1 Ocak 2017 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (Vlll-8)



-Gurbet içinde gurbeti yaşamak-


Gurbet içinde gurbet yaşamak derler ya, işte o deyim tam da benim için söylenmiş gibi. 15 gün çok çabuk geçti. İnsanın sevdiklerinden ayrılması bir zamana bağlıysa o zaman su gibi akıp geçiyor. Farkına bile varamıyorsunuz. Audi marka bir arabam var. Audi 90, 140 beygir. O arabanın bagajının alabildiği kadar eşya aldım yanıma, elbiselerim ve birkaç kitap. Ev buluncaya kadar 2 haftada bir Berlin’e gelip –gidecektim, anlaşmamız böyleydi. Dilruba kızım çok küçük, Hureyre oğlum da ilkokula gidiyor. Yaban ellerde hanımım ve çocuklarım yalnız ve ben onları Berlin’de bırakıp Köln’e gidiyorum, ben de orada yalnızım. Üstelik orada beni nelerin beklediğini de bilmiyorum. Berlin’de komşumuz Adil Avaz vardı, Hüseyin Mert vardı, önce Allah’a ve sonra onlara emanet ettim ailemi, çocuklarımı teşkilatın emirine hocalarına emanet edemedim. Ne kadar garip bir şey değil mi?

Hz. Ebu Bekir’i anlatırken derdik ki; O cihat için malının hepsini getirdi, Allah’ın Resulü ‘Neden böyle yaptın, çocuklarına ne bıraktın?’ dediğinde; “Onlara Allah ve Resulü’nü bıraktım.” diyordu. Allah’ı anladık, herkes önce Allah’ a bırakır zaten çocuklarını. Peki, resul ne demekti; Resul yaşayandı, başkandı, emirdi, çocuklara bakar, kimseye muhtaç etmez, eğitimlerini tamamlatır, evlenecekleri evlendirir: Çünkü o, yetim babasıdır.

Ancak ben çocuklarımı Resul’ün temsilcisi olduklarını ilan eden o bölge başkanlarına, hocalara bırakamıyordum. Bir gün gelir onların bodrum kapılarına duvar örebilirler ve onları evden atmak için mahkemelere verebilirlerdi.  Bunları tekrar tekrar düşünerek ve yine de çevirdim kontağı bastım gaza. Doğru Köln… Yol altımdan akıp giderken su misali, hayallerim düştü yine aklıma. Kolak Köyü’nün Kusuru mahallesi’nden Suçatı’na, oradan Çameli’ye, Denizli’ye, Kayseri’ye, İzmir’e, Avusturya’ya oradan Berlin’e, şimdide Köln’e gidiyorum. Bir taraftan da gözyaşlarım sel olmuş akıyor öbür taraftan önümdeki simsiyah asfalt. Berlin’de olup bitenlerden ders almamış gibiyim hâlâ. Hâlâ Milli Görüş’ün davanın kendisi olduğuna inanıyorum, insanlar eğitimsiz olduğu için yanlış yapıyorlar, eğitilirlerse gerçek dava erleri olacaklardır diye inanıyorum, öyle düşünüyorum. Berlin’de bana yapılanları sanki eğitimsiz olanlar yapmış gibi.

O eğitimli insanlarla birlikte çalışacağım merkeze gidiyorum şimdi, AMGT Genel Merkezi’ne. Üst düzey yöneticilerin üniversite mezunu olduğu merkeze. Suyun başına gidiyorum. Taşradaki yapılan yanlışların düzeltilebileceği merkez orası, en azından ben öyle düşünüyorum.  Asıl yanlışların o merkezde yapıldığını daha sonra göreceğim ve hayal kırıklığına uğrayacağım. Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu’nun şu sözünü yıllar sonra(2010) duyacağım ve yaptığım şeylerin ne kadar yanlış olduğunu anlayacağım: ”En büyük yanlışları en büyük insanlar yaparlar.” 

Arabanın içi bana dar gelmeye başladı, sıkıldım ve Hannover çıkışında Garbsen’de bir kahve molası verdim. Berlin’den Honnover’e kadar kaç sigara içtiğimin farkında değilim. Sigaram kalmamış, bir paket de sigara çektim otomattan. Camel. Yalnız yolculuk yapmak ne kadar da sıkıcı bir şeymiş böyle. Yol bitmiyor. Gideceğim yol 650 km. Ama bitmiyor. Bu yolculuk bundan sonra her hafta sonu yapacağım yolculuğun provasıymış meğer.

Hapishane kapısı gibi demir bir kapının önünde durdum, zile bastım ve kapı tangır-tungur açılmaya başladı. Güvenlik için yapılmış bir kapı, ama biraz estetik olabilirdi. Avluya girince hemen sol tarafa arabayı park ettim. Sağ tarafta küçük bir bahçe var ve içinde büyükçe bir ağaç. Soldaki binalar birer katlı soldaki iki katlı. Dış görünüşü itibariyle çok paspal görünüyor. AMGT ‘nin Genel Merkezi burası mıymış dememeniz için bir sebep yok. İçi de öyle. Duvarlara özenle seçilerek asılmış portreler veya tarihi önemi olan tablolar asılmamış. Odalar ihtimamla döşenmemiş. Masalar ve sandalyeler bir birbirleriyle uyumlu değil. “Lükse önem vermiyoruz, biz iş yapıyoruz” gibi açıklamalar yapılsa da bu açıklamaların o sözü söyleyenlerin özel yaşantılarıyla, kullandıkları arabalarla pek mütenasip olmadığını daha sonraları görecektim.  

Geleceğimi Ali Yüksel’e haber vermiştim, saatini de söylemiştim. Odasında bekliyormuş. Ayağa kalktı, sarıldı bana, “hoş geldin, yolculuk nasıl geçti, çay kahve ne içersin” faslından sonra… “yanlış anlamazsan sana bir şey açıklamak zorundayım.” Diye başlayan cümleyle kalbim cız etti. Evet, Temel’in başına gelen benim başıma da mı gelecekti. Yolun öbür tarafındaki muz kabuğunun üzerine basacak ve ikinci kez düşecek miydim? Gözlerimi ve de kulaklarımı olabildiğince açtım, oturduğum koltuktan şöyle bir doğruldum ve kulak kesildim/dinlemeye geçtim. Uzun uzun anlattı konuyu Ali Yüksel, davadan bahsetti, dava adamlığından bahsetti… ve özet olarak şöyle dedi:  “Biz sana Üniversiteliler başkanlığı sözünü vermiştik, ancak bu 15 gün içinde beklenemedik bazı şeyler oldu. Asım Genç (Abdullah Gencer) Milletvekili seçilemezsem aynı görevime geriye dönmek istiyorum dedi ve biz de onun isteğini kabul ettik.’  Soğuk bir duş etkisi yaptı bu açıklama bana. Benim bozulduğumu görünce sözü daha fazla uzatmadan, Dur hemen bozulma sana daha da önemli bir görev düşündük, ancak bu görevi sana Osman Yumakoğulları açıklayacak. Buyur odasına gidelim.’ dedi.

Oturduğum koltuktan ayağa zor kalktım, ama kalktım, hemen karşı odaya geçtik. Osman Yumakoğulları’nın iki sene önce benim savunmamı dahi dinlemeden apar-topar görevden aldığı odaya. Aklımdan o anda neler gelip neler geçiyor, bunlar aklıma nerelerden geliyor tahmin bile edemiyorum, tedirginim, moralim bozuk, belki de yüzüm simsiyah, onu bilmiyorum.

Osman Yumakoğulları ayağa kalktı sarıldı bana, ‘Hoş geldin Rüştü Hocam’ dedi, hal hatır sordu. Hemen yanında oturan birisi daha var, orada ilk defa tanıdım, o da ayağa kalktı o da sarıldı bana, ‘Hoş geldin nasılsın, yolculuk nasıl geçti…’ dedi. Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal) mış orada ilk defa tanıdığım kişi. Eğitim Başkanı ve AMGT Genel Başkan Yardımcısı.  

Osman Yumakoğulları başladı söze eğitimden ve eğitimim öneminden, bir süre sonra sadede geldiğinde; “Rüştü hocam seni Genel Merkez’e Eğitim Uzmanı olarak alıyoruz, Abdullah Yüksel’le birlikte çalışacaksın ve aynı zamanda onun yardımcısı olacaksın ve de şimdilik onunla hem iş hem de oda arkadaşı olacaksınız. En kısa zamanda sana ev de bulacağız, hayırlı olsun...’ dedi. Rahatladım rahatlamasına da, teklif hoşuma gitmedi. 15 gün önce verilen sözden 15 gün sonra vazgeçilmişti. Düşünmem gerektiğini söyledim ve çıktım dışarıya. Genel Merkez’in arka sokağında bir Kafe’ye oturdum, kahvemi yudumladım, sigaramı içtim. Biraz yürüdüm Köln sokaklarında. Tek yönlü daracık sokaklar, eski-püskü evler. Hemen Berlin’e dönmeyi düşündüm. Ayak oyunlarından bıktığım için bu sefer kesinkes Türkiye’ye dönmeliydim. Almaya bana yaramamıştı. Aradan uzunca bir zaman geçmiş. Neredeyse hava kararacak. Geriye döndüğümde kimse kalmamış Genel Merkez’de, herkes evine gitmiş. Mutfağa gittim. Abdullah Yüksel var orada. Gülerek karşıladı beni; ‘gel gülüm gel’, “otur şuraya’ dedi. Yemek getirdi bana. Ve başladı hayat hikâyesini anlatmaya. Balıkesir’de öğretmen iken Hoca ile tanışmış, sonra görevinden istifa ederek Ankara’ya gitmiş ve “hocam size teslim olmaya geldim, buyurun görevim ne ise emredin” demiş. Balıkesir İl Başkanlığı’na getirilmiş. Sonra da Köln’e gönderilmiş. Hiçbir zaman neden, niçin sorularını sormamış, eşi ve çocukları Bursa’daymış… İşte dava böyle bir şeydir gülüm, gel derler gelirsin, git derler gidersin.’

Ben de anlattım Berlin’de başımdan geçenleri ona. Hepsinden haberdar olduğunu söyledi. Ancak insanların yaptığı hataların teşkilata mal edilemeyeceğini söyleyerek beni rahatlatmaya çalıştı. Anlatacakları şeyler vardı onun da ama daha ilk günde, benimle yüz göz olmak istemiyordu anlaşılan. Vakit oldukça geç olmuştu. ‘Eve gidelim’ dedi. Ev dediği bir odaymış meğer. Sadece banyosu ve lavabosu olan bir oda. İki kanepe var. Birisi sağ duvarın öbürü de sol duvarın dibinde. Soldakine ben yatacakmışım.

Alışık olmadığım horultulu bir ortam, uyuyabilirseniz uyuyun. Sabaha kadar uyuyamadım desem mübalağa etmiş olmam. Sabah kahvaltısı odamıza geldi. Abdullah hocam bu ilk günümde bana jest yapmak istemiş. Özenle hazırlanmış bir kahvaltı sofrası, güzelce dilimlenmiş sığırdili bile var. Yanında da yeşillik. Abdullah hoca sığırdilini çok severmiş. Zaman zaman sipariş edermiş mutfağa, onlarda kırmazlarmış hocayı, getirilermiş. Bugün sofraya geliş sebebi de benim için özel olarak sipariş edilmiş olmasındanmış.

Ertesi gün hoca bana Genel Merkez’i gezdirdi, diğer birimlerde çalışan arkadaşlarla tanıştırdı. Daha sonra da kendi odasına gittik, odaya girince duvarın dibindeki masanın benim masam olduğunu söyledi, Eğitim Başkanlığı olarak neler yaptığını-yapıldığını ve nelerin yapılması gerektiğini uzun uzun anlattı. Birlikte çok şeylerin yapılabileceğinin de altını çizdi. Osman Yumakoğulları ve Ali Yüksel odamıza geldiler birlikte sohbet ettik çay içtik. Onlarla yaptığım sohbetten zevk almıyordum, sıkılmıştım aslında, içim içime de sığmıyordu. Velhasıl Genel Merkez bana göre değildi. Kararımı sordu Osman hocamız. “Daha bir karara varamadım, biraz daha zamana ihtiyacım var” dedim. Eşime telefon ediyorum ve istişare yapıyorum, o da kararsız davranıyordu, kararı bana bırakıyordu.

Abdullah Yüksel akşam lahmacun yemeye gitmeyi teklif etti. Keupstrasse.’ye gidecektik. Küçücük bir büfe var orada, doğru dürüst oturacak yeri bile olmayan bir mekân. Ama lahmacunu lezzetliydi, acısı da bol. Hafta sonu da Belçika’ya gidecektik. Belçika/Mons’da bir okul varmış. Kız İmam Hatip Okulu gibi bir okul. Genel Merkez’e bağlıymış ama kontrol Belçika Bölgesi’ne aitmiş.

Genel Merkez’de İcra Kurulu Üyeleri’nin birer arabası var. İcra Kurulu Üyeleri her hafta sonu bölgelere dağılıyorlar ve oralarda teşkilat çalışmaları yapıyorlarmış. Ayrıca Bölge sorumlulukları da varmış. Her üye bir Bölgeden sorumluymuş. Görevi kabul edersem bana da bir bölge sorumluluğu verilecekmiş.

Abdullah Yüksel’in arabası 190 Mercedes Benz. Hocanın ehliyeti yok. Bölge çalışmalarına trenle gidiyormuş, bazen de bulabilirse şoförle. Bunun dışında o arabayı Genel Merkez’de önüne gelen kullanırmış. Sabah Belçika’ya doğru yola çıktık, araba bakımsız, hız yapmak mümkün değil, yolda kalacakmışız gibi bir korku da var içimde. Daha sonra tamire verdik, iyi bir bakım yaptırdık ve kullanılabilir hâle geldi. Belçika seyahatleri sebebiyle de birkaç ay sonra hocaya ehliyet aldık. Okulun bulunduğu alanda hoca araba kullanmayı öğrendi. Ben öğrettim de diyebilirim.

Yolculuk esnasında Hoca sanki beni sınavdan geçiriyordu. Berlin’deki anlaşmazlıkların sebebinden başladı sormaya, Yaşar Nuri Öztürk’e kadar geldi sohbet. Ben de en ufak detaylarına kadar anlattım, çekinmedim. Yaşar Nuri hakkında söylediklerime çok takıldı, soruların çoğu oradan geliyordu. O zamanlarda da Yaşar Nuri gibi gündem belirleyen ilim adamı fazla yoktu. En önde olanlar, Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman, Süleyman Ateş, Mehmet Said Şimşek ve Said Çekmegil gibi âlimlerdi. Hoca dinliyordu, sıkılmadan pür dikkat dinliyordu, aklının yatmadığını bir daha soruyordu. Belçika’da bir sınıfa derse girdim orada da aynı sorularla karşılaştım. ‘Hocam Yaşar Nuri’yi nasıl bilirsiniz?’

Ancak Abdullah Hoca bağnaz değildi. Konulara at gözlüğüyle bakmıyordu. İkna edilirse o fikri savunabiliyordu. Benim dediğim mutlak doğrudur düşüncesi yoktu onda. Hatta o güne kadarki yanlış düşüncelerinden dolayı tövbe ediyor ve bana da teşekkür edebiliyordu. Her insana nasip olacak bir özellik değildir bu.

Belçika Bölgesi’nde çok muhterem insanlarla da tanıştık. Başta Hasan Ünal hoca. Aynı zamanda Genel Merkez “Fetva heyeti” üyesiymiş. Zeki Bayraktar, Hamdi tabanlı, Eşref Yağcıoğlu, Adnan Delialioğlu ve Medine Delialioğlu’nu tanıdım orada. Daha birçok kişiyi tanıdım.

Arap ülkelerinden, Afrika Ülkelerinden gelen Müslümanların orada yaşayan Türk Müslümanları üzerinde kayda değer etkileri olmuş. Onlara şahit oldum. Mesela; namazların sadece farzlarını kılıyorlar, tesbih duası yapmıyorlar, Zuhr-i ahir kılmıyorlar vb. teferruatlar onlarda yok. Onlarla oturup sohbet edebiliyorduk. Hoş sohbet insanlardı, saygılıydılar. Bana fikirlerimden dolayı hakaret etmiyorlardı. Kadın hakları konusunda, müzik dinleme konusunda sıkıntıları onların da vardı. Ancak anlatılanı dinleme gibi bir alışkanlıkları da vardı.

Abdullah hoca Belçika dönüşü net olarak bana şöyle dedi: ‘Biliyorum ki, sen Berlin’de çok çekmişsin. Buraya geldiğinde yeni bir hayal kırıklığın da var. Ancak Genel Merkez’in sana ihtiyacı var. Seninle birlikte bazı şeyleri değiştirebiliriz, ben senin arkanda olacağım buna söz veriyorum. Bana inanıyorsan kal Genel Merkez’de. Beni bir abin olarak, arkadaşın olarak gör. ’dedi.

Bizim odanın hemen yanında Osman Yumakoğulları’nın odası var. Belçika dönüşü onun misafiri olduk. Belki de Abdullah hoca ayarladı, onu bilemiyorum. Yolda konuştuğumuz malum konuları ona aktardı, onunla da konuştuk, o kadar sıcak bakıyordu ki benim anlattıklarıma Yumakoğulları, neredeyse yalvaracaktı bana, ne olursun kal diye. O da şikâyetçiydi Fetva Kurulu’ndan. Yobazlıklarından, ancak yapacağı fazla bir şey de yoktu. O da bir değişim istiyordu. O da yapacağım çalışmalarda bana destek olacaktı, söz veriyordu. Yapılan yanlışlıkları beraber tespit edecektik ve sonra da onu Bölge başkanları toplantısında anlatacaktık. Onlar da bölgelerine gidip cemaatlerine anlatacaklardı. Böylece yapılan yanlışlıların üstesinden gelecektik. İstediğim, ihtiyacım olan ne varsa hepsi temin edilecekti. Bu kadar detaya girdik.

Genel Merkez’e geleli bir hafta olmuştu. Osman Hoca ve Abdullah Hocayla sıcak ilişkiler kurulmuştu bile. Madem onların da şikâyetçi oldukları konular vardı. Benim de yapageldiklerim onların da yapmak istedikleriydi ‘Öyleyse tamamdır, kalıyorum genel Merkez’de.’ dedim ve sabah kahvaltıdan sonra kararımı Abdullah Yüksel’e “Evet” olarak açıkladım. Kalktı sarıldı bana ve hemen Osman hocanın kapısını çaldı, benim kalacağımı söylemiş ona. O gün de icra kurulu toplantısı varmış. Oraya davet etmiş beni.

İlk icra kurulu toplantısına katılıyorum. Osman hoca beni İcra Kurulu üyeleri ile tanıştırdı,  Eğitim uzmanı olarak Abdullah Yüksel’le birlikte çalışacağımı söyledi. Aynı zamanda Nürnberg Bölgesi’nden de sorumluydum. Ben de kendimi gerçek ismimle İcra Kurulu’na uzun-uzun tanıttıktan sonra, o gün o toplantıda sadece konuşulanları dinledim.
Genel Merkez’de ilk önce neler yapılabilirdi? Bunları tespit etmek için bir ay sürem vardı. Gece gündüz demeden çalışıyordum. Bölge seyahatlerim de başlamıştı. Oralardan elde ettiğim bilgiler eşliğinde yapılabilecekleri rapor halinde Eğitim Başkanlığı’na sundum ve aldığım onaydan sonra başladım icraata.

Önce oturduğum masanın arkasına küçük bir kitaplık için raf yaptırdım. Çalışacağım kitaplar elimin altında olsun istedim. Genel merkezin bir kütüphanesi yoktu. Kitaplık vardı. İhtiyacı olanlar ihtiyaçlarını o kitaplıktan karşılarlarmış. Ben istediğim kitapların elimin altında olmasını isteyince ilk sıkıntı başladı, kitaplık görevlisi kitapları satın almamı istedi, yoksa bana kitap veremeyeceğini açıkladı. Emir öyleymiş. Kendi açısından haklıydı. Durumu Abdullah hocama söyledim. Sefer Ahmetoğlu’nun (Allah rahmet eylesin) itirazlarına rağmen ben istediğim kitapları kütüphaneme alabilecektim. Daha sonraları öğrendiğime göre benim Genel Merkez’e gelmemem için çok uğraşmış, ama başarılı olamamış Sefer Ahmetoğlu. Belki üniversiteliler başkanı olmamam için başarılı olmuştur diye düşündüm, ama bu düşüncem kendimde kaldı.  Yine daha sonraları öğrendiğime göre, Osnabrück ve Freiburg Bölge başkanlıklarıma mani olmuş. Zaman ilerleyince dostluklar kuruluyor ve bazı konuları duyma imkânınız doğuyor. Her iki Bölgenin de başkanlıkları için Ali Yüksel beni aramıştı, ancak bir hafta sonra yine Ali Yüksel tarafından iptal edilmişti.

Abdullah Yüksel’in teşvikiyle camilerde ve okullarda okutulsun, öğretmenin el kitabı olsun diye bir ders kitabı hazırlamıştım. Benim ömrüm o kitabın basılıp da bölgelere dağıtılmasına yetmedi. Mehmet Erbakan’ın Genel Başkanlığı döneminde o kitabı ancak bastırabildim ve yine Erbakan’ın izniyle bütün bölgelere dağıtmıştım. Sefer Ahmetoğlu bu durumdan haberdar olmuş ve o kitapları toplatmıştı. Bazı bölgeler çöpe atmış, bazıları yakmış ve bazıları da bir şekilde imha etmişti. Ben Mehmet Erbakan’a ulaştım ve durumu anlattım: O da Sefer Ahmetoğlu’nu çağırarak, “kitap yasaklamakla başarı elde edilmez, varsa senin de diyeceğin yazarsın bir kitap verirsin cevabını” demiş.
Münih Bölgesi’nden Turan Aras ve Belçika Bölgesi’nden Zeki Bayraktar bedelini ödemişti. Belçika bölgesi hem de Mahmut Gül’e bedelini vererek bana ulaştırmıştı. Zeki Bayraktar’a ve Turan Aras’a teşekkürlerimi sunuyorum.  

Bana verilen sözler tutuluyor, mani olan olursa gereği yapılıyordu. Yeniden bir çalışma azmi gelmişti bana. Yeniden doğmuş gibiydim. Osman Yumakoğulları Fetva kuruluyla beni icra heyetinin önünde tartışmamız için bir zemin hazırladı. Her hafta Perşembe günleri toplanacak ve benim sıkıntı olarak gördüğüm konular bu toplantıda tartışılacaktı.
İcra Kurulu’ndan: Osman Yumakoğulları, Ali Yüksel, Yavuz Çelik Karahan (Osman Yobaş), Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal),
Fetva Heyeti üyeleri; Mustafa Efe, Hasan Karabulut, Hasan Ünal, Sefer Ahmetoğlu, Nihat Çiftçi ve soy ismini hatırlayamadığım Mehmet Hoca.  Bu toplantılara katılıyorlardı. Ayağa mesh konusunun tartışıldığı bir toplantıydı, sefer Ahmetoğlu, “Genel Merkez’den ya Rüştü Hoca gider ya da ben!” dedi ve toplantıyı terk etti. Toplantı da o gün orada son buldu. Osman Yumakoğulları Sefer Ahmetoğlu’nun gitmesini uygun görmüş olacak ki, Sefer Ahmetoğlu Dortmund Anadolu Camii’ne imam olarak tayin edildi. Ali Yüksel genel başkan olunca da tekrar geriye geldi.

Bu toplantılarda Berlin’de konuştuklarıma ilave olarak; sakal-ı şerif, birden fazla eş ile evli olmanın kamu otoritesinin iznine tabi olduğu, miraç ile ilgi hadisin uydurma olduğu, abdest alırken ayakları yıkamanın değil mesh etmenin farz olduğu, namazların zaruret halinde cem edilerek kılınabileceği, makul olmayan artışın faiz olamayacağı, teravih namazlarının 4 veya 8 rekât kılınması gerektiği, zuhr-i ahir namazının uydurma bir namaz olduğu, Seferilik konusunun km. ile sınırlı olmadığı, Ehl-i Kitabın kestiği etin yenilebileceği, oruç tutma yaşının 17-18 yaş olması gerektiği, hilal meselesinin bugün için geçerli olamayacağı, istişarenin farz olduğu ve istişarenin ehilleriyle yapılabileceği, hadisle ayet karşı karşıya gelirse ayetin tercih edileceği, Kütüb-ü Sitte’de var olan uydurma hadislerin cemaate anlatılmaması gerektiği, Kur’an’ın anlaşılabilir bir Kitap olduğu ve meal çalışmalarının yapılması gerektiği ve hatta bu konularda yönlendirme çalışmaları yapılması gerektiği vb. konular.

Bu konuları bir taraftan Fetva heyetiyle tartışılırken öbür taraftan Bölge başkanları toplantısında onlara da anlatıyordum. İcra üyelerine dosyalar dağıtarak bazı konuların önceden onlar tarafından okunmasını sağlamaya çalışıyordum.

Devam edecek

25 Aralık 2016 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (Vll-7)



-Bid’at ve Hurafelerden beslenen bir nesil Sakarya’yı ayağa kaldıramazdı-


Sözde Ermeni Soykırım iddialarına karşı halk mitingi

Günler haftaları, haftalar ayları, aylar da yılları izleyip gitti. ATT Televizyonu neredeyse evimiz gibi oldu. Deniz Olcayto(Allah rahmet eylesin) çok hoşsohbet birisiydi. İleri görüşlüydü, üretkendi. Her şeyin devletten beklenmemesi gerektiğine inanırdı. Olayları çok güzel yorumlardı. Haber saatini ve yorumlarını iple çekerdik, haberden sonra yaptığı günün yorumunun yeri başkaydı. Davudi bir ses tonuna da sahipti. Bir gün sohbet Ermeni Soykırım iddialarına gelip dayandı. O konuda yeteri kadar bilgimiz yoktu, Deniz Olcayto bizleri aydınlattı. Kendisi de zaten asker kökenli bir ailenin çocuğuymuş. Hemen orada, orada bulunanlar tarafından bir teklif yapıldı, Nisan ayı yaklaşıyordu bir protesto yürüyüşü ve mitingi yapılabilir miydi?

Teklif kabul edildi ve acilen harekete geçilmesi gerekiyordu, zira 24 Nisan yaklaşmaktaydı, Ermeni Diasporası sözde soykırım iddiasıyla yakında sahneye çıkacaktı. Görevlendirmeler yapıldı:  Nevzat Özpelitoğlu Milli Görüş Teşkilatları’nı ikna edecekti, Ben Din Hizmetleri Ataşesi Hayrettin Şallı’yı ikna edecektim. Deniz Olcayto’ya geniş bir yelpaze kalmıştı. ATT’ deki yorumları ve yayınlarıyla Berlin’de yaşayan tüm Türkiye sevdalılarını bilgilendirecek ve bu mitinge davet edecekti. Herkes aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirdi. Çok kısa denecek kadar kısa sürede organize olundu. Oranienplatz’da miting yaptık. 30.000 kişinin katıldığı bir mitingden bahsediyorum. Organize adına Deniz Olcayto ve ben birer konuşma yaptık. Başka derneklerden konuşanlar da oldu. Bu miting ile tarihe not düşüldü. “Vatan toprağı mukaddestir. Vatanımızın üstüne oyun oynayanlar karşılarında bizleri, vatan sevdalılarını bulacaktır.” Bu miting aynı zamanda Türkler arasındaki kamplaşmaları yumuşatan bir miting oldu, az da olsa safları sıklaştırdı.

Eğitim ataşesi Hayrullah Duman ve ilkokul diploması

Hem televizyon programları, hem de mitingler ve cami kürsülerinden yaptığım konuşmalar sohbet yelpazemi genişletmişti. Gençlik evlerinde gençlerle beraber oluyordum, onlara seminerler veriyor ve onlarla sohbetler ediyorduk. Hacı Bayram Camii’nde her Cumartesi seminerlerim olurdu, sorular sorulur, görüşler belirtilir, sorulan sorularla sohbetlere yön verilirdi. Kreuzberg’te bir sohbet evimiz daha vardı. Gençler oraya “Huzurevi” derlerdi. Demek ki orada huzur buluyorlardı. Vahdet  Yılmaz ailesine ait bir evdi orası. Cemil ve Cengiz Yılmaz kardeşler, Hamdi İlhan, Vahdet Yılmaz, Abdullah çağlar ve adını hatırlayamadığım başka gençler de vardı. Daha sonra o gençlik Evi Vakfın bodrumunda gençlik salonuna dönüştü. Remzi Terzi’nin(Allah rahmet eylesin) o evin açılmasında çok emeği vardır. Canla başla çalıştı oranın hayata geçmesi için. Bana şöyle demişti; “hocam sen çok haklıydın, keşke bu salonu yıllar önce açsaydık.”  Orada, değişik oyun aletleri de vardı. Gençler bu vesileyle başka salonlara gitmiyorlardı. Bu salonun varlığını hazmedemeyen, meselelere at gözlüğüyle bakan malum çevreler, o salonun adına Hüdaverdi Hoca’nın kumarhanesi diyorlardı.

***
Daha sonra 1992 yılının sonlarına doğru genel merkeze gideceğim ve Avrupa ülkelerinden bazılarını görev icabı gezme fırsatını yakalayacağım. Oralarda edindiğim tecrübeler ve  Berlin’de edindiğim tecrübeler ışığında, gençlerimizin, bilhassa genç kızlarımızın içinde bulunduğu durumları beni derinden yaralayacak ve bir gün bölge başkanları toplantısında şöyle bir teklif yapacağım: “Kızlarımız için sigara içme salonları açalım.”
Böyle bir teklif başkanlara ağır geldi. Büyük infial uyandırdı, salonda, bölge başkanları birbirlerine bakıştılar, öfkelerini ceketlerinin eteklerinden hızla çekiştirip yerlerinden sağa sola dönerek yenmeye çalıştılar. Teklif oldukça uçuktu onlara göre. Kızlar da sigara mı içermiş…, içse bile onlara salon açmak da neyin nesidir…. Öfkeleri yatıştırmak ve gerginliği sonlandırmak gerekiyordu, bunu yapmazsam teklifim havada kalabilirdi: Genel Başkan Osman Yumakoğulları salonu sükûnete davet etti. Bana da sözümü tamamlamam için ek süre verdi. Genel Merkez’de tanıdığım Osman Yumakoğulları ile beni yıllar önce savunmamı dahi almadan görevden alan Osman Yumakoğulları aynı kişi değildi sanki. Etrafındaki kişiler onu yanlış yönlendiriyor olabilirlerdi. Zaman geçtikçe onu daha iyi tanıyacaktım.
Önce salona şöyle bir göz attım ve kendimden emin bir şekilde başladım sözlerime, “İster kabul edin isterse etmeyin, bizim kızlarımız sigara içiyorlar, içmelerini savunmuyorum ama içiyorlar.  İnsanımız/cemaatimiz kızların sigara içmesine sıcak bakmadığı için, onlar sigaralarını değişik mekânlarda içiyorlar, gizli mekânlarda içiyorlar, bizlerin kontrolünden uzak mekânlarda içiyorlar; eğer önlem almazsak, özellikle kızlarımız için benzer salonlar açmazsak, kızlarımız o salonlarda sigaralarını içmeye devam edecekler. Sonra, sonrası malumu ilan etmek olur. Onlar o salonlarda sigara içmekle kalmayacaklar, yeni yeni arkladaşlar edinecekler, yeni arkadaşlarına ayak uydurmak için bira içmeye başlayacaklar, sonra, şaraba, rakıya, viskiye gelecek sıra, sonra da esrar veya eroine gelecek, sonra da bir bakmışsınız kızımız bir gün eve gelmeyecek, gidecek evden.–Allah göstermesin-.

Biz kızlarımız için benzer salonlar açarsak; kızlarımız oralarda sigaralarını içecekler, oyunlarını oynayacaklar, kendilerince eğlenecekler, müziklerini dinleyecekler, çaylarını-kahvelerini içecekler, kızlarımızın da teklifleri doğrultusunda en az haftada bir kez oralarda eğitim seminerleri düzenlenecek. Elbette bu salon belirli bir disiplin çerçevesinde faaliyetini sürdürecek, başıboş bırakılmayacak, tercih sizlerin.”

Biraz önce öfkelerinden ceketlerin uçlarını çekiştirip yerinden sağa sola döneneler, bu sefer rahatlamış bir şekilde başlarıyla beni onaylayarak yine sağa-sola dönüyorlardı, bu sefer gözlerinde öfke yerine endişe vardı. Onaylamayanlar da vardı teklifimi. Osman Yumakoğulları, Ali Yüksel, Yavuz çelik Karahan(Osman Yobaş) ve  Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal) rahatlamışlardı. Osman Yumakoğulları ve Ali Yüksel beni onaylayan birer konuşma da yaptılar. Daha sonra bu teklifimi gittiğim bütün bölgelerde dile getirdim. Teklifim Fetva heyetine rağmen, Osman Yumakoğulları ve Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal)’in de desteğiyle yazılı olarak bölgelere gönderildi. Kontrollü bir şekilde bilardo salonlarının açılması teşvik edildi.
Salonlar açılmasına açıldı da çoğu bölgelerde kızlarımızın işine yine yaramadı. Yaşlılardan, gençlerden hocalardan kızlara sıra gelmedi. İsediğimiz gibi organize yapılamadığı için teklif maalesef asıl amacına ulaşamadı. Mesela, Berlin Fatih Camii, bilardo salonunu, cami müştemilatının içine açtığı için sıra Nail Dural hocadan ve yaşlılardan gençlere bile gelemedi ki kızlara gelsin. O zaman bir daha öğrendimki, cemaatin hırçınlığının altında yatan nedenler vardır. Onların da bastırdıkları duyguları var. Hocaların da bastırdıkları duyguları var.  

***

Ayrıca televizyon programlarına malzeme toplamak için, değişik dünya görüşüne sahip cemaatlerin içine giriyor ve onlarla da sohbetler ediyordum. Çevrem genişledikçe vatandaşlarımızın problemlerini daha iyi tanıyordum. Bilhassa televizyon çekimleri sebebiyle kahvelere gidiyordum, gençlerimizin devam ettiği bilardo salanlarına gidiyordum, değişik cemaatlerin camilerine gidiyordum, Süleymancıymış, Milli görüşçüymüş, Diyanetçiymiş, tarikatçıymış benim için fark etmiyordu. Bu ilişkilerden ve gençlik evlerindeki sohbetlerden, kahve sohbetlerinden elde ettiğim bilgiler bana yeni ufuklar açtı. Vatandaşlarımızın içinde okuma yazma bilmeyen, okuma yazma bildiği halde diploması olmayan bir hayli insanımızın vardı. Onlar için birşeyler yapmak lazımdı.

Önce, Eğitim Ataşesi Hayrullah Duman ile görüştüm. Konuyu bildiğini söyledi,  ancak çözümü için elinde imkânları yoktu. Ben o imkânların temininde yardımcı olabileceğimi söyleyince heyecanlandı,  öğretmen tahsisi konusunda ve kitap gibi harita gibi araç gereç temininde sıkıntı olmayacağını söyledi. Bu sefer ben de heyacanlandım. Gerekli görüşmeleri yapmak için kolları sıvadım, önce Nevzat Özpelitoğlu ile görüştüm, projeyi havada kaptı. Hemen sonra Haldun Algan ile görüştüm, o da olumlu karşıladı teklifimi. Benim müdürlüğünü yaptığım İslâmî İlimler Okulu’nun sınıflarında kurslar yapılabilirdi. Camilerden ilanlar yapıldı ve kurslar için kayıtlar başladı. Süresi altı ay olan kurslardı bunlar. İlk altı ayı zar zor tamamladık. Ve böylece 250 kişiyi diploma sahibi yaptık.
İkinci 6 aya maalesef başlayamadık, sebebi, sebep bile olmayacak bir şey. Neymiş efendim, derslerde Atatürk’ten bahsediliyormuş, kitaplarda Atatürk resimleri varmış... Doktor Rıza Nur’un hatıratıyla beslenen bir cemaatin mekânında bu dersler yapılıyordu. Provokatörler nerede hayırlı bir hizmet varsa onu engellemek için hemen devreye girerler. Burada da devreye girmekte gecikmediler. Böylesine önemli bir işi neden provoke etmesinler. Hem de Milli Görüş’ün yaptığı bir işse bu. Haldun gelen şikâyetlere dayanamamış olacak ki, kursları sonlandırdı. Yapacak bir şey yoktu.

Böyle bir güzelliğin ortaya çıkmasına vesile olan Eğitim Ataşesi Hayrullah Duman’a küçük de olsa bir hediye vermeyi düşündük. Nevzat hediye olarak, bilgisayar almanın daha anlamlı olacağını söyledi. Bilgisayarlar yeni yeni evlere girmeye başlamıştı. Teşkilattan para istedik, ‘O kadar paramız yok.’ dediler. Ancak, bizler parayı bulur da o bilgisayarı alabilirsek, daha sonra ödeyebilirlerdi. Etrafımızı şöyle bir kolaçan ettik, sorduk-soruşturduk maalesef gerekli parayı bir araya getiremedik. Bilgisayar kaldı diye üzülürken, Nevzat, “Adil Avaz’ın bilgisayarı var, yeni aldı. Ondan bilgisayarı alırız ve teşkilat bize parayı verince de Adil’e bilgisayarını veririz” dedi. Teklif uygundu. Konuyu Adil’e anlattık. Makul karşıladı ve ne zaman bilgisayarı alırsınız sorusunu bile sormadan verdi bilgisayarını bize. Moralimiz yerine geldi.

Hemen Eğitim Ataşesinden randevu aldık, kendisine yaptığı bu hizmetlerin karşılığında bir bilgisayar hediye edeceğimizi söyledik. Randevu saatinde oradaydık, Hayrullah bey basını da çağırmış. Teşekkür faslından sonra verdik bilgisayarı Hayrullah Duman’a. Deklanşörlere basıldı ve ertesi gün gazetelerden, “Milli Görüş Teşkilatları Eğitim Ataşesi Hayrullah Duman’a bilgisayar hediye etti.” Haberini okuduk. Biz yaptığımız işin gururuyla motive olurken, Milli Görüş teşkilatlarının sicili bozuk olduğu için;  Başkonsolos, Hayrullah Duman’dan o bilgisayarı iade etmesini istemiş. “Devlet düşmanı olan bir teşkilattan hediye alamazsın, bu aldığın, bilgisayar da olsa.”
O da Başkonsolosa; “bu bilgisayarı pencereden atarım geriye yine vermem” demiş. Bize öyle anlattı. Durumdan haberdar olduk ve ziyaretine gittik. Olan bitenleri anlattı. Üzüldük elbet. Türkiye Cumhuriyeti devletinin konsolosu vatandaşına düşman, vatandaşı da devletine, tam bir kaos. Hayrullah Bey’e dedik ki; ‘İster bu bilgisayarı kullan, isterse dediğin gibi pencereden aşağıya at, biz bilgisayarı devletimize hediye ettik. Bundan sonrası senin sorumluluğundadır. Ancak bizler sana minnettarız, ne zaman bir dosta –arkadaşa ihtiyaç duyarsan bizler senin yanındayız, bunu bilesin’ dedik ve ayrıldık oradan. Bilgisayarın akıbeti ne oldu onu bilmiyoruz.

Bir kurs düzenledik, vatandaşlarımız diploma sahibi oldular, okuma yazma öğrendiler. Bu çalışmalarımızla maalesef ne Milli Görüş Teşkilatı’na yaranabildik, ne de devletimize. Olan Adil Avaz’a ve Hayrullah Duman’a oldu. Defalarca istemememize rağmen, defalarca icra kurulunda da gündeme getirmemize rağmen, bilgisayar parasını alamadık ve Adil Avaz’ın bilgisayarını veremedik.

Geçtiğimiz günlerde Türk Eğitim Derneği’nde sohbet ederken konu konuyu açtı ve nereden gelindiyse gelindi, Adil Avaz’a müziği neden bıraktığı soruldu. ‘Millî Görüş Teşkilatlarının değişik bölgelerine konserler vermek için çağırdılar, ben hiçbirine hayır demedim, her yere koşturdum. Bazı bölgelerden, bazı teşkilatlardan paramı alamadım, şimdi yok sonra verelim dediler, o sonra bir türlü gelmedi. Özel arabamla yağmur- kar demeden, soğuk-sıcak demeden gittim o davetlere, ama sonuç ortada. Eylülün karakışına, kendim yakalandım. Ve sırf bu yüzden müziği bıraktım.’ Kaset bedelleriyle birlikte toplam 675.000 DM. Alacağım var. Adil avaz bu durumda bilgisayar parasından çoktan geçmiş olmalı. Bu kadar alacağın yanında bilgisayarın lafı mı olurmuş…

Adi Avaz bir yetenekti. Keşfedilmeyi bekleyen bir yetenek, o da bana nasip oldu. Güzel şiirler yazardı, onun için TFD Televizyonu’nda şiir köşesi açtım. Şiirlerini her hafta Cuma günleri o köşede yayınlardım. Televizyonda program yapan bir kişi daha vardı. İstek üzerine ilahiler okurdu saz eşliğinde. Ümit Akkaya.  Yayından sonra hep birlikte stüdyoda çalar söyledik. Adil Avazın şiirlerini de okurduk. Adil’e bu bestelerin televizyonda yayınlanması için çok ısrar ettim, her seferinde reddetti. Benim televizyonda yayınladığım müzik yayınlarından sonra başıma gelenleri çok iyi bildiği için, teklifimi kabul etmezdi. Mahalle baskısından korkardı. Haksız da sayılmazdı. Bir gün gönüllü gönülsüz, ümit Akkaya’nın da ısrarıyla zorla bir şarkının çekimini yaptım, Ümit Akkaya çaldı Adil söyledi:
Bana ırkımı sormayın/ Kâh beyazım kâh siyahım /Bazen Türküm bazen Kürdüm/ Benim dinim yerter bana /Bazen Türküm bazen Kürdüm İslam dini yeter bana
Sabret Kur' an rafta kalsın / Camide imamlar sussun/ İsterse erkek kalmasın/ Bacılarım yeter bana / İsterse erkek kalmasın /Ayşelerim yeter bana / Müslümanın çeşitleri dervişleri entelleri / Cenneti size bıraktım / Şehit olmak yeter bana / Müslümanın çeşitleri dervişleri entelleri / Cenneti size bıraktım benim kavgam yeter bana.”

Ertesi gün Adil kararından vazgeçmeden, hemen TFD televizyonunda yayınladım bu şarkıyı. Güfte anlamlı, beste vurucu, ses de güzel, ümit Akkaya da sazın bam teline iyi dokunmuş, harika bir eser ortaya çıktı. Berlin’de yer yerinden oynadı ve böylece Adil Avaz patladı gitti. Ondan sonra Milli Görüş’ün Bütün genel kurullarında Adil Avaz vardır. “Bana ırkımı sormayın, Kâh beyazım kâh siyahım…” diye haykıran ve salonları ayağa kaldıran besteleriyle...

Hemen arkasından ikincisi, arkasından üçüncüsü, dördüncüsü derken Ümit Akkaya ile birlikte bir kaset çıkardılar. O kaset bütün Avrupa’da, Türkiye’de insanların kalplerine su serpiyordu, irtica sıkıntısından, başörtü zulmünden, Filistin’de olup bitenlerden bunalmış insanlara ümit ışığı oluyordu, her taraftan davetler gelmeye başladı:
“Aldırma eylülün karakışına/ Ağlama Zeynep’im bahar gelecek/ Virane yurdumu şenlendiririm/ Mehmed’i yanıma alır gelirim / İstersen Toros’u yere sererim/ Fırat’a Tuna’ya setler çekerim/ Anadolu’nun dört bir yanına/ Zeynep’im örtünü sancak eylerim/ Bırak şu zamane çağdaş türküsü/ İrtica, mürteci diye havlasın / Bir kale gibi dimdik başına / Örtüver örtünü ört dalgalansın/ Zalimler, fasıklar istemese de/ Allah'ın vaadi var üzülme Zeynep/ Mutlaka bu nur tamamlanacak/ Yarınlarda güneş size doğacak.”

Evet O bir değerdi, yazıyor ve söylüyordu. Şuurlu bir Müslümandı ve inancını, inandığı gibi cesaretle haykırıyordu. Ezilenlerin, hor görülenlerin, ırkından dolayı aşağılananların yanındaydı. Ancak, cemaat Adil’in vermek istediği mesajları tam olarak anlayamıyordu. Anlasaydı değerini bilecekti, tutacaktı elinden, onun isyanına katkı sağlayacaktı. Yöneticilerin istediği şey coşkuydu, salonlar dolsun, herkes el ele tutuşsun, ayağa kalksın ve tekbirler çeksin, sloganlar atsın, sonra da muhteşem bir genel kurul yaptık, diyerek evlerine dönsünler, istenen buydu. Adil ve benzeri değerleri ne kadar da hoyratça harcıyordu Milli Görüş. Bu teşkilatın kaç tane Adil Avazı vardı ki…,

Milletvekili adayıyım

Refah Partisi’nden Denizli Milletvekili adayıyım. Nevzat Laleli birinci sırada. Denizli’den Milletvekili çıkarma ihtimali yok. Buna rağmen Denizli’nin en küçük köylerine kadar gidiyoruz, üç kişi dahi bulsak onlara Milli Görüş’ü anlatıyoruz. İbadet aşkıyla çalışıyoruz bu çalışmaları, kendi arabamızla katılıyoruz çalışmalara ve harcamaları cebimizden yapıyoruz, hele Almanya’dan gelmişseniz beklentiler fazla oluyor. Bir de adaysanız beklentiler biraz daha fazlalaşıyor. Önce Ahlak ve Maneviyat diyoruz, ağır sanayiden bahsediyoruz, Avrupa ortak pazarına hayır diyoruz, İslâm ortak pazarına ise evet diyoruz, İslâm Ülkeleri arasında para birimi olarak İslâm Dinarı dolaşsın istiyoruz.
İstiyoruz istemesine de, Halkımız bizim anlattıklarımıza itibar etmiyor, anlatılanları anlayamadıkları için veya bizlerin anlatamadığı için dalga geçenler bile oluyordu, bazı yerlerde kahvelerde dahi konuşmamıza müsaade edilmiyordu. Bizlerin de yanlışları oluyordu. Mesela, Nevzat Laleli konuşma yaptığı kahvede, “biz iktidara gelirsek kahveleri kapacağız buralara halı tezgâhları kuracağız diyebiliyordu.” Ve o seçimlerde, yani 1987 seçimlerinde oy oranımız %7.1. İsmet Özel o yıllarda Milli Görüş’ü şöyle tanımlıyordu: “Bize %6 derler.”

Yıllar yılları kovaladı, zaman su gibi akıp geçti. Refahyol hükümeti kuruldu. Erbakan Hoca Başbakan, Tansu Çiller Başbakan Yardımcısı oldu. İçerdeki çıkar gruplarıyla dışardaki çıkar gruplarının menfaatleri Refahyol hükümetinin icraatlarıyla çatıştı. Orgeneral Çevikbir tarafından tanklara balans ayarı yapıldı ve 28 Şubat’ta post modern bir darbeyle Refahyol hükümeti tarihteki yerini alıverdi. Bu darbeden sonra bir bıkkınlık evresine girildi. Parti kaçıncı kez kapatılmış, kaçıncı kez başka bir isimle yeniden açılmıştı. Hükümet olundu onu da alaşağı ettiler anlayışı moralleri iyice bozmuştu. Refahyol hükümeti seçmeninin isteklerine cevap da veremeyince hızlı bir kopuş başladı. Bu kopuş Milli Görüş Teşkilatlarının Avrupa ayağınında dağılma sürecine girmesine sebep oldu. Çare olsun ve tekrar toparlanma sürecine girilsin diye, yıllar sonra Erbakan Hocamız o hasta haliyle Berlin’e getirildi. Apartopar getirildi desek abartılı olmaz. Vicom düğün salonunda bir konuşma yaptı. O konuşmayı dinledikten sonra bir yazı kaleme almıştım, aynen şöyleydi:

ERBAKAN BERLİN'DE/40 YIL SONRA İŞ BURAYA GELMEMELİYDİ (2010)

-Bir tüccarın kârı % 36’ dan %iki buçuğa düşmüşse, ya malı kalitesizdir, ya da pazarlamacılar ehil değildir-

"Bu yazıyı yazan, yapılan iyiliğin karşılığını Allah'ın vereceğini bilen bir kişidir. Onun anlatmak istediği, Allah'ın değil kulun verecekleri ile ilgilidir."
"Ya Muhammed sana tabi olanlara kanadını indir" buyruğunun muhataplarının neler yapması gerektiğinin peşindedir o. Yazıyı lütfen bu anlayış çerçevesinde okuyun.

"Bir çiçek ile bahar olmaz, ancak o çiçek olmasa bahar başlamaz."

"Heyecanınız nerede sizin! Kime söylüyorum ben!..."

Söze böyle başladı 14 yıl sonra Hocamız Berlin'de. Kırk yıl önce de aynı heyecanı istiyordu muhataplarından ve istediği heyecanı buluyor ve bir kaç çiçekle birden başlatıyordu baharı. 2010 yılında Berlin'de mevsim son bahardı, yaprak dökümü başlamıştı. Baharın yeniden gelmesi için gerekli olan o çiçek belki hiç açmayabilirdi. Ortada ne bağ vardı ne de bağban.

40 yıl önce 17 yaşın verdiği heyecanla, yeni bir dünya kurulurken tarafsız kalınamayacağının şuuruyla bakıyorduk dünyadaki gelişmelere. Büyük Doğu Nesli diyorlardı o zaman bizlere. Sakarya'nın ayağa kalkmasını istiyorduk: Çünkü o yüzüstü çok sürünmüştü. O ayağa kalkarsa bizler de ayağa kalkabilecektik. Salon programlarında Üstad Necip Fazıl Kısakürek "Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı" diye tanımlıyordu bu nesli. Üstad’ın aradığı genç biz olabilirdik, olmalıydık, bu inançla ve bu azimle çalışıyorduk gece gündüz demeden sokakta, dernekte, okulda.

Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) çatısı altında sürdürüyorduk çalışmalarımızı. Her hafta seminerler veriliyordu. Milli Türk Talebe Birliği sağduyulu gençler için hayat mektebiydi. Şiirler ezberleniyordu, piyesler sahneleniyordu, dergiler çıkarılıyor, bildiriler dağıtılıyordu, kahramanlık türküleri söyleniyordu orada. İçinde bulunduğumuz ortam bu şiirlerin ve sahneye konan piyeslerin millî ve dini içerikli olmasını icap ettiriyordu.

Mehmet Akif Ersoy dememiş miydi, "Asımın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek" diye. İşte biz o namusunu çiğnetmeyecek olan nesildik. Olaylar bizleri böyle düşünmeye sevk ediyordu.

Bu güzel dönemin arkasından öyle bir dönem geldi ki; gerçekten çok korkunçtu. Kardeş kardeşine, çocuğu babasına, karısı kocasına düşman olmuştu. O öyle bir dönemdi ki, ortaokul öğrencileri bile siyasallaştırılmıştı.

Kavramlar havalarda uçuşuyordu. ‘Sağcılık, Solculuk, Milliyetçilik, Şeriatçılık'. Her bir kavramın içi ağa babaları tarafından doldurulmuştu. Gençlere sadece bu düşünceleri muhataplarına servis yapmak kalıyordu. Herkes kendi kabulünü bir şekilde gündeme getirmeli ve grubuna yeni sempatizanlar ve üyeler kazandırmalıydı. Okulda, sokakta, pastanede ve derneklerde hararetli tartışmalar oluyordu. En kötüsü zaman zaman bu tartışmalar yerini şiddete bile bırakabiliyordu. Maalesef sonraki zamanlarda bu şiddet içerikli kavgalar yerini karşılıklı olarak ölümlere bırakmaya başlamıştı.

Üyelerini 1969 yılına kadar bu kavgaların dışında tutmasını bilen M.T.T.B. , bu tarihten sonra zorlanmaya başladı. Sahneye yeni bir siyasi parti çıkmıştı, Milli Nizam Partisi. Heyecan isteyen gençler hemen o tarafa kanalize oluverdi. Daha sonraları bu parti kendi gençlik teşkilatını kurdu. Akıncılar. Parti, M.T.T.B' yi tamamen bünyesine alamadı veya almadı.
Akıncılar’ın kurulmasıyla, yeni yeni sloganlarla tanıştık. "Şeriat gelecek vahşet bitecek", "Ne sağcıyız ne solcu, Müslümanız Müslüman", "İslâmî devlet kurulacak elbet", "Şeriat İslâm'dır Anayasa Kur’an’dır "v.d.

Ortalık iyice toz duman olmuştu. Bir tarafta, Lenin, Stalin, Mao sesleri yükseliyor, öbür tarafta Turancılık. Bu tarafta şeriatçılık. Bu günün ulusalcısı Doğu Perinçek'i o günün hızlı Maocusuydu.

Derken, şeriat isteyenler, İslâmi devlet isteyenler zaman zaman iktidara ortak oldular. Bu ortaklık zamanlarında, o partileri iktidara taşıyan inançlı, saf, tertemiz olan o gençler hep dışarıda kaldılar, unutuldular. ‘80 Darbesi’nde o heyecanlı gençlerin çoğu içeri alındı, işkencelere tabi tutuldu. İktidar nimetinden istifade eden ekâbir takımı maalesef o gençlerin kapısını bile çalmadı. Hatta onlarla aynı cümlenin içinde isimlerinin geçmesine bile tahammül edemediler.

Haliyle ekâbir takımı da bir süre içerde kaldı. Ancak içerden çıkar çıkmaz, kaldıkları yerden başka isimler altında tekrar siyaset sahnesinde yerlerini aldılar. Yeniden başladılar ‘Biz kardeşiz.’ demeye, birlik ve beraberlik nutukları tekrar atılmaya başlandı, maddi ve manevi kalkınma, adil düzen konuları sanki hiç bir şey olmamış gibi yeniden sahneye konuldu. Tek başına iktidara gelememenin sıkıntısından bahsedilerek, gençler tekrar kazanılmaya çalışıldı. 28 Şubat post modern darbeyle iktidardan ulaştırılan Refah-Yol hükümeti keşke kurulmasaydı. Bu tarih o partiyi iktidara taşıyan insanların hayallerinin bittiği tarihtir. Hiç bir şey değişmemiştir. Ondan önceki iktidarlarla, o iktidarın arasında Müslümanlara vaat edilen beklentiler açısından hiç bir fark yoktur.

Değişen bir tek şey vardır; bu iktidardan sonra artık toplantılarda tekbir çekilmeyecek alkış yapılacaktır. Şalvar giyenler şalvarını çıkaracak, sakal bırakanlar sakallarını kesecek, çarşaf giyenler de çarşaflarını çıkaracaktır.
Değişmeyen bir şey daha var o da Hocamızın söylemleri. Mübarek 1970’ te ne söylediyse 2010 da da onları söylüyordu. "Avrupalının tuvaleti bilmediğini, yüzünü lavabonun deliğini kapatarak aynı suyla yıkadığını, yıkanmadıklarını, Goethe'nin bile seneden seneye yıkandığını" söylüyordu hâlâ hocamız kendisini dinlemeye gelenlere. (Nisan 2010 Berlin)

Buna mukabil Müslümanların o çağlarda, sıfırı bulduklarını, Cebir’i bulduklarını, Astronomide fevkalade yollar kat ettiklerini anlatarak o günün Müslümanlarının Avrupalıdan ne kadar ilerde olduklarını 2010 yılında Avrupa'da yaşayan dinleyicilerine anlatıyordu. Hocamızın kırk yıldan beri anlattığı bu bilgiler elbette doğruydu.

Ancak doğru olmayan bir şey var, o da Hocamızın Avrupalıları tarihe mahkûm ederken, günümüz Müslümanlarını provoke etmesidir, bu yapılan doğru değildir. Doğrusunu isterseniz, Avrupa'da yaşayan bu insanlara Avrupalıları hedef göstermek hocamıza hiç yakışmadı.

Sonra Avrupalılar, tarihlerinde ne varsa onu inkâr etmiyorlar. Hatta Hocamızın da söylediği gibi müzelerde geçmişlerini teşhir etmekten çekinmiyorlar. Biz eskiden böyleymişiz diyebiliyorlar.
Peki, o sıfırı bulan, Cebir’i bulan Müslümanların torunları bu gün ne durumdadırlar. Bu günün Müslümanının hangi artı değerin altında imzası vardır? Sıfır ve Cebir gibi ilimleri bulan o Müslümanların varisleri neden bugünkü teknik seviyeyi yakalayamadılar. Sıfırı Müslümanlardan alan Avrupalılar sıfır sayesinde bugünkü teknik seviyeyi yakalarken o varisler ne ile meşgul oluyordu?

Tuvaleti Müslümanlardan alan, yıkanmayı Müslümanlardan öğrenen Avrupalının dört odalı evlerinde bugün iki tuvalet ve iki banyo bulunuyor. Umuma açık olan tuvaletleri bile pırıl pırıl oluyor Avrupalının. Ama tuvaleti Avrupalılara öğreten Müslümanların camilerindeki tuvaletlerine pislikten, kokudan girilmiyor. Umuma açık olan yerlerde ki tuvaletleri ise hiç sormayın.
Geçmişle övünmek elbette güzeldir. Gururumuzu kabartır. Kendimize olan güveni artırır. Ancak geçmişin güzelliği o insanların güzelliği ile ilgilidir. Orada kalır.

Bizi ilgilendirmesi gereken bizim güzelliğimiz olmalıdır. Dünya insanlığına mal olmuş hangi başarılı projenin altında günümüz Müslümanlarının imzası vardır? Günümüz Müslümanlarının dünya çapında yetiştirdiği kaç tane ilim adamı vardır?
Hangi Müslümanın Müslümanlığı, bu günün insanına örnek olarak gösterilebilir güzelliktedir. 50 seneden beri Avrupa'da yaşayan Müslümanların yaşantısının, kendilerine örnek teşkil etmesinden dolayı kaç tane Avrupalı, sırf bu yüzden İslâm'ı din olarak seçmiştir?

Hocamızın cemaatinde parmakla gösterilebilecek kaç tane örnek Müslüman vardır: İnsani davranışlarda örnek, ticaret ahlakında örnek, aile yapısında örnek, konuşmasında örnek, paylaşımcılıkta örnek, ilimde örnek, güzel sanatlarda örnek, insan haklarına saygılı olmakta örnek, kaç tane Müslüman vardır o cemaattin içinde?

Liderler ve toplum mühendisleri, öncelikle kendi mensuplarının arasında adaleti sağlamalıdır. Kendi içlerinde ki eksiklikleri gidermelidir. Söylemleri İslâm'ın güzelliğine yakışır güzellikte olmalıdır. Müslüman Liderlerin söylediği:
"Gidin Firavuna anlatın, ama en güzel şekilde anlatın" ilahi buyruğuyla paralellik arz etmelidir.
"Onların putlarına küfretmeyin ki, sizin İlahınıza küfretmesinler" uyarısına ters düşmemelidir.
"Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten ayırmasın" anlayışına uygun olmalıdır.
"Birbirinizin ayıplarını araştırmayın" , "Birbirinizi kötü lakaplarla da çağırmayın" uyarısına muhalif olmamalıdır. Yoksa inandırıcılığınız kaybolur.

Bir tüccarın kârı yüzde otuz altıdan yüzde iki buçuğa düşmüşse, ya malı kötüdür, ya da malını pazarlayanlar beceriksizdir.  Kaliteli mal her zaman alıcı bulur ve o mal her zaman aranan maldır ve piyasası da vardır.
Geriye dönüp baktığım zaman yaşananlar filim şeridi gibi geçiriyor gözümün önünden. Tekrar yaşıyorum o günleri. Geride kalan o kocaman kırk yılı.
Bu süre içinde; Büyük Doğu Nesli kaybolmuş. Sakarya yüz üstü bırakılmış. Asımın nesli tırpanlanmış, paramparça olmuş, lime lime doğramışlar onun idealini beceriksiz siyaset tacirleri. Şimdi Asım, bu kırk yılın hesabını kimden soracak sevgili Hocam...?

Genel merkeze Üniversiteliler başkanı olarak gittim

Berlin’e geldiğim günden beri bir mücadelenin içine girdim. İnandığım doğruları söyledim, söylemekle kalmadım hayata geçirilmesi için de mücadele ettim. Yalakalık yapmadım, sallabaşı al maaşı düşüncesiyle hareket etmedim. Benim aldığım teşkilat terbiyesi böyle yapmamı gerektiriyordu. 15 yaşında MTTB Denizli Şubesi’nde tanıştığım ve değer verdiğim davamın öğretisi böyleydi.
Benim Berlin’de yaptığım mücadele, o günlerde başlattığımız mücadeleydi. Sakarya’yı ayağa kaldırma mücadelesi. Sakal bırakmakla, şalvar giymekle, tespih çekmekle Sakarya’nın ayağa kalkması mümkün değildi.  Bid’at ve Hurafelerden beslenen bir nesil Sakarya’yı ayağa kaldıramazdı. Kravatlıları camiye sokmamakla, şapka ve fötr kesmekle, hakka hukuğa riayet etmemeyi sünnet haline getirip onunla övünmekle,  Sakarya’yı ayağa kaldırmak mümkün olamazdı. Atatürk’e, devlet erkine küfretmekle Sakarya ayağa kalkamazdı.

Ben Berlin’de Sakarya’yı sürünmeye mahkûm edenlerle, bilerek veya bilmeyerek onlarla birlikte olanlarla mücadele ettim. Yol kesicilerin yolunu kestim. Rahatsız oldular, rahatsızlıklarını bana ve benim gibi hocalara zulmederek açık ettiler. Ben de hissediyordum ki, bundan ilerisi yoktu, suyun başındakiler beni susuz bırakmaya kararlıydılar, bunu hissediyordum, birinci raunt zaten oynanmıştı. Hakem kararıyla mağlup ilan edilmiştim. İkinci kez ringlere tekrar döndüm ama, yine hakem kararıyla her an minder dışına çıkarılabilirdim.
Çünkü, bahisçiler başka başka atlara oynamışlardı. Kimisi milletvekili atına oynamıştı, kimisi bölge başkanlığı atına, kimisi kazan kazan atına oynamıştı.

Bodrum duvarının altında kalan Haldun Algan Bölge başkanlığından alınmış, yerine Mahmut Gül atanmıştı. İyi niyetliydi, duruma göre vicdanının sesini de dinleyebilen birisiydi, ancak kendi başına göbeğinin bağını kesebilecek yeteneğe ve birikime sahip olmadığı için, Nail ve Haldun’dan bağımsız kararlar alamıyordu. Haldun’da kuyruk acısı, bende de ihanet acısı vardı. Bundan sonra Teşkilat içinde yapabileceklerim sınırlı görünüyordu. İnsan güçlendikçe düşmanları çoğalmaya başlarmış, benimki de öyle oldu. Ben  geleceğimle ilgili endişeli günler yaşarken; bir gün Genel Merkez’den telefon geldi, Ali Yüksel var telefonun öbür ucunda. Köln’e davet ediliyordum. Temel’in hikâyesi geldi aklıma. Hikâye şöyle: Bir gün Temel kapı eşiğinden dışarıya adımını atar atmaz kayar ve sırt üstü yere düşer. Muz kabuğunun üzerine basmıştır. Ertesi gün düşme korkusuyla dikkatli bir şekilde adımını atmıştır dışarıya, düşmesine düşmemiştir ama,  yolun öbür tarafında bir muz kabuğu görmüştür ve  “Bugün de düşeceğiz herhalde.” demiş.

Ben de Temel gibi düşündüm ama yine de davete icabet ettim. Ali Yüksel’in odasındayız. Asım Genç (Abdullah Gencer) Milletvekili adayı olmuş Konya’dan, ondan boşalan koltuğa ben oturacakmışım. Üniversiteliler başkanlığı koltuğuna: Çünkü, Berlin’de gençlerle yaptığım çalışmalar çok verimliymiş, bu çalışmalar Avrupa’nın her bölgesine yayılmalıymış v.b. Sanki bir sene önce beni Milli Görüşçü değilsin diye görevden alanlar bunlar değilmiş gibi...
Detayları üzerinde konuştuk ve anlaştık Ali Yüksel’le, el sıkıştrık ve 15 gün sonra göreve başlamak üzere ayrıldım Köln’den. Kararlaştırıldığı gibi iki hafta sonra Köln’deyim. Çocuklarım Berlin’de kaldı, ev bulur bulmaz onları da yanıma alacaktım, gurbet içinde gurbet yaşamak olmazdı...

Haftaya Köln’de buluşmak üzere…

Ancak Berlin’de neler yapmıştım onları kısaca hatırlayalım. Çünkü, Köln’de kaldığım yerden devam edeceğim:

1-Üçten dokuza boş ol boş ol bo şol demekle hanım boşanamaz. Erkeğin eşini boşama yetkisi yoktur. Kur’an böyle bir boşamaya cevaz vermez. Boşama yetkisi kamu otoritesinindir, dedim ve bu konuda mağdur olmuş olanların elinden tuttum.  

2-Allah birden fazla eşle evli olmayı neredeyse yasaklamıştır, ancak bu yasak olağan üstü durumlarda ruhsatlarla yumuşatılmıştır. Bu konuda yetkili makam kamu otoritesidir. Şahıslar kamu otoritesine rağmen birden fazla eşle evlenemezler.

3-Ehl-i Kitab’ın kestiği et yenir, Avrupa ülkeleri de Ehl-i Kitap olduğu için kestikleri helaldir.

4-Bugün, bankaların verdiği enflasyonun altındaki faiz Allah’ın haram kıldığı faiz değildir, faiz enflasyonun üstündeki makul olmayan artışlara denir.

5-Müzik haram değildir, haram olan insanların müzik eşliğinde yaptıkları icraatlarıdır.

6-Ehl-i Kitap bir kızla Müslüman bir erkek evlenilebileceği gibi, Ehl-i Kitap bir erkekle Müslüman bir kız da evlenebilir.

7-Bilardo, satranç, tavla gibi oyunların oynanması haram değildir. Haram olan kumardır, şans oyunlarıdır.

8-Sakal, sarık ve şalvar Arap örfüdür, bunlar İslam’ın getirdiği şeyler değildir. Kravat takmakla, şapka giymekle Müslüman küfre girmez.

Devam edecek