5 Nisan 2014 Cumartesi

KUR’AN’A BİR DE BU GÖZLE BAKIN




Rüştü Kam  2014

İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, “İslâm’da Sosyal Adalet” üzerine temellendirdiği fikirlerini Berlin’de okurlarıyla paylaştı.


“Kur’an-ı Kerim’de 3 tane put ismi vardır. Lat, Uzza, Menat. Lat, otorite, Uzza, güç, Menat da para demektir. Otoriteden emperyalizm, güçten faşizm, paradan da kapitalizm doğuyor. Çağımızın 3 büyük putu bunlardır. Kur’an’ı böyle okuduğumuzda çağın derdine tam da parmak basan bir kitap olduğunu görüyoruz.”


“Kur’an’daki yaratma vurguları sadece Allah’ın varlığını belirtmek için değildir aynı zamanda kölelere sahip olunamayacağını anlatmak içindir. Kur’an’daki tabiat tasvirleri ise mülkün Allah’a ait olduğunu söylemek içindir. Sürekli ölüm hatırlatması yapılması dünyaya bağlanmaktan vazgeçmek gerektiğini vurgulamak içindir.”


 “Şeytan dediğimiz şeyle içimizdeki 3 büyük temel dürtü temsil edilir. Adem’e secde et, denildiğinde etmeyip “Beni ateşten yarattın onu çamurdan.” diyen şeytanla temsil edilen şey kibirdir. Şeytanın Adem’e “Sana sonsuza kadar toplamanın yollarını göstereyim mi?” demesi hırstır. Şeytan, “Bana değil de Adem’e güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu göstereceğim” diyerek Adem’i kıskanır. Burada temsil ettiği haset duygusudur. Kur’an’a göre 3 büyük günah budur. Her üçünün de altında sahip olma ve mülk tutkusu vardır.”

GİRİŞ:

Bazı çevrelere göre “hür” bazılarına göre ise “aykırı ilahiyatçı” olarak değerlendirilen yazar ve düşünür İhsan Eliaçık Türk Eğitim Derneği’nin davetlisi olarak geldiği Berlin’de bir dizi seminer verdi. Daha önce yurtdışına çıkma yasağı nedeniyle Avrupa’daki okuyucularıyla buluşma imkânı bulamayan Eliaçık, Berlin’de olmaktan dolayı mutluluğunu ifade ederek bundan sonra sık sık bu tür organizasyonlara katılacağını belirtti. “İslâm’da Sosyal Adalet” üst başlığında “Kur’an’ın Ekonomik Politik Okunuşuna Giriş” ve “Kur’an Kıssalarının Ekonomik ve Politik Okunuşu” konularında seminer veren İhsan Eliaçık, “Kur’an’a bir de bu gözle bakın.” diyerek “mülk, paylaşım, eşitlik, otorite, güç” gibi kavramlar üzerinden Kur’an’ın insanlığa verdiği mesajı yorumladı. Kur’an’ın insanın psikolojik ve sosyolojik dünyasına bir hitap olduğunu söyleyen Eliaçık, Kur’an’da okuduklarımızın gündelik hayatta karşılığını bulmamız gerektiği ilkesinden yola çıkarak kıssaları oloğanüstü ve mitolojik anlatımlardan arındararak ele alıyor. Eliaçık seminerde, Peygamberimiz zamanında Mekke’deki sosyal hayattan, Peygamberimizin bu düzene nasıl alternatif olduğuna, Kur’an’ın “Hayır” diyerek itiraz ettiği konulardan, şeytanın insana yaklaşma yollarına, insandaki “toplama, biriktirme ve kontrol etme” hastalığıdan, tefsirlerin arkeolojik kanıtlarla desteklenmesi gerektiğine kadar pekçok konuya değindi. Kur’an’ı anlamak için önce hayatı anlamak gerektiğini belirten Eliaçık, yeniden yorumladığı Kur’an’daki 23 kıssa ve 22 meselden birkaçına seminerdeki konuşmasında yer verdi.

İşte seminerden ilginizi çekeceğini düşündüğümüz bazı başlıklar:  

Neden Kur’an’ın Ekonomik ve Politik Okunuşu?
Müslümanlar yıllardır bekliyorlardı ve iktidar oldular. Bugün gelinen noktada Müslümanların bazı problemleri olduğunu düşünüyorum. 40 yıllık İslâmi hareket, cemaat çalışmaları vs. sonucunda bir öz eleştiri yaparak, “Nerede yanlış yaptık?” sorusunu kendime sordum. “Bütün bu Kur’an okumalarının, ders halkalarının, toplaşmaların sonucunda bu mu çıkmalıydı?” Kur’an’ın okunmamış ayetini bırakmamış ancak konu para, mal, mülk meselesine geldiğinde neredeyse tamamı tökezleyen bir camiayla karşı karşıyayız. Müslümanların zihin ve gönül dünyalarında derin bir boşluk olduğunu, buralara hiç çalışılmadığını, herhangi bir kapitalistten farkları olmadığını fakat bunun çoktan unutulduğunu, hiç de önemsenmediğini fark ettim. Ve dilimdeki söylemi değiştirmeye başladım. Özellikle 2007’den sonra, eski konuların hepsini bir kenara koydum ve yeni mevzulara girmeye başladım. Bu süreç devam ediyor. Kur’anın ekonomik politik okunuşu dediğim olay bence bugün Müslümanların üzerinde durması gereken en önemli şeydir.

Hayatı Okumadan Kur’an’ı Anlayamazsınız
Bir grup genç “Kur’an öğrenmek istiyoruz.” diye bana geldiler. Eskiden “Hadis usulü öğrenin, tefsir okuyun, şu kitapları okuyun, önce şu sureleri okuyun, Arapça öğrenin.” gibi şeyler söylerdim. Onlara dedim ki, “Size bir tefsir usulü önereceğim ama bu daha önce bildiklerinizin hiçbirine benzemeyecek.” Kur’an’ı elime aldım ve kapattım. “Kur’an’ı anlamanın ilk yolu Kur’an’ı kapatmaktır, Kur’an’ı okumamaktır.” dedim. Ve onları İstanbul’un bazı yerlerine gönderdim. Mesela Mecidiyeköy’de devasa gökdelenlerin ve onların çöplerinin boşaltıldığı yerlere gönderdim. Küçük çocuklar gelip torbalarını dolduruyorlar ve o çöpler onların akşam yemeği oluyor. “Buraları gidin gezin, sonra size Kur’an’ın nasıl okunacağını anlatacağım.” dedim. Geldiklerinde, “Gördükleriniz karşısında içinizde bir isyan, bir yumruğunu sıkma, ‘Ya bu nasıl olur?’ diye şehrin boşluğuna doğru bağırma hissi, öfke yoksa Kur’an’ı okumayın, Kur’an size hiçbir fayda vermeyecektir. Hatta sizin Kur’an okumanız zararlıdır.” dedim. Bu Kur’an masa başında yazılmış bir kitap değildir. 23 senenin sonunda, olaylar oldukça, çatışmanın, isyanın, kılıç çekmenin, karşı karşıya gelmenin, korkunun içerisinde oluşmuş metinlerdir bunlar. Bu metni okurken içerisindeki kılıç şakırtılarını, köle feryatlarını, zavallıların, acizlerin, Bilal-i Habeşiler’in, cariyelerin çığlıklarını duymuyorsanız, bu kitaptan hiçbir şey anlamazsınız. Kur’an’ı okumak için önce hayatı okumak gerekir. Hayatın içindeki çelişkileri ve acıları görmek gerekir. Eğer bu kitap hayatın çelişkilerine bir çözüm bulmuyorsa zaten bir tapınak kitabına dönüşmüştür, hiçbir işe yaramaz.

Kur’an Mekke’deki Sistemi Sorguluyordu/Yaşayan Kur’an
Bu kitap Mekke’de ve Medine’de insani trajedilere ve zulümlere çözüm bulmak için gelmiştir. “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı öldürüldü? (Tevkir, 9)” ayeti Mekke’deki sistemi sorgulayan bir ayettir. Bu sorunun ardından Mekke’nin devasa bir problemi ortaya çıkıyor. Kız çocukları cehaletten dolayı gömülmüyordu. Tefeci bezirganlar şehre hâkimdi. Mekke’ye getirilen malları iç ediyorlardı. Oradan kazandıkları paralarla bankerlik yapıyorlardı. Mekkeli yoksullara borç para veriyorlar, borcunu ödeyemeyenlerin erkeklerini köle yapıyor, kızlarını kadınlarını da Kâbe’nin arka sokaklarında açmış oldukları genelevlerde çalıştırıyorlardı. Kur’an-ı Kerim buna “Yeda Ebu Leheb” diyor. “Ebu Leheb’in kurduğu düzen” Adamın iki eli kurusun diye beddua etmiyor. Ebu Leheb’in kurduğu düzene beddua ediyor. Mekkeli çocuğum büyür de onların eline düşer diye toprağa gömüyor. Kur’an-ı Kerim diyor ki, “Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. (İsrâ, 31)” “Kahrolsun Ebu Leheb’in düzeni” diye, bu ayetler sokaklarda çınlamaya başlayınca, bu düzenden mağdur olan ne kadar cariye, baba-anne varsa Peygamberin yanına doğru koştu.
Mekke’yi sarsan soru bu, sokağın beklediği soru bu. “Bunun hesabını sormak için geldim. Kâbe’nin etrafında, Allah’ın evinin olduğu bir yerde böyle bir şey olamaz.” Kılıcını çeken Peygamberin arkasında saf bağlıyor.
Bir tanesi Peygamberimiz yolda yürürken arkasından vuruyor ve soruyor:
-“Sen Abdullah’ın oğlu Muhammet misin?”
-“Evet”
-“Sen Allah’ın resulü olduğunu söylüyormuşsun, doğru mu?”
-“Evet”
-“Allah sana ne diyor, bir bölüm dinleyebilir miyim?”
- O da Tekvir Suresi’ni okuyor. “Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar yerlerinden düşüp dağıldığı zaman, (...) diri diri gömülen kız çocuğuna hangi suçundan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman... (Tekvir, 1-9)” Tam oraya geldiği zaman adam;
- “Tamam” diyor. Peygamberin ağzını tutuyor. “Bunları sana Allah mı söylüyor?”
-“Evet”
-“Sen Allah’ın resulü müsün?”
-“Evet”
-“Bu kız çocuklarının niye diri diri gömüldüğünün hesabını sormaya mı geldin?”
-“Evet”
-Adam tekrar tekrar sorduktan sonra  sokağın ortasında kılıcını çekiyor, “Bundan böyle sana bu sözü söyleyen zata yemin olsun ki kılıcım bu sözün arkasındadır.” diyor.

Ankara’da bir Kur’an sempozyumunda konuşmacılardan biri “Hadis olmadan Kur’an’ı anlayamayız.”dedi. Diğeri, “Tefsir olmadan Kur’an’ı anlayamayız.” dedi. Bir başkası “Arapça olmadan olmaz.” Bir diğeri “Tasavvuf olmadan olmaz.” dedi. Her biri önce kendi branşının öğrenilmesi gerektiğini, o öğrenilmediği takdirde Kur’an’ın anlaşılamayacağını iddia etti. Biri de “Hiçbir şey okumadan direk meal okumamız lazım.” dedi. Ben de bu olayı anlattım. Dedim ki, “Peygambere arakasından vurup soran sonra da kılıcını çeken bu adam, sokağın ortasında sadece 7-8 ayet dinledi Peygamberden, bu söyledikleriniz bu ayetlerin neresinde? Bence sizin Kur’an okumanızın tamamı yanlış?” Başka bir yerden bakmak gerekiyor. Ben yazmış olduğum tefsire “Yaşayan Kur’an” dedim. Kur’an’da okuduğumuz şeylerin gündelik hayatta karşılığını bulmamız lazım. Berlin’de, İstanbul’da, Danimarka’da, Yeni Zelanda’da, Japonya’da, Amerika’da dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan insanların sorunlarına çözüm bulması lazım. Bunlara parmak basmıyorsa “Yaşayan Kur’an” değildir. Hayatla ilgilenmeyen Kur’an “Ölü Kur’an”dır.

Kur’an İnsanın Psikolojik ve Sosyolojik Dünyasına Hitap Eder
İnsanın psikolojik dünyası iç dünyası, sosyolojik dünyası da dış dünyası olduğuna göre Kur’an, ya benim iç dünyamda sorunlarıma -hırs, kibir vs. gibi- değiniyordur ya da çevremle olan ilişkilerimi düzenliyordur. Kur’an’ın psikolojik ve sosyolojik tefsirleri dışındaki tefsirlere sıcak bakmıyorum. Kur’an’da matematik, bilim, tarih aramanın bir âlemi yoktur. Kur’an’da her şeyi aramın da bir anlamı yoktur. Kur’an yazılı bir ayettir. Bir de dışarıda yazılı olmayan Allah’ın ayetleri vardır. Deniz bilimiyle uğraşmak isteyen gidip denizleri inceleyebilir, astronomi ile uğraşmak isteyen gökleri inceleyebilir. Onlar da Allah’ın ayetleridir. Kur’anın konusu bu değildir. Bütün bunları yaparken Kur’an insana bir bilinç aşılamaya çalışıyor. Kur’an bir bilim kitabı değildir. Bir bilinç kitabıdır. Aradığınız cevaplar Kur’an’da yok. Tabiatta, doğada var. Oraya bakın.

Psikolojik Dünyamızın Deşifresi: Adem Kıssası
Kur’an’da Adem Kıssası’nda şöyle bir ayet vardır. “Şeytan Adem’e vesvese verip (...) (Tâ Hâ, 120)” Vesvese, içten gelen bir fısıltıdır. Adem de biz insanlarız. İçimizdeki sesten bahsediyor bu ayet. Ana psikolojimizin ne olduğunu söylüyor. “Şeytan Adem’e vesvese verip dedi ki, ‘Sana şecere-i huld’un ve mülk-i la yeblâ’nın yolunu göstereyim mi? (Tâ Hâ, 120)” Şecere-i huld ve mülk-i la yeblâ. Bu iki şeyin içimizde olduğunu, ademoğlunun bu iki şeyin peşinden gittiğini, bunun dışarıya yansıdığını, dıştaki çarpıklıkların ve çürümelerin kökeninde Adem’in içindeki bu psikolojinin yattığını söylüyor. Geçmişteki Ademlerin, bugün yaşayan Ademlerin ve gelecekte yaşayacak Ademlerin içindeki onulmaz, iflah olmaz, esaslı bir problemi Kur’an bize deşifre ediyor. Şecere-i huld ve mülk-i la yeblâ ne demek? Şecere ağaç, huld, sonsuzluk, mülk-i la yeblâ, yıkılması mümkün olmayan mülk demektir. “Sana sonsuzluk ağacını göstereyim mi? Buna sahip olursan yıkılması mümkün olmayan bir mülke sahip olacaksın." diyor. Bu kavramları açıklarken etimolojiden gitmek gerekir. Şecere, cemaâ demektir, yani toplamak. Keneze demektir, yani biriktirmek. Ağaç da bütün dalları, yaprakları, meyveleri kendinde toplar. Huld, sonsuzluk diye çevriliyor, aslında bir şeyin son sınırı demektir. Şu halde şecere-i huld, bir şeyi son sınırına kadar toplamak demektir. “Sana arzu ettiğin, heves duyduğun, peşine takıldığın şeyin son sınırına kadar nasıl toplayacağını ve bu toplama neticesinde yıkılması mümkün olmayan bir servete, iktidara ve mülkiyete nasıl kavuşacağının yolunu göstereyim mi?” diyor. İnsanın içindeki ana dürtüyü deşifre ediyor.
Bu doğru bir söz müdür? Gelin birlikte bunu gündelik hayatta test edelim. Hayatta ben bundan başka bir şey görmüyorum. Dünyadaki bütün savaşlar, işgaller, desiseler, yalanlar, iftiralar bundan olur. Tüccar müşteri toplamak ister. İster ki, bütün ürettiği şeyleri insanlar ondan alsınlar. Mesela ben yazarım. Bir kitap yazıyorum. Benim içimden bir ses diyor ki “En çok benim kitaplarım satsın.” Televizyoncu en çok reytingi ben alayım, istiyor. Futbol takımları bütün puanları ben toplayayım, istiyor. Amerika istiyor ki, bütün petrol benim olsun. Herkes toplama peşinde.

İnsandaki Toplama Dürtüsüne Örnek: Habil ile Kabil Kıssası
Habil-Kabil Kıssası biraz önce bahsettiğimiz konuyu örneklendirerek açıklayan kıssadır. Kabil toplama peşinde olan, Habil ise toplamaya karşı çıkan demektir. Kabil bir bahçenin etrafına çit çeviriyor ve “Burası benim.” diyor. Daha önce insanlar geliyorlar pınardan su alıyorlardı, meyvelerinden yararlanıyorlardı, ağaçların gölgesinde oturuyorlardı. Birisi çıktı, “Burası benim, bundan sonra buranın nimetlerinden yararlanmak istiyorsanız bana hizmet edeceksiniz.” dedi. Çitle çevirdi. Çitin çevrildiği yere “mülkiyet” dendi. Etrafına memur koydu, onlara “devlet” dendi. Silahlı adamlar tuttu orayı koruması için onlara da “ordu” dendi. Mülkiyetin, devletin ve ordunun ortaya çıkışı böyle oldu. Habil-Kabil Kıssası tam da bunu anlatıyor. Habil buna karşı çıkıyor. “Burası Allah’ın kullarına ait” diyor ve aralarında kavga çıkıyor. Kabil Habil’i öldürüyor. Kur’an’da anlatılan kıssa budur. Ben yıllar önce bir müfessire Kabil’in Habil’i öldürme nedenini sordum. “Kız yüzünden” dediler. Müslüman dindarın bilinçaltını deşifre etmesi bakımından önemli bir şey bu. Olayı “kız davası” olarak görüyor. İnsanlığın temel meselesini bu olarak görüyor. Bu nedenle var gücüyle kadına yöneliyor. “Saçının telini gösterirse cehennemde 70 yıl yanacak.” diyor.  Ama öyle 40 tane yere çit çevirmesinde, dünyalar kadar para biriktirmesinde hiçbir mahsur görmüyor, yeter ki karısının saçının teli görünmesin. Bu tefsir yanlış.

Toplama, Biriktirme, Kontrol Etme Hastalığı
Kur’an-ı Kerim’de 3 tane put ismi vardır. Lat, Uzza, Menat. Lat, otorite, Uzza, güç, Menat da para demektir. Otoriteden emperyalizm, güçten faşizm, paradan da kapitalizm doğuyor. Çağımızın 3 büyük putu bunlardır. Kur’an’ı böyle okuduğumuzda çağın derdine tam da parmak basan bir kitap olduğunu görüyoruz. Kur’an’ın evrensel bir kitap olduğunu, insanlığın temel sorununa parmak bastığını, asıl meseleyi yakaladığından dolayı bu her çağa hitap eder bir özellik kazandığını görüyoruz. Nasıl oluyor da çağın en önemli 3 meselesine Kur’an put diyerek parmak basıyor? Çünkü insanı tanıyor. Dünyanın neresine giderseniz sorunun bu olduğunu göreceksiniz. Müslüman ülkeler de böyle, olmayanlar da da böyle. O zaman buradan nasıl çıkacağız? Bu putları yıkarak çıkacağız. İçimizdeki putu yıkacağız önce.

Şeytanın İnsana Yaklaşma Yolları
Kur’an-ı Kerim’de şeytanın sağdan, soldan, önden, arkadan yaklaşarak sıratı müstakimden insanları alıkoyacağı, saptıracağı yazıyor. (A’râf, 16-17) Bu da sembolik bir ifadedir. Bize yaklaşarak toplamayı, biriktirmeyi ve yıkılması mümkün olmayan bir gücü telkin etmesi demektir. Ben bunu 2S, 2Ş olarak açıklıyorum. Siyaset, servet, şehvet ve şöhret duygularının bizi hırsa ve hasede sürüklemesi demektir. Bunların dördünde de insanoğlu iktidar hazzı yaşar. İnsanın ayağı da burada kayar. Bütün günahlar burada işlenir. Bunları sağlam tutan, bunlara hükmeden adam, adamın hasıdır, Müslüman’ın hasıdır. Gösteriş için namaz kılan, oruç tutan, örtünen değil. Ben orada bir Müslüman’ın Müslüman olup olmadığını anlayamam.

Kur’an İlk “Hayır” Dediği Şey
Kur’an’da “La” hayır, “Kella” kesinlikle hayır, denilen yerleri çıkardım. Kur’an’ın itiraz ettiği, problem olarak gördüğü ilk şey nedir? İlk kella dediği yerdir: (Alak, 6) “Hayır, insanoğlu zenginliği kendine yeterli görünce tuğyan eder.” Bazları bunu ilim bakımından kendini yeterli görmek diyerek yorumluyorlar. Bence bu topu taca atmaktır. Orada geçen “mustağni” kelimesi ganimet kökünden gelir. Bildiğiniz kaba saba mal mülk zenginliği demektir. Burada, Mekke’de Velid bin Muğire, Ebu Leheb, Ebu Cehil gibi Kâbe’ye getirilen malları toplayan, faizcilik yapan, malı mülkü kendine yeterli gördüğü için bütün köleler benimdir diyen adamlar kastediliyor.
Kur’an’ın buradan başladığını örtmeye çalışıp entelektüel, ilmi yorumlar yaparsak kapitalizme karşı Kur’an’ın dayanaklarını yok etmiş oluruz. Paranın etrafında oluşturulan güç, gücün verdiği otorite. Bunların hepsi burada birleşiyor. Kur’an, bunların hepsine “hayır” diyor.
Kalem Suresi, Bahçe Sahipleri Kıssası’nda da bundan bahseder. Bugünkü tabirle burjuvaziyi, o günkü tabirler Mekke’nin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerini anlatır. Bu kişiler erkenden tarlalarına gidiyorlar, yoksullar gelip oradaki üründen almasın diye. Bir de bakıyorlar ki yerle yeksan olmuş bahçeleri. Demek istiyor ki Kur’an, bu sahip olduğunuz yerler, etrafına çit çevirerek benim dediğiniz yerler, bu bahçeler, bu hurma tarlaları, bu ekin bağları sizin değildir, Allah’ındır. Mülk Allah’ındır. Bir gün olur elinizden çıkar, bir felakete maruz olduğunu görürsünüz ya da siz ölürsünüz. Hemen sonrasında da ölüm hatırlatması yapıyor. 

Kur’an-ı Kerim’deki ölüm hatırlatması sürekli olarak dünyaya bağlanmaktan vazgeçmeyi vurgulamak içindir. Ölüm en büyük eşitleyici ilkedir. Ve yahut felaket vurgusu yapılır, sahip olduğumuz şeyin veya kendimizin yok olacağını ifade etmek için. Dolayısıyla bahçe sahipleri kıssası insanlıkta kadim bir sorun olan yoksulluk ve zenginlik sorununa parmak basmak için anlatılan bir kıssasıdır. Bütün ağalar, patronlar bahçe sahiplerinde anlatılan iki tane zenginin yaptığını yaparlar.
Bir diğer örnek,  Müddesir Suresi’ndedir. Orada bir adam anlatılır. O adam müfessirlere göre Velid bin Muğire’dir. Müzemmil suresinde de o vardır. Denir ki, “Tek başına yarattığım o adamı bana bırak. Uzayıp giden mal verdiğim, gözünün önünde oğullarıyla nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı. Hala gözü doymuyor. Verdiğimden daha fazlasını istiyor. Hayır! O ayetlerimize karşı inat etti. Onu dimdik bir yokuşa süreceğim.(Müdderis 11-14)” Şöyle anlatır, “Hesap yaptı, ölçtü biçti, tarttı, (...) sağına soluna baktı, (...) ve bu eskilerin masalından başka bir şey değidir, dedi. (Müddesir, 18-25)” 

 Eskilerin masalı dediği şey ahiret inancı ya da Allah itikadı değil, bunların hepsine zaten inanıyor. Eskilerin masalı dediği şey, “Zengin olmayacak, fakir de kalmayacak, eşitlik olacak, köleler azat edilecek.” Kur’an’daki yaratma vurguları sadece Allah’ın varlığını anlatmak için değildir, aynı zamanda kölelere sahip olunamayacağını belirtmek içindir. İnsanı yaratan Allah’tır. Kur’an’daki tabiat tasvirleri, yerlerin ve göklerin ve ikisi arasındakilerin Allah’a ait olduğunu söylemek içindir. Mülkiyetin Allah’a ait olduğunu teyit ve ısrar içindir. Kur’anın hitap ettiği toplum Allah’a ve ahirete inanmakta ama korkmamaktaydı. Müslümanlarla Müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Anlaşması’nda, iki taraftan biri hac yaparken diğerinin oradan çıkacağını yazar. İki tarafta hac ediyor. Ebu Cehil, namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, cübbeli sarıklı muhafazakar sağcı bir Müşriktir. Bedir Savaşı’ndaki duasında, Peygamberimiz için “dinsiz, servet düşmanı” diyor. “Bu dinsizden bizi kurtar yoksa Allah’ın evinin hizmetkârı kalmayacak” diyor. İhtilalci, dinsiz, mal mülk düşmanı, etrafına çapulcuları toplamış, düzene isyan eden anarşist demeye getiriyor.

Hz. Peygamber’in Tefeci Düzene Alternatif Olma Yolu
Kur’an, Müzemmil Suresi’nde Peygambere, bu tefeci düzene karşı etrafındaki bir avuç insanla nasıl alternatif olacağını gösteriyor. “Rabbin, senin ve beraberindekilerin uykusuz geceler geçirdiğini biliyor. Gecenin ve gündüzün ölçüsünü/gücünü koyan Allah’tır. Bu konuda epeyce zorlanacağınızı bildiği için size lütuf ile muamelede bulunuyor. Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. İçinizden hastaların olacağını, Allah’ın fazlından aramaya koyulanların bulunacağını, yeryüzünde sefere çıkacakların olabileceğini bilmektedir. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Salâtı ikame edin, zekâtı verin. Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için ne hayır yaparsanız, karşılığını Allah katında daha büyük olarak bulursunuz. Daima Allah’tan bağışlanma dileyin. Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır. (Müzzemmil; 20)”
Yani, gecenin güçleri donanımlı olmaktır, donanmaktır, gece yarınlarında kalkıp, Kur’an’ı düşünerek, ruh dinginliğine kavuşarak okumaktır, iç dünyayı şeytanın vesvesesinden arındırmak için okumaktır, tevbe etmeniz, ölüm üzerine düşünmeniz, bireysel olarak özgür bir ruh olmanız lazımdır, deniliyor. “Senin için gündüz uzun bir uğraş var. (Müzemmil, 7)” deniliyor.
Kur’an’ın bel kemiği cümle şudur. “Salatı ikame edenler zekatı verirler.” Bunu şöyle çevirdiler ve mahvettiler. “5 vakit namaz kılarlar, 40’ta 1 zekat verirler.” Zekat 40’ta 1 vermek değildir. Fazla olanı vermektir. “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” derken “Kur’an’ı birbirinizin işini kolaylaştırmak için okuyun” denilmektedir. 

Salat kelimesi 8-10 yerde, güneş, gündüz, gece, ay, akşam kelimeleriyle beraber kullanıldığı yerlerde rüku ve secde anlamında namazı ifade eder. Geri kalan 120 yerde yardımlaşma, dayanışma anlamına gelir. O zaman bu ayeti şöyle anlamak gerekir. “Onlar yardımlaşma ve dayanışmayı ayağa dikerler ve fazla olanı verirler.” Peygamberimiz etrafında toplanan insanlarla şöyle yaşıyordu. Sabahleyin toplanıp “Yarabbi bize yardım et.” diyorlardı. Beraber rükü ediyorlardı, secde ediyorlardı. Sonra “Bir ihtiyacı olan var mı?” diyorlardı. Birbirlerine sarılıyorlardı ve dağılıyorlardı. Gidip tarlalarında, bağlarında, bahçelerinde çalışıyorlardı. Günlük ihtiyaçları kadarını evlerine bırakıyorlardı. Akşam tekrar toplanıyorlardı. İhtiyaçtan fazlasını getiriyorlardı. Yine Allah’a yalvarıyorlardı, beraber namaz kılıyorlardı. İhtiyacı olan oradan ihtiyacını alıyordu. Bir kaynaşma, değiş tokuş, görüşme oluyordu. Sohbet ediyorlardı. Sonra evlerine gidiyorlardı. İhtiyaçtan fazlası ellerinde yoktu. Biriktirmiyorlardı. Caiz değildi. Haramdı. Bu toplum Mekke’deki putperest düzeni böyle yıktı.

Dünyadan El Etek Çekmek, Otoritenden Güçten ve Paradan El Etek Çekmektir
Dışarıya çıkıp baktığımızda insanların peşinden koşturduğu en önemli şeyin çalışmak ve para kazanmak olduğunu görürüz. Kimisi camiye gidiyor, kimisi kiliseye gidiyor, kimisi Allah’a inanıyor, kimisi inanmıyor. Hayatın en önemli konusu buysa, bu kitabında en önemli konusu bu olmalıdır. İnsanlar arasındaki en önemli şey değişsin, o zaman Kur’an’ın konusu da değişir. Burası düzeldiği zaman insanın maneviyatı da düzelecektir. Kur’an sürekli “dünya hayatına bağlanmayın ya da dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” diyor. Dünya hayatına bağlanmayın derken otoriteye-güce-paraya bağlanmayın diyor. Dünya gezegeninden bahsetmiyor. Dünyanın içindeki insani ilişkilerin otorite, güç ve paraya bağlı olmasını eleştiriyor. Bunlar olmadan ilişki kurun diyor. Kur’an’ın ekonomik, politik okunuşunun ana esasları bana göre budur. Ve bu tür bir okumanın Kur’an’da kökleri ve kaynakları vardır. Ben size yeni bir Kur’an getirmiyorum. Ben Kur’an’a bir de bu açıdan bakın diyorum. Zenginin gözüyle bakmayın, bir de yoksulun, diptekinin, hiçbir şeyi olmayanın, biçere olanın, güzeyle bakın diyorum.

Kıssaları yeniden yorumlamak
Kur’an’da 23 kıssa ve 22 tane de mesel vardır. Kur’an geçmiş tarihlerden zaman ve mekân belirtmeden bahseder. Sürekli olay ve karakter analizleri yaparak bize bir şey anlatmaya çalışır. Bu kıssa ve meseller Kur’an’ın önemli bir bölümünü oluşturur. Peygamber döneminde olmuş herhangi bir olay yok ki, onu açıklayan bir tarihi kıssa anlatılmamış olsun. Bunlardan bir ibret almamız isteniyor. Bir kitap tarihten çokça bahsediyorsa geçmiş çağlardan günümüze kadar değişmeyen şeyler olduğuna inanıyor demektir. Bu kıssaların günümüzde bir karşılığı olmalı. Sadece, geçmişte olmuş bitmiş mucizevi bir olayı anlatmak olmamalı. Bu nedenle ben bütün kıssaları yeniden yorumladım. Kıssaları, olağanüstü mucizevi yorumlardan arındırarak, Kur’an’ın çerçevesinde günümüze yönelik bir mesaj çıkacak şekle getirdim. Doğru olanın da bu olduğuna inanıyorum. Diğer türlü klasik anlatımlar bence ölü anlatımdır. Bugünün Almanya’sında, Türkiye’sinde, Danimarka’sında, Amerika’sında hiçbir karışlığı olmayan ölü anlatılardır. Bundan çok daha iyilerini kiliselerde havralarda dinleyebilirsiniz. Çok daha fantastiktir, sizi alır başka dünyalara götürür. Böyle olmamalı. Kıssaların burada günümüze yönelik bir şeyler söylemesi lazım. Söylemiyorsa bunu yeniden baştan okumalıyız. Başka bir gözle bakmalıyız.

Kıssa, Menkıbe, Mitoloji
Kıssa, tarihte olmuş bitmiş bir olayı abartmadan ancak gerçeğin üzerini de örtmeden anlatmak demektir. Kıssanın dışında bir de menkıbe vardır. Menkıbe hikayelendirmek demektir. Menkıbede denklik yoktur. Kıssada denklik vardır. Kur’an menkıbe anlatmaz, bir olayı mitolojileştirmez, dengiyle anlatır. “Senden önce meydana gelmiş olayların haberlerini sana kıssa olarak anlatıyoruz. (Hud, 100)” der. Edebiyatta buna öykülendirme diyoruz. Öykülendirme kendi içinde ikiye ayrılır. Gerçeküstü öykülendirme ve toplumsal gerçekçi öykülendirme. Gerçeküstücü öykülendirme, metafizik olayları veya gerçeküstü bir olayı kavratmak için dış dünyada olmayan, şu an mevcut olmayan bir takım olayları durumları kişi haline getirerek konuşturarak anlatmaktır. Örneğin Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig kitabı. Dönemin hükümdarına yazılmış bir nasihat kitabıdır. Burada 4 kişi konuşur. Onların her birine Kün-Togdı, Ay-Toldı, Ögdülmüş, Odgurmuş diye isimler verir. Aslında bu 4 şeyle kastedilen adalet, akıl, mutluluk ve gelecektir. Bu 4’ünü birbiriyle konuşturur. Bununla hükümdara nasihat etmektedir. Bunlar gerçek şahıslar değildir. Buna edebiyatta teşhis ve intak sanatı denir. Görünmesi mümkün olmayan varlıkları görünür hale getirmeye “teşhis”, konuşması mümkün olmayan varlıkları konuşur haline getirmeye de “intak” denir.

Yeryüzünün Halifesi
Kur’an’daki Adem Kıssası da bunun bir benzeridir. Şeytan ve melek gibi dış dünyada gerçek varlıklar yoktur. Bunlar insana ait bir takım durumların şahıs haline getirilip konuşturulmasıdır. İçimizdeki bütün kötülük dürtüleri “şeytan” adını alır, bizdeki, Tanrı’daki ve yeryüzündeki bütün iyilik düşünceleri “melek” adını alır. Bizim gibi duyan gören, aynı türden olduğumuz kişi “Adem” ismini alır. Onlar birbirleriyle konuşurlar. Burada konuşan sadece Allah’tır. Orada Allah dışında ontolojik dünyada kendisini görmesek bile yaşayan bir varlık yoktur. Şöyle anlatılır. “Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde halife yaratacağım.’  dediği vakit onlar, ‘Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın.’ (...)dediler. Allah, ‘Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.’ Dedi (Bakara, 30)”
Bir tarafta Allah, bir tarafta melekler ve şeytan oturmuş ruhlar âleminde konuşuyorlar dediğiniz zaman teorik olarak bir sürü sorun çıkar. Allah’a yer biçmiş olursunuz. Allah’ı şeytanın karşısına oturtmuş olursunuz. Yanlıştır. Bunların hepsi semboliktir. Bize burada bir şey anlatılmaya çalışılıyor. 

Allah’ın “Yeryüzünde halife var edeceğim” demesi ne demektir? Kur’an’da halife ve emanet kelimesi birlikte kullanılmıştır. “Yarattıklarımı kendisine emanet edeceğim.” anlamına geliyor. “Biz emaneti göklere, yere dağlara teklife ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular ama onu insan yüklendi. Çünkü insanoğlu çok zalim ve cahildir. (Ahzâb, 72)” Cahil bilgisiz demek değildir. Şehvetine uyan ve inatçı demektir. İnsanoğlunun zalim, şehvetine uyan ve inatçı olduğu için kendisine yüklenen emaneti üstlendiğini fakat dağların kendisine teklif edilmesine rağmen buna sorumluluk bilinciyle yanaşmadıklarını söylüyor.
Burada anlatılmak istenen nedir? Emanet ve halife kelimelerini kafamıza göre yorumlayamayız. Halife ve emanet kelimelerinin Kur’an’da geçtiği yelere bakmak gerekir. Buna baktığımızda emanetten maksadın mülkiyet olduğunu görüyoruz. Allah yaratmış olduğu mülkü insanoğluna emanet olarak verdiğini söylüyor. Mülk Allah’ındır. Kullanım yetkisi insana verilmiştir. Bunlarla ilgili hesaba çekileceğiz. Bana verilen bilgi, vücut, sağlık sıhhat, iktidar, para, servet, mezara girmeden önce sana ait olan her şey Allah’ın bir emanetidir. 

Adem Kıssası’nda, emanet verecek bir halife yaratacağını söylüyor. Melekler de diyor ki, “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” Yani yaratılış itibariyle özünde bu özellikler olan, toplama, biriktirme, kontrol etme hastalığı olan birisini mi yaratacaksın? Burada melekler konuşmuyor. Allah bize yaratacağı varlığı ifşa ediyor. Bize ayna tutuyor. Sizi bu özelliklerle yarattım diyor. İnsanın psikolojik ve sosyolojik dünyasına sesleniyor. “Yerleri ve gökleri yarattım.” diyor hep Allah. Onların senin olduğunu zannetme. Onu ben yarattım zannetme. İnsanı sakın ben yarattım zannederek onu köleleştirme. Ürettiği değerlerin sana ait olduğunu zannedip sakın onu biriktirme. Sürekli yaratmanın vurgulanması, tabiat, cehennem ve cennet tasvirleri tamamı bunun içindir. 

Bir ileri aşamada şeytan söz alıyor. Şeytan dediğimiz şeyle içimizdeki 3 büyük temel dürtü temsil ediliyor. Adem’e secde et, denildiğinde etmeyip “Beni ateşten yarattın onu çamurdan.” diyen şeytanla temsil edilen şey kibirdir. Bir insan ben senden üstünüm dediği an kibir hastalığına yakalanmıştır. Yaratılıştan var olan herhangi bir şeyle kıyas yapıp seninle eşit hale gelemem dediğiniz zaman kibre kapılıyorsun demektir. Bunun sosyal karşılığı eşitliktir. İnsanların eşit olduğunu ve kimsenin kibirlenmemesi gerektiğini söyleyen dünya görüşüne tevhit deniyor. Tevhit insanları eşitliğe ve bir olmaya çağırır.
Şeytanın Adem’e “Sana sonsuza kadar toplamanın yollarını göstereyim mi?” demesi hırstır. Üçüncüsü de “Bana değil de Adem’e güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu göstereceğim, bana süre ver.” diyerek Adem’i kıskanmasıdır. Yani hasettir. Kur’an’a göre 3 büyük günah budur. Her üçünün de altında sahip olma ve mülk tutkusu vardır. Kendinde olanla övünme, toplamaya girişme, başkasında olanı kıskanma. Çünkü hiçbiri bize ait değil.

Nuh Tufanı: Psikolojik ve Sosyolojik Alt Üst Oluş
Nuh Kıssası bize Ortadoğu’da meydana gelen bir sel baskınını ve onun insanlık hafızasındaki izlerini anlatır. Sembolik okunuşa göre ise psikolojik ve sosyolojik olarak alt üst oluşu ifade eder. Coğrafi olarak gerçekleşen olay Akdeniz’in oluşumudur. Önceden Afrika kıtası ile Türkiye’nin güneyi ve İtalya tek kara parçasıydı. Sonra orada çöküntü meydana geldi. Atlas okyanusundan gelen suların o çöküntüye dolması sırasında Hazar Denizi’ne kadar olan bölge ve Filistin kıyıları sular altında kaldı. O zaman Hz. Nuh ve kavmi de Filistin kıyılarında yaşıyordu. Bu olay sırasında birçok kişi öldü. Geriye kalanlar da yeryüzünün başka yerlerine doğru göç ettiler. İnsanlığın hafızasında derin izler bırakan bu olayı herkes gittiği yerlerde anlattı. Bu nedenle bütün mitolojilerde ve dinlerde Nuh Tufanı yer alır. Tufan kelimesi Kur’an’da psikolojik ve sosyolojik olarak alt üst oluşu anlatır. İçimizdeki değer yargılarının, korkuların, umutların, dünyaya bakışın bir altüst oluşla değişmesi ve insan kişiliğinin yeniden kurulmasıdır. Genellikle travmatik değişiklikler yaşadığımızda, ideolojik derin bilinç patlamalarından ya da kuvvetli bir aşktan sonra kişiliğimizi yeniden kurarız. Sosyolojik olarak da toplumsal alt üst oluşu, sosyal devrim anlamındadır. Toplum bir halden başka bir hale geçerken önceki bütün kokuşmuşluklarını kuvvetli bir altüst oluşla atar. Bazen okuduğumuz bir kitap ya da bir şiir öyle bir ruh üfler ki insana içinde fırtınalar esmesine, kasırgalar kopmasına neden olur. Bazen bir söz, bir bakış kişide kuvvetli sarsıntılar meydana getirir. Aynı şekilde Hz. İsa’nın  “Ben size Rabbinizden ayet ile geldim. Size çamurdan kuş biçiminde bir yaratık yapıp içine üfleyeceğim; Allah’ın izniyle hemen bir kuş olacak. Allah’ın izniyle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirip ölüleri dirilteceğim.  Size evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi haber vereceğim. Eğer imanınız varsa anlarsanız ne dediğimi. (Al-i İmran, 49)” demesi de bunun gibidir.  Tamamı semboliktir. Çamurdan bir kuş demek, yerlerde sürünmekte olan halk demektir. Yerlerde sürünen halka veya boyunduruk altında yaşayan kişiliğini kaybetmiş kişiye öyle bir nefes üfleyeceğim ki o kişi psikolojik olarak veya o toplum sosyolojik olarak ayağa kalkacak demektir. Kendisine yepyeni bir kader çizecek ve özgürlüğe kuş gibi uçacak, demektir. Ve ondan sonra o ölü toprağı serpilmiş halk dirilecek, gözleri görmeye, kulakları duymaya başlayacak. Hakikaten Allah’ın dini kişilere bir nefes gibi estiği zaman, topluma bir ruh olarak aşılandığı zaman gerek kişiyi gerekse toplumu böyle yapar.

Cehalet ve Önyargı Putlarını Yıkmak
Hz. İbrahim’in eline baltayı alıp putları indirmesi ne demek? Bunu çok düşünmüşümdür. Peygamberin aslında böyle bir şey yapmaması lazım. Bu, cehalet ve önyargı putlarının yıkılmasıdır. Bazen anlatırsınız ama karşınızdaki ısrarla anlamaz. Biri cahil, önyargılı ve inatçıysa o zaman onun beynindeki cehalet putlarını teker teker yıkmak gerekir. Ebu Cehil Peygamberimize soruyor, “Ben senin dinine geçersem bana ne var?” diye. O sırada Hz. Peygamber’in yanında da eski azatlı kölesi Hz. Bilal’i oturuyor. “O neye sahipse sen de ona sahip olacaksın.” diyor. O da o zaman “Bu işi kılıç çözer.” diyor. Bedir’de de vuruşarak ölüyor. Bir yerde baltaların çıktığı bir nokta vardır.
Hz. İbrahim’in ateşe atılması da mitolojiye dönüşmüştür. Hz. İbrahim ateşe atılmamıştır. Atılmak istenmiştir. Oda bulunduğu yeri terk ederek tıpkı Hz. Peygamber gibi hicret etmiştir. Onlar da aramış, bulamamışlardır. Yaktıkları ateş de sönmüştür. Kur’an bunu, “Ey Ateş! Serin ol dedik, selam olsun İbrahim’e. (Enbiyâ, 69)” diye anlatır. Bu kıssa mitolojileştirilerek, bire bin katılarak, menkıbeleştirilerek Urfa’da Balıklı Göl’e dönüşmüştür. Balıklı Göl Derneği, Halil İbrahim Derneği gibi dernekler ortaya çıktı. Turistik bir malzemeye dönüştü. Bu dernekler beni kıssayı böyle anlattıp turizme engel oluyorum diye mahkemeye verdiler.

Ashab-ı Kehf
Aynı şeklide Ashab-ı Kehf Kıssası turizm konusu olmuştur. Ashab-ı Kehf 7 kişi değildir ve 300 yıl uyumamışlardır. Türkiye’de 3 ayrı yerde mağaraları bulunmaktadır. Buralar belediyeler tarafından turistik bölge ilan edilmiş. Oysa Ashab-ı Kehf şehirleri işgal altına girdiği için dağlara çıkan gençleri anlatır. İbrahimi dini sürdüren gençler Roma işgaline teslim olmayıp dağlara çıkıp direnmişlerdir. Uzun yıllar dağlarda yaşamışladır. Sonra şehre dönüş kararı almışlardır ve dönmüşlerdir. Özet olarak anlatılan budur ama bunu da efsaneye dönüştürdüler.

Salih Peygamberin Devesi
Salih Peygamber’in halkının kendisine inanması için kayanın içinden bir deve çıkardığı, o deveye dokunmamalarını söylediği, halkı da Peygamberi dinlemediği için helak olduğu söylenir. Oradaki deve, sadece deve olarak algılandığında ölü bir anlatım olur. Allah’ın devesinden maksat, Allah’ın dağı, suyu, madeni, havası gibi kamuya ait olan herşeydir. Herkese ait olmayı ifade eden bir deyimdir. Buna dokunmayın denmektedir. O halk, talan yapan, kimsesiz bulduğu her şeyi zimmetine geçiren, vadilerde kayalar oyarak yaşayan, işgalci, sömürücü bir halktı. Atlara binerler ve yağmaya giderler. İşgal ettikleri, ele geçirdikleri her şeye Allah’ın devesi diyor. Allah’ın devesi demek Allah’ın yeryüzü demektir. Senin hakkın olmayan her şey Allah’a aittir. Sadece emeğinin hakkını alabilirsin, geri kalanına dokunamazsın. Buradan işgale, sömürüye, başkasının hakkına el uzatmaya, kamudan mal çarpmaya karşı kuvvetli bir söylem çıkar. Tam da zaten bunu anlatmaktadır.

Kanıtsız, Delilsiz Tefsir
Yunus Peygamber, dönemin zalimlerine başkaldırdığı için ülkeyi terk ederken yakalanıp cezaevine konulmuştur. Bu cezaevi bir adadaydı. Su Tanrısı Enki’nin sembolü balıktı. Cezaevinin içinde, tapınakların köşelerinde devasa balık resimleri vardı. Rahipler balık türü giysiler giyiyorlardı. Bunların hepsinin kanıtları müzelerde vardır. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde ya da Arkeoloji Müzesi’nde görülebilir. Ben bu müzelerde araştırma yaptığım sırada müze müdürü bir ilahiyatçının burada ne işi var diye şaşırdı. Ülkemizdeki ilahiyatçıların durumunun vehametini göstermesi açısından önemlidir. Kimse araştırmıyor. Oysa orada tefsir yatıyor. Arkeolojik kültür olmadan, kanıtsız, delilsiz tefsir yapılıyor. Amerika Irak’ı işgal etti ve Bağdat’taki müzelerde ne kadar arkeolojik kanıt varsa hepsini aldı. Yağmaladılar bütün bu tarihi. Kur’an’daki kıssaların, kutsal kitaplardaki kıssaların tefsiri orada yatıyordu. Kimse gidip oraya bakmıyordu.

Süleyman Peygamberin İdeali
Hz. Süleyman bugünkü Kudüs’te bir adalet ve barış yurdu kurmak istiyordu. Kur’an’da “Allah dâru’s-selâm’a çağırıyor. Allah kimi layık görürse onu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürütür. (Yunus 25)” diye belirtilir. Dâru’s-selâm, esenlik, adalet ve barış yurdu demektir. Bunu yapmak için civardaki devletlerle çeşitli diplomatik temaslar kurarak anlaşmalar yapıyor. Onlardan oluşan ortak bir ordu kuruyor. Bütün amacı Ortadoğu bölgesini bir bayrak altında birleştirmek. Şu anda da Hz. Süleyman’ın ideali gerçekleştirilmeyi beklemektedir. O dönemde, güneyde Sebeliler (karıncalar), kuzeyde Hititler (kuşlar), doğuda Babilliler (cinler/periler) ve batıda Fenikeliler (yelkenli gemi ve rüzgarlar) vardı. Bu devletler o dönemde böyle anılır ve bilinirlerdi. “Karıncalar”, Rüzgarlar”, “Cinler”, “Kuşlar” o dönemde bu kabilelerin ad ve sembolleriydi. Tüm bu ülkeler Hz. Süleyman’ın emrine girmişlerdi. Hz. Süleyman’a verilen mülk buydu. Yani 600 tane karısı olan, cariyeleri olan, yerlerin göklerin mülkü ona ait olan, zenginlikten tavan yapmış bir peygamber ve kral değildi. Hz. Süleyman bir evi, bir bineği, bir eşi olan, bir yıllık rızkından başka asla yiyecek biriktirmeyen binlerce peygamberden  sadece biriydi. Bize verilen ders şudur. Dünyanın başına en fazla bir evi, bir arabası, bir yıllık rızkını bir kenara koymuş, kibir, haset ve hırs sahibi  olmayan  ve Allah’ın emanetini kendi zimmetine geçirmeyecek kişiler getirilmelidir.  

“Eline Bir Demet Sap Al”
Kur’an’da Eyyûp Kıssası anlatılırken denir ki, “Eline bir demet sap al. Onunla vur. Yemininden dönen durumuna düşme. (Sâd, 44)” Bu olay şu şekilde yorumlanmıştır. Eyyûp Peygamber hastalanmış ve yaralarında kurt çıkmış. O kadar sabretmiş ki yarasındaki kurdu dahi atmamış. O esnada karısı dediğini yapmamış ve Eyyûp Peygamber “Şu kurtlardan bir kurtulayım sana göstereceğim.” demiş. Sonra iyileşince Kur’an da ona sözünde durmasını söylüyormuş. Bu Tevrat’tan alınma bir hikayedir. “Eline bir demet sap al” demek, birleşmek, yekvücut olmak, demet gibi yan yana durmak anlamında bir deyimdir. “Ayağını yere vur, dedik. İşte sana kullanıp yıkanacağın ve içeceğin soğuk bir su. (Sâd, 42)” ayetinde anlatılan yıkanıp kurtlardan kurtulması değildir. Bu ayetlerde Hz. Peygamber’e ambargo yıllarında Eyyub sabrı ve direnişi örnek gösterilir. Dağılmamaları, yılmamaları, sapların bir demet halinde bir arada durması gibi birlikte durmaları söylenir. Ve ayağını yere sağlam bas denir. Böyle yaparsan önüne pınarlar çıkacak, yepyeni mutlu bir gelecek, çölün içinden su çıkmış gibi sizin olacak, denmektedir.

Kıssaların Anlatıldığı Ayetlerin İniş Zamanları
Kıssa ayetlerinin geldiği dönemlere bakıldığında bu yorumlamalar tamamen uygun düşmektedir. Yunus Peygamber’den örnek verildiği sırada Peygamberimiz tam da kaçmayı düşünmektedir. Kendini ifade edecek birilerini bulamamıştır, bunalmıştır. Bu sırada gelen ayetlerle kendisine, ‘Yunus gibi olma, Eyyûp gibi diren, sonunda Süleyman gibi olacaksın.” denmektedir. Bu anlatıların tamamı Peygamberin o anda yaşadığı dönem ve ruh dünyasıyla örtüşür. Her biri bir pencere açar.

27 Mart 2014 Perşembe

İSLÂM ÇOK EŞLİLİĞE MÜSAADE ETMEZ

İSLÂM'DA, NORMAL ŞARTLARDA ÇOK EŞLİLİK YOKTUR. ÇOK EŞLİLİK, OLAĞANÜSTÜ DURUMLARDA; YETİMLERİN HİMAYESİ İÇİN UYGULANAN SOSYAL BİR KAMPANYADIR.



Din adına yapılan yanlışların en önemlilerinden birisi, erkeklerin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesidir.
 
Allah, insan onurunun rencide edilmesini istemez. O insana yaratılmışlar içinde özel statü vermiştir. Allah kadına da erkeğe de insan der, ikisi de aynı cevherden yaratılmıştır (Nisa 1). İnsan hakları hem kadına hem de erkeğe lazımdır. İslâm erkeğe hak olarak verdiğini kadına da hak olarak vermiştir. Erkek ne kadar hür ise kadın da o kadar hürdür. Kur'an bir adım daha atarak erkeklere, kadınları koruma ve kollama görevi de vermiştir. (Nisa 34). Bu adımla, erkekleri yük altına sokmuştur. Kadın erkeğin erkek de kadının velisidir ayeti ile de iki cinsin birbirine olan eşitliğini özellikle vurgulamıştır. Bu eşitlik haklar konusundaki eşitliktir.


Tevbe Suresi'nde şöyle buyrulur: "Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler. Namazı hakkıyla yerine getirir, zekâtı verir, Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte onları Allah geniş rahmetine mazhar edecektir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir)." (Tevbe 71)




Tevbe Suresi'nin bu ayetini detaylandıran başka ayetler de vardır: "İnanan erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler ve iffetlerini korusunlar; temiz ve erdemli kalmaları bakımından en uygun davranış tarzı budur. (Ve) Şüphesiz Allah onların (iyi ya da kötü) işledikleri her şeyden haberdardır."(Nisa 29)


"İçinizden bekârları/dulları, bir de erkek hizmetçilerinizden ve kadın hizmetçilerinizden durumu uygun olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfundan zenginleştirir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir". (Nur 32).



"Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah kendilerine lütfuyla bu imkânı verinceye kadar iffetli davransınlar. Yasal olarak güvenceniz altında bulunan kimselerden azatlık sözleşmesi yapmak isteyen olursa, kendilerinde iyi niyet görüyorsanız bu sözleşmeyi onlar için yazın; ve Allah'ın size bahşettiği kendi zenginliğinden onlara (paylarını) verin. Ve eğer evlenerek iffetlerini korumak istiyorlarsa, sakın, dünya hayatının geçici hazları peşine düşerek, (hürriyeti sizin elinizde bulunan) onları fuhşa zorlamayın; kim onları buna zorlarsa, bilsin ki, maruz kaldıkları bu zorlanmadan ötürü, Allah (onları) acıyıp esirgeyecek ve bağışlayacaktır!"(Nur 33)


"Yemin olsun ki, size, gerçeği açık seçik anlatan ayetler, sizden önce gelip geçmiş olanlardan örnekler, korunanlar için de bir öğüt indirdik."(Nisa 34)




Yukardaki ayetlerde görüldüğü gibi, iffetini koruyacak olan sadece kadınlar değildir. Erkekler de iffetlerini korumakla yükümlüdürler. Her iki taraf da temiz ve erdemli kalmaları konusunda ikaz edilmişlerdir. Erkekler kadınların, kadınlar da erkeklerin velisidirler. Bekârları, dulları evlendirme görevi de her iki tarafa verilmiştir. Kadınlar da ticaret yapar ve kazancından zekat verir erkekler de. Erkekler de seçme ve seçilme hakkına sahiptir kadınlar da. İslâm bu hakları kadına Miladi 631 yılında vermiştir. Yani, Orta Çağ'da.




İslâm çok eşliliğe müsaade etmez. Şiddetle karşı çıkar.




Kur'an kadın ve erkeğin evlendirilmesini istiyor. Özellikle sağ elin altındakilere dikkat çekerek hürriyetlerine kavuşturulması konusunda tavsiyeler yapıyor. Sağ elin altındakiler; güvence altındakiler demektir. Savaş esirleridir, kamu otoritesi tarafından bakıcı aile olarak sorumluluk yüklenen kimselerin güvencesi altındakilerdir. Yetimlerdir, toplumun koruması altında olanlardır.


Bu insanlar sorumluluk altında bulunan kimseler tarafından evlendirilecek ve hayata katılmaları sağlanacaktır. Evlilik konusundaki düzenleme özellikle bu insanlar göz önünde bulundurularak yapılmıştır.



Nisa suresinde geçen iki ayet öncelikle yetimlerin hakkını koruma amaçlı tavsiyelerde bulunur. Bunlar yasal güvence altında olan insanlardır. Sağ elin altında onlardır bunlar. Yediemin denir halk arasında bu insanlara. Kur'an'ın tabiriyle "mâ meleket eymânüküm" denir.




Ayet şöyledir: "Yetimler konusunda adaleti koruyamayacağınızdan korkarsanız, sizin için uygun olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Eğer bu durumda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, bir tek kadınla yahut yeminlerinizin/sağ ellerinizin sahip olduklarıyla yetinin. İşte bu, haksızlığa sapmamanız için en uygun yoldur."(Nisa 3)




Ayette denildiğine göre, öncelikle, yasal güvence altında olanlarla evlilik yapılacaktır, onlar bulundukları şartlardan kurtarılacak ve topluma entegre edilecektir. Bunlarla değil de başka kadınlarla evlenilecek olunursa o da mümkündür. O zaman onlarla, ikişer, üçer, dörder de evlenilebilir. Bu durumda eşler arasında adaletin sağlanması şartı getirilmiştir. Getirilmiştir getirilmesine de, şartı koyan, aynı zamanda bu şartın yerine getirilmesinin mümkün olamayacağını da üstüne basa basa beyan etmiştir. "Öbürünün askıda kalmaması" için bir evlilik esastır.




"Eğer bu durumda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız" şart cümlesi, bizi bir tespit yapmaya zorluyor, şöyle ki: Birden fazla eşle evlenme izne tabidir ve izni de kamu otoritesi verecektir. Çünkü, o kişinin, adaleti sağlayıp sağlayamayacağının kararını en doğru şekilde yasal kurumlar verir: O kişi, yalancı mıdır, depresyonda mıdır, psikopat mıdır, deli midir, şizofren midir, maddi durumu birden fazla hanımla evlenmeye yetecek miktarda mıdır, zalim midir, kadın taciri midir? vb.


Bu tespitler yapıldıktan sonra ortada bir zaruret de varsa evlilik ruhsatı verilir. Bu ruhsatı verecek olan kurum aynı zamanda o evliliğin takipçisi de olacaktır. Adalet sağlanamıyorsa derhal o evliliğe son verilmek üzere işlemleri başlatacak olan da aynı kurumdur.




Çünkü Yüce Yaratıcı aynı surenin 129. Ayetinde adaleti sağlamanın imkânsızlığını şu şekilde ifadeye koyuyor: "Bütün gücünüzle, tutkunluk derecesinde isteseniz de kadınlar arasında adaleti sağlamaya asla güç yetiremezsiniz. O halde tam bir eğilimle bir yana yönelip de öbürünü askıdaymış gibi bırakmayın. Barışı esas alıp sakınırsanız, Allah çok affedici, çok merhametli olacaktır."




Yüce Yaratıcı adaletin sağlanamayacağını kesin ifadelerle şöyle ifadeye koyar: "Çatlarcasına, bütün gücünüzle de uğraşsanız adaleti sağlayamazsınız, öyleyse biriyle yetinin de ikincisi askıda kalmasın."




Allah'ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer. Allah, adaleti sağlayamazsınız diye ortaya bir irade koymuşken, Allah'ın bu kesin iradesinin üzerine söz söylemek, haddini bilmezlik olur. Yukardaki ayetler doğrultusunda gerekli olan prosedür işletilmeden, ben ikinci bir eş alıyorum demek, ben adaleti sağlayabilirim demek, Allah'a kafa tutmak olur. Allah'ı bilgisizlikle itham ekmek olur. Sen bilmiyorsun ben biliyorum demek olur.




Sonuç:


1-İçimizdeki bekârları evlendirmemiz gerekiyor. Bu buyruk mali yükümlülük getiren bir buyruktur. Evliliğe adım atan insanların yanında olunacaktır. Maddi durumları gözden geçirilecek ve gereken destek yapılacaktır. Namaz ibadeti gibi, oruç ibadeti gibi, hac ibadeti gibi bir ibadettir bu destek.




2-Öncelikle, yasal güvenceyle koruyucu ailelerin yanında ve bu görevi yapan devlet kurumlarının güvencesi altında olanlar evlendirilecektir.




3-İslâm'da tek eşlilik esastır. Çok eşlilik normal şartlarda yasaktır. Çok eşlilik ancak olağanüstü durumlarda; YETİMLERİN HİMAYESİ İÇİN UYGULANAN SOSYAL BİR KAMPANYADIR. İslâm'a göre çok eşlilik, kamusal kararla topluca uygulanır, kişisel olarak uygulanamaz! Şartların zorlaması, oluşması durumunda kamu otoritesinin tespitleri sonucunda çok eşliliğe ruhsat verilebilir. Savaş sonrası meydana gelen sıkıntılar, bulaşıcı hastalıklar da vb. bu ruhsatın verilmesine sebep olabilir.




4-Eşler arasında adaletin sağlanması şart koşulmaktadır. Ancak adaletin sağlanamayacağını Yüce Allah daha işin başında, "Çatlarcasına, bütün gücünüzle de uğraşsanız adaleti sağlayamazsınız" buyruğuyla ifadeye koymuş ve ikinci evliliğe giden yolu kapatmıştır. Ancak, diğer yasaklarda olduğu gibi burada da şartlar göz önünde bulundurularak ruhsat kapısı açık tutulmuştur. Bu ruhsatı yasal kurumlar verecektir.




5-Bu kadar açıklamadan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İmam nikâhı adı altında, yaşanılan bölgedeki resmi kurumların tanımadığı uyduruk bir nikâhla evlilik yapılamaz. Bu yapılan nikâh yasaların tanımadığı bir nikâhtır, itibar edilmez, geçersizdir.




6.Sûrenin başındaki "Ey insanlar!" şeklindeki hitap sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara; yani topluma, kamuya, kamu yönetiminedir. Toplumdaki yetimlere karşı adalet sağlanamamışsa, yetimler mağdur durumda ise; toplanacaksınız ve yetimlere bakmakla mükellef olan kadınları ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlamak üzere bir kampanya düzenleyeceksiniz. Böylece yetimler, üvey çocuklarınız; yetimlere bakmakla mükellef kadınlar da eşleriniz olacak. Bu durumda, yetimler ile onlara bakmakla mükellef kadınlar akrabalarınız olacak, siz de onlara akrabalık hak ve hukukunu uygulayacaksınız.(Tebyin-ül Kur'an)



Rüştü Kam



  



















Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

17 Mart 2014 Pazartesi

MEHMET AKİF ERSOY/ BERLİN'DE BİR MİLLİ ŞAİR



Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy Osmanlı İmparatorluğu'nun en zor günlerinde davet üzerine Berlin'e geldi. Müslüman savaş esirleryle konuştu. Bundan sonrasını Doç. Dr. Nazım Elmas(*)tan okuyalım:

Mehmet Akif Osmanlı Devleti'nin en zor dönemlerinde bir sanatçı olarak üzerine düşen göreve yerine getirmiştir. Yurt içinde ve yurt dışında ona ihtiyaç duyulan her yerde Mehmet Akif'i görmek mümkündür. Yaşadığı dönemde yaptığı işler bakımından milletin değerleriyle tam bir uyum içinde olan Akif bu özelliğini savaş yollarında bazı hizmetlerin ifası için kullanmıştır. Akif'in bu hizmetleri onun güvenilen bir yazar olarak İslâm coğrafyasında tanınmasıyla alakalıdır. İkinci Meşrutiyet'ten hemen sonra , adı önce Sırat-ı Müstakim (1) daha sonra Sebil'ür-Reşat olan önemli gazetesi, İslâm coğrafyasında ilgiyle ve güvenle okunan bir gazetedir...

Milli Mücadele yıllarında Kastamonu'da yayınlanmaya başlayan, geniş bir coğrafyada okuyucu kitlesine sahip bu gazete bir Kastamonu gazetesi olan Açıksöz'de şöyle tanıtılır:"Sebil'ür-Reşad cerîde-i İslâmiyesi Kastamonu'muzun şerefine ilk nüshasını şehrimizde neşredecektir. Bütün İslâm aleminde pek büyük bir te'sîr-i dînîsi olan muhterem risale baş muharriri Mehmet Akif ve müdürü Eşref Edip Beylerin şehrimizde kaldıkları müddetçe mücahedelerini memnuniyetle haber aldık. Büyük ve her müslümanca muhterem olan risalenin temadî-i neşrini temenni ederiz."
 
BERLIN'DE BIR MILLI ŞAIR
BERLIN'DE BIR MILLI ŞAIR
 
Akif bu gazete vasıtasıyla İslâm ülkelerinde tanınıyor, şiirleri ve makaleleri okunuyor, herhangi bir konuda söyleyecekleri kabul görüyordu. Akif'in Birinci Dünya Savaşı yıllarında yurt içi ve yurt dışında görev alması heyetlerde bulunması bu özelliği sebebiyledir. Almanya'da da bu sebeple bulunmuş, hemen ardından Necid çöllerine bu özelliği sebebiyle gitmiştir. Teşkilat-ı Mahsûsa yetkilileri bu görevlere Akif kimliğinde ve kişiliğinde birini göndermenin faydalı olacağını düşünmüştür.

Berlin Hatıraları Safahat'ın Hatıralar bölümünün önemli bir şiiri olarak çok okundu. Yaklaşık dört aylık Berlin günlerinin onu nasıl etkilediği ve bu uzun şiirde Akif'in ne anlatmak istediği dile getirildi. Mehmet Akif'in görevli ve davetli olarak katıldığı bu seyahatte neler yaptığı nerelere gittiğine dair kısa bilgilerden başka bir malumat bulunmuyordu. Berlin'de görevli bulunduğum yıllarda bu hatıranın izini sürme imkanı doğdu. Kaynaklarda yer alan Adlon Oteli'ni, Berlin yakınlarındaki Wünsdorf'u gezip görme fırsatı doğdu. Mehmet Akif'in Berlin'de olmasının asıl sebebi olan Wünsdorf'taki Hilal esir Kampı'nı ve o döneme ait belgelerin yer aldığı müzeyi gezdikten o yıllara ait fotoğrafları gördükten sonra Berlin Hatıraları başka bir anlam kazandı. Şiirde geçen bazı kavramlar ve sahneler bu ziyaretlerden sonra yerine oturdu. Bu çalışma Akif'in Berlin günlerini anlatmak ve Berlin Hatıraları'na bu bağlamda yeni bir katkı yapmak amacıyla kaleme alındı.

Almanya'ya Davet
Birinci Dünya savaşı'nda Almanya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'ndan oluşan ittifak güçleri yanında yer alan Osmanlı Devleti, itilaf Devletleri denilen başta İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri ile savaşa girdi. Almanların İngiliz, Fransız ve Ruslardan aldıkları esirler arasında çok sayıda Müslüman esir bulunmaktaydı. Bu Müslüman esirlere iyi muamele yapıldığını görmenin Osmanlı devletini ve İslâm dünyasını memnun edeceğini düşünen Almanlar, esirlerin durumunu yakından görüp tüm dünyaya anlatacak bir heyetin Berlin'e gelmesini istediler.

İslâm dünyasında etkili olan, o günlerin kamuoyunda sevilen şahsiyetlerin tespit edilmesi işinde İstanbul'daki Alman Konsolosunun katkısı istenir. Konsolos içinde Mehmet Akif'in de bulunduğu isimleri belirler ve bu isimler Alman imparatoru tarafından esir kampının durumunu incelemek üzere Almanya'ya davet edilir. Osmanlı coğrafyasında ve İslâm dünyasında tanınan, eserleri ve icraatları ile haklı bir itibar sahibi olan şahıslar arasında Mehmet Akif Ersoy, Abdülaziz Çaviş, Abdürreşit İbrahim, Şeyh Salih Et-Tunusi, Halim Sabit, Alimcan İdris gibi önemli şahsiyetler vardır. Bu şahıslar Almanya'nın şark siyaseti gereği Berlin'e davet edilirler. Bu kişilerden bir kısmı Teşkilat-ı Mahsûsa tarafından görevlendirilirler. İlk görevliler Sebil'ür-Reşad Gazetesi başmuharriri, sevilen İslâm şairi Mehmet Akif Ersoy ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin tanınmış şahsiyeti Şeyh Salih Et-Tunusi'dir.
 
BERLIN'DE BIR MILLI ŞAIR
BERLIN'DE BIR MILLI ŞAIR
 
Berlin Günleri
Müslüman ülkelerden Berlin'e davet edilen kişilerden önemli beklentiler vardı. Almanya müttefiki olan Osmanlı Devleti üzerinden tüm İslâm dünyasının gönlünü almayı ve o taraflarda etkin olmayı amaçlıyordu. Sömürge durumundaki Müslümanların bulundukları yerlerde özgürlük mücadelesine girmesi her bakımdan Almanların işini kolaylaştıracaktı. Bu yerlerdeki isyanlar Fransızları, İngilizleri ve Rusları yeni bir alana yönlendirecek böylece düşmanın kuvveti bölünmüş olacaktı. Bu sebeple Müslümanların bilinçlendirilmesini amaçlayan propaganda çalışmalarına ağırlık verilmiş, İslâm dünyasının sevilen simaları Berlin'e davet edilmiştir. Bu kişiler vasıtasıyla esir kampındaki Müslümanlara hitabeler veriliyor kendi dillerinde çıkartılan gazetelerle bilgilendiriliyorlardı. İslâm dünyasına yönelik olarak da Berlin'de dışişleri bakanlığı bünyesinde oluşturulan Şark İstihbarat Birimi (Nachrichtenstelle für den Orient/NfO) ağırlık sömürge ülkeleri olmak üzere dünya Müslümanlarını Alman-Osmanlı ittifakı lehine kazanmayı hedefliyordu. Bu birimde Almanların İslâm dünyasını çok iyi tanıyan şarkiyatçıları yanında İslâm dünyasının güvenilir şahsiyetleri de yazıları ve konuşmaları ile faaliyetlere katılıyorlardı. (2)

Alman belgelerinde oluşturulacak şark basın grubu içinde Akif'in adı yer almaktadır. Ancak "Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir " diyen Akif mizacı gereği önde olmayı ünlü olmayı, isminden söz edilmesini sevmemiştir. Berlin dönüşü arkadaşlarına anlattıklarından hareketle Berlin'deki faaliyetleri hakkında malumat sahibi olunmaktadır.
Berlin'de Alman şarkiyatçılarla görüşür. Propaganda işlerini organize eden yetkililerle tanışır. Onu asıl düşündüren Almanya'nın hayalleri değil, o sırada tüm şiddetiyle devam eden Çanakkale'deki muharebelerdir. Berlin hatıralarının son kısımları Çanakkale muharebelerinin endişesi sebebiyle kaleme alınmıştır.
Almanya'ya Alman Dışişleri Bakanlığı temsilcisinin delaletiyle giden Mehmet Akif ve Şeyh Salih Et-Tunusi Berlin'de meşhur Brandenburg kapısının yanında tarihi bir otelde Almanya'nın şeref konuğu olarak misafir edilirler. Ortam çok değişiktir ve Akif Almanya'yı ilk defa bu kadar yakından tanımaktadır. Kaldığı otel başta olmak üzere Berlin'in insanı hayran bırakan gelişmişliğini şiirine yansıtır.
 
BERLIN'DE BIR MILLI ŞAIR
BERLIN'DE BIR MILLI ŞAIR
 
Mehmet Akif'in Kaiser II. Wilhelm'in misafiri olarak kaldığı daha sonra çok lüks diye ayrıldığı Adlon oteli

Adlon Otelin Brandenburg kapısının üstünden çekilmiş bu günkü hali

Akif'in bu otelle ilgili düşünceleri hayranlık derecesinde olumludur. Bu otelle bizdekileri karşılaştırırken Berlin'deki otelin özelliklerine de yakalarız. Mevsimlerden kıştır. Akif, Kasım sonlarından Mart sonlarına kadar Berlin'dedir. Her şeyde olduğu gibi oteller de bir seviyenin işaretidir.

Meğer oteller olurmuş saray kadar ma´mûr:
Adam girer de yaşarmış içinde, mest-i huzûr:
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak...
Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağa dursun, odanda fasl-ı bahâr,
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf ı nehâr!
Hıyât-ı nûrunu temdîd edip her âvîze,
Fezâda nescediyor bir sabâh-ı pâkîze,
Havâyı kızdırarak hissolunmayan bir ocak;
Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki zemîninde olmamış gezinen.
Ne kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma hissi muattal bu i´tibâra göre!..
Unuttum ismini... Bir sırnaşık böcek vardı...
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince bir koku peydâ olurdu çokça, iti...
Bilirsiniz a canım... Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya! (3)


Wünsdorf ziyaretler
Safahat'ın Beşinci kitabındaki Berlin Hatıraları adlı şiirin yazılışına ilham kaynağı olan önemli yerlerden biri de Berlin yakınlarında bulunan Wünsdorf'taki esir kampıdır. Doğu ve batının gelişmişlik ve kalkınma ile ilgili durumu Berlin şehri gözlemlenerek verilmiştir. İslâm dünyasından insan manzaraları ise esir kampı gözlemlerinden hareketle yazılmıştır. Tamamı Müslüman ülkelerden toplanıp Rus, İngiliz ve Fransız'ların Almanlara karşı savaşmak üzere cephenin önüne yerleştirdikleri bu insanlar, kendilerine yapılan bir propaganda ile büyük bir fedakarlık örneği göstererek hayatları ve özgürlükleri pahasına savaşıyorlardı.. Cahil ve yoksul bıraktıkları bu insanlara "Almanlar İstanbul'u işgal etti. Halifenizi esir aldı.Biz halifenizi kurtarmak için savaşıyoruz. Bu Savaş halifenizi kurtarma savaşıdır" diye kandırmışlar ölüme göndermişlerdir. Wünsdorf'taki Müslüman esirlere, savaşın kim ile kimler arasında olduğu anlatılacak, gerçeğin bilinmesi sağlanacaktı.. Akif bu görevle Zaman zaman Wünsdorf'a gidiyor, orada Alman-Osmanlı ittifakının dostluk nişanesi olarak yaptırılan camide (4) Müslüman esirlere güvenilir bir ağızdan gerçeği anlatıyordu.

Berlin'deki bir kahvede savaşta ölen çocuğuna ağlayan bir anneye hak verirken Akif esir kampında gördüğü manzaranın tesirindedir. Afrika'dan ve Asya'dan toplanan esir Müslümanlar için bakınız ne diyor:
Hesaba katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen ocakları; lakin zavallı Afrika'da
Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup tutup getirilmiş Fransız askerine.
Siperlik etmek için saff-ı harbin önlerine (5)

Berlin Hatıraları'nda cehaletin ve hürriyetsizliğin yol açtığı esaret anlatılır. Esir kampındaki bu Müslümanlar cahil bırakılmamış olsalardı bu kadar kolay kandırılıp cepheye sürülemezdi. Efendileri önce bu insanların özgürlüklerini almışlar sonra cahil bırakıp kendi emellerine uygun hale getirmişler, zamanı gelince de cephenin önüne sürmüşlerdir. Akif Safahatta "cehalet denilen yüz karasından" kurtulmayı bu sebeple sık sık dile getirir.

Wünsdorf'ta tel örgülerin arkasında hürriyete kavuşacakları günü bekleyen Müslüman esirler

Akif Berlin'de bulunduğu zaman içinde bu esirlerin bilgilendirilmesi için çalıştı. Esirlerden her biri aldatılmış olmanın acısını yaşadı. Savaşın mahiyetini öğrenenlerden oluşturulan Asya Taburu bu sefer kendi davası adına Suriye cephesine gönderildi. Sunulan her türlü imkâna rağmen savaş şartlarında esir kampında hayat zordur. Birçok esir hastalıktan ölür. Kamp yakınında bu gün hala mevcut olan mezarlığın bir kısmı düzenlenerek ülkelerinden uzaklarda ölmek zorunda kalan bu mazlumların hatıraları yaşatılmıştır.

Wünsdorf'taki camiin ve kampın genel görünüşü

Berlin'e 45 km mesafedeki Wünsdorf'ta Hilal adlı esir kampında Müslüman esirler için 1915 yılında yaptırılan ve 1926 yılında yıktırılan Camii ve önünde Müslüman esirler
Wünsdorf'ta Hilal adlı esir kampında Müslüman esirler için 1915 yılında yaptırılan camiin, ziyaretçilerin yoğun isteği üzerine 2012 yılında aynı yerdeki müzede (Garnisonsmuseum) yapılan maketi.

Sömürge yarışları sebebiyle işgaller ve insana zulüm 19. asrın en acı olayıdır. Asya bu paylaşımda İngiliz'e ve Rus'a düşmüştür. Orta Asya'da Ruslar, Güneyde İngilizler bir başkasının kanını emmektedirler. Akif'in deyimiyle Bizim yaka o sıralar böylesine hazin bir paylaşımı yaşamaktadır. Akif'i üzen her tarafta Müslümanların ezilmesidir. Fransız eline düşmüş Afrika'lı Müslümanlardan başka Koca Asya kıtasının güneyinden İngiliz esaretindeki genel adıyla Hindistan Müslümanları, Orta Asya ve kuzeyinden Rus esaretindeki Müslümanları efendisinin düşmanı ile çarpışmak için ölüme gönderilmişlerdir. Berlin Hatıralarında bu acı şöyle anlatılır:

Biraz da geçmeyi ister misin bizim yakaya?
Al işte bir günü mâtemsiz olmayan Asya!
Zamân-ı rüşdünü andıkça ağlasın dursun,
İkiz vesâyeti altında İngiliz´le Rus´un.
Sülük benizli vasîler ne emdiler kanını,
Mecâli kalmadı artık çıkardılar canını!
Zavallı yerliyi kıtlık zaman zaman kemirir
Bu, kan tükürmeye baksın... O, muttasıl semirir!
.......
Damarlarındaki son damlanın gelir sırası...
Ki saklı durmayacak, ister istemez akacak
Gidip efendisinin düşmanıyla çarpışarak. (6)

Berlin'den Ayrılış
Mehmet Akif Berlin'de kaldığı günlerde, Çanakkale Savaşları bütün dehşetiyle devam ediyordu. Savaşın durumu her an merakını çekiyor sık sık son durumu öğrenmeye çalışıyordu. Çanakkale'nin kaybedilmesi Osmanlı'nın bitmesi demekti. Bunu bildiği için savaşın seyrini Berlin'deki Askeri Ataşemiz Ömer Lütfi Bey 'e soruyor, "Çanakkale ne olacak? diyordu. Uzakta olmasına rağmen aklı Çanakkale'deydi. Her türlü teknik imkanla Çanakkale'ye saldıran güçler, galip gelerek hilâlin hakimiyetine son vermişler müydi? Berlin Hatıralarında endişesini şöyle belirtir:

Silindi gitti Hilâl´in şu anda belki izi,
Zavallı Marmara´nın şerha şerha bağrından!
Bir İngiliz bezidir, belki, şimdi dalgalanan
Bizim Çanakkale âfâk-ı târumârında,
O dâr-ı Saltanat´ın bâb-ı şerm-sârında!
...
Uzakta olmama rağmen civâr-ı zârından,
Civârım inliyor âvaz-ı intizârından! (7)
 
BERLIN'DE BIR MILLI ŞAIR
BERLIN'DE BIR MILLI ŞAIR
 
Sonuç
Tarih yaşanmış zamanların hikâyesidir. Tarih yazmak büyük insanların ve milletlerin işidir. Geçmişte yaşananlar gelecek için bir rehberdir. Geçmişini bilemeyen, insanını ve insanının hasletlerini tanımayan, geleceğe emin adımlarla gidemez. Gelecek nesillere atalarını tanıtmak şimdikilerin görevidir. Bu görevin yapılmaması ağaçların köklerinin kurutulması demektir. Köksüz ağaç nedir ki? Kökü olmayan nesiller... Millet için en büyük öksüzlük köksüzlüktür. Kendini tanımadan var olmak mümkün değildir. Bizlere bir vatan bırakan aziz şehitlerimizin manevi hatırasına saygı, onlara layık nesiller yetiştirmekle mümkün olacaktır.

Milletin değerlerini bilmeden onun adına söz söylemek zordur. Tanımadığın bir nesneyi nasıl anlatacaksın? Milletini tanıyan değerlerini bilen sanatçılar ve nesiller gelecek günlerin teminatıdır.
Birçok Müslüman vatanları için şehit oldu, bir kısmı da kara talihinin sonucu düştüğü sömürgeciler elinde memleketinden çok uzaklarda efendilerinin aldatmasıyla sürüldükleri cephelerde vatanlarını göremeden göçüp gittiler.

Berlin'de tarihe yolculuk yapmak için önemli bir yer var: Wünsdorf. .Bu yerden Çanakkale savaşlarını ve Birinci dünya Savaşı'nın hatıralarını yâd etmek mümkün. Çanakkale Muharebeleri olurken Berlin'de görevli olarak bulunan Mehmet Akif, buraya yaklaşık elli kilometre uzaklıktaki Wünsdorf'ta Müslüman esirlerin toplandığı "Hilâl" kampında konuşmalar yapıyor, Berlin Askeri ataşesi Ömer Lütfi Bey'den her gün Çanakkale savaşlarının son durumunu öğrenmeye çalışıyordu. Berlin'de bulunan ecdat torunlarının bir Çanakkale'si de Wünsdorf'tur.

Atalarımız görevlerini yapıp gittiler. Onların fedakarlıklarını anmak, yapılanlar ile öğünmek, yeni nesiller olarak elbette hakkımız. Ancak bir de sorumluluğumuz var: Geçmişi hatırlayıp milli ruhu diri tutarak bulunduğumuz yerde ve yaptığımız işte en iyi olmaya çalışmak atalara layık olmanın gereğidir.

Bu sebeple;
1.Yeni nesillerin tarih bilinci kazanmaları için Mehmet Akif ve Wünsdorf üzerinden bir çalışma yapılması gerekmektedir. Bugün dünyada etkin olamaya çalışan devletlerin sömürgeci geçmişlerinin bilinmesi, dünya Müslümanlarından binlerce mazlum insanın onlar elinden çektiklerinin hatırlanması bu çalışma ile olacaktır.

2. Osmanlı-Alman ittifakı ile başlayan Türkiye- Almanya ilişkilerinin tarihi temellerini anarak ve yaşatarak, Almanya'daki Türklerin ve diğer dünya Müslümanlarının bu tarihi mirastan yararlanmaları mümkündür.

3. Bu çalışmalarla Wünsdorf'ta vaktiyle esir Müslümanlar için yapılan camiin o günlerin hatırası adına aynı yerde yeniden aynı özellikte bir camiin yapılması sağlanabilir. Halen orada yaşayan ve ibadet edecek bir yerleri olmayan Müslümanlar da bu vesile ile bir camie kavuşurlar.

Rüştü Kam
 
..........................................

* Giresun Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi
1- Din, felsefe, edebiyat, hukuk, ilim, siyaset, içtimaiyat ve Müslümanların ahvalinden bahseden ve haftalık yayımlanan Sebil'ür-Reşad dergisinin ilk yedi cildi (182 sayı) Sırat-ı Müstakim adıyla çıkmıştır. Bundan sonra derginin, Sırat-ı Müstakim olan adı, 24 Şubat 1912'de 183. sayıdan itibaren Sebil'ür-Reşad olarak değiştirilmiş ve başlangıçtan beri derginin sorumlu müdürlük görevini yürüten Eşref Edib derginin sahipliğini de üstlenmiştir. Dergi, İslam dünyası ile haberleşmeyi sağlamada da başarılı olmuş, Mısır, Hindistan, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Müslüman Rusya'da çıkan yayın organlarını çok iyi takip etmiştir. Derginin buralara ulaştığı, gelen mektuplardan anlaşılmaktadır. Ayrıca İslam dünyasının çeşitli bölgelerine geçici ve daimi muhabir gönderme/bulundurma derginin başarılı olduğu yeniliklerden biridir.15."Sırat-ı Müstakim" maddesi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VIII. s.8.
 
2- Alman tarihçi Gerhard Höpp. I.Dünya Savaşı'nda Almanya'daki Müslüman esirler üzerine yazdığı kitapta Âkif'e ilişkin olarak yalnızca"Şark İstihbarat Birimi" tarafından Müslüman esirlere yönelik propaganda için çıkartılan farklı dillerdeki El Cihad adlı gazetenin Türkçe redaksiyonundan sorumlu olmak üzere Âkif'in Berlin'e geldiği bilgisine yer vermiştir. Kadir Kon, Birinci Dünya Savasında Mehmet Akif'in Almanya Seyahati,.s.5 www.academia.edu/.../

3- Safahat, Mehmet Akif Ersoy, Berlin Hatıraları, Akçağ yayınları Ankara 1997 s.304 -305

4-Wünsdorf'da Müslüman esirler için yaptırılan bu cami, , 68 m.genişliğinde ve 12 m yüksekliğinde kırmızı beyaz renkli ahşaptan inşa edilmiştir. 23 m yüksekliğinde bir minaresi vardır. Cami, Berlin'de bütün ileri gelenlerin katıldığı bir törenle, 1915 de zamanın Berlin Büyükelçisi İbrahim Hakkı Paşa tarafından açılmıştır.
5-A.g.e. s.311
6- A.g.e. s.312
7- A.g.e. s.323

 
 

15 Mart 2014 Cumartesi

8 Mart Dünya Kadınlar Günü*nün ardından

13 Mart 2014, 00:43
Rüştü Kam
Ha-ber.com 2014 Berlin

8 Mart Dünya Kadınlar Günü Berlin’de de kutlandı. 8 Mart 1857 tarihini esas alırsak, yani, bugünün kutlanmasına vesile olan çoğu kadın 129 işçinin ölümünü göz önüne alırsak bugünün kadınlar günü olarak kutlanması bana mantıklı gelmiyor. Ortada bir ölüm var ve biz o ölümü kutluyoruz sanki.
Öyle de olsa,  kadınların hak elde etmek için organize olmaları takdire şayandır. Gasp edilen haklarının elde edilmesi için programlar düzenlenmesi de alkışlanacak bir durumdur. Ortaçağ Avrupası’nda insan olarak bile kabul edilmeyen kadınların 21.yy.’da hak aramaya çıkmaları gurur verici. Avrupalı erkeklere önce insan olduklarını kabul ettirmişler, arkasından insan haklarından istifade etmenin yollarını arıyorlar, ne kadar da onurlu bir mücadele.

Benim kadınlara tavsiyem bu onurlu mücadelelerini ayağa düşürmemeleri olacaktır. Bu mücadelede hiç bir kadın ötekileştirilmemelidir. İnancından dolayı, bulunduğu mevkiden dolayı hiçbir kadın ötekileştirilmemelidir. Mücadelenin temelini sadece insan hakları oluşturmalıdır: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin ilk 5 maddesi yapılacak butür etkinliklerin vazgeçilmezleri olmalıdır.  (10 Aralık 1948)

MADDE 1: Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar.

MADDE 2: Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuş farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede belirtilen tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler.

MADDE 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.

MADDE 4: Hiç kimse kölelik ya da kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü biçimiyle yasaktır.

MADDE 5: Hiç kimseye işkence yapılamaz; kıyıcı, insanlık dışı, onur kırıcı ceza ve davranışlar uygulanamaz.

Bu durumda toplantıların merkezine kadın haklarından ziyade, sağcılık, solculuk, din ve dindarlık öğeleri konulmamalı,  partiler konulmamalı, ideolojiler konulmamalı. Bu toplantılarda dine ve mukaddes değerlere saldırılmamalı, başörtüsünden dolayı kimse aşağılanmamalı. Özlenen tablo böyle bir tablodur. Başı açık olan kadın hangi derecede onore ediliyorsa, başı kapalı olan kadın da aynı derecede onore edilmelidir. Bu tabloya en uygun etkinliğin Yunus Emre Enstitüsü’nün düzenlediği etkinlik olduğu haberi geldi bana.

Berlin Büyükelçilik binasında düzenlenen gecede „Klasik Türk Müziğinde kadın Bestekârlar" konseri ve ardından „Anadolu'da Frigya Motiflerinin İzleri" konulu defile göz kamaştırmış. Verilen mesajlar da ölçülü ve kucaklayıcıymış. Büyükelçinin eşi Gamze Karslıoğlu yaptığı konuşmada önemli mesajlar vermiş:
Dünyanın birçok yerinde kadınlar hâlâ, sırf kadın oldukları için, pek çok sorunla karşı karşıya kalmaktadırlar. Tüm sorunlara rağmen, günümüzde artık ister Türkiye'de ister Almanya'da olsun, ülkemiz kadınları sosyal hayatın içinde etkin olarak yer almaya başlamıştır. Kadınlar toplumu ileri götüren sosyal dinamiğin temel kaynağıdır. Özellikle annelik rolleriyle yeni nesillere şekil vermektedirler. Bu anlamda, „bir kadını eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz" sözünü çok isabetli bulmaktayım. Dolayısıyla kadına yapılan yatırım, aslında geleceğe yapılan yatırımdır.”

CHP Berlin Birliği’nin düzenlediği etkinlikte kadının siyasetteki yeri konuşulurken Türkiye’deki tablonun olumsuz olarak yansıtılmasını ideolojik bulduğumuzu söylemeden geçemeyeceğim.

Türkevi’nde de bir etkinlik vardı. Oradan da haberler aldım. Uzunca bir program hazırlanmış. Katılımcılar da oldukça memnunmuş: başkonsolos Ahmet Başar Şen mesajını Mustafa Kemal Atatürk’ün kadınlarla ilgili şu sözleriyle vermiş. “" Milletimiz güçlü bir millet olmaya azmetmiştir. Bunun gereklerinden biri de kadınlarımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir."

Programın sonuna doğru kürsüye çağrılan Meltem Cumbul,” Tecavüz edilen kadınların sorgulandığı bir ülkeden geliyorum.” şeklinde abuk bir cümle kurarak konuşmasına başlamış. Böyle bir günde böyle bir cümle.
Bu insanlar gurbet eldeki bizlere birlik ve beraberlik mesajları vermeli. Olumsuz birkaç örneği genelleştirerek ve abartarak takdim etmemeli. Allah aşkına kendi ülkemizi şikayet etmekten ne zaman kurtulacağız. Bu insanlara sanatçı falan denilmez, provokatör denir.

Bir şeyler yapmaya gücümüz yetiyorsa burada yapalım. Eleştirilerimizin merkezine Türkiye’yi değil Almanya’yı koyalım. Yaşadığımız ülkede hak aramak olmalı bizim görevimiz.  Bizim haklarımızı verecek olan da alacak olan da koruyacak olan da Almanya’dır, Türkiye değil. Türkiye’de olup bitenlere bigâne kalınmamalı, ama, bu tarz davranışlar toplumu geren davranışlardır. Sanatçı kimliğiyle davet edilen insanların buralara gelip şov yapmalarına müsaade edilmemeli.

Bizler kendi kendimize kalırsak eğer, çok güzel şeyler yaparız. Türkiye siyaseti bizlere iyi gelmiyor. Birliğimizi ve dirliğimizi bozuyor. Gücümüzü tüketiyorlar.

İdeolojiler ön plana çıkarılırsa, mütedeyyin insanlar da her türlü olumsuzluğun merkezine konulursa onların da kendilerini savunma hakları doğar. Tarafların nefislerine yenik düştükleri durumlarda kavga kaçınılmaz olur.

Mesela; 28 Şubat öncesi ve sonrasında ikna odalarında başları zorla açılan, üniversitelerden başörtüsü yüzünden atılan kızların diyecekleri olur. Askerdeki çocuğunu ziyaret etmek isteyen ve bu isteği kabul edilmeyen annelerin söyleyecekleri olur. Her vesileyle kamusal alan adı altında uydurulan mekânlara sokulmayan, oralarda çalışmalarına müsaade edilmeyen başörtülü kadınların söyleyecekleri olur.  Sırf başörtülü olduğu için milletvekili seçilemeyen, seçildiği halde sosyal demokrat bir başbakan tarafından meclisten kovulan kadınların da diyecekleri olur.

Aranan hak ise, gasp edilen hak ise aranan, kimin hakkı olursa olsun o hak, hak sahibine iade edilmelidir. Irk, din, dil ayırımı yapmadan iade edilmelidir. O zaman sahici bir hak arayışı söz konusu olur ki; bütün toplumu kapsar ve toplumun geniş yelpazesinden alkış alır. Aradığımız, özlediğimiz etkinlikler böylesi kucaklayıcı etkinliklerdir.

Ayrıca, bu toplantılara başörtülü kadınları temsilen de bir konuşmacı çağrılabilirdi. Bakalım o hak olarak ne isteyecek, uğradıkları haksızlıkları nasıl sıralayacak? İkna odalarındaki çektikleri sıkıntıları nasıl anlatacak?  O da dinlenilmeliydi, psikolojik durumu gözlemlenmeliydi.

Ha-ber.com’un sayfasından aldığım bir araştırma var. Bu araştırmayla yazımı sonlandırmak istiyorum. Her fırsatta, Türkiye’yi hedefe koyanların ibret alacaklarını umuyorum:

“8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde utanç verici bilanço. Die Agentur der Europäischen Union für Grundrechte'nin Avrupa çapında 28 Avrupa Birliği üyesi ülkesinde 42.000 kadın ile yaptığı araştırma anketinde ortaya çıkan sonuçlar korkunç düzeyde:

Araştırma 18 ve 74 yaşları arasındaki 42 000 kadınla yapılmış. Kadınların üçte biri 15 yaşından itibaren fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddete maruz kalmış. Almanya'da bu oran hatta % 35’e ulaşıyor: Her 5 kadından biri şiddete maruz kalmış. Her 20 kadından biri tecavüze uğramış.”

Not: Türkiye AB üyesi değildir.
………………………
*8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.
26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonal’e bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.
İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda (3. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı) gerçekleşti. Adı da "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak belirlendi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde de anmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti.

Türkiye'de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın, ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşındı. "Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programından Türkiye'nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapıldı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmadı. 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Kadınlar Günü" kutlanmaya devam ediliyor.

7 Mart 2014 Cuma

İSL'AM'IN GELECEĞİ, GELECEĞİN İSLÂM'INA BAĞLIDIR (III) PROF.DR.HAYRİ KIRBAŞOĞLU /BERLİN 2013




"Bugün konulu tefsirlere ihtiyaç var. Kur'an neo-koloniyalizme ne diyor, kapitalizme, tü-ketim kültürüne, tüketim toplumuna, borsaya ne diyor, tahvile ne diyor, hisse senetleri-ne ne diyor, sigortacılık sektörüne nasıl bakıyor, bankacılık sektörünü nasıl görüyor, eko-nomik yapı nasıl olacak, siyasi katılım nasıl olacak, sendikacılık, işçi hakları, adil ücret, iş güvenliği, adil vergi salımı ve dağıtımı , bu ve benzeri konularda modern insana Kur'an ne diyor? Bu ve benzeri sorulara tefsirlerin cevap vermesi gerekir."

Mezhepler

Mezheplerden ziyade mezhepçilik hastalığı ve mezhep taassubu İslâm ümmetini paramparça etmiştir. Mezhep anlayışı İslâm kardeşliği anlayışının üstüne çıkmıştır. Mesela, Ehl-i Sünnet olmak ne kadar Sünnet'le ilgilidir, Ehl-i Sünnet'in kurucu öğretisinin ne kadarı Sünnet'le ilgili, ne kadar kelami ve siyasi ihtilaflarla ilgilidir?.



Muhammed İkbâl ile başlayan , "İslâm Düşüncesinin Yeniden İnşası" projesi ve anlayışı gerilemiştir. Osmanlı'nın yıkılışından sonra Müslüman entelektüeller sürekli şu soruyu sordular; "Biz niçin bu hale geldik?" Cevap; "Müslümanlar Kur'an ve Sünnet'e dayalı gerçek ve sağlıklı İslâm'a sahip çıkmamışlardır." Bu tespite herkes katılır, çünkü yanlış değildir, ancak gereken nedense yine de yapılmaz.




20.yy'da tefsirler

Kur'an tefsirleri konusunda geçmişte yapılan tefsirlerin yetersizliği masaya yatırılmış ve gereken yapılmıştır. Tefsir konusunda gösterilen bu hassasiyet, maalesef hadisler konusunda gösterilmemiştir. Mesela 20. yy'da saltanatı savunan müfessirler bulamazsınız. Son yüzyıllarda yazılan tefsirlerde Şura sistemi ön plana çıkarılmıştır. Böylelikle, insanların yönetime daha çok katılması sağlanmıştır. Bu çağdaş müfessirler bilinçli olarak çok az rivayet kullanmışlardır. Seyyit Kutup, Mevdudi, Reşit Rıza, İzzet Derveze bu müfessirlerden bazılarıdır. Bunlar Taberi gibi, İbn Kesir gibi bol rivayet malzemesi kullanmamışlardır.



Kur'an'ın nasıl anlaşılması gerektiğini yazan alimlerimiz de vardır. İsmail Raci Faruki, Fazlurrahman, Ali Şeriati burada örnek olarak verilebilir.




Bugün konulu tefsirlere ihtiyaç var. Kur'an neo-koloniyalizme ne diyor, kapitalizme, tüketim kültürüne, tüketim toplumuna, borsaya ne diyor, tahvile ne diyor, hisse senetlerine ne diyor, sigortacılık sektörüne nasıl bakıyor, bankacılık sektörünü nasıl görüyor, ekonomik yapı nasıl olacak, siyasi katılım nasıl olacak, sendikacılık, işçi hakları, adil ücret, iş güvenliği, adil vergi salımı ve dağıtımı , bu ve benzeri konularda modern insana Kur'an ne diyor? Bu ve benzeri sorulara tefsirlerin cevap vermesi gerekir. Geç de olsa müfessirler bu sorulara cevap aramak için konulu tefsirlere yöneldiler.




20.yy.'da hadis

Hadis alanında ise henüz benzer bir çalışma yoktur. Hadis rivayetleri 20. yy.'da ne anlama geliyor?, 20. yy'da hadisler bana ne veriyor?

Hadisler noktasal olarak ekonomi hakkında ne diyor?

Çağdaş anlamda bir hadis kitabı var mıdır?



Çağın sorunlarını çözmek için hadislere başvuramıyoruz. Dolayısıyla da sorulara hadis diliyle cevap veremiyoruz. Şu anda herkesin üstünde ittifak edebileceği hadis malzemesi de elimizde yok. Bu konuda bir model çalışma da henüz yok.

Kur'an konusunda yüzlerce tefsir yazan Müslümanlar, acaba hadis konusunda niçin muhafazakârlaşıyorlar?




Sonuç


1-İslâm dünyasındaki kaosun en önemli sebeplerinden biri de problemli ve uydurma hadislerdir. Hadisler Müslümanlar arasındaki kargaşayı bertaraf etmeye yetmiyor.

İlk yüzyıllarda 4 bin, 5 bin sahih hadis olduğundan bahsedilir, ama daha sonraları bazıları bu yüz binlerle ifade ederler.


2-Uydurma hadislerin birçoğunun Kütüb-i Sitte'de de yer aldığı ifade edilmektedir. Peki, bu altı kitaptaki hadislerden ne kadarı gerçekten Hz. Peygamber'e aittir, bu konuda kesin bir rakam vermek mümkün değildir.




3-Uydurma hadisler konusunda yapılan çalışmalar da asla yeterli değildir. Sünni ve Şii hadis alimleriyle birlikte yaptığımız bir toplantıda Şiiler kendi Buhari'lerini - yani el-Kuleyni'nin el-Kafi adlı eserini - ayıklamaya başladıklarını söylediler ve "Ey Sünniler siz de kendi Buhari'nizdeki rivayetleri gözden geçirip ayıklamaya hazır mısınız ? Gelin bu konuyu birlikte çözelim" dediler, bizimkilerden hiç ses çıkmadı.




4-Çeşitli Y. Lisans ve lisans tezleri vesilesiyle son on beş yılda yaptığımız anketlerde vaizlerimiz ve imamlarımız % 15- 17 civarında uydurma hadis kullanıyorlar vaazlarında. Bu çok vahim bir durum demektir. Bir başka ifadeyle hocalarımız bize sahte ve hileli mal satmaktadır, çünkü bu oranlar, onların vaaz ve irşat faaliyetlerinde bizlere Peygamberimiz'in sözü diye sundukları her 6-7 hadis rivayetinden birinin çürük, asılsız ve uydurma olduğu anlamına gelmektedir.




5-Halk hadis deyince bu sözün gerçekten bire bir Hz. Peygamber sözü olduğunu anlıyor, onun bir rivayet olduğunu gözden kaçırıyor. Nitekim bir rivayeti reddettiği için hadis reddetmekle suçlanan İmam-ı Azam der ki; "Ben bir hadisi reddettiğimde, Peygamber'i değil ravi'yi reddediyorum."




6-Biz, Ömer Nasuhi Bilmen'in İslâm İlmihali'ndeki hadislerin kaynağını araştırdık, sonuçta hocamızın bunların çoğunu nereden aktardığını bulamadık.




7-Her hadis kitabında, her tefsirde şu veya bu ölçüde zayıf, çürük, problemli, asılsız veya uydurma hadis rivayetleri vardır. Bu sebeple adeta mayınlı arazide ilerler gibi rivayetlere dikkat edilmesi gerekir.




8-İlahiyat fakülteleri ve Diyanet işleri Başkanlığı üzerine düşeni yapsa kısa zamanda bu uydurma rivayetlerden kurtulmak mümkün olacaktır.




9-Son olarak tekrar İbn Teymiyye'nin şu sözünü aktaralım: " Lâ yeslemu kitâbun mine'l-ğalatı illa'l-Kur'ân -Kur'an dışında hatasız kitap yoktur-."




BİTTİ