama.
Ve Rabbinin nimetini söz ve fiillerinle ortaya koy!

Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı? Senden ağır yükünü indirmedik mi? -Ki o, senin belini çatırdatmıştı.- Senin şanını da senin için yüceltmedik mi?

Demek ki zorluğun yanında kesinlikle bir kolaylık var. Zorluğun yanında bir kolaylık, kesinlikle var.
O hâlde boş kalır kalmaz hemen yeni bir şeye başla. Ve arzularını yalnızca Rabbine yönelt. (11/93, Duhâ/1-11+12/94, İnşirâh/1-8)

Andolsun ki Biz sana katmerli katmerli nice nimetleri ve büyük Kur'ân'ı verdik. (Hicr/ 87)
Buna göre bol nimet, "Kur'an ve sıradan birisi iken seçilip peygamber yapılması; yetim iken barınağa kavuşturulması; dosdoğru yol dışında biri iken doğru yola kılavuzlanması; dar gelirli iken zenginleştirilmesi; sıkıntılı ilen göğsünün açılması, ferahlatılması; yükü ağır iken ağır yükünün hafifletilmesi; adı unutulacak iken adının, sanının ve şanının yüceltilmesi"dir.

Bizim "karşılaşacağın zorlukları göğüsle!" diye çevirdiğimiz sözcüğün orijinali "nahr" dır. Nahr sözcüğü klâsik eserlerde iyice irdelenmeden Türkçeye en uzak anlamı olan "kurban kes" şeklinde çevrilmiştir. Bu durum, "ğalât-ı meşhur, fasih lisana yeğdir [meşhur olmuş hatalı sözcük, orijinaline tercih edilir]" kuralına tamı tamına denk düşen bir uygulamadır. Ne var ki, yapılan ğalâtın/hatanın sürdürülmesi edebiyat alanında önemli bir sakınca doğurmayabilir ama dinin temel ilkelerinin ğalat bir anlamla yozlaşması, göze alınamayacak kadar büyük bir sakıncadır.

Kadim lügatlara göre İsim olarak kullanıldığında "göğüs, gerdan" anlamına gelen nahr sözcüğü, mastar olarak kullanıldığında araplar arasında "eli göğse değdirmek, göğüslemek, devenin göğsüne bıçak saplayıp kesmek" anlamlarına kullanılır olmuştur. Türkçedeki "intihar" sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir.

Sözcük Âyette venhar emir kipiyle yer aldığına göre sözcüğün mastar hâlinin taşıdığı üç değişik anlamın da incelenmesi gerekir:.

1-Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki birinci anlamı "elini göğsüne değdir" emridir. İmam-ı Şafii ve-nhar emrini "kurban kes" ya da "deve kes" olarak değil, "ellerini göğsüne değdir" olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup olanlar namaz kılarken bu içtihada uyarlar.

Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivâyetleri dikkate alarak bu emri namazda kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve bu şekilde uygulamışlardır.
Kimileri de aynı emri, namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere yalpalanılmaması gerektiği şeklinde anlamışlardır.

Ebû Hanife'nin bu Âyeti nasıl anladığına gelince; o günkü siyasal iktidarın söylemine aykırılıklar taşıması sebebiyle olsa gerek, eserleri zamanın idarecileri tarafından yok edilmiş, bu nedenle de konu hakkındaki yorumu bize kadar intikal edememiştir.
Ancak bütün bu anlayışların namaz esnasındaki bedensel hareketlere yönelik olarak ortaya konduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Oysa Âyette bu hareketin namazda olacağına dair hiçbir işaret, delâlet ya da karine [ipucu] yoktur.

Bu sözcüğün "elini göğsüne değdir" anlamın alırsak, namaza başlama tekbirinde ya da namazlardaki ara tekbirlerde dilimizle "Allahu Ekber [Allah her şeyden daha büyüktür]" derken ellerimizi göğsümüze kaldırmamız, aynı anda beden dilimizle de bu inanç ve anlayışımızı pekiştirdiğimiz anlamını ifade eder. Yaptığımız bu hareket, Allah'tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eden sembolik bir davranıştır. Sûre peygamberimize hitap ettiğine göre, Yüce Allah'ın bu emirle peygamberimizden istediği, hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü davranışları, düşmanlıkları, hileleri ve tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş vermesi, elini sallayıp geçivermesidir.

2- Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki ikinci anlamı "göğüslemek, göğüs göğse gelmek" demektir. Sözcüğün asıl ve en fazla kullanılan anlamı zaten bu anlamdır. Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca "evleri göğüs göğse [karşı karşıya]" deyiminde de bu anlamda kullanılmıştır.
Buna göre Rasülüllah'a/ mü'minlere, "sabırlı olma, her türlü sıkıntının göğüslenmesi" emredilmiş olmaktadır.

3-Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı ise "deveyi göğsünden hançerle kesmek" demektir. Dikkat edilirse bu anlam içinde "kurban" sözcüğü yer almamaktadır. Bu anlam esas alındığında, Âyetten "kurban kes" veya "deveyi kurban kes" gibi anlamlar çıkmaz. Sâdece "deveyi göğsünden hançerle kes" anlamı çıkar. Bu takdirde Âyetin anlamı, "Seni üzüyorlar, sana düşmanlık ediyorlar, salat et ve deveyi göğsünden hançerle kes!" olur.

O günkü şartlar altında peygamberimize böyle bir emir; kasaplık yapmasının emredilmiş olması anlamsızdır. Çünkü bu Sûre indiğinde peygamberimiz hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince taraftar edinememiştir. İşler henüz teori/iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir eylem söz konusu değildir.
Kevser Sûresi'nin 15. sırada indiğini bilenler ve Sûre ile Âyeti o ortama göre ele alanlar venhar emrinden kesinlikle "kurban kes" anlamını çıkarmazlar.

Ragıb el İsfehânî de Müfredât adlı eserinde nahr'ı hacc esnasında Mina'da kesilmesi gereken hediye olarak açıklar. Ancak hedy'den bahseden Bakara Sûresi'nin 196; Mâide Sûresi'nin 2, 95, 97. ve Feth Sûresi'nin 25. Âyetleri henüz inmemiştir. Çünkü bu Âyetler, Medenî'dir. Dolayısıyla Kevser Sûresi indiği sırada hacc ile ilgili bir hüküm henüz ortada yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb'a göre de nahr hacda kesilen hediyenin dışında bir şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle bir ilgisi yoktur.

Bazıları, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kurban konusunu İbrâhîm peygambere bağlarlar ve o'nun oğlunu kurban edişini konu alan birçok Kur'ân dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek detaylara girerler. Oysa Sâffât Sûresi'nin 83-113. Âyetlerine baktığımızda, bu olayların kurbanla herhangi bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Bazıları da Mâide Sûresi'nin 27-31. Âyetlerindeki "iki âdemoğlu" kıssasından yola çıkarak kurbana kaynak aramaya çalışmışlardır. Ne var ki, ilgili pasajın da hayvan kurban etme gibi bir anlamı bulunmamaktadır.
Müslümanların nerede ve ne amaçla hayvan keseceği, Hacc Sûresi'nin 34-38. Âyetlerinde açıklanmıştır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında Kevser Sûresi'nin anlamı, " Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik. Öyleyse Rabbin için salât et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumun zenginleştirilmesine ve aydınlatılmasına uğraş] ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle! Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!" anlamındadır.

Konuya malzeme yapılan kuran pasajları da şunlardır. Okuyun ve kurbanla ilişkisinin olup olmadığına siz karar verin:
Hiç kuşkusuz İbrâhîm de Nûh'un grubundandı.
Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
Çünkü İbrâhîm, yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben sancılıyım/fikir sancısı çekiyorum' dedi.
Hani o, babasına ve toplumuna: "Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah'ın astlarından birtakım uydurma ilâhları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?" demişti.[2]

Bunun üzerine babası ve toplumu, İbrâhîm'den arkalarını dönerek geri durdular/o'nunla ilişkiyi kestiler.
Sonra da o, onların ilâhlarına sokulup "Yemez misiniz/nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?" dedi. Hemen sağ eliyle/ yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu.
Bir süre sonra, İbrâhîm'in halkı koşarak İbrâhîm'le yüz yüze geldiler.
İbrâhîm: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır' dedi.

Onlar: "Şunun için bir duvar yapın/ ambargo uygulayın da bunu çılgınca yanan ateşin/aşırı sıkıntının içine atın!" dediler.
Onlar, İbrâhîm'e tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik.
Ve İbrâhîm: ‘Kuşkusuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek: Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet!' demişti.

Bunun üzerine Biz, İbrâhîm'e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik.
Sonra ne zaman ki o müjdelenen çocuk kendisiyle birlikte koşacak duruma/o'nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman İbrâhîm: "Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni perişan, mağdur ediyor görüyorum. Bak bakalım sen ne düşünürsün?" dedi. Oğlu: "Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşallah beni, sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere sabredenlerden bulacaksın" dedi.
Sonra ne zaman ki ikisi de İslâmlaştılar ve İbrâhîm, o'nu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz o'na, "Ey İbrâhîm! Sen o rüyayı kesinlikle onayladın" diye seslendik...[3] -Şüphesiz Biz, iyilik-güzellik üretenleri işte o'nun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz.-

Şüphesiz oğulu yüzüstü bırakma işi, kesinlikle apaçık yıpratarak sınamadır.
Ve Biz İbrâhîm'e, perişan, mağdur edeceği çok büyük bu şey karşılığında/sebebiyle bedel/bahşiş verdik.
Ve sonradan gelenler içinde o'nun hakkında devamlı kalacak [hayırla anılacak, örnek alınacak] bir söz bıraktık.
Selâm olsun İbrâhîm'e!
İşte Biz iyilik-güzellik üretenleri o'nun gibi ödüllendiririz.
Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır.
Ve Biz o'na sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk'ı müjdeledik.
İbrâhîm'e ve İshâk'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik-güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine haksızlık eden vardır. (56/ 37, Saffat/ 83-113)

Yüce Rabbimiz haksız yere insan öldürmeyi,cana kıymayı, insanlara gönderdiği dininde (Bakara/ 178, Nisa/ 92, 93, Maide/ 32, En'am/ 151, İsra/ 33') kesinlikle yasaklamıştır. Bu yasaklar İbrahim peygamber için de geçerlidir. Hele hele bir peygamberin öz oğlunu Allah'a kurban diye kesip öldürmesi, akıllı insanların inanacağı, kabulleneceği bir olay değildir.

Ve Biz, her önderli toplum için, Allah'ın kendilerine hayvanların kusursuzlarından rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir kulluk gösteri yeri/ kulluk biçimi yaptık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. O nedenle, yalnız O'nun için Müslüman olun. Allah anıldığı vakit kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcayan, Allah'a içtenlikle boyun eğen o kimselere müjdele.

Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak, O'na, sizden "Allah'ın koruması altına girme" ulaşır. Size kılavuzluk ettiği üzere Allah'ı büyükleyesiniz diye, o büyükbaş hayvanları, size işte böyle boyun eğdirdi [hiç değişmeden, gelişmeden size boyun eğecek özelliklerde yarattı]. Ve iyilik, güzellik üretenleri müjdele.
Şüphesiz Allah, inanan kimseleri savunur. Şüphesiz Allah, aşırı hâin ve son derece nankörlerin hiçbirini sevmez.(103/22, Hac/34-35, 37-38)

Onlara iki Âdemoğlunun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O: "Seni kesinlikle öldüreceğim" dedi. Diğeri: "Allah, yalnız Kendisinin koruması altına girmiş kişilerden kabul eder. Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben, elimi, seni öldürmek için uzatacak değilim [ben, elimi seni etkisiz kılmak için uzatırım]. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabb'i Allah'tan korkarım. Şüphesiz ben, isterim ki sen, beni öldürmen nedeniyle oluşacak günahı ve kendi günahını yüklenip de Ateş'in ashâbından olasın! Şirk koşarak, küfrederek yanlış iş yapanların da cezası budur!" dedi.

Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin egosu kendisine, kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi, sonra da onu öldürdü. Kendisi de zarara uğrayanlardan oluverdi.
Sonra Allah hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, "Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum." dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu.

İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları'na: "Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur" şeklinde farz kıldık. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların birçoğu, kesinlikle yeryüzünde aşırı davranan kimselerdir. (112/5, Mâide/27-32)

RİVAYETLERDE KURBAN


Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte'de [Altı Büyük Hadis Kitabı'nda] 26 rivayet mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivayetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş varyasyonlarıdır. Bu rivayetlerin hepsinde konu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler, hacda hacıların mükellef tutulduğu hedy'e [Hacda hacıların hediye olarak kestiği hayvana] yöneliktir. Yoksa bayram günlerinde hayvan kesmeye yönelik değildir.

Rivâyetlerin ve tarihî belgelerin hiçbirinde, ne Mekke'de bu Sûrenin indiği dönemlerde, ne de Medine'de hacc farz oluncaya kadar herhangi bir kurban olayı anlatımı da söz konusu değildir. Yani Âyetler indiği zaman Mekke'de peygamberimiz ve o günkü Müslümanlar kurban kesme şeklinde bir ibadeti kesinlikle yapmamıştır.

Ayrıca unutulmamalıdır ki mü'minler, sene de bir kez bayramla, törenle, şölenle değil her an, toplumda kardeşliği, yardımlaşmayı ve dayanışmayı pekiştirmek, sosyal adaletin tesisinde yardımcı olmak, et alma imkânına sahip olmayanların et yeme imkânı sağlamak, zenginlerde yardımlaşma ve paylaşma duygusunu sağlamak ve uygulamak zorundadırlar.
  
Rüştü Kam
 
[1] Âyetin orijinalindeki sözcükler, "şu kuşluk vakti ve karanlığı büsbütün bastırdığı zaman gece" anlamındadır. Burada da mecâz anlamlar tercih edilmiştir.
[2] Teknik nedenler ve anlam bilgisi gereği 88-89. âyetleri, Resmi Mushaf'tan farklı tertip ettik.
[3] Burada konu edilen olaylar, İbrâhîm ve İsmâîl'in değişik hayat safhaları olup bunlar birbiri ardına hemen yaşanmış şeyler değildir. Buradaki İslâmlaşmaları, Bakara/124-132′de konu edilen olaylardır. Konunun tafsilatı için bkz. Tebyînu'l-Kur'ân.
 

BİR GARİP YOLCULUK


   
BİR GARİP YOLCULUK

Gurbet deyince Almanya, gurbetçi deyince yine Almanya geliyor aklımıza. Oysa çok uzaklarda da gurbet ve gurbetçiler var. Onların her sene Türkiye'ye gelme lüksleri de yok. Bence gerçek gurbetçiler onlar. Bu Kurban Bayramı'nda onları yad etmek istedim. Almanya'daki gurbetçilerden Avustralya'daki gurbetçiye selam olsun. Kurban Bayramı'nız mübarek olsun.

Bundan tam on sekiz sene önce bir vesile ile Avutralya'ya gitmiştim. O zaman yazmıştım bu hikayeyi...Yeniden gözden geçirerek yayınlamak bugüne nasip oldu. Okuyalım:

Yolculuk mu garipti, yoksa yolculukta mı bir gariplik vardı bilemiyorum.
Frankfurt Hava Limanına vardığımızda uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. Yol arkadaşımla birlikte merdivenleri ikişer üçer iniyor ve çıkıyorduk. Derken kemerlerinizi bağlayın anonsu yapıldı. Bu anons 20 saat havada devam edecek olan yolculuğun ilk anonsuydu. Yol arkadaşlarımızın simaları alışılmışın dışındaydı. Gözler çekik, boylar küçük, bedenler oldukça zayıf. Hostesler millî giysileriyle hizmet ediyorlar. Avrupa'ya özenmiyordu demek ki uzakdoğulular. Hosteslerin giyiminden anlaşılan buydu. Kendi kimliklerini ve kültürlerini koruma kousunda aşırı derecede hassas davranıyor olmalılar.

Hoştu, güzeldi, alkışlanacak bir davranıştı.Kültür emperyalizminin ağına takılmış gibi görünmüyorlardı. "Hadi canım sende, biz uzak doğuluyuz, Malaysia'lıyız" der gibiydiler lisanı halleriyle. Sanki meydan okuyorlardı emperyalistlere ve onların sadık hadimlerine. Avustralya yolculuğunu Malaysia Hava yollarıyla yapıyorduk.
Onbir saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ilk durak olan Malaysia Havalimanı'na iniş için kemerlerimizi bağladık. Aman Allahım o ne sıkıcı yolculuktu öyle, Onbir saat havadasınız, ayaklarınızı uzatamıyorsunuz, biraz hareket etmek isteseniz edemiyorsunuz, hele bir de iki tarafınızda oturan yolcular bire uzun ikiye kısa iseler, varın siz tahmin edin yolculuğun rahatlığını(!).

Çıkış için gişelere doğru ilerlerken, hayretler içinde kaldım. Gişelerde başları örtülü tesettürlü memureler var. Bir anda yorgunluğumun kaybolduğunu hissettim. İşte hürriyet ve işte insan hakları. Hemen kendi ülkemi düşündüm. Başörtüsüyle üniversiteye giremeyen bacılarımızı düşündüm.Halkının %99'u müslüman olan bir ülkede inancından ötürü müslüman hanımlar başlarını örtemiyorlardı. Oysa Malaysia halkının % 51'i müslüman ve buna rağmen halkı inandığı gibi yaşama özgürlüğüne sahip.

Türk pasaportunu görünce hemen ayağa kalktı ve "buyurun hoşgeldiniz" dedi başörtülü memure. Ben Avrupa ülkelerini hemen hemen dolaştım görevim dolayısıyla. İlk defa Türk pasaportuna selam duran bir memureyle karşılaştım. ''Sen şöyle ayrıl bavullarını aç'' denilmedi ilk defa bana. Herhalde Osmanlı döneminde de böyleydi, açılıyordu bütün kapılar Osmanlı vatandaşına. ''Buyurun Hoşgeldiniz''. Ne güzel kelam. İtibar görmeniz ne kadar onur verici. Koltuklarınız kabarıyor, etrafınıza bakıyorsunuz gururla, "Evet ben Türküm ve Müslümanım."

Tabi bu yol arkadaşım için geçerli değildi. O da Türk'tü ama Türk pasaportu taşımıyordu. Bir saat kadar tuttular onu içeride. Belirli sorular sormuşlar.

Malaysia'da bir gün kalarak yolculuğumuza devam edecektik. ''Air Hotel''de kalmamız gerekiyordu. Üçüncü sınıf bir Hoteldi. Oldukça da rutubetli. Biraz kestirmek için yatağa şöyle bir uzandım ve tavanda kıbleyi gösteren bir işaret... Bunlar küçük ayrıntılar belki ama, insanı mutlu den ayrıntılar.

Bu birgün içinde, Malaysia'yı tanımalı, Malaysia'da okuyan Türk öğrencileriyle ve öğretim görevlileriyle tanışmalıydık.
Otele yerleşir yerleşmez hemen telefona sarıldı yol arkadaşım. Uluslararsı İslam Üniversitesi'nde okuyan Kemal Civelek, bir saat sonra oteldeydi. Aldı bizi arabasına ve başladık Malezya sokaklarında yol almaya. Uzakdoğuya has bitki örtülerinin süslediği yollardan geçerek, soldan akan trafiği yadırgayarak ''Uluslararası İslâm Üniversitesine'' ulaştık. 30 tane Türkiyeli öğrencimiz okuyormuş bu üniversitede. 10 tane de öğretim görevlimiz varmış. Bunlardan biri de Ahmat Davutoğlu(Bugün Dışişleri Bakanı 2012)

Oturduk sohbet ettik kendileriyle, Türkiye'den her açıdan uzak oldukları için hemen Türkiye'yi ve ara seçimleri sordular(O zaman Türkiye'de ara seçimler vardı). Türkiye ekonomisini sordular, üniversitelerdeki başörtüsü olaylarının son durumlarını sordular, uzun uzun anlattık.

Onlar da bize, Malezya'dan ve Malezya'daki müslümanlardan onların yaşantılarından bahsettiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra, Doç.Hulusi Bey ve Kemal Civelek bizi otele bıraktı.

Sabah Malezya'yı tanımaya Kuala Lumpurdan başladık. Modern binaların yanında gece kondular ve fazla temiz olmayan caddelerle tipik bir Uzakdoğu başkenti Kuala lumpur.
Afrika mimarisinin tipik örnekleri olan minareler özgürce yükseliyor Kuala Lumpur'da. Minarelere paralel olarak, insanlar inançlarını laiklik baskısı olmadan özgürce yaşayabiliyorlarmış burada. Kemal Civelek anlatıyor: ''Mesela, nikah işlemleri imamlar tarafından yapılıyor. Cuma namazlarını memurlar da kılabiliyorlar. Cuma saatinde her taraf kapalı. Memur olan ve fabrika v.s gibi yerlerde çalışan kadınlar başörtüsüyle rahatlıkla çalışabiliyorlar."

Ayrıca Hac fonu diye bir fon kurulmuş, doğumdan itibaren bu fonda para birikiyormuş, çocuk ergenlik çağına gelince de bu fondan yararlanarak hemen Hacca gidebiliyormuş. Malezya'lı gençler bu fondan istifade ederek, evliliklerini Hac zamanında Mekke'de yapıyorlarmış. Hem Hac, hem de yanısıra Evlilik. Çifte saadet, ne güzel.

Namazlardan yarım saat önce minarelerden Kur'an okunmaya başlıyor. Sorduk ''her zaman böyle midir?" diye. Evet böyledir dediler.

Ezan sesinden rahatsız oluyoruz, ezanlar ses cihazlarıyla okunmasın diye valiliklere müracaat eden Türkiye'li laikler geldi aklıma...

Bir de ne görelim, aman Allah'ım, vakit namazlarına hanımlar da geliyor. Çoluk- çocuk bütün aile camide vakit namazı kılıyor. Namazdan sonra tekrar dağılıyorlar. Oysa bizde kadınların camiye gitmeleri neredeyse yasak. Hele hele vakit namazlarında ve cuma namazında kadınlar camiye gelecek... Sonucu düşünmek bile istemiyorum. Acaba diyorum, dini biz mi bilmiyoruz, yoksa bu insanlar mı? Yoksa bu insanların dini başka bir din midir?

Yine sorduk? Müslüman mısınız? Diye. Evet müslümanız dediler ve dinlerinin adının da İslâm olduğunu,Peygamberlerinin Hz.Muhammed (S.A.V) olduğunu, Kitaplarının da Kur'an olduğunu söylediler. Kadınların cuma namazı kılması bizim için gerçekten büyük bir olay. Çünkü bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılmaz başlığının altında, özürlüler, hastalar sayıldıktan sonra ''kadınlar''da diye yazar.

Türkiye'li müslümanlar mı hata ediyor, yoksa Malezya'lı müslümanlar mı? bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; Allah'ın dininde çifte standart yoktur. Yorumu siz okuyucularıma bırakıyorum.

Malezya krallıkla idare edilen bir ülke. Kralların kralı var, birde eyaletlerin kralları var. Kralların krallarını eyaletlerin kralları seçiyor. Krallar kendi adlarına cami ve kültür merkezleri yaptırıyorlarmış. Osmanlı Padişahlarında olduğu gibi.

''San Şayn'' kralı da bir cami yaptırmış kendi adına.Bu caminin farklılığı, birkaç mimari özelliği birarada taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Minareler Osmanlı mimarisine uygun şekilde yapılmış, dış avlu Selçuklu mimari tarzında. Kubbe Mescid'i Nebevi'nin mimari özelliğini yansıtıyor. İçerisinde Afrika mimari tarzı kullanılmış, duvar motifleri de öyle. Çiniler Kütahya'dan götürülmüş.

Malezyalılar, soba nedir, kalorifer nedir, palto nedir? Nasıldır? bilmiyorlar, sıcaklık devamlı 30 derecenin üzerinde.

Günümüz o kadar hızlı geçti ki, nasıl geçtiğini anlayamadık bile. 21'45 de Kuala Lumpur Hava alanında olmamız gerekiyordu.Bu kez erken geldik Hava alanına. Kahvelerimizi yudumlarken,Filistinli bir öğrenciyle Bosnalı bir kız öğrenciyi tanıştırdı bizimle Kemal Civelek. Ülkelerinden emperyalistler tarafından sürülmüş iki genç... Birinin taşlarla kolu kırılmış, öbürünün ırzına geçilmiş, Filistin'de, Bosna'da. İkisi de kader kurbanı. Malezya da bir araya gelmişler ve evlenmişler. Kader işte...

"Bosnalı bacım, keşke fırınlara atılsaydında, orada yakılsaydın da, dumanın göğe yükselseydi; belki o zaman dünya müslümanları senin farkına varırlardı da, alnına o kara leke sürülmezdi." Hüzünlendik, üzüldük, Filistin üzerine birkaç söz söyledik, Bosna üzerine de birkaç söz söyledik. Buruk bir şekilde ayrıldık o iki talihsiz çiftten.

Enfal Suresi'nin 65' ci ayetini hatırladım hemen, ''Gerçekten inanan ve sabırlı olan 20 kişi iseniz, ben size 200 kişiyi mağlup edecek güç veririm, 100 kişiyseniz 1000 kişiyi mağlup edecek güç veririm''.

Dünya nüfusu altı milyar. Bu altı milyar içinde müslüman nüfus iki milyar. Yani üç kişiden biri müslüman. Normal şartlarda bile müslümanların galibiyeti söz konusuyken bir de Allah'ın 20 kişilik güce vereceği, 200 kişilik güç düşünülecek olursa, müslümanların bugün emperyalistler tarafından kanlarının akıtılmaması, gözyaşlarının akıtılmaması gerekmez miydi?

''Allah müslümanlara neden yardım etmiyordu?'' Bir başka ayet hemen hafızamda canlanıveriyor,''Siz kendinizi değiştirmedikçe Ben sizi değiştirmem''...

Hoşgörüde değişim, insan haklarını algılamada değişim, yardımlaşmada değişim, kardeşlikde değişim, başkalarının günahlarıyla uğraşmama konusunda değişim, dünya menfaatlarına bağlılıkta değişim, adil yargılama ve adil paylaşımda değişim, hurafelerden ayrılmada değişim, bid'adlardan uzaklaşmada değişim, Allah'ın dinini Allah'a teslim etmede değişim, herhalde değişimden kastedilen bu ve benzeri değişimler olsa gerektir diye düşündüm. Dış görünümdeki değişim değildi istenen herhalde. Sakal bırakmak, şalvar giymek, sarık giymek, çarşaf giymek değildi herhalde değişime sebep olacak değişim. Çünkü, Allah müslümanları değiştirmiyordu, dönüştürmüyordu...

Derken yine bir anonsla daldığım hayal aleminden uyanıyorum.''Kemerlerinizi bağlayın''. Dokuz saattlik birincisine benzer yorucu bir yolculuktan sonra bu sefer Avustralya'ya indik. Oldukça görkemli bir Hava alanı var Avustralya'nın. Yol arkadaşım Malezya'daki gibi yine takıldı Pasaport memuruna, ama bu kez nedense erken kurtuldu memurun elinden.

Kazım Ateş ve Tahir Solak karşıladı bizi Hava Alanında. Melburn'daki merkezlerine götürdüler biz. 80 dönüm içerisinde kapalı spor salonu bile mevcut olan mükemmel bir okul binasını satın almışlar. Aynı zamanda bu okulu bölge merkezi olarak kullanıyorlar.

Melburn Avustralya'nın 4 büyük şehrinden biri, 35.000 Türkiye'li yaşıyormuş burada. Avustralya'da yaşayan tüm Türkiye'lilerin sayısı ise 150.000 civarındaymış(1994).

Resmi rakamlarda ise Türk nüfus 42.000 olarak tespit edilmiş. Avustralya'ya Türkiye'den gelenleri, Türkiye'li olarak sayıyormuş Avustralya hükümeti. Sadece Avustralya'da doğan çocukları Avustralya'lı olarak gösteriyormuş resmi kayıtlarında. Aradaki fark bu anlayıştan kaynaklanıyormuş. Avustralya'da yaşayan müslüman sayısı 500.000 civarında imiş.Ne yazık ki; orada da müslümanlar arasında bir kaynaşmadan söz etmek mümkün değil. Onlar da Allah'a kul yetiştrime yerine, herkes kendine üye yetiştirmekle meşgul imiş. Avustralya'nın ekonomik rahatlığı da birlikte olma ihtiyacından uzaklaştırmış müslümanları.

Avrupa'nın aksine, Arap ülkelerinden gelenler, biraz daha şuurlu Türkiye'li müslümanlardan. Dört tane İslâm Koleji açmışlar Melburn'da. Eğitime büyük ölçüde ağırlık vermişler. Avustralya hükümeti bu konuda oldukça rahat.
İki senelik bir deneme müddeti koymuş özel Okullar için, bu zaman zarfında aldığı artı puanlardan sonra okulu Avustralya hükümeti finansa ediyormuş. Türkiye'den gelen müslümanlar, Avrupa'da olduğu gibi Avusturalya'da da böyle bir imkanı değerlendirememişler.

Azem Atlıhan, Ali Galip Oruç, bölgenin bizlere mihmandar olarak verdikleri iki genç arkadaş. Azem Denizli'li, İmam Hatip Lisesi'nde sınıf arkadaşım. 15 yıl sonra Melburn'da karşılaştım ve kucaklaştık. Ali Galip Oruç'da yol arkadaşımın memleketlisi. Kayseri'li. O da İmam Hatip Lisesi mezunu, onlar da 15 yıl sonra Melburn'da karşılaşıyorlar. Daha çok kıymetli dostlarımız oldu Avustralya'da.

Oldukça mahzun Avustralya'da yaşayan Türkiye'liler, on yıldan aşağı izine gidenlere fazla rastlaya mıyorsunuz. Kimisinin anası, kimisinin babası vefat etmiş, buna rağmen onlar halen gidememişler izine, görememişler ölümden sonra kardeşlerini akrabalarını. Hava alanında rastladığımız bir teyzeye sordum: 'Ne zamandan beri buradasınız' diye? "25 yıldan beri" dedi. Peki bu kaçıncı izin dedim, "ikinci izin, birinci izine 14 yıl evvel gitmiştim" dedi. Yanında 17 yaşlarında bir kız var, besbelliki kızını evlendirmeye götürüyor. Yeni bir kurban daha götürecek Avustralya'ya.

Türkiye'den bir misafir gelmiş diye duyan koşup geliyor yanımıza, kucaklaşıyoruz. Dikkat ettik, bu koşup gelenler hep birinci kuşaktan insanlar. İkinci kuşağın, hele üçüncü kuşağın Türkiye diye bir derdi yok. Türkiye'li diye de bir derdi yok. O artık Avustralya'lı olmuş. Adları; Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin. Dinleri, '' İslam''. Ancak dilleri ingilizce, müzikleri ingilizce. Zeybek oynama yerine, horon tepme yerine, çifte telli oynama yerine dans etmeyi tercih ediyorlar.

Radyoları var. Günde bir saat yayın yapıyor ama onlar daha fazlasını istiyor. Türkiye'den 20.000 km. uzaktaki bu insanların nesillerine sahip çıkılması gerekiyor. Yoksa kaybolmaları an meselesi. Radyo zaman zaman isteklere cevap veriyor. Bir istek telefonu alındı biz oradayken. Bir bayan sesi 'Alo'... Bir istekde bulunacağım, bugün çalmanız mümkünmüdür? Ali Galip çok nazik bir genç, radyodan o sorumlu. ''Tabi hanım efendi buyurun, kimin için hangi türküyü istiyorsunuz?''
Cevap insanın içini acıtıyor:''Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.''

Belliki Avustralya'ya gelin gelmiş bu bacımız. O geldiği seneden beride köyüne gidememiş, özlemiş anasını ve babasını. Gurbet içerisinde gurbeti yaşayan birisi olarak gözlerimizden süzülüverdi yaşlar aşağı doğru... Başladı radyo türküyü çalmaya, ''Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.''

Benim ülkemde yedi iklim yaşanıyor. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de oldukça fazla. İnsanı çalışkan. Dünyanın her tarafını imar etmiş o çalışkan insanlar. Ancak kendi ülkelerini bir türlü imar edememişler. Sanki modern köleler olarak yayılmışlar dünyanın dört bir yanına.

Üç kıtada at oynatmış bir milletin torunları, işçi olarak dünyanın her bir tarafına dağılacak ve enerjilerini oralarda mı imarında mı harcayacaklardı? ''Ya Rabbi bu ne zillet böyle''. Güzel Peygamberimizin buyruğu geldi hemen aklıma, ''Cihadı terkeder de öküzün kuyruğuna yapışırsanız, Allah sizi zelil eder, taki tekrar cihada dönünceye kadar.''

Bir hafta kaldık Melburn'da. Program gereği Sidney'e gitmemiz gerekiyordu. Kamberra'ya uğradık, yolumuzun üzerindeydi. Kamberra Avustralya'nın Başşehri. Sonradan özel olarak kurulmuş bir şehir. Oldukça geniş caddeleri var. Parlemento binası şehre hakim bir tepede görkemli bir yapı. Kamberra da 40 hane kadar Türkiyeli'nin olduğunu söyledi yemek yediğimiz lokantanın sahibi. Lokantanın içerisi müze gibi, Osmanlı eserleriyle süslenmiş her taraf. Başta Had Sanatı... Bir kültür elçisi ancak bu kadar Türkiye'yi ve Türk insanını tanıtabilir yurt dışında insan. Tebrik ettik kendisini. Yemek esnasında Hafız Burhan okuyordu, inceden inceye:

"Her yer karanlık pür nur o mevki
Mağrip mi yoksa makber mi ya rab
Ya habgah-ı dilber mi ya rab
Rüya değil bu, ayniyle vaki

Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir haclegahe
Bir haclegahe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukanım ben."

Türkiye'deki lüks lokantalar geldi hemen aklıma, nereye giderseniz gidin genelde batı müziği çalınır. Ülkemize kadar gelen turistlere bile kendi müziğimizi dinletemeyiz nedense. Kendi kimliğimizle onların karşışına çıkmaktan utanırız. Ne kadar garip değil mi?

Yollar çok güzel, ama yolda seyreden araba tek tük. Daha çok tırlar var yollarda. Kornasını, elinizle çektiğiniz bir iple çaldığınız o süsülü burnu kocaman tırlar. Bazen de önünüze kanguru atlıyor.

Sidney'deyiz. Şehrin merkezinde iki minare sizi selamlıyor tüm haşmetiyle. Cami yeni yapılıyor. Camiden önce minareleri yapılmış. Türkiye'liler hep orada, bizim övüncümüzdür bu cami diyorlar. Bila ücret herkes imece usulü çalışıyormuş caminin yapımında, herhalde azınlık psikolojisinin verdiği bir ezikliğin gereği bu davranış diye düşünüyorum.

Programlar bittikten sonra gece Sidney'i gezdirelim dediler. Kabul ettik teklifi. Kral Caddesi'ndeki Türkiye'li çocukların halini gördükten sonra, içinizin cız etmemesi mümkün değil. O çılgın gece aleminin içinde o benim kızımın ne işi var? Ne işi var benim delikanlımın o alemde. Dolar aşkına feda edilen nesil...

Arif'in bir arkadaşı ''önceden bizi buraya sokmuyorlardı, şimdi ise buraların kralı biziz, artık buralar bizden sorulur diyormuş'' Arif Denizli'li bir genç. Türkçe'yi çok zor konuşuyor. "Hocam eskiden bende bunlar gibiydim, ben hidayete erdim, vesile olanlardan Allah razı olsun'' diyor, utanarak. Vollongong Sidney'e 80 km. uzaklıkta bir liman kenti. Vollong'dayız. Dünyanın ikinci büyük demirçelik fabrikasının burada olduğunu söylediler. 5.000 civarında Türkiye'li çalışıyormuş burada. Genellikle ''Döner Kebap'' işinde çalışıyorlarmış.

Avustralya'da yüksek tahsil mezunu çok sayıda insanımız var. Hikmetini sorduk. Milli damat olarak geldik dediler. İlahiyat mezunları, kimya mühendisleri, inşaat mühendisleri, iktisat mezunları bir hayli fazla. Doktora yapanların yanısıra, taksiciliğe ve kebapçılığa heveslenenlerin sayısıda az değil.
Çok sıcak bir ilgi ile karşıladılar bizleri, bağırlarına bastılar, birkaç gün daha kalarak, salon programları yapmamızı arzu ettiler.
Gözlerinden okunuyordu cemaatın, ''Ne olur gitmeyin de diğer arkadaşlarımızda bu programlardan istifade etsinler'' diye yalvardıkları. Boynu bükük olarak bıraktık Volongong'luları orada, Taçura'daki programa ulaşmamız gerekiyordu. Öbür günde uçağımız kalkacağı için zaman yeterli değildi. Taçura'da köy hayatı yaşıyor Türkiyeliler, her biri bir çiflikte çalışıyor. Çilek mevsiminde gelmişiz oraya. Çileklerin her biri elma büyüklüğünde, belliki hormonlu, tadı yok. Telefonla çağırmışlar birbirlerini akşamki toplantıya.
Cemiyet başkanının evinde toplandılar. Başkan Amasya'lı. 25 yıl önce gelmiş o köye. Küçük küçük çiftlik sahibi olanlar var aralarında. Denizli'li bir kardeşimizin sekizyüz dönüm çiftliğinin olduğunu söylediler. Damadı da oradaki cemiyetin sekreteri. İşçilikten çiftlik ağalığına, tabiki hoşumuza gitti, hepsine de tavsiyede bulunduk. "İşçiliğe son verin artık. Madem ki buradasınız çocuklarınız burada, bak izine de gidemiyorsunuz, zaman çok geçmeden imkanlarınız ölçüsünde kendi çiftliklerinizi kendiniz alın" dedik.Geç vakte kadar sohbeti sürdürdük. Kimse ayrılmadı, dini sohbetlere susadıklarını birçok kez ifade ettiler.

Anladık ki, Avustralya'ya 15 günlüğüne değil, 3 aylığına gidilecek ve insanlarla doyasıya sohbet edilecek, sorularına cevap verilecek, birlikte yemekler yenilip gönülleri alınacak.

Tahir Solak, kardeşi Tarık'ın organize ettiği Kigbox dünya şampiyonnsına davet etti bizleri. Salonu hınca hınç Türkiye'liler doldurmuştu. Günün maçı bir Türk genciyle Filipinler'den bir genç arasında yapılacakmış. Aman Allah'ım o ne heyecan. Türk genci ringe çıkar çıkmaz, Türk bayrakları açıldı, sanki yer yerinden oynuyordu. Islıklar, tekbir sesleri ve alkışlar. Kıran kırana bir maç oldu. Üstün döğüştü Türk genci. Maç bittiğinde herkes ayaktaydı. Evet Türk'ün Melburn zaferi ve Dünya şampiyonluğu... Az bir şey değil. Hele azınlık durumunda olan insanlar için tamamen onur meselesi.

Velhasıl Avustralya bir başka güzellikler Ülkesi. Avustralya'lılar da bir başka güzellikler yumağı, sevincide başka Avustralya'lının, hüznü de... Selam sana Avustralya, selam sana Avustralya'lı kardeşim.

"Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim "*

*Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.

Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışır.

Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.

Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hâlâ türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.

Zeynep hasretini giderir, giderir gidermesine de, artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar ....................................................."
  
Rüştü Kam
 

IV. Kurban Bayramı Şenliği düzenlendi

IV. Kurban Bayramı Şenliği düzenlendi Yazdır E-posta
berl-kurb-bay-senl-a.jpgBu yıl dördüncüsü düzenlenen ''Berlin Kurban Bayramı Şenliği'' yine görkemli sahnelere ev sahipliği yaptı.  
 
IV. Kurban Bayramı Şenliği düzenlendi
Berlin Mitte ilçesi Belediye Başkanı Dr.Christian Hanke, IV. Berlin Kurban Bayramı Şenliği'nde yaptığı konuşmada, birlik ve beraberliğin önemini vurgulayarak ''Ben Neukölln'lü olmamama rağmen şenliğinize büyük bir keyifle katıldım. Çünkü kurban her üç tek tanrılı dinin de ortak kabul ettiği, ataları Hz. İbrahim'den beri uygulanagelen bir ibadettir. Bugün hepimiz O'nun sünnetinde buluştuk. Hepinizin bayramı kutlu olsun'' dedi.
berl-kurb-bay-senl-b.jpg
berl-kurb-bay-senl-c.jpg
berl-kurb-bay-senl-e.jpg
Bu yıl dördüncüsü düzenlenen ''Berlin Kurban Bayramı Şenliği'' yine görkemli sahnelere ev sahipliği yaptı. Yaklaşık 2.000 kişinin katıldığı şenlikte, önce Dünya Kur'an Okuma Yarışması birincisi Hasan Sadıki'nin okuduğu Kur'an-ı Kerim ziyafetiyle katılımcılar adeta mest oldu. Şenlik, İlahiyatçılar Derneği Başkanı Rüştü Kam ve Türk Eğitim Derneği Başkanı Ahmet Yumuşak'ın konuşmalarıyla başladı. İkili özetle: ''Kurban kesmenin asıl amacı insanlara et yedirmek değildir, insanlarla bir araya gelerek kucaklaşmaktır. Karşılıklı fedakârlıktır. Sahip olunan malın birlikte paylaşılmasıdır. Bu paylaşımda elbette herkesin kendi yaşadığı bölgedeki ihtiyaç sahiplerini de gözetmesi gerekir.'' diyerek şenliğin gayesini açıkladılar.
berl-kurb-bay-senl-v.jpg
berl-kurb-bay-senl-w.jpg
berl-kurb-bay-senl-k.jpg
Berlin Mitte ilçesi Belediye Başkanı Dr.Christian Hanke, IV. Berlin Kurban Bayramı Şenliği'nde yaptığı konuşmada, birlik ve beraberliğin önemini vurgulayarak ''Ben Neukölln'lü olmamama rağmen şenliğinize büyük bir keyifle katıldım. Çünkü kurban her üç tek tanrılı dinin de ortak kabul ettiği, ataları Hz. İbrahim'den beri uygulanagelen bir ibadettir. Bugün hepimiz O'nun sünnetinde buluştuk. Hepinizin bayramı kutlu olsun'' dedi.
Kesilen kurbanların etleri kavurma yapılarak, pilav üzerinde salata eşliğinde ve ayranla birlikte ücretsiz olarak ikram edildi.
berl-kurb-bay-senl-l.jpg
berl-kurb-bay-senl-j.jpg
berl-kurb-bay-senl-m.jpg
Değişik dünya görüşlerine sahip sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri de şenlikte yerlerini almışlardı. Türk Cemaati başkanı Bekir Yılmaz, Berlin Müsiad başkanı Veli Karakaya ve Türk Alman Merkezi başkanı Adnan Gündoğdu yaptıkları selamlama konuşmalarında, IV. Berlin Kurban Bayramı Şenliği'nin kurbanın amacına uygun olarak kutlandığını vurgulayarak ''Bu bayramın sokak şenliği olarak kutlanmasının birlik ve beraberliğimizin oluşmasında ve pekişmesinde önemli yeri vardır.'' dediler.
berl-kurb-bay-senl-p.jpg
berl-kurb-bay-senl-i.jpg
berl-kurb-bay-senl-t.jpg
Bilhassa Alman siyasetçilerinin yoğun ilgi gösterdiği görülen şenlikte, Berlin Gıda Tarım ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı Müsteşarı Sabine Töpfer-Kataw, SPD-Berlin Eyalet Milletvekili Rainer Michael Lehmann, Yeşiller eyalet milletvekili Turgut Altuğ birer selamlama konuşması yaptılar. Daha önceki yıllara göre Almanların şenliğe olan ilgilerinin oldukça fazla olduğu gözlendi.
berl-kurb-bay-senl-o.jpg
berl-kurb-bay-senl-g.jpg
berl-kurb-bay-senl-d.jpg
Hristiyan din adamlarının yaptığı selamlama konuşmaları da şenliğe ayrı bir güzellik kattı. Bu şenliğe davet edilmekten memnun olduklarını söyleyen Katolik din adamı Karl-Heinz Lenz ve Protestan din adamı Ralph Döbbeling özetle şöyle dediler: ''Kurban bayramı, insanların Allah'a kurban edilmelerinden kurtuluşlarının bayramıdır ve İbrahim'in sünnetidir. Bizler Müslümanlarla birlikte bu bayramı kutlamaktan mutluluk duyuyoruz. ''
berl-kurb-bay-senl-h.jpg
berl-kurb-bay-senl-n.jpg
berl-kurb-bay-senl-f.jpg
Çocuklara yönelik oyun parklarının bulunduğu ve konusu kurban olan resim yarışmasının yapıldığı bu şenlikte Karagöz ve Hacivat gölge oyunu ile Nasrettin Hoca, çocuklardan daha çok büyükleri memnun etti.
Mustafa Çetinol ve ekibinin verdikleri müzik ziyafetiyle misafirler coştukça coştular. Hele Çalınan Zeybek ve Harmandalı'nın cazibesine dayamayıp meydana çıkan efeler görülmeye değerdi.
Katılımcılar sokak şenliğinin içeriği aynı kalmak şartıyla daha da büyümesi konusunda fikir birliği yaparak şenlikten mutlu bir şekilde seneye buluşmak üzere ayrıldılar.
berl-kurb-bay-senl-q.jpg
berl-kurb-bay-senl-r.jpg
berl-kurb-bay-senl-u.jpg
berl-kurb-bay-senl-s.jpg
ha-ber.com / Zülfikar KAM / Berlin
 

''AT, SAHİBİNE GÖRE KİŞNER''


 ''AT, SAHİBİNE GÖRE KİŞNER''
 
O zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti daha kurulmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'nın bittiği yıl. Bu savaşta Almanlar müttefikimiz. Savaş sonunda Almanlarla birlikte yenik kabul edimişiz. Almanlarla siyasi ve ekonomik ilişkilerimizin başladığı yıl 1763, II.Friedrich dönemi. Osmanlı tahtında ise III. Mustafa(1757-1774) oturuyor.
 
Bu tarihtan sonra, zaman zaman kesintiye uğrasa da ilişkiler devam etmiş ve 1918 yılına gelinmiş. Taht'a VI.Mehmed Vahdettin (1918-1922) çıkmış. Tam 94 yıl önce, Berlin'de büyükelçilik binası için yer satın alınmış, elçilik binası da yapılmış. Bu bina, 1943 yılında 2. Dünya Savaşı'ndaki hava bombardımanları sonucu yıkılana kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin büyükelçiliği olarak hizmet vermiş.

  
1989 yılına kadar Almanya'nın başkenti Bonn olduğu için arsa sanki unutulmuş. 1989 yılından sonra da hatırlayan olmamış. Ak Parti iktidarı sahip çıkmış devletin malına. 17 ay içinde görkemli bir büyükelçilik binası dikilmiş Berlin'de. ''At sahibine göre kişner'' demişler atalarımız ve o at kişnemiş, bulmuş çünkü sahibini.
 
Berlinliler salonu hıncahınç doldurmuşlardı. Önce büyükelçi Hüseyin Avni Karslıoğlu geldi kürsüye, mutluydu, keyifliydi. 94 yıl sonra Türkiye cumhuriyeti bir elçilik binasına sahipolmuştu ve Karslıoğlu da bu binanın açılış konuşmasını yapıyordu. Bundan daha büyük bir onur olur muydu? Daha sonra Federal Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle geldi kürsüye. Alman-Türk dostluğundan bahsetti ve ''64 yıl sonra Büyükelçilik eski yerine geldi, hoşgeldiniz eski yerinize..., yaşasın Almanya Türkiye dostluğu'' dedi ve büyük alkış aldı.
 
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da kürsüden inerken Westerwelle'ye, ''Yaşasın Türk -Alman dostluğu!'' şeklinde cevap verdi. Siyaset böyle bir şey herhalde.
 
Başbakan, Almanya'da yaşayan 3 milyon Türk'ün, Türkçe'nin yanında Almancayı da çok iyi öğrenmeleri gerektiğini tenbih etti. ''Yunus Emre'nin yanında Goethe'nin, Hegel'in, Kant'ın da öğrenilmesi gerekir'' diyerek entegrasyon konusunda hevesli olunması gerektiğinin altını çizdi.
 
Hüseyi Avni Karslıoğlu'nun Almanya'da doğan büyüyen ve eğitimini Türkiye'de tamamlayan bir büyükelçi olduğundan bahisle, Westerwelle'ye bakarak, ''Almanya'da doğup büyüyen ve eğitimini Almanya'da tamamlayan bir Türk kökenli Alman, büyükelçi olarak niçin Türkiye'ye atanmasın?'' dedi.
 
Berlin büyükelçilik binasının Türkiye'nin dünyadaki en büyük elçilik binası olmasıyla övünülüyor. Övünülmesi gerekenin büyüklük mü yoksa fonksiyon mu olduğu tartışma konusudur.
 
Başbakan özetle şöyle dedi:
 
''Dünyada önemli bir aktör olmaya devam eden Avrupa Birliği'nin Türkiye ile ilişkilerini de aynı şekilde stratejik bir bakış ışığında ele alması gerektiğine inanıyoruz. Birliğin genişleme sürecinin devam ettirilmesi suretiyle barış, huzur ve refahın daha geniş bir coğrafyaya yayılmasının sağlanmasını diliyorum. Türkiye AB'nin amacına ve başarısına inandığı için üyelik hedefinden vazgeçmedi...
 
Bu binayı yerinin geçmişi itibarıyla Almanya ile derin tarihi kökleri bulunan yakın dostluk ilişkilerimizin de sembolü olarak kabul ediyorum. Esasen Türkiye ve Almanya arasındaki diplomatik ilişkiler bundan çok daha eskilere, 2013'te 250 yılı geride bırakmış olacağız. 250 yıllık diplomatik ilişkilerde bir geçmişimiz var. Ahmet Resmi Efendi'nin Prusya'ya elçi olarak atandığı 19 Kasım 1763 tarihine kadar uzanıyor. Nitekim 2013'te de hep birlikte Türk ve Almanlar olarak diplomatik ilişkilerimizin kuruluşunun 250. yıl dönümünü kutlayacağız...
Avrupa genelinde ekonomik krizle bağlantılı olarak yabancı düşmanı ve İslam karşıtı eğilimlerin artış gösterdiğine şahit oluyoruz. Norveç'te yaşanan ve 77 masum insanın hayatına mal olan menfur olay, önlem alınmazsa bu eğilimlerin nerelere uzanabileceğini bize maalesef bir kez daha hatırlattı.
Almanya'da aşırı sağcı saldırıların hedefinde yer alan Türk toplumunun tepkilerini ve beklentilerini de muhataplarımıza her görüşmemizde ifade ediyoruz. Almanya kamuoyunun da büyük tepkisine de yol açan acımasız cinayetlerin tam olarak aydınlatılmasını bekliyoruz. Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki ön yargıların yıkılmasına yönelik çabalara büyük önem veriyoruz. Bu amaçla İspanya ile başlattığımız Medeniyetler İttifakı girişimimizin ehemmiyeti giderek daha iyi anlaşılıyor. Medya, sivil toplum ve düşünce kuruluşlarının ötekileştirmeye karşı mücadelede sorumluluk üstlenmesini bekliyoruz. Hükümetlerin de bu yöndeki çalışmalarını kamuoyunda açıkça ifade etmeleri ve kararlı davranmaları gerekiyor. Türkiye gelişen ekonomisi, giderek yükselen demokratik standartları, siyasi istikrarı ve bölgesinde, dünyada izlediği çok boyutlu aktif dış politikasıyla bu konuda üzerine düşeni yapmaya hazırdır.

Türkiye yalnızca son dönemde dünyanın odaklandığı Ortadoğu'da değil, Balkanlar'dan Orta Asya'ya, Karadeniz'den Kafkasya'ya kadar geniş bir alanda barış ve işbirliği politikası izliyor. Ortadoğu ve Arap dünyasında yaşanan değişim hareketlerini, hem demokrasi hem bireysel özgürlükler hem de güvenlik ve siyasi boyutlarıyla izliyoruz. Burada diğer devletlerin yapıcı rol oynayabilmeleri için samimi olarak ve ilkeli tutum sergilemelerini özellikle vurgulamak istiyorum...

 
Sizler daima diyaloğa önem vermeli, açık fikirli olmalısınız. Çünkü sizler Hoca Ahmet Yesevi'nin, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaş Veli'nin, Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin, onların sevgi, barış, kardeşlik yolunun mirasçılarısınız...
 
Unutmayın, siz de çocuklarınız da tıpkı Fuzuli'yi, Mehmet Akif'i, Necip Fazıl'ı, Yahya Kemal'i okuyup anladığınız gibi Hegel'i, Kant'ı, Goethe'yi de okuyup anlamalısınız. Bu şekilde iki kültürü birden öğrenmek sizin için bir külfet değil tam tersine çok değerli bir avantaj, büyük bir zenginliktir. Bunu başardığınızda Alman toplumunun sizi çok daha kolay kabullendiğini, size daha fazla saygı duyduğunu göreceksiniz.

Türkiye'nin izlediği politikalarda ilkeli ve hakkaniyetten yana duruşunun, sizlerin bu yöndeki gayretlerinize güç ve katkı sağlayacağına inanıyorum. Şundan emin olun, sizin arkanızda artık güçlü ekonomisiyle, aktif dış politikasıyla bölgesinde ve dünyada söz sahibi bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Sizler de tıpkı ülkenizde olduğu gibi hedeflerinizi büyütmelisiniz. Burada kalıcı olmaya, yerleşmeye, ev almaya, iş kurmaya karar verdiğiniz andan itibaren sizler artık buranın bir parçasısınız. Kesinlikle entegrasyon konusunda en ufak bir sıkıntınızın olmaması gerekir. Birliğinizi, beraberliğinizi, dayanışmanızı güçlü tuttuğunuzda Avrupa'daki en güçlü, en etkili, en dinamik toplum olacaksınız. İşte o zaman şu anda karşılaştığınız ve aşmakta zorlandığınız engellerin önünüzde birer birer yok olduğunu göreceksiniz. Kendinizi buralarda misafir olarak görmeyin, eğreti durmayın, kolay değil, 50 yıl geçti.''

 
Eleştirilerim:
 
1-Büyükelçilik binası dış görünüşü itibariyle çok hantal. Estetiğe fazla önem verilmemiş.
2-Selçuklu mimarisi unutulmamış ama. Osmanlı mimarisi unutulmuş. Bu bina, Osmanlı dönemindeki elçilik binası esas alınarak yapılsaydı daha güzel olurdu.
3-Mimarın Alman olması rahatsız edici. Türk Mimarlar bu konuda tercih edilmeliydi.
4-Başbakan'a Mimar tarafından binanın anahtarı verildi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'na verildi bu anahtar. Anahtarda yazılan Türkçe yazılar elçilik görevlileri tarafından kontrol edilmeliydi. Türkiye Başnakanı'na yanlış Türkçe. Şık durmadı. ''Teşekükür leri''.
5-Elçilik binasının temelini atan,eski büyükelçiye, en azından selamlama konuşması yapma imkanı verilmeliydi.
6- Böylesi önemli toplantılarda kürsülerin estetiği çok önemlidir, üzerinde hassasiyetle durulmalıdır.(Su şişesi gibi)
  
Rüştü Kam
 


2 Ekim 2012 Salı

“IV.Berlin Kurban Bayramı Şenliği” ile ilgili bilgilendirme (28.10.2012 Neukölln, Reuterstr.58 12047 Berlin)




Sevgili Berlin’liler,

28.10.2012 tarihinde(Pazar günü) İlahiyatçılar Derneği, Berlin Türk Cemaati, Berlin Veliler Topluluğu, Hikmet Kütüphanesi, Türk Eğitim Derneği, Türk Alman Merkezi,  “IV.Berlin Kurban Bayramı Şenliği”ni  bu sene Neukölln’de birlikte düzenleyeceklerdir.

Şenliğe yaklaşık iki bin kişinin katılması beklenmektedir. Özellikle Alman komşularımızı bu şenlikte aramızda görmek istiyoruz. Halk müziğimizin ustaları bu şenlikte birbirinden güzel eserler okuyacaklardır. Ayrıca çocuklar için resim yarışması yapılacaktır. Çocuklarımız oyun parklarında bayram eğlencesinin tadını çıkaracaklar.  Sonra NASREDDİN HOCA’larından hediyeler alacaklar, kültür değerimiz KARAGÖZ ve HACİVAT gölge oyunuyla tanışacaklardır. Şenlikten sonra evlerinde ve okullarında arkadaşlarına bu şenlikten bahsedeceklerdir.

Kurban sözcüğü, Arapça bir sözlük olup “yaklaşmak” anlamındadır. Dinî terim olarak ise, Allah’a yaklaşmak için yapılan her türlü ameli, kapsamı içine alır.  Dolayısıyla kurban Allah’a yakın olmak için yapılan her türlü infak’ın adıdır.

Kurban: “Allah’a yaklaştıran veya kendisiyle Allah’a yaklaşılan şey” demektir. Yani, Kur’an’ın Allah’a yaklaşmak için vesile ve araç kabul ettiği tüm değerleri kurban kelimesiyle ifade etmek mümkündür.
Sadece hayvan kesmekle yaklaşılmaz Allah’a. Her türlü ihlâslı ve takvâlı amel müslümanı Allah’a yaklaştırır. Müslümanın Allah’ın rızasına uygun olarak yapılan harcamaları “kurban” dır.

Meselâ, Hâbil ile Kâbil Adem’in iki oğlu veya iki adem oğlu, Allah’a kurban ile yaklaşmak istemişlerdir. Hâbil çoban olduğu için kurban olarak bir koyun seçmiş, Kâbil ise çiftçi olduğu için kurban olarak bir demet buğday seçmiştir.  (Tevrat/ Tekvin, 5:17), (Maide 27-32), (Tirmizi 2812)

Özetlemek gerekirse; hayvan kurbanı ve kurban bayramı bir gelenektir. Bu geleneği Allah’ın rızasına uygun olarak devam ettirmek gerekir. Ne kadar çok müslüman bir araya gelir de bu geleneği sürdürür, müslim ve gayr-i müslim geniş kitlelere ulaştırırsa Allah’a o kadar yakın olacaklardır. İşte bu uygulamanın adıdır kurban…

Allah’a yaklaşmanın yolu samimiyet ve aşktır. Vasıtalar insanlarla ilişkilerde bir değer olurlar. Vasıtaların yararları insanlaradır. Bu yararın elde edilmesi de Allah’a yakınlaşma şuurunun layıkıyla oluşmasına ve maddi vasıtaların esas gayenin yerini almamasına bağlıdır.

Bazı müslümanlar Allah’a yaklaşmak amacıyla hayvan kesecekler ve bu şekilde Allah’ın rızasını kazanmak isteyeceklerdir. Hayvan kesmek konusunda kararlı olanlar bulundukları coğrafyanın şartlarına uymak zorundadırlar. Avrupa’da yaşayan müslümanlar kurbanlarını dünyanın neresine gönderirlerse göndersinler Avrupa’daki değer üzerinden göndermelidirler. Fazlası olabilir, ancak eksiği olamaz. Bu bir zorunluluktur. “Nerede ucuz ise kurbanımı orada kestireyim.” diye düşünmek yanlış olur.

Kurban ibadeti Hanefi Mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre sünnet olan bir ibadettir, hattâ Şafii Mezhebi “Bir müslümanın ailesi adına ömründe bir kez kurban kesmesi yeterlidir” der. (Prof. Dr. Zuhaylî, Vehbe; İslâm Fıkhı Ansiklopedisi c.4, s.392)  

Peygamberimiz de şöyle der: “Kurban kesmek sizin için nafiledir.”(a.g.e. c.4, s.394)
Bu durumda müslümanlar her sene kurban kesmek zorunda değildirler.

Buna rağmen her yıl kurban kesmek isteyen müslümanlar olursa, kurban etinden istifade etme önceliğini bulundukları coğrafyadaki yaşayan insanlara vermelidirler. Kurbanı sadece insanlara et yedirmek olarak düşünmek yanlış olur. Amaç kaynaşma, kucaklaşma ve paylaşmadır. İslâm’ın tebliğidir, tanıtımıdır.

Meselâ Berlin’de yaşayan müslümanlar kurbanlarını Berlin’de kesmelidirler. Bir şenlik çerçevesinde de kutlama yapmalıdırlar. Bu kutlamaya Alman, Türk, Arap, Afrikalı ayırımı yapılmadan herkes davet edilmelidir. Bu şenlik için gerekli olan masraflar da kurban için alınan meblağlardan karşılanmalıdır. “Ameller niyetlere göre değer kazanır.”(H.Ş)

Hatta, kurban bedelleri üniversite öğrencilerine burs olarak da verilebilir. Müslümanlar kuracakları bir vakıf aracılığıyla mali ibadetleri (zekat, fitre, fidye, sadaka, kurban, bağış) amacına uygun olarak daha güzel bir şekilde organize edebilirler. Böylelikle mali ibadetler üzerinden rant elde etmek isteyenlerin önü de kesilmiş olacaktır.

Kur’an kurban kesmeyi şu şekilde ifadeye koyar: “Fakat unutmayın ki, onların ne etleri Allah'a ulaşır, ne de kanları. Allah’a ulaşan, yalnızca sizin Allah’a karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlılıktır. İşte bu amaçla, onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, size ulaşma yolunu, yordamını gösterdiği (her türlü rahmet) için O’nun yüceliğini saygıyla anasınız. Öyleyse, o iyilik yapanları müjdele.” (Hac 37)

Aşağıda isimleri zikredilen dernekler olarak bizler Kur’an’ın müellefe-i kulûb (Tevbe 60) kavramını dikkate alarak organize olduk. Kur’an’ın ruhuna uygun olarak kurbanlarımızı, sünnet geleneği yaşasın diye Berlin’de değerlendirmek istiyoruz. Sizler de bu etkinliğe katılmak isterseniz buyurun tanış olalım. Müslim ve gayr-i müslim ayrımı yapmadan herkes bu etkinlikte sizlerin infaklarından istifade edeceklerdir.

Bizler her sene olduğu gibi bu sene de kurban etlerini kavurma yaptırıp, pilav üstünde, salata ve ayranla birlikte misafirlere ücretsiz olarak ikram edeceğiz. 

Bu dernekler, gelecek senelerde de bu anlayışla hareket edeceklerdir. Artık “Berlin Kurban Bayramı  Şenliği” gelenek olmuştur.

Gelin bayramlarımızı mekanlardan sokaklara taşıyalım...!  Alman komşularımızla birlikte Kurban Bayramı’nın tadına varalım...! Geleneklerimizi çocuklarımıza aktarabilmenin haklı gururunu birlikte yaşayalım...!

“Berlin Kurban Bayramı Şenliği”
 Çalışma Prensipleri:

“Berlin Kurban Bayramı Şenliği” amaç birliği içindeki çeşitli dernekler tarafından organize edilen bir şenliktir. Şenlik komisyonu, muhalif olan veya olmayan  herkese faaliyetleri ile ilgili  bilgilendirme yapar.
“Berlin Kurban Bayramı Şenliği” ni düzenlemek için bir araya gelen dernekler faaliyetlerini bir menfaat elde etmek için yapmazlar. Amaçları Kurban ibadetinin Allah’ın rızasına uygun olarak icra edilmesidir. Bu amacın gerçekleşebilmesi için de aşağıdaki prensipleri uygulamalarına esas alırlar ve bu prensiplerin dışına çıkamazlar:

1.      Şenliğin organisazyonuna ve gerçekleştirilmesine katkıda bulunan her kurum veya kişi, bunu gönüllülük temelinde, ücret almadan yapar.

2.      Hiçbir kurum veya şahıs, bu etkinlik vesilesiyle maddi çıkar elde edemez.

3.      Şenlik çerçevesinde ihtiyaç olan ekipmanın teminiyle ilgili harcamalarda (sahne ve ses düzeni, reklam giderleri, sanatçılar, resmi giderler vb.) tutumlu olmak ve tasarruflu davranmak temel ilkedir. Bu konularda birden fazla teklif alınır ve en uygun olan kişi veya kuruma, organisazyon komitesinin kararı ile verilir. Bo karar oy birliği ile alınır.

4.      Tüm gelir ve giderler, bağışlar şeffaf olarak kayıt altına alınır, harcamalar bütçeye uygun olarak yapılır, etkinlik bittikten sonra şenlik ile ilgili bilgiler rapor haline getirilir ve MOCCA dergisi aracılığıyla kamu oyuyla paylaşılır. Şayet  para artarsa, bu bir sonraki sene yapılacak “Berlin Kurban Bayramı Şenliği” nde değerlendirilmek için organizasyon komitesinin kararı ile yed-i emin altına alınır.

5.      Bu derneklerin  kurban anlayışı basın aracılığıyla veya uygun ortamlarda kamuoyuyla paylaşılır. Bununla beraber bu dernekler  mezheplerin ( Ehli Sünnet, - Hanefi, Şafii, Maliki ve Hambeli-  ve Ehli Şia) kurban konusundaki  görüşlerine saygıda kusur etmezler.

6.      Müslümanlardan alınan kurban bağışları, verenlerin arzu ve istekleri doğrultusunda değerlendirilir.  Kurban bağışında bulunanlar, ayrıca organisazyona maddi katkıda bulunabilecekleri  gibi, arzu ederlerse,  kurban bağışlarının bir bölümünü veya tamamını kurban bayramı kutlama organizasyonunun giderlerinin karşılanmasına  da tahsis  edebilirler.  “Kurban”nın hayvan olarak kesilmesini arzu edenler bu isteklerini bağış yaparken belirtmelidirler. Bağışı alan kişi de bu soruyu sormalıdır. Kurbanlar İslâmî usûle göre titizlikle kesilecektir.

7.      Kurban komisyonu derneklerin seçip gönderecekleri birer kişiden oluşur. 


Organisation:  İlahiyatçılar Derneği (İL-DE)
                        Berlin Türk Cemaati (TGB)
                         Berlin Veliler Topluluğu (BVT)
                         Hikmet Kütüphanesi (HK)
 Türk Eğitim Derneği (TED)
                        Türk Alman Merkezi (TDZ)

Sponsorlar: Alman Türk merkezi Ggmbh (DTZ)

Telefon: 030- 627 25 391
Cep:       0163-46 04 950

E-Mail: teologenvereinev@googlemail.com