-Gurbet içinde gurbeti yaşamak-
Gurbet içinde gurbet yaşamak derler
ya, işte o deyim tam da benim için söylenmiş gibi. 15 gün çok çabuk geçti. İnsanın
sevdiklerinden ayrılması bir zamana bağlıysa o zaman su gibi akıp geçiyor. Farkına
bile varamıyorsunuz. Audi marka bir arabam var. Audi 90, 140 beygir. O arabanın
bagajının alabildiği kadar eşya aldım yanıma, elbiselerim ve birkaç kitap. Ev
buluncaya kadar 2 haftada bir Berlin’e gelip –gidecektim, anlaşmamız böyleydi.
Dilruba kızım çok küçük, Hureyre oğlum da ilkokula gidiyor. Yaban ellerde
hanımım ve çocuklarım yalnız ve ben onları Berlin’de bırakıp Köln’e gidiyorum, ben
de orada yalnızım. Üstelik orada beni nelerin beklediğini de bilmiyorum.
Berlin’de komşumuz Adil Avaz vardı, Hüseyin Mert vardı, önce Allah’a ve sonra onlara
emanet ettim ailemi, çocuklarımı teşkilatın emirine hocalarına emanet edemedim.
Ne kadar garip bir şey değil mi?
Hz. Ebu Bekir’i anlatırken derdik ki;
O cihat için malının hepsini getirdi, Allah’ın Resulü ‘Neden böyle yaptın,
çocuklarına ne bıraktın?’ dediğinde; “Onlara Allah ve Resulü’nü bıraktım.”
diyordu. Allah’ı anladık, herkes önce Allah’ a bırakır zaten çocuklarını. Peki,
resul ne demekti; Resul yaşayandı, başkandı, emirdi, çocuklara bakar, kimseye
muhtaç etmez, eğitimlerini tamamlatır, evlenecekleri evlendirir: Çünkü o, yetim
babasıdır.
Ancak ben çocuklarımı Resul’ün
temsilcisi olduklarını ilan eden o bölge başkanlarına, hocalara bırakamıyordum.
Bir gün gelir onların bodrum kapılarına duvar örebilirler ve onları evden atmak
için mahkemelere verebilirlerdi. Bunları
tekrar tekrar düşünerek ve yine de çevirdim kontağı bastım gaza. Doğru Köln…
Yol altımdan akıp giderken su misali, hayallerim düştü yine aklıma. Kolak Köyü’nün
Kusuru mahallesi’nden Suçatı’na, oradan Çameli’ye, Denizli’ye, Kayseri’ye,
İzmir’e, Avusturya’ya oradan Berlin’e, şimdide Köln’e gidiyorum. Bir taraftan
da gözyaşlarım sel olmuş akıyor öbür taraftan önümdeki simsiyah asfalt. Berlin’de
olup bitenlerden ders almamış gibiyim hâlâ. Hâlâ Milli Görüş’ün davanın kendisi
olduğuna inanıyorum, insanlar eğitimsiz olduğu için yanlış yapıyorlar,
eğitilirlerse gerçek dava erleri olacaklardır diye inanıyorum, öyle düşünüyorum.
Berlin’de bana yapılanları sanki eğitimsiz olanlar yapmış gibi.
O eğitimli insanlarla birlikte
çalışacağım merkeze gidiyorum şimdi, AMGT Genel Merkezi’ne. Üst düzey
yöneticilerin üniversite mezunu olduğu merkeze. Suyun başına gidiyorum.
Taşradaki yapılan yanlışların düzeltilebileceği merkez orası, en azından ben
öyle düşünüyorum. Asıl yanlışların o
merkezde yapıldığını daha sonra göreceğim ve hayal kırıklığına uğrayacağım.
Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu’nun şu sözünü yıllar sonra(2010) duyacağım ve
yaptığım şeylerin ne kadar yanlış olduğunu anlayacağım: ”En büyük
yanlışları en büyük insanlar yaparlar.”
Arabanın içi bana dar gelmeye
başladı, sıkıldım ve Hannover çıkışında Garbsen’de bir kahve molası verdim. Berlin’den
Honnover’e kadar kaç sigara içtiğimin farkında değilim. Sigaram kalmamış, bir
paket de sigara çektim otomattan. Camel. Yalnız yolculuk yapmak ne kadar da
sıkıcı bir şeymiş böyle. Yol bitmiyor. Gideceğim yol 650 km. Ama bitmiyor. Bu
yolculuk bundan sonra her hafta sonu yapacağım yolculuğun provasıymış meğer.
Hapishane kapısı gibi demir bir
kapının önünde durdum, zile bastım ve kapı tangır-tungur açılmaya başladı.
Güvenlik için yapılmış bir kapı, ama biraz estetik olabilirdi. Avluya girince hemen
sol tarafa arabayı park ettim. Sağ tarafta küçük bir bahçe var ve içinde
büyükçe bir ağaç. Soldaki binalar birer katlı soldaki iki katlı. Dış görünüşü
itibariyle çok paspal görünüyor. AMGT ‘nin Genel Merkezi burası mıymış
dememeniz için bir sebep yok. İçi de öyle. Duvarlara özenle seçilerek asılmış
portreler veya tarihi önemi olan tablolar asılmamış. Odalar ihtimamla
döşenmemiş. Masalar ve sandalyeler bir birbirleriyle uyumlu değil. “Lükse önem
vermiyoruz, biz iş yapıyoruz” gibi açıklamalar yapılsa da bu açıklamaların o
sözü söyleyenlerin özel yaşantılarıyla, kullandıkları arabalarla pek mütenasip olmadığını
daha sonraları görecektim.
Geleceğimi Ali Yüksel’e haber
vermiştim, saatini de söylemiştim. Odasında bekliyormuş. Ayağa kalktı, sarıldı
bana, “hoş geldin, yolculuk nasıl geçti, çay kahve ne içersin” faslından sonra…
“yanlış anlamazsan sana bir şey açıklamak zorundayım.” Diye başlayan cümleyle
kalbim cız etti. Evet, Temel’in başına gelen benim başıma da mı gelecekti. Yolun
öbür tarafındaki muz kabuğunun üzerine basacak ve ikinci kez düşecek miydim? Gözlerimi
ve de kulaklarımı olabildiğince açtım, oturduğum koltuktan şöyle bir doğruldum
ve kulak kesildim/dinlemeye geçtim. Uzun uzun anlattı konuyu Ali Yüksel,
davadan bahsetti, dava adamlığından bahsetti… ve özet olarak şöyle dedi: “Biz sana Üniversiteliler başkanlığı sözünü
vermiştik, ancak bu 15 gün içinde beklenemedik bazı şeyler oldu. Asım Genç
(Abdullah Gencer) Milletvekili seçilemezsem aynı görevime geriye dönmek
istiyorum dedi ve biz de onun isteğini kabul ettik.’ Soğuk bir duş etkisi yaptı bu açıklama bana.
Benim bozulduğumu görünce sözü daha fazla uzatmadan, Dur hemen bozulma sana
daha da önemli bir görev düşündük, ancak bu görevi sana Osman Yumakoğulları
açıklayacak. Buyur odasına gidelim.’ dedi.
Oturduğum koltuktan ayağa zor
kalktım, ama kalktım, hemen karşı odaya geçtik. Osman Yumakoğulları’nın iki
sene önce benim savunmamı dahi dinlemeden apar-topar görevden aldığı odaya.
Aklımdan o anda neler gelip neler geçiyor, bunlar aklıma nerelerden geliyor
tahmin bile edemiyorum, tedirginim, moralim bozuk, belki de yüzüm simsiyah, onu
bilmiyorum.
Osman Yumakoğulları ayağa kalktı
sarıldı bana, ‘Hoş geldin Rüştü Hocam’ dedi, hal hatır sordu. Hemen yanında
oturan birisi daha var, orada ilk defa tanıdım, o da ayağa kalktı o da sarıldı
bana, ‘Hoş geldin nasılsın, yolculuk nasıl geçti…’ dedi. Abdullah Yüksel(Yüksel
Haşal) mış orada ilk defa tanıdığım kişi. Eğitim Başkanı ve AMGT Genel Başkan Yardımcısı.
Osman Yumakoğulları başladı söze
eğitimden ve eğitimim öneminden, bir süre sonra sadede geldiğinde; “Rüştü hocam
seni Genel Merkez’e Eğitim Uzmanı olarak alıyoruz, Abdullah Yüksel’le birlikte
çalışacaksın ve aynı zamanda onun yardımcısı olacaksın ve de şimdilik onunla hem
iş hem de oda arkadaşı olacaksınız. En kısa zamanda sana ev de bulacağız,
hayırlı olsun...’ dedi. Rahatladım rahatlamasına da, teklif hoşuma gitmedi. 15
gün önce verilen sözden 15 gün sonra vazgeçilmişti. Düşünmem gerektiğini
söyledim ve çıktım dışarıya. Genel Merkez’in arka sokağında bir Kafe’ye
oturdum, kahvemi yudumladım, sigaramı içtim. Biraz yürüdüm Köln sokaklarında.
Tek yönlü daracık sokaklar, eski-püskü evler. Hemen Berlin’e dönmeyi düşündüm.
Ayak oyunlarından bıktığım için bu sefer kesinkes Türkiye’ye dönmeliydim. Almaya
bana yaramamıştı. Aradan uzunca bir zaman geçmiş. Neredeyse hava kararacak.
Geriye döndüğümde kimse kalmamış Genel Merkez’de, herkes evine gitmiş. Mutfağa
gittim. Abdullah Yüksel var orada. Gülerek karşıladı beni; ‘gel gülüm gel’, “otur
şuraya’ dedi. Yemek getirdi bana. Ve başladı hayat hikâyesini anlatmaya.
Balıkesir’de öğretmen iken Hoca ile tanışmış, sonra görevinden istifa ederek
Ankara’ya gitmiş ve “hocam size teslim olmaya geldim, buyurun görevim ne ise
emredin” demiş. Balıkesir İl Başkanlığı’na getirilmiş. Sonra da Köln’e
gönderilmiş. Hiçbir zaman neden, niçin sorularını sormamış, eşi ve çocukları
Bursa’daymış… İşte dava böyle bir şeydir gülüm, gel derler gelirsin, git derler
gidersin.’
Ben de anlattım Berlin’de başımdan
geçenleri ona. Hepsinden haberdar olduğunu söyledi. Ancak insanların yaptığı
hataların teşkilata mal edilemeyeceğini söyleyerek beni rahatlatmaya çalıştı. Anlatacakları
şeyler vardı onun da ama daha ilk günde, benimle yüz göz olmak istemiyordu
anlaşılan. Vakit oldukça geç olmuştu. ‘Eve gidelim’ dedi. Ev dediği bir odaymış
meğer. Sadece banyosu ve lavabosu olan bir oda. İki kanepe var. Birisi sağ
duvarın öbürü de sol duvarın dibinde. Soldakine ben yatacakmışım.
Alışık olmadığım horultulu bir
ortam, uyuyabilirseniz uyuyun. Sabaha kadar uyuyamadım desem mübalağa etmiş
olmam. Sabah kahvaltısı odamıza geldi. Abdullah hocam bu ilk günümde bana jest
yapmak istemiş. Özenle hazırlanmış bir kahvaltı sofrası, güzelce dilimlenmiş sığırdili
bile var. Yanında da yeşillik. Abdullah hoca sığırdilini çok severmiş. Zaman
zaman sipariş edermiş mutfağa, onlarda kırmazlarmış hocayı, getirilermiş. Bugün
sofraya geliş sebebi de benim için özel olarak sipariş edilmiş olmasındanmış.
Ertesi gün hoca bana Genel Merkez’i
gezdirdi, diğer birimlerde çalışan arkadaşlarla tanıştırdı. Daha sonra da kendi
odasına gittik, odaya girince duvarın dibindeki masanın benim masam olduğunu
söyledi, Eğitim Başkanlığı olarak neler yaptığını-yapıldığını ve nelerin
yapılması gerektiğini uzun uzun anlattı. Birlikte çok şeylerin
yapılabileceğinin de altını çizdi. Osman Yumakoğulları ve Ali Yüksel odamıza
geldiler birlikte sohbet ettik çay içtik. Onlarla yaptığım sohbetten zevk
almıyordum, sıkılmıştım aslında, içim içime de sığmıyordu. Velhasıl Genel
Merkez bana göre değildi. Kararımı sordu Osman hocamız. “Daha bir karara
varamadım, biraz daha zamana ihtiyacım var” dedim. Eşime telefon ediyorum ve
istişare yapıyorum, o da kararsız davranıyordu, kararı bana bırakıyordu.
Abdullah Yüksel akşam lahmacun
yemeye gitmeyi teklif etti. Keupstrasse.’ye gidecektik. Küçücük bir büfe var
orada, doğru dürüst oturacak yeri bile olmayan bir mekân. Ama lahmacunu
lezzetliydi, acısı da bol. Hafta sonu da Belçika’ya gidecektik. Belçika/Mons’da
bir okul varmış. Kız İmam Hatip Okulu gibi bir okul. Genel Merkez’e bağlıymış
ama kontrol Belçika Bölgesi’ne aitmiş.
Genel Merkez’de İcra Kurulu
Üyeleri’nin birer arabası var. İcra Kurulu Üyeleri her hafta sonu bölgelere
dağılıyorlar ve oralarda teşkilat çalışmaları yapıyorlarmış. Ayrıca Bölge
sorumlulukları da varmış. Her üye bir Bölgeden sorumluymuş. Görevi kabul edersem
bana da bir bölge sorumluluğu verilecekmiş.
Abdullah Yüksel’in arabası 190 Mercedes
Benz. Hocanın ehliyeti yok. Bölge çalışmalarına trenle gidiyormuş, bazen de
bulabilirse şoförle. Bunun dışında o arabayı Genel Merkez’de önüne gelen
kullanırmış. Sabah Belçika’ya doğru yola çıktık, araba bakımsız, hız yapmak
mümkün değil, yolda kalacakmışız gibi bir korku da var içimde. Daha sonra
tamire verdik, iyi bir bakım yaptırdık ve kullanılabilir hâle geldi. Belçika
seyahatleri sebebiyle de birkaç ay sonra hocaya ehliyet aldık. Okulun bulunduğu
alanda hoca araba kullanmayı öğrendi. Ben öğrettim de diyebilirim.
Yolculuk esnasında Hoca sanki beni
sınavdan geçiriyordu. Berlin’deki anlaşmazlıkların sebebinden başladı sormaya, Yaşar
Nuri Öztürk’e kadar geldi sohbet. Ben de en ufak detaylarına kadar anlattım,
çekinmedim. Yaşar Nuri hakkında söylediklerime çok takıldı, soruların çoğu
oradan geliyordu. O zamanlarda da Yaşar Nuri gibi gündem belirleyen ilim adamı
fazla yoktu. En önde olanlar, Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman, Süleyman
Ateş, Mehmet Said Şimşek ve Said Çekmegil gibi âlimlerdi. Hoca dinliyordu, sıkılmadan
pür dikkat dinliyordu, aklının yatmadığını bir daha soruyordu. Belçika’da bir sınıfa
derse girdim orada da aynı sorularla karşılaştım. ‘Hocam Yaşar Nuri’yi nasıl
bilirsiniz?’
Ancak Abdullah Hoca bağnaz değildi.
Konulara at gözlüğüyle bakmıyordu. İkna edilirse o fikri savunabiliyordu. Benim
dediğim mutlak doğrudur düşüncesi yoktu onda. Hatta o güne kadarki yanlış
düşüncelerinden dolayı tövbe ediyor ve bana da teşekkür edebiliyordu. Her
insana nasip olacak bir özellik değildir bu.
Belçika Bölgesi’nde çok muhterem
insanlarla da tanıştık. Başta Hasan Ünal hoca. Aynı zamanda Genel Merkez “Fetva
heyeti” üyesiymiş. Zeki Bayraktar, Hamdi tabanlı, Eşref Yağcıoğlu, Adnan Delialioğlu ve
Medine Delialioğlu’nu tanıdım orada. Daha birçok kişiyi tanıdım.
Arap ülkelerinden, Afrika
Ülkelerinden gelen Müslümanların orada yaşayan Türk Müslümanları üzerinde kayda
değer etkileri olmuş. Onlara şahit oldum. Mesela; namazların sadece farzlarını
kılıyorlar, tesbih duası yapmıyorlar, Zuhr-i ahir kılmıyorlar vb. teferruatlar
onlarda yok. Onlarla oturup sohbet edebiliyorduk. Hoş sohbet insanlardı, saygılıydılar.
Bana fikirlerimden dolayı hakaret etmiyorlardı. Kadın hakları konusunda, müzik
dinleme konusunda sıkıntıları onların da vardı. Ancak anlatılanı dinleme gibi
bir alışkanlıkları da vardı.
Abdullah hoca Belçika dönüşü net
olarak bana şöyle dedi: ‘Biliyorum ki, sen Berlin’de çok çekmişsin. Buraya
geldiğinde yeni bir hayal kırıklığın da var. Ancak Genel Merkez’in sana
ihtiyacı var. Seninle birlikte bazı şeyleri değiştirebiliriz, ben senin arkanda
olacağım buna söz veriyorum. Bana inanıyorsan kal Genel Merkez’de. Beni bir abin
olarak, arkadaşın olarak gör. ’dedi.
Bizim odanın hemen yanında Osman
Yumakoğulları’nın odası var. Belçika dönüşü onun misafiri olduk. Belki de
Abdullah hoca ayarladı, onu bilemiyorum. Yolda konuştuğumuz malum konuları ona
aktardı, onunla da konuştuk, o kadar sıcak bakıyordu ki benim anlattıklarıma
Yumakoğulları, neredeyse yalvaracaktı bana, ne olursun kal diye. O da şikâyetçiydi
Fetva Kurulu’ndan. Yobazlıklarından, ancak yapacağı fazla bir şey de yoktu. O
da bir değişim istiyordu. O da yapacağım çalışmalarda bana destek olacaktı, söz
veriyordu. Yapılan yanlışlıkları beraber tespit edecektik ve sonra da onu Bölge
başkanları toplantısında anlatacaktık. Onlar da bölgelerine gidip cemaatlerine
anlatacaklardı. Böylece yapılan yanlışlıların üstesinden gelecektik. İstediğim,
ihtiyacım olan ne varsa hepsi temin edilecekti. Bu kadar detaya girdik.
Genel Merkez’e geleli bir hafta olmuştu.
Osman Hoca ve Abdullah Hocayla sıcak ilişkiler kurulmuştu bile. Madem onların
da şikâyetçi oldukları konular vardı. Benim de yapageldiklerim onların da
yapmak istedikleriydi ‘Öyleyse tamamdır, kalıyorum genel Merkez’de.’ dedim ve sabah
kahvaltıdan sonra kararımı Abdullah Yüksel’e “Evet” olarak açıkladım. Kalktı
sarıldı bana ve hemen Osman hocanın kapısını çaldı, benim kalacağımı söylemiş ona.
O gün de icra kurulu toplantısı varmış. Oraya davet etmiş beni.
İlk icra kurulu toplantısına
katılıyorum. Osman hoca beni İcra Kurulu üyeleri ile tanıştırdı, Eğitim uzmanı olarak Abdullah Yüksel’le birlikte
çalışacağımı söyledi. Aynı zamanda Nürnberg Bölgesi’nden de sorumluydum. Ben de
kendimi gerçek ismimle İcra Kurulu’na uzun-uzun tanıttıktan sonra, o gün o toplantıda
sadece konuşulanları dinledim.
Genel Merkez’de ilk önce neler
yapılabilirdi? Bunları tespit etmek için bir ay sürem vardı. Gece gündüz
demeden çalışıyordum. Bölge seyahatlerim de başlamıştı. Oralardan elde ettiğim
bilgiler eşliğinde yapılabilecekleri rapor halinde Eğitim Başkanlığı’na sundum
ve aldığım onaydan sonra başladım icraata.
Önce oturduğum masanın arkasına
küçük bir kitaplık için raf yaptırdım. Çalışacağım kitaplar elimin altında
olsun istedim. Genel merkezin bir kütüphanesi yoktu. Kitaplık vardı. İhtiyacı
olanlar ihtiyaçlarını o kitaplıktan karşılarlarmış. Ben istediğim kitapların
elimin altında olmasını isteyince ilk sıkıntı başladı, kitaplık görevlisi kitapları
satın almamı istedi, yoksa bana kitap veremeyeceğini açıkladı. Emir öyleymiş. Kendi
açısından haklıydı. Durumu Abdullah hocama söyledim. Sefer Ahmetoğlu’nun (Allah
rahmet eylesin) itirazlarına rağmen ben istediğim kitapları kütüphaneme alabilecektim.
Daha sonraları öğrendiğime göre benim Genel Merkez’e gelmemem için çok uğraşmış,
ama başarılı olamamış Sefer Ahmetoğlu. Belki üniversiteliler başkanı olmamam
için başarılı olmuştur diye düşündüm, ama bu düşüncem kendimde kaldı. Yine daha sonraları öğrendiğime göre, Osnabrück
ve Freiburg Bölge başkanlıklarıma mani olmuş. Zaman ilerleyince dostluklar
kuruluyor ve bazı konuları duyma imkânınız doğuyor. Her iki Bölgenin de
başkanlıkları için Ali Yüksel beni aramıştı, ancak bir hafta sonra yine Ali
Yüksel tarafından iptal edilmişti.
Abdullah Yüksel’in teşvikiyle
camilerde ve okullarda okutulsun, öğretmenin el kitabı olsun diye bir ders
kitabı hazırlamıştım. Benim ömrüm o kitabın basılıp da bölgelere dağıtılmasına
yetmedi. Mehmet Erbakan’ın Genel Başkanlığı döneminde o kitabı ancak
bastırabildim ve yine Erbakan’ın izniyle bütün bölgelere dağıtmıştım. Sefer Ahmetoğlu
bu durumdan haberdar olmuş ve o kitapları toplatmıştı. Bazı bölgeler çöpe atmış,
bazıları yakmış ve bazıları da bir şekilde imha etmişti. Ben Mehmet Erbakan’a
ulaştım ve durumu anlattım: O da Sefer Ahmetoğlu’nu çağırarak, “kitap
yasaklamakla başarı elde edilmez, varsa senin de diyeceğin yazarsın bir kitap verirsin
cevabını” demiş.
Münih Bölgesi’nden Turan Aras ve Belçika
Bölgesi’nden Zeki Bayraktar bedelini ödemişti. Belçika bölgesi hem de Mahmut
Gül’e bedelini vererek bana ulaştırmıştı. Zeki Bayraktar’a ve Turan Aras’a
teşekkürlerimi sunuyorum.
Bana verilen sözler tutuluyor, mani
olan olursa gereği yapılıyordu. Yeniden bir çalışma azmi gelmişti bana. Yeniden
doğmuş gibiydim. Osman Yumakoğulları Fetva kuruluyla beni icra heyetinin önünde
tartışmamız için bir zemin hazırladı. Her hafta Perşembe günleri toplanacak ve
benim sıkıntı olarak gördüğüm konular bu toplantıda tartışılacaktı.
İcra Kurulu’ndan: Osman Yumakoğulları,
Ali Yüksel, Yavuz Çelik Karahan (Osman Yobaş), Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal),
Fetva Heyeti üyeleri; Mustafa Efe, Hasan
Karabulut, Hasan Ünal, Sefer Ahmetoğlu, Nihat Çiftçi ve soy ismini
hatırlayamadığım Mehmet Hoca. Bu
toplantılara katılıyorlardı. Ayağa mesh konusunun tartışıldığı bir toplantıydı,
sefer Ahmetoğlu, “Genel Merkez’den ya Rüştü Hoca gider ya da ben!” dedi ve
toplantıyı terk etti. Toplantı da o gün orada son buldu. Osman Yumakoğulları Sefer
Ahmetoğlu’nun gitmesini uygun görmüş olacak ki, Sefer Ahmetoğlu Dortmund
Anadolu Camii’ne imam olarak tayin edildi. Ali Yüksel genel başkan olunca da
tekrar geriye geldi.
Bu toplantılarda Berlin’de konuştuklarıma
ilave olarak; sakal-ı şerif, birden fazla eş ile evli olmanın kamu otoritesinin
iznine tabi olduğu, miraç ile ilgi hadisin uydurma olduğu, abdest alırken
ayakları yıkamanın değil mesh etmenin farz olduğu, namazların zaruret halinde
cem edilerek kılınabileceği, makul olmayan artışın faiz olamayacağı, teravih
namazlarının 4 veya 8 rekât kılınması gerektiği, zuhr-i ahir namazının uydurma
bir namaz olduğu, Seferilik konusunun km. ile sınırlı olmadığı, Ehl-i Kitabın
kestiği etin yenilebileceği, oruç tutma yaşının 17-18 yaş olması gerektiği,
hilal meselesinin bugün için geçerli olamayacağı, istişarenin farz olduğu ve
istişarenin ehilleriyle yapılabileceği, hadisle ayet karşı karşıya gelirse
ayetin tercih edileceği, Kütüb-ü Sitte’de var olan uydurma hadislerin cemaate
anlatılmaması gerektiği, Kur’an’ın anlaşılabilir bir Kitap olduğu ve meal çalışmalarının
yapılması gerektiği ve hatta bu konularda yönlendirme çalışmaları yapılması gerektiği
vb. konular.
Bu konuları bir taraftan Fetva
heyetiyle tartışılırken öbür taraftan Bölge başkanları toplantısında onlara da anlatıyordum.
İcra üyelerine dosyalar dağıtarak bazı konuların önceden onlar tarafından
okunmasını sağlamaya çalışıyordum.
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder