7 Aralık 2015 Pazartesi

VAHY-İ GAYRİ METGLÜV 2015

Müslümanların çektikleri sıkıntılardan biri de vahy-i gayri metlüv anlayışındaki istismardır. Kur’an dışı vahiy. Yazılıp okunmayan vahiy demektir. Şeyhliğini ilan edenler, kendilerine vahiy geldiğini söyleyerek Resul olduklarını iddia edenler, ilham alarak Allah’ın vahyine muhatap olduğunu söyleyen keramet ehli(!) veliler bu Kur’an dışı vahyin ürettiği insanlardır. İhsan Eliaçık konuyu çok güzel bir şekilde işlemiş. Okuyalım:

“Dikkat ederseniz, “insanın Allah ile konuşması” pek garipsenmez de, “Allah’ın insan ile konuşması” garipsenir hatta infialle karşılanır. Acaba neden? Çünkü sütten ağzımızın yandığı için artık yoğurdu üfleyerek yemekteyiz…
Yani “İstismar edilir, önüne gelen peygamberlik iddia eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı haline getirmek pahasına “Allah kimseyle konuşmaz” demekteyiz. Oysa Kur’an “Allah beşerle konuşur…” diyor. (Şura 51-52).

Yaşayan Kur’an esprisi çerçevesinde, bu konuşmanın bugün de oluyor alması lazım. Aksi halde bu ayetin bugün için bir anlamı kalmıyor ve boşluğa düşüyor. Hâlbuki Yaşayan Kur’an esprisi, Kur’an’ın hiçbir ayetinin boşluğa düştüğünü kabul etmez ve realitede bir şekilde karşılığını arar…

Peki o zaman sorun nedir?
Allah ile konuşma “dindarın” dili olarak kalsa sorun değil; “simsarın” dilinde sorun oluyor.
Ne demek dindarın dili, simsarın dili?
Dindarın dili, Kur’an’a paralel olarak her şeyi Allah üzerinden anlatan bir dildir: “Allah yardım etti, Allah korudu; verilmiş sadakamız varmış, Allah ile mazlumun arasında perde yoktur, Allah ‘Yürü ya kulum’ dedi, Allah söyletti” vs. diye konuşur. Gündelik hayatta çokça kullanırız; kimse bunu sorun etmez.

Fakat simsar, bu dilden misyon çıkarır. Örneğin profesyonelce “Bunu Allah ‘bana’ söyledi/yazdırdı” diyerek kendine özel hale getirip tekelleştirir.
Dindarınki anonim bir dildir. Sadece kendisine yönelik anlamaz. Havayı herkesin soluması gibi Allah’ı da herkesle konuşur görür. Nefes alıp verdiğimiz hava nasıl tek bir kişinin tekeline alınamazsa, ilahî nefes (konuşma/sesleniş) de tek bir kişinin tekeline alınamaz. Her meselenin Allah üzerinden anlatılması bu kavrayış nedeniyledir ki tamamen doğrudur.
Simsarınki ise kişiye özeldir, tekelcidir. Allah başkasıyla değil; sadece onunla konuşmuştur ve ona bunları özel olarak yazdırmıştır. Dindar simsara adeta şöyle der: Allah her kuluna ilham eder, söyletir… Neden sadece sen?”

Kur’an böyle simsar örnekleriyle doludur. Başta müşrikler olmak üzere Yahudilerin, Hristiyanların ve bir çok eski dünya dininin, Allah’a yakıştırmalarda bulunduklarını, iftiralar attıklarını yani demediği şeyi uydurduklarını söyler. Allah’ın öyle demediğini, yakıştırmalarından uzak olduğunu ısrarla vurgular.
Şunu demek ister: Evet, Allah “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”dır. İnsanlarla konuştu/konuşuyor. Fakat o iddia ettikleri gibi değil. Onlar yalan söylüyor, iftira atıyor!
Yani Allah’ın insanlarla konuşmadığı/konuşmayacağı değil; konuştuğu/konuşacağı ve fakat öyle demediği/demeyeceği vurgulanır.
İşte bunun için İslam dil, tarih ve kültür evreninde insanın Allah ile konuşma (yakarış, dua, istek, dilek) kapısı açık tutulurken, tersi kapatılmıştır. Güvenlik gerekçesiyle içtihad kapısının kapatılması gibi, istismar gerekçesiyle de Allah’ın insanla konuşma kapısı kapatılmıştır. Sanki biz kapatmakla kapanıyormuş gibi…
Hal böyle olunca, Allah, boyuna susan dilsiz bir Tanrı gibi olmuştur. Artık karşınızda “ebedi sükûnete” çekilmiş, adeta emekliye ayrılmış, yeryüzünde kıyametler kopsa, mahşerler kudursa da susan ve hep susacak olan bir Tanrı vardır.
Hâlbuki Kur’an Allah’ın “Yaşayan” (Hayy) ve “Konuşan” (Mütekellim) bir Tanrı olduğunu ısrarla vurguluyor. İnkârcıları ise “ölmüş tanrılara” (16/20-21) ve dualara icabet bile edemeyecek “dilsiz tanrılara” inanmakla suçluyor. Örneğin Hz. İbrahim bu dilsiz tanrılar için soruyor: “Şu en büyüğüne sorun bakalım, eğer dili varsa?” (Enbiya; 21/63)

Görülüyor ki Kur’an’ın tanrısı, gündelik hayatla ilgilenmeye tenezzül etmeyen, göğün derinliklerinde sessiz sükûnete çekilmiş, vurdumduymaz ve keyfemayeşa bir tanrı değildir. Bilakis aktüel hayatın içinde, olaylara anbean tepki veren, acılara, ızdıraplara, yakarışlara, dualara son derece duyarlı, ilkeleri olan, icabında insanların gören gözü, işiten kulağı, haykıran sesi, yürüyen ayağı olabilen, yaşayan, konuşan, “insanlıkla birlikte yürüyen” dinamik bir tanrıdır.
Böylesi bir tanrı anlayışında, Allah’ın susması veya konuşsa bile bir dönemden itibaren bunu sona erdirmiş olması, bir daha zinhar kimseyle tek kelime etmemiş ve de etmeyecek olması düşünülebilir mi?
Tam tersi Allah insanlarla hep konuştu, konuşuyor, konuşacak!
Tarih boyunca hiç susmadı, susmuyor, susmayacak!
Çünkü biz yaşayan (Hayy) ve konuşan (Mütekellim) Allah’a inanıyoruz.
Dindarın dili bunu ifade ediyor.

Hem insana şahdamarından daha yakın olan, insana fucuru ve takvayı (seçecek yeteneği) ilham etmekte olan, tüm zamanlarda ve mekanlarda “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”ya (Hayy, Mütekellim) inanacaksınız, hem de O’nun insanlıkla konuşmasını yedinci yüzyılda sona erdirdiğini söyleyeceksiniz!?
Burada bir sorun yok mu?
Var var olmasına da, bu seferde “Her Allah benimle de konuştu/konuşuyor diyene peygamber mi diyeceğiz?” sorusu bizi bekliyor…

Peki bu sorunu nasıl çözeceğiz?
Kanımca yukarıda bahsettiğim “dindarın dili” bu sorunu çözme potansiyeline sahiptir. Onu geliştirmeli, derinleştirmeli ve işlemeliyiz. Öyle bir şey olmalı ki hem Allah herkesle konuşuyor olmalı, hem de her konuşana peygamber denmemeli!
Böyle olursa ancak hem Allah, hem de peygamberlik gereği gibi takdir edilmiş olur. Aksi halde, şu ana kadar yapıldığı gibi “İstismar olur, önüne gelen peygamberlik ilan eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı yaparız.
Böylesine hayati bir konunun Kur’an’da ele alınmamış olması düşünülemez herhalde, değil mi?
Kur’an’ın bu konuya özel bir önem verdiğini ve esaslı bir açıklama yaptığını görüyoruz. Burada ne dendiğini iyi anlarsak, hem Allah’ın herkesle konuşuyor olduğunu, hem de her konuşulanın peygamber demek olmadığını kavramış olacağız.

Bakın nasıl…
“Allah beşerle ancak vahyederek konuşur yada/yani perde gerisinden yada/yani dilediğini ona vahyedeceği bir elçi seçerek konuşur. Allah çok yücedir, çok bilgedir. İşte sana da iş ve oluş deryamızdan hayat veren bir mesaj vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Ama Biz bu hayat veren mesajı ışık saçan bir aydınlık yaptık. Onunla kullarımızdan lâyık gördüğümüzü doğru yolda yürüteceğiz. Sen de bu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüyorsun; bundan hiç şüphen olmasın.” (Şura; 42/51-52)

Görüldüğü gibi ayette birbirini açan üç konuşmadan bahsediliyor: İlham ederek (vahyen), perde gerisinden (verâi’l-hicâb) ve elçi seçerek (yursile resûlen)…
Kanımca bu ayet son derece dinamik, yaşayan, aktüel bir durumu betimliyor. Yani Allah’ın tarih boyunca ve elân (şimdi, şu an) insanlıkla ne tür bir iletişim (mukâleme) içinde olduğunu anlatıyor.
Şimdi, genelden özele, çoktan aza, anonimden kişisele, en genişten en dar çerçeveye doğru birbirini tefsir eden ve her biri bir iletişim demek olan bu “konuşma derecelerini” bakalım:

İLHAM EDEREK: Vahiy “fısıldamak” demek olduğuna göre yani fısıldayarak, insanoğlunda içsel bir ses oluşturarak, vicdanının sesini dinleterek konuşur. Ya da ilham “yudumlamak” demek olduğuna göre yani suyu yudumlayarak içmemiz gibi yudum yudum insanoğlunun içine ilham düşürerek, akıl ve fikir doğurarak, takvayı ilham ederek konuşur. Konuşmanın bu derecesi istisnasız her beşerde vardır.
Buradaki “vahiy” kelime anlamında ve “ilham” manasında kullanılmaktadır. Çünkü vahiy aynı zamanda ilham demektir. Sonraki resul seçerek konuşmada bir kez daha kullanılan vahiyle karışmasın diye “ilham” sözcüğünü kullanıyoruz. Oysa bu da bir tür konuşmadır…
Bu tür vahiy/ilham tüm canlılarda var olan fıtratı ve doğallığı ifade eder. Zira tüm böcek, hayvan ve her kımıldayan canlı Kuran’ın vahiy/ilham dediği içgüdüsel bir güç taşır. Zekeriyya’nın arkadaşlarına vahyi (19/11), şeytanlar arasında vuku bulan vahiy (6/ 112- 121), Allah’ın arıya (16/68), göklere (41/12), yeryüzüne (95/5), Musa’nın annesine (20/38) vahyetmesi, fucuru ve takvayı ilham etmesi (91/8) gibi… Böylece her varlık mertebesinde farklı bir aşama muhafaza edilmekle birlikte içgüdüsel (doğal) vahiy/ilham, insanda akıl, vicdan, gönül, yürek ve zihin ile aynı kategoriye konulmuş olur.
Nitekim bir hadiste “Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allah’a hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” buyurulur. (Tirmizi; Tefsir, 2991).

Demek ki insanoğlunun içinde varolan iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, gerçeğe, adalete ve merhamete dair bütün doğal vahiyler/ilhamlar (içsel sesler) Allah’tandır. “İster Allah deyin, ister Rahman bütün güzel isimler O’nundur.” ayetinde geçtiği gibi, ister doğulu ister batılı, ister güneyli ister kuzeyli, ister Müslüman ister Hristiyan, ister Arap ister acem “vicdandan gelen” her ses O’ndandır. Allah bu noktada istisnasız her insanla “vicdanının sesi” yoluyla konuştu/konuşuyor. Fakat çoğu insan bunun farkında değil. İçindeki bu sesi uyutmakta ve batıl bağımlılıklara kendini kaptırarak köreltmekte, karartmaktadır.
Bize düşen birbirimize bu içsel sesi (potansiyeli) hatırlatmaktan (zikr) ibarettir. Yoksa kendi içsel sesimiz üzerine tekel kurup, “Başka kimsede yok, bu sadece bana özel” demek değil…
Kur’an’da “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü birabbikum) diye sorulup “Dediler ki evet” (Galu bela) diye cevap verilen diyalog, Allah’ın insanoğlunun iç dünyası (ruhu, fıtratı, vicdanı) ile temsilî konuşmasıdır. Her insanda varolan bu fıtrî potansiyeli (doğal vahyi/ilhamı) hatırlatır. (Bkz. ‘Galu beladan beri Müslümanım’ ne demek” başlıklı makale).
Demek ki ayet, Allah’ın insanla nasıl konuştuğuna dair ilk önce genelleme yaparak, bütün herkeste varolan doğal potansiyele atıfta bulunarak başlıyor. Bu bir insana örneğin “Sen doktor, mühendis veya genetik uzmanı olabilirsin. fıtratında/doğanda bu var.” demeye benzer… Arkasından “Fakat bunu geliştirmelisin, bu yönde derinleşmelisin (perde gerisine inmelisin). Böylece alanının uzmanı, yıldızı (elçisi) haline gelebilirsin.” demek gelecektir.

Buradaki durumu Peygamberimizin “Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa” ifadesi ne güzel açıklıyor. Anlatmaya çalıştığım tam da bu.

PERDE GERİSİNDEN: Verâi’l-hicap gizli, gömülü, saklı olanın içine girmek, derinine dalmak demektir. Dikkat edilirse evrende her şey sanki bir perde ile örtülmüştür. İnsan bedende, tohum toprakta, meyve ağaçta, civciv yumurtada, mineraller suda gizlidir. Ortalama insanlar bunları yüzeysel görür. Fakat bu perdeyi aşıp, gerisine inebilenler orada işleyen düzeni görürler, onun bilgisine ulaşırlar. Yeni mekanik düzenin bir mucidi, evrenin şimdiye kadar gizli kalmış yönlerini ortaya çıkaran bir kâşif, güzel bir senfoni yazan müzisyen vb. bunların tümü kendi alanlarında perde gerisine inmiş kişilerdir. Allah onlarla da keşfettikleri şeyler yoluyla konuştu/konuşuyor. Zaten “keşf” perdeyi kaldırmak demektir.
Simsarın dili ilk burada ortaya çıkar. Bazı insanlar birinci şıktaki doğal vahiy/ilhamdan öte, perde gerisine indiklerini, aradan perdeyi kaldırarak bazı şeyleri keşfettiklerini, kendilerine özel vahiy/ilham geldiğini söylerler ve bundan dolayı kendilerine özel bir misyon biçerek simsarlaşabilirler.

Bunu anlamak için perde gerisine inmenin yani keşfin test edilebilir olması gerekir. Yani perde gerisine indiğini iddia eden kişinin, aynı tecrübenin başkaları tarafından da tekrarlanabilir olduğunu ispat etmesi gerekir. Örneğin suyun 99 derecede kaynadığını, yer çekimi kuvveti olduğunu perde gerisine inerek (görünenin ötesine geçerek) keşfettiğini iddia eden birisi, aynı keşfi herkesin görebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. İspat edemezse iddiası sadece kendini bağlar.
Aynı şekilde Allah ile perde gerisine inerek (keşf yoluyla) konuştuğunu ve kendisine bilgi verildiğini iddia eden birisi de, bunu, herkesin tecrübe edebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. Aksi halde söylediği sadece kendini bağlar. Bunu peygamberlikten ayırmak için kelam kitaplarında “İlham, keşf ve rüya ‘dinde’ delil olmaz” denmiştir ki az sonra gelecek…

ELÇİ SEÇEREK: Vahiy birinci şıkta kelime anlamıyla ve ilham manasında kullanılırken burada ıstılahi (terim) anlamında kullanılmaktadır. Vahyin/ilhamın en üst derecesidir. En üst derecede fıtrî/doğal melekelerin tümü birden kendisinde uyananlar, insanların liderleri ve rehberleri olurlar. Bu liderler insan hayatının dini ve dünyevi her alanında görülürler. İstisnasız tümü aydınlanmaya ulaşırlar. Her biri kendi alanının yıldızı (elçisi) haline gelirler. Peygamberin bunlardan farkı çalıştıkları alanın farklı olmasıdır. Manevi tabipler olan peygamberlerin ilk ve asıl fonksiyonu insanların manevi ve ahlaki hayatlarını yeniden kurmak ve düzenlemektir.
Demek ki bu derecede vahiy insanın vicdan, akıl, gönül, yürek, kalp ve zihin kapasitesinin tümünün birden “taşması” sonucu ortaya çıkıyor. Bu durumda Allah, benliği genişleyen, iç dünyası taşan kişi ile ilişki kuruyor ve onun temiz vicdanı ve saf yürek temizliği üzerinden insanlığa sesleniyor. Peygamber bu sesleniş ile tarihin meydanına çıkıyor ve kendini peygamber olarak dünyaya tanıtıyor. İddiasının arkasında durarak gerekirse savaşıyor. Böylece peygamber tıpkı arı gibi “Rabbinin yollarında yürüyor.”

Şu halde Müslüman da tıpkı arı gibi Allah’ın yolunda yürümelidir. Aslında Allah bu yolu insanlığa göstermekte (hidayet) ve doğru yolda yürümek için bize Kuran’ın ta ilk başında fatiha suresinde dua ettirmekteydi; “Bizi doğru yolda yürüt”. İşte o yürüme bu yürümedir. Arının yaptığını yapmalı ve tabiî ve fıtrî olan yollardan yürümeliyiz. Bu yol aynı zamanda Kur’an lisanında “ahd-i misak” olarak tanımlanmıştır. Yani vicdanen, fıtraten, yaratılıştan bizde var olan fıtratın, vicdanın sesinin, sağduyunun, Âdeme öğretilen esmanın yolundan yürümek… Sık sık vicdanımıza dönmek ve buradan gelen sese (galu bela) kulak vermek… İşte vahiy bu sesin bir “el-emin” de zaman, mekân ve şartlar iyice kıvama erdiğinde, derunî bir varoluş sancısı ve yüksek derecede bir metafizik gerilimle fışkırıp taşmasıdır. Bu taşma hem vicdanın ve merhametin insanoğlunda canhıraş çığlığa dönüşmesi, hem de Allah’ın bir el-eminin saf yürek temizliği üzerinden insanlığa seslenişidir.

Bu durumda “Arı bal yaptı” dememizle “Allah bal verdi” dememizin aslında aynı şey olması gibi, “Vahiy peygamberin vicdanından taştı” demekle “Allah peygambere vahiy gönderdi” demek bir ve aynı şey olur. Yani peygamberlik bir yüzüyle tümden kesbî, öteki yüzüyle tümden vehbîdir. Bu ikisi aynı anda, (hemdem, senkronik) olmaktadır. Tıpkı doğal dilde “Kısırdım, on yıl çocuğum olmadı. İlaç tedavisi gördüm. Sonunda tüp bebek tedavisi ile çocuğum oldu” demenin, dindarın dilinde “Allah bizi on yıl imtihan etti, sonra nur topu gibi bir çocuk ihsan etti”ye dönüşmesi gibi. Aslında bu ikisi aynı şeydir… Yine tıpkı “Yağmur yağıyor” demekle “Rahmet yağıyor” demenin aslında aynı şey olması gibi… İbn Rüşd’ün tabiriyle söylersek, ilki bürhanî (doğa, akıl, felsefe, bilim) dili, diğeri hatabî (din, vahiy, manevî) dildir ve her ikisi de aynı memeden süt emmektedirler.
Bunlar arasında çelişki yoktur. Bu nedenle “Vahiy vehbî mi kesbî midir?” diye tartışanlar yanılıyorlar. Bu ikisi aslında aynı şeydir. Bir gerçeğin iki ayrı yüzü; iki ayrı dille ifade ediliş biçimidir.
Son günlerde Abdülkerim Suruş’un tartıştığı biçimde söyleyecek olursak “Kelâm-ı Muhammed” ile “Kelâmullah” bir ve aynı şeydir. Kur’an’ın kendisine hem Kavli Resulin Kerim (şerefli bir peygamberin sözü) (69/40), hem de Allah’ın Kelamı (2/75, 9/6) demesi bunu gösterir…

Yeri gelmişken usule dair bir ara hatırlatma: Fizik-fizik ilişkisi ile fizik-metafizik ilişkisini kurmada aynı mantığı kullanamayız. Yani doğa-insan, insan-insan, tarih-insan ilişkisi düz mantık dediğimiz surî mantıkla kurulabilir. Fakat Allah-insan, Allah-alem, Allah-peygamber ilişkisinde bu mantık geçersizdir. Burada paradox dediğimiz çelişik mantık kullanılır. Düz mantık “ya bu ya şu” diye işleyen mantıktır. Çelişik mantık ise “hem o hem bu” şeklinde işler.
Örneğin “Vahiy peygambere mi aittir (kesb) yoksa Allah’a mı aittir (vehb)” sorusunu düz mantıkla çözmeye çalışırsanız baltayı taşa vurursunuz. Aynı şekilde “Kulun fiilleri insana mı aittir (ihtiyar) yoksa Allah’a mı aittir (kader)” sorusu da böyledir. Çünkü konu Allah-peygamber, Allah-insan ilişkisi ile ilgilidir. Klasik kelam okulları (Eş’ari-Mutezile) düz mantıkla bu ilişkiyi çözmeye çalıştıkları için baltayı taşa vurmuşlardır. Hala aynı mantığı sürdürüp durmanın ne manası var?

Şu halde…
Allah insanla tarih boyunca konuşmuş, şimdi de konuşmaya devam etmektedir. Yaşayan ve konuşan Tanrı’ya inanıyorsanız bu böyledir. Kur’an bunun ne şekilde cereyan ettiğini aktarmaya çalıştığımız konuşma biçimleri (doğal vahiy/ilham, perde gerisini keşf, elçi seçerek vahiy) ile açıklıyor.
Bunların hepsi Allah’ın insanla konuşmasıdır. Bütün insanlar, meslekler ve sanatlar için geçerlidir. Etrafınıza bakın her insanın doğumundan ölümüne bu süreci takip ettiğini görüsünüz.
İnsanoğlu önce bir beşer olarak doğal potansiyel (akıl/vicdan/vahiy/ilham/keşf) ile doğar. Bir çok insan bunları içinde uyutur. İnsanların ancak bir kısmı derine dalar yani perde gerilerine inip bunları inkışaf ettirir. Bunların içinden de daha az kısmı bu yolda ilerleyerek derinliklerine daldığı alanın uzmanı, yıldızı, söz sahibi, bir numarası, elçisi olur. Bunlar dini ve dünyevi bütün alanlarda görünürler ve böylece insanların önderleri, liderleri, rehberleri olurlar.
Ele aldığımız ayette, insanoğlu ile bu türden ilişki süreçleri anlatılmaktadır. Bunu, sadece Ortadoğu’daki İbrani ve Arap kültürünün kodları içine hapsederek anlamak yerine bütün insanlığı kapsayacak şekilde açmalıyız. Çünkü Allah’ın İbranilerle veya Araplarla değil; “beşer” ile konuşmasından bahsediliyor.

Bu süreçleri Hz. Peygamber’in hayatına uygularsak durum şöyle olur: Her insan gibi Hz. Muhammed de bir beşer olarak doğmuştur. Ayette geçen Allah’ın bir beşerle konuşma süreçlerini yaşamıştır.
0-35 yaş arası dönem, ayetin ilk şıkkındaki doğal vahiy potansiyeli taşıyarak yaşadığı dönemdir. Bu dönemde Hilfu’l-Fudul’e girmiş, iyilik, doğruluk ve adalet adına bir çok iş, icraat ve söylemde bulunmuştur. Hepimiz gibi bu dönemde iyilik ve adalet adına söylediklerinin tamamı Allah’tandı.
35-40 yaş arası beş yıllık dönemde dağlara çekilerek derinlere dalmıştır. Yani perde gerisine inerek bir takım keşfler yaşamış, kendi iç dünyasına dönmüş, yalnızlığa bürünmüş (müddessir) ve vicdanının sesini dinlemiştir.
40-63 yaşları arasındaki 23 yıllık dönemde ise, tabiri caizse dini, ahlaki ve manevi alanın yıldızı haline gelmiş, büyük ve ağır sorumlulukların altına girmiş (müzzemmil) ve elçi seçilerek kendi halkı üzerinden tüm insanlığa seslenmiştir.
İslam kültür muhitinde böyle öne çıkan (seçilen) yıldız kişilere değişik derecelerde övücü isimler verildiğini görürüz: Fahr-i Kainat (Evrenin övüncü), Necmuddin (Dinin yıldızı), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Kelimullah (Allah’ın sesi), Halilullah (Allah’ın dostu), Habibullah (Allah’ın sevgilisi), Esedullah (Allah’ın arslanı), Nuru’l-Hakk (Gerçeğin/adaletin ışığı) vb.
Bunların hepsi dindarın dilinde anonimdir yani bir işte öne çıkmayı, o alanda yıldız haline gelmeyi (elçi seçilmeyi) ifade eder.

Demek ki ayette, Allah’ın beşerle konuşma dereceleri genelden özele doğru birbirini açarak betimleniyor: ilham (doğal vahiy), keşf (perdeyi kaldırma) ve özel vahiy (elçi seçerek)… İlki tüm insanlara, ikincisi alanında derinleşenlere, üçüncüsü de seçilmiş peygamberlere mahsustur.
Bunların üçü de Allah’ın beşerle konuşmasıdır. Aralarında derece ve yoğunluk farkı vardır. Nitekim Hz. Peygamber “Mü’minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buhari: Ta’bir 4; Muvatta: 1, (2, 956) yahut “İ’tidal (adaletli olmak), teenni (ileriyi düşünmek, tedbirli gitmek), hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmi dört cüzünden bir cüzdür.” (Muvatta: Şi’r, 17; Ebu Davud: Edeb, 2) derken bunu anlatmaktaydı.
İnsanoğlu (beşer) bu şekilde iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair- aralarında derece ve yoğunluk farkı olmasına rağmen- her ne şey söylüyorsa Allah’tandır: Şairler ilham alarak, filozoflar fikir üreterek, arifler müşahade ederek, bilim adamları keşfederek, peygamberler vahiy alarak…

Bunlar arasında “dinî” anlamda bağlayıcı olan yalnızca peygamberin vahyidir. O da, insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsini tasdik edip sürdüren (el-Musaddık) Kur’an’da toplanmıştır.
Demek ki vahiy (ilahi fısıltı/ilham/ses) herkese açıktır; fakat her vahiy alan peygamber değildir!
Peygambere gelen vahiy, içerik bakımından değil; kaynak bakımından test edilemez olduğu için, muhataplarının ölçüp biçme ve inanıp inanmama özgürlüğü vardır. Zira dinde zorlama yoktur! Peygambere gelen vahiy tarihin, hayatın ve tabiatın gerçekleri ile çelişmez. Başka bir deyişle kavlî ayet kevnî ayetle ters düşmez. Birbirini açar, tefsir eder
Keza Şah Veliyyullah Dehlevi’nin tasnifi ile yeryüzünde hak dinin şiarları; Kur’an, Hz. Muhammed, Kabe ve Namaz yeryüzünden silinip gitmedikçe (nesh) yeni bir peygambere gerek yoktur, ihtiyaç da yoktur. Bilakis peygamberi söylemlere ve eylemlere ihtiyaç vardır.

Yani onun getirdiklerini, yine onun izinden yürüyerek yeniden dünya gündemine taşıyacak, tıkanıklıkları aşacak, donmaları çözecek, türedi tabuları yıkacak, haham zincirlerini kıracak, hurafeleri temizleyecek yenilenmelere (tecdid) ihtiyaç vardır. Hak dini olanca sadeliği, basitliği, akla ve vicdana hitap ederliği ve tüm insanlığı gözetirliği ile ortaya koyacak yeniden inşalara ihtiyaç vardır. Ki bu da oturup mehdi, mesih, peygamber beklentileriyle değil; kollektif bir çabayla yani onlarca, yüzlerce yenilikçinin (müceddid) gayreti, alın teri, emeği, söylemi ve eylemi ile başarılabilecek bir iştir…
Peygamberi söylemler ve eylemler, kendinden önceki peygamberleri tasdik etmeleri, onlarla aynı kandilden konuşmaları (söylem birliği), aynı inanç ve ilkeleri getirmeleri (iman ve amel birliği), erdemli ve dürüst (el-emin) bir hayat sürmeleri ve yaptıkları karşılığında ücret istememeleri (dinden servet yığmamaları) ile tanınırlar…

Dikkat ederseniz, her Âdem (beşer/insan), nefes alıp verme yoluyla havayı solur. Böylece yaşam soluğu (ruh) her Âdeme hayat bahşeder, can verir… Keza üzerine ölü toprağı serpilmiş her halka Allah, hayat (ruh) dolu mesajlarla yaşam bahşeder, can verir. “Allah Âdem’e ruhundan üfledi (üflüyor)” bu demektir. Zira her insan bir Âdem, her halk da bir Âdem topluluğudur.
Keza her Meryem, rahminde (sevgi ve merhamet yuvası) besleyip büyüterek yeni bir can doğurur. Böylece Nefes-i Rahmânî (sevgi ve merhamet nefesi/soluğu) her kadın rahminde yeni yaşamlar yaratır. “Allah Meryem’e ruhunu ulaştırdı (ulaştırıyor)” bu demektir. Zira her doğan nasıl bir Âdem ise, her doğuran da bir Meryem’dir. Bunun için de her doğan çocuk (İsa) da Âdem gibidir.
Ve her insan, iç dünyasında iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair vicdanî sesler duyar. Buradan ilhamlar alınır, karanlığın perdeleri yırtılır ve bir tanyeri (fecr) atanda nice güneşler doğar. Böylece insanlıkta nice büyük destanlar yazılır. “Allah beşerle… konuşur” da bu olmak icap eder.

Bütün bunlar dün oldu, bugün oluyor, yarın da olmaya devam edecek: “O, her an bir iş ve oluşta…”, “Sürekli oluş (kevn) ve yeniden yaratılış (halk-ı cedid) halinde…”
Yaşayan (Hayy), yaşam/ruh veren (Muhyi) ve konuşan (Mütekellim) Tanrı yalnızca Allah’tır!
Diğerleri ölmüş, ruhsuz ve dilsiz birer putturlar! İnsanlığın acı ve ızdıraplarına cevap veremezler. Ne ilham ederek, ne karanlığın perdelerini yırtarak, ne de güneşler, yıldızlar doğurarak insanlıkla birlikte yürüyemezler.

Oysa Allah insanoğlunun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve haykıran sesi olur. (Buhari; Rikak 38). Böyle binbir çeşit esması ile hiç durmadan zuhur eder.
Allah’ın kapıları her insana açıktır. İnsandır Allah’a kapısını kapatan!”

28 Kasım 2015 Cumartesi

İSLÂM’IN ŞARTI BEŞ , İMANIN ŞARTI ALTIDIR DEDİLER

Allah, dinini sosyal dengelerin bozulduğu toplumlara gönderir. Sünnetullah böyledir. Fakiri çok fakir, zengini çok zengin olan toplumlardır bunlar. O toplumda adaletten söz edilmez. Adalet, güçlüler ve nüfuz sahiplerinin, çıkar çevrelerinin elindedir. Kadınlar parayla alınırlar satılırlar. Erkek egemen bir toplumdur orası.
İşte Kur’an da, böyle bir topluma vahyedilmiştir. Hz. Muhammed orada Kur’an’ı hem açıklayacak ve hem de uygulamaya koyacaktır.
İlk iş olarak halkın inancını düzeltmek ister, “Allah bir tanedir, birden fazla Allah yoktur” der. Kıyamet kopar. Birden fazla Allah’ın olması çıkar çevrelerinin gelir kaynağıdır. 13 sene, Mekke halkının inancındaki şirki temizlemek için çaba gösterir ama tam olarak başaramaz. Çareyi Mekke’yi terk etmekte bulur.
Medine’ye yerleşir. Orada kendisini sevenler vardır. Aynı ideal uğruna 10 sene de Medine‘de mücadele eder. Bu kez başarılıdır. Çünkü işin başında kendisi vardır. Yaptırım gücüne sahiptir, yönetimin başındadır. Uygulamalarıyla adaletin ibresi haklıdan tarafa döner, kadınlar toplumda saygın konuma gelirler, onlara ana denilir ve Cennet ayaklarının altına yerleştirilir. Sosyal adalet gerçekleşir, herkes ekonomiden eşit olarak payını alır.
Zaman hızla akar geçer ve O, yolun sonuna gelir. Hz. Muhammed de her ölümlü gibi, ölümü tadacaktır. Ve olması gereken olur. Hz. Muhammed emanetin birini Sahibi’ne teslim eder, birini de Müslümanlara bırakır.
O bedeniyle aramızdan ayrılır ayrılmaz, bıraktığı emanet tahrif edilmeye başlanır. İslâm’ın ve imanın şartları yeniden dizayn edilir. Çıkar çevreleri iş başındadır. Hadisler uydurularak çıkarları için zemin hazırlamaya çoktan başlanılmıştır. İşe, İslam’ın ve imanın şartlarından başlarlar. Müslümanların günlük yapmaları gerekenler 32 Farz başlığı altında maddeleştirilir. Bunları yerine getirmeye çalışan Müslüman Cennet’e girecektir. Başkaca bir iş yapmasına gerek yoktur. 32 farzla sorumluluklar yerine getirilmiştir. Kur’an’ın diğer buyrukları teferruattır.
32 sene boyunca dişe diş, göze göz yapılan bunca mücadele 32 maddeye sığdırılıvermiştir. Bu 32 maddenin içinde günlük yaşamla, adaletin ayakta tutulmasıyla, eğitimle, doğanın korunmasıyla, sosyal adaletle, güzel ahlakla, haksız kazançla, kadın haklarıyla ve benzeri buyruklarla alakalı bir madde yoktur. Dışarıdan bakıldığında dış görünüşüyle mükemmel bir Müslüman gibi görünen insanların uygulamalarının, İslâm’la uzaktan yakından alakası yoktur. Bu çok açıktır. Ucube bir Müslümanlık türemiştir.
32 Farza şöyle bir göz atalım ve İslam’la ne kadar alakalı olduğunu görelim: 32 farzın 12’si Namazda, 6’sı İmanda, 5’i İslam’da, 4’ü Abdeste, 3’ü Gusülde, 2’si Teyemmümdedir.
Mesela bizlere, İslâm’ın şartını 5, imanın şartını 6 olarak öğrettiler. Öğretmekle kalmadılar, bu şartların altını da kalın bir şekilde çizdiler. Şahadet kelimesini dil ile söyleyeceksin ve kalp ile onaylayacaksın, hemen arkasından günde 5 vakit namaz kılacaksın, sonra sene de bir ay oruç tutacaksın, zenginsen sene de 1/40 oranında zekât vereceksin ve ömründe bir kez Hacca gideceksin. İşte İslâm budur. Hepsi bu kadar. Cennetin yolu açılmıştır.
Namaz kılmak İslâm’ın ikinci şartıdır. Bu şart detaylandırılır ve çeşitlendirilir. İnsanlar namaza yönlendirilir: Farz namazlar, kuşluk namazı, evvabin namazı, beş vakit namazın önünde ve arkasında kılınması gereken nafile (sünnet) namazlar, tespih namazı, teravih ve diğer nafile namazlar… Kılınan her bir rekât namaz için şu kadar sevap vardır. Hele cemaatle kılarsanız 27 derece daha ilave sevap vardır. Hangi namazda ve hangi rekâtta, hangi sure okunacaktır, en ince detayına kadar yazılır, çizilir, anlatılır.
Kur’an farz namazın, “kötülüklerden uzaklaştırmak için kılınması gerektirdiğini” vurgulamasına rağmen, bu kadar teferruatlı kılınan namazlar maalesef Müslümanların çoğunu kötülüklerden uzaklaştıramamıştır. Namaz kılan Müslümanın haksız kazanç elde ettiği, yalan söylediği, zina yaptığı, insan öldürdüğü… Vakidir.
32 farzı ve özellikle İslâm’ın şartlarını mercek altına alırsak, İslâm’ın azgın bir topluma hayat nizamı olarak gönderilmiş olmasına anlam veremeyiz. Mesela: Şahadet kelimesi Müslümanlığı kabul etmek için bir defa söylenir ondan sonra arkada kalır, Müslüman olmak için gereken bir kabuldür. Dil ile söylediğini kalbiyle onaylayan kişi Müslüman olmuştur. Bundan sonra bir daha şahadet kelimesine ihtiyaç duyulmayacaktır. Yani şahadet kelimesi Müslüman olan o kişiye hayatı boyunca bir daha lazım olmayacaktır.
İkincisi namazdır. Müslüman olan kişinin günde 5 vakit namaz kılması gerekir. Zengin Müslüman da kılacaktır fakir Müslüman da. İlim sahibi olan Müslüman da kılacaktır, ilim sahibi olmayan Müslüman da. Namaz tek başına nihai kurtuluş için yeterlidir. Hele bu namaz bir de Arafat Tepesi’nde, Kâbe’de kılınırsa verilecek sevapların haddi hesabı yoktur.
Üçüncü şart oruç tutmaktır. Yılda bir ay tutulacaktır. Geriye kalan 11 ayda ise Müslümanın farz olan oruçla alakası olmaz. Oruç da, süresi içinde sadece cinsel ilişkiden uzak durmak, yememek ve içmemek olarak anlaşılmıştır. Derinlemesine bir oruç anlayışından bahsedilmemiştir.
Zekât zengin olan Müslümanın ibadetidir. Nisap miktarı servete sahip olan Müslüman 1/40 oranında zekât verecektir. Zekâtın tespitini her Müslüman kendisi yapacaktır. Zekât vermesi gereken Müslümanları ve ne kadar vereceklerini tespit edecek, toplayacak ve verilmesi gereken yerlere verecek bir kurum yoktur. Bu uygulama zekât ayetinin ruhuna uymamaktadır. Bu anlayıştan dolayı bugün Müslümanlar sadece fakire zekât vermektedirler. Ayette bahsedilen diğer 7 madde zekât verilmesi gerekenlerin dışında bırakılmıştır. (Tövbe 60)
Hac ibadeti de zengin ibadetidir. Hac için yol bulan Müslüman ömründe bir kez Hacc’a gidecektir. O Müslüman ömrünün sonuna kadar bu ibadetle bir daha buluşmayacaktır. Hacc’a giden o kişi geriye döndüğünde anasından doğduğu gibi günahsızdır. Bundan dolayı Müslümanlar Hacc’a Arafat Dağı’nda günahlarını bırakmak için giderler. O konuyla ilgili de bir hadis uydurulmuştur.
Bu şartların dayandırıldığı uydurma hadis şöyledir: “İslâm dini beş temel esas üzerine kurulmuştur: Kelime-i şahâdet, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak ve Hacc’a gitmek. “ (Buhârî, Îmân 1, 2; Müslim, Îmân 19-22.)
Bu hadiste de ifade edildiği gibi; İslâm’ın 5 şartını dinin temel esasları olarak ele alırsak, günlük yaşamda elimizde sadece namaz kalır. Onun dışındaki şartlar günlük yaşamda yoktur. Mesela Zekât ve Hacc zengin ibadetidir, fakirin ilgi alanına girmez. Oruç ibadeti de senede bir kez yerine getirilecektir. Oysa İslâm günlük yaşamda toplumda bozulan dengeleri yeniden kurmak için gönderilmiş bir dindir. Günde sadece 5 vakit namaz kılmakla toplumdaki bozulan dengeler düzeltilmez. Bu mümkün değildir. Tek sütun üzerinde bina yükselmez. İslâm = namazdır, olmaz. 32 farzdan diğerleri zaten ibadet değildir. İbadetin içindeki ritüellerdir.
Zamanımızda, camiler namaz kılan ama sadece namaz kılan Müslümanlarla dolup dolup taşıyor, Ama nedense, Müslümanlar hep sıkıntı içindedir. Ellerinden evleri alınanlar Müslümanlardır, yurtlarından sürülenler Müslümanlardır, ülke ülke dolaşarak vatan aramaya kalkanlar Müslümanlardır, birbirleriyle savaşanlar- birbirlerini öldürenler Müslümanlardır, aç kalanlar ve bir lokma ekmeğe muhtaç olanlar Müslümanlardır, oku emrine uyarak insanlığa yön veremeyenler Müslümanlardır. Okuma özürlü olanlar da Müslümanlar. Oysa Allah, “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım” diye buyurmuştur. Buna rağmen aklını çalıştırmayanlar da Müslümanlardır.
Günümüzde Müslümanların çektikleri sıkıntılar bu yanlış İslâm anlayışından kaynaklanmaktadır. İslam bu 5 temel üzerine bina edileceğine şu temellerin üzerine bina edilseydi muhtemelen Müslümanlar bu kadar sıkıntı çekmeyeceklerdi:
1-İlim öğrenmek
2-Adaleti ayakta tutmak
3-İnfak etmek
4-İnsanlığın barış içinde yaşamaları için mücadele etmek (Cihad)
5-İnsanların ellerinden ve dillerinden başkalarının rahatsız olmayacağı güzel ahlak
İmanın 6 şartı
Allah imanın şartı 5 derken (Nisa 136) Müslümanlar 6 demişler. Çocuklarına da 6 olarak öğretmişler. “Allah’a iman, Meleklerine iman, Kitaplarına iman, Peygamberlerine iman, Ahirete iman.”
Müslümanlar bu beş şarta bir de “kader ve kaza” ya imanı eklemişler. Böylece 6 olmuş. Neden ilave etmişler derseniz cevabı şöyle olacaktır: Müslümanlar, Hz. Hüseyin’i şehit eden Yezid’i suçlamışlar daha sonra. “Peygamber torununu İslam’ın halifesi nasıl öldürür” demişler. Yezid de, “onu Allah öldürdü ben değil, ben sadece vesile oldum, onun kaderinde benim elimden ölmek varmış “ diyerek Müslümanları sakinleştirmiş. Bakmış işe yarıyor, imanın şartlarına kaza ve kaderi ekleyivermiş.
O günden beri Müslümanlar imanın altıncı şartına sadık kalmışlar ve her yapılan olumsuzluğu Allah’a fatura ederek kadercilik anlayışına sığınmışlar. Üzerlerine bomba yağan Müslümanlar, toprakları ellerinden alınan, yetiştirdikleri ürünleri elinden alınan, ülkeleri işgal edilen Müslümanlar hep bu kader anlayışına sığınmışlar ‘Kaderimiz böyleymiş biz ne yapalım?’ diyerek suçu Allah’a atmışlar. Hâlâ bu anlayış devam etmektedir. Çünkü Yezid’in sünneti aynen devam etmektedir.
Görüldüğü gibi 32 farz olarak öne çıkarılan yaptırımlar. Müslümana kimlik kazandıracak yaptırımlar değildir. Abdest ve teyemmüm tek başına ibadet bile değildir. Namaz ibadetinin ön şartıdır. 32 farz Müslümanlara şuur kazandıracak yaptırımları içermez. Müslümanları takvalı kılacak yaptırımlar değildir bunlar. Müslümanları araştırmaya sevk edecek, yeryüzünde barışın sağlanmasını sağlayacak yaptırımlar değildir bunlar. Sadece namaz merkezli, günlük yaşamda olmayan bir din Allah’ın dini değildir.
Böyle bir dinin mensubu olan, dünyadan kopuk, yönü Ahirete dönük(!) sevap avcısı bir Müslümana Allah yardım etmez. Etmiyor da zaten. (Enfal 65-66)
Rüştü Kam

15 Kasım 2015 Pazar

RÂMUZ EL-EHÂDİS’İN TENKİDİ / HİKMET ZEYVELİ

DetailsVeröffentlicht am Dienstag, 20. März 2012 17:35
 
RÂMUZ’EL-EHÂDİS’İN TENKİDİ
 
Resûlullah’ın (s) sözleri veya teknik terimle hadisleri istismarın en verimli sahası olmuştur. İyi niyetli fakat idraksiz kişilerden artniyetli düzenbazlara; ihtiras sahibi tapınak bezirganlarından cahil sofulara kadar, hemen her kesimden insanın rol aldığı bu alanda ne tür ürünlerin elde edildiğini görmek isteyenler; İbn’ul-Cevzi (597),... gibi âlimlerin konuyla ilgili eserlerine başvurabilirler.
 
Bazı meseleler vardır ki, onlara dokunmak cesaret ister. hatta tabudur. Aslında, tabuların yıkılması ümmetin selameti için elzemdir. Bunun için cesur ilim adamlarına ihtiyaç vardır. İşte Hikmet Zeyveli o cesur ilim adamlarından birisidir. Bazı tarikat gruplarının başucu kitabı olan Râmuz’-el-Ehâdis’e cesurca dokunmuş. Hem de öyle dokunmuş ki, ortada ne Râmuz kalmış ne de ehâdis...Okuyalım...
Zayıf ve çelimsiz olan bâtıl; kendine destek ararken daima kutsal kavramları, yüce şahsiyetleri istismar yollarını aramıştır. Şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini de istismar etmeye yeltenenler çıkmıştır. Ancak Kur’ân, Allah’ın inayetiyle, o derece yaygınlaştırılmıştır ki bu sahadaki istismar teşebbüsleri çoğu zaman akîm kalmaya mahkûm olmuştur.
 
Giriş Peygamber Muhammed Mustafâ (s) adına uydurulduğu kadar hiçbir tarihî şahsiyet adına yalan uydurulmamıştır. Kur’ân’ı, İslam tarihini ve Hadis edebiyatını yan yana basiretle okuyabilenler; hemen hemen her fırka mensuplarınca Hz. Peygamber adına uydurulmuş ve yaygınlaştırılmış yüzlerce mevzû hadisi tesbit edebilirler. Biz bu sapmanın sosyo-politik sebep ve saikleri üzerinde –şimdilik– durmayacağız2. Ancak bu vakıanın; Resûlullah’ın(s)büyüklüğünün, yüceliğinin çarpık yönden bir itirafı olduğunu belirtelim. Zayıf ve çelimsiz olan bâtıl; kendine destek ararken daima kutsal kavramları, yüce şahsiyetleri istismar yollarını aramıştır. Şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini de istismar etmeye yeltenenler çıkmıştır. Ancak Kur’ân, Allah’ın inayetiyle, o derece yaygınlaştırılmıştır ki bu sahadaki istismar teşebbüsleri çoğu zaman akîm kalmaya mahkûm olmuştur. Gene de Kur’ân yorumu iddiasıyla bize ulaşmış bulunan birçok tefsirlerde bu istismar eğiliminin –az da olsa– izlerine rastlıyoruz. Resûlullah’ın (s) sözleri veya teknik terimle hadisleri ise istismarın en verimli sahası olmuştur. İyi niyetli fakat idraksiz kişilerden artniyetli düzenbazlara; ihtiras sahibi dünyacılardan cahil sofulara kadar, hemen her kesimden insanın rol aldığı bu alanda ne tür ürünlerin elde edildiğini görmek isteyenler; İbn’ul-Cevzi (597), İbn Qayyim el-Cevziyye (ö.691), Sâğânî (ö.650), İbn ‘Arrâq (ö.963), ‘Aliyyu’l-Qârî (ö.1014), Şevkânî (ö.1250) gibi âlimlerin konuyla ilgili eserlerine başvurabilirler3. Bu makalemizde, son yıllarda hadis kaynağı iddiasıyla yayınlanan “Râmûz’el -Ehâdis” (Hadisler Deryası) isimli kitabın –sıhhati yönünden– tahlil ve tenkidini yapmak istiyoruz. Kitabın, Lütfü Doğan ve M. Cevat Akşit tarafından neşre hazırlanan iki ciltlik metinli baskısı üzerinde duracağız4.
Yayınların Tanıtımı Bu başlık altında verilen bilgiler, anılan kitabın başına ve sonuna konan metin-dışı ek bilgilerden–bazılarının altı tarafımızdan çizilmek suretiyle– özetlenmiştir. (C.l, s.I-XXIV, s.1-2; C.2, s. 563-68): 
 
Musannıf ve Eseri Kitabın musannıfı (derleyicisi) Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî (1813-1893) hazretleridir. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İstanbul’a gönderdiği Trablus-Şam müftüsü Ahmed Ziyauddin Ervadî hazretleriyle 16 yıl ledün ilmi alışverişi yaptıktan sonra irşad vazifesi yapmış olan Gümüşhanevî hazretleri 1865-1875 yılları arasında Ramûz’el -Ehâdîs isimli kitabının tasnifini tamamlamıştır. 18 yıl yatsı abdestiyle sabah namazı kıldığı söylenen musannıfa izafe edilen ‘Önsöz’lere göre (s.XXII-XXIV ve s.1-2): Râmûz’el Ehâdîs kitabındaki hadisler; hicrî 600 senesinden evvelki büyük hadis âlimlerinin kütüphanelerdeki muteber kitaplarından, son ravînin dışındaki ravî isimleri hazfedilmek (düşürülmek) suretiyle meydana getirilmiştir.
Me’hazları tashih edildikten başka Arabistan uleması ve bazı hadis âlimleriyle müzakereler yapılmak ve mercilere inilmek suretiyle gerekli ihtimam gösterilmiştir. Dînin en büyük esaslarını ihtiva eden bu rivayetlerin hıfzının kolaylaştırılması ve faydalarının yaygınlaştırılması için hadisler alfabetik olarak tanzim edilmiş, her hadisin sonunda –sayısı bazen dokuzu bulan– kaynağı veya kaynakları verildiği gibi gerektiğinde ‘sıhhat’ı ve ‘zaaf’ı ile ilgili notlar da ilâve edilmiştir. 
 
Kitap iki kısma ayrılmıştır: 1) Resûlullah’ın (s) doğrudan sözleri: 6402 Hadis, 2) Resûlullah’ın (s) hilye ve şemâili(sahabe dilinden): 701 Hadis. Kitabın başına “Hadis Usûlü” niteliğinde Arapça sekiz sayfalık bir bölüm ilâve edilmiştir. Eserin sonuna ise, çeşitli beldelerden on âlimin kitaba ‘takriz’leri ile genel hadis usûlüne dâir Muhammed Birgivî’nin iki sayfalık bir metni konmuştur. 
 
Kitabı Okutan Hazerât ve Mütercim Gümüşhanevî Hazretlerinden sonra,Râmûz’el -Ehâdîs kitabı, sırayla aşağıdaki hâzerât tarafından–bazılarınca ‘her sene bir hatim’ hesabıyla– ders kitabı olarak okutulmuş ve şerhleri yapılmıştır: 1) Hz. Ebubekir (r) yaratılışlı, ‘ismi ile musemma’, hilm sahibi, nur yüzlü, ak sakallı, çekme burunlu, elâ gözlü Hasan Hilmi Efendi (1825-1911); 2) İlm-i zâhir ve bâtında yektâ, gür ve beyaz sakallı, celâl ve heybetli İsmail Necati Efendi (1839-1921); 3) Altı saatte hatim ile teravih kıldırdığı gibi iki rek‘atlık namazda Kur’ân’ı hatmeden, Arapça, Fars-ça, Rusça’dan başka, Orta Asya Türkleri diyalektleri uzmanı, Zubdet’ul -Buhârî mütercimi ve birçok eser sahibi Ömer Ziyâuddin Efendi (1849-1921); 4) İlm-i zâhir ve bâtında derya, mahviyet-i kâmile ve ahlâk-ı hamidesi ile mümtaz, orta boylu, nur yüzlü ve yuvarlak çehreli Mustafa Feyzi Efendi (1869-1926); 5) Zahirî ve bâtınî ilimlerde üstad, mânevî ilimlerde zamanın kutbu olduğunda ittifak edilen, 40 sene (tutulması haram günler hariç) her gün oruç tutan, uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, yumuşak ve hilim sahibi Abdullah Hasib Yardımcı Efendi (1863-1949); 6) Deha mertebesinde bir zekâya, insanın içini ve dışını okuyan bir bakışa, bir koyunu rahatlıkla yatırıp-kesip-yüzecek kuvvette pazulara sahip; 18 senelik evlilik hayatında bir gece dahi uyumayıp daima ibadetle meşgul olan; esnedikleri, uyukladıkları hiç vaki olmayan; sıkışık bir vaziyette temas edildiğinde birkaç dakikadan fazla dayanılmayan âteş gibi yanan bir vücudu olan ve: Nefis bir hayvandır, onun izzeti olmaz; ‘Peki’ demesini öğrenmek lâzımdır; Seni Mevlâ’ndan alıkoydu ise, dünya bir çöp de olsa dünyadır; Aynayı tanı, ayna ile hemhal ol, aynalaş; Bildiğinden fedakârlık etme, dikine de gitme; ama rezalet olacak, bir derece dikil!... gibi vecizelerin sahibi “canına cömert” Abdulaziz Bekkine Efendi (1895-1952); 7) Gönülden geçen şeyler kendisine hemen malûm olan, sualleri kendisine sorulmadan cevaplandıran, gittiği yerlere bereket ve bolluk götüren, en umulmadık kıtlık- larda fevkalâde nimetlere sebep olan; bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca duran; dikkatle bakılması imkânsız, esrarengiz ve derin manâlı gözlere sahip; yumuşaklığından ötürü bazılarınca “Pamuk Baba” diye bilinen ve her şeye ‘peki’ diyen Mehmet Zahid Kotku Efendi (1897-1980).
Eserin tercümesi, yukarıda altı numarada zikredilen Abdulaziz Bekkine Efendi hazretleri tarafından 1950-51 yıllarında talebelerine takrir ettirilerek yapılmıştır. Eseri neşre hazırlayanların (Lütfü Doğan - M. Cevat Akşit) ifade ettiklerine göre; eseri hemen her sene hatmetmek üzere 30 seneye yakın bir zaman okumuş, okutmuş ve açıklamış olan Abdulaziz Bekkine hazretleri bu tercümeyi yapmakta her yönden tam selâhiyeti haizdir. Eseri neşre hazırlayanlarca da eserdeki her hadis tercümesi üzerinde büyük bir titizlikle esas metin ve şerhinden teker teker yeniden gözden geçirilmiş, ancak mütercim hazretlerinin üslûbu ve kullandığı kelimeler muhafazaya çalışılmıştır. 
 
Eserin esas metni ile Türkçesi, müdekkik okuyucuya kolaylık sağlamak amacıyla sayfa-sayfa karşılıklı olarak basılmıştır. Kitabın sonuna bir konu indeksi ile lügatçe ilâve edilmiştir. Eser 1982 yılında iki cilt halinde basılmıştır. Basım yeri belirtilmemiştir. 
 
HADİS KİTAPLARI İÇİN BİR DEĞERLENDİRME 
 
Râmûz’el Ehâdîs kitabını kaynakları yönündendeğerlendirebilme- miz için bilinen hadis kitapları konusunda, hadis otoritelerinin sağlamlıkları yönünden yapmış oldukları değerlendirme- lerden haberdar olmamız gerekir. Bu konunun sahası çok geniş olmakla beraber, biz burada hadis sahasındaki otoriteleriyle bilinen baba- oğul iki âlimin değerlendirmelerini vereceğiz. Bu iki âlim, Şah Veliyyullah Dihlevî (1114-1176) ile oğlu şah ‘Abdu’l-‘Aziz Dihlevî (1159-1239)’dir. Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Huccetu’llâhi’l-Bâliğa’ sında5 ‘Abdu’l-‘Aziz Dihlevî’ nin ise ‘Ucâle-i Nâfi‘a’sında6 hadis kitapları hakkında yapmış oldukları değerlendirmeyi –birbirlerine çok yakın olduklarından birleştirerek ve biraz özetleyerek– aşağıya veriyoruz:
Günümüze kadar ulaşan hadis kitaplarını sıhhat ve sağlamlık itibariyle dört tabakaya ayırabiliriz: 1. TABAKA: Buhârî’nin ve Müslim’in Sahih’leri ile İmam Malik’in Muvattâ’ı (3 kitap): Bu üç kitaptaki rivayetler diğer herhangi bir hadis kitabındaki rivayetlere nazaran çok daha sağlamdırlar. Buhârî ve Müslim, rivayetlerinde ‘ittisal’ şartını titizlikle aramışlardır. 2. TABAKA: Birinci tabakadaki üç kitabın seviyesine ulaşmamakla beraber derleyicileri güvenilir ve dürüst olarak bilinen ve yazıldıkları dönemde büyük kitlelerce hüsn-ü kabul gören kitaplar: Bunlar; Ebu Davud’un Sunen’i, Tirmizî’nin Câmî’i ve Nesâî’nin Mucte- bâ’sıdır. (3 kitap). Ahmet b. Hanbel’in Musned’i de bu tabakaya nisbet edilirse de onda tenkîd edilmemiş çok sayıda ‘zayıf’ hadis mevcuttur. 
 
3. TABAKA: Buhârî ve Müslim’in eserlerinden önce veya sonra ya da onlar zamanında, sıhhat şartı gözetilmeden derlenen ve şöhretleri ilk iki tabakadaki eserlerin seviyesine ulaşamayan hadis kitaplarıdır. Bu kitaplar; ‘sahih’, ‘hasen’, ‘zayıf’, ‘ma’rûf’, ‘garîb’, ‘şâzz’, ‘munker’, ‘hata’, ‘sevab’, ‘sabit’, ‘maklûb’ ... her çeşit rivayeti ihtiva ederler. Bunlar; tamamen dışlanmamakla beraber, ilim alanında önemli şöhreti olmayan, hadis otoritelerince değerli bulunup üzerinde durulmayan; lisaniyatçılarca, fakihlerce veya biyografi yazarlarınca malzeme niteliğinde görülmeyen ve taklidin yaygınlaştığı dönemlere kadar kıyıda-köşede kalmaya mahkûm olan kitaplardır. Bunlar; İbn Mâce’nin Sunen’i, Dârimî’nin ve Ebu Ya‘lâ’nin Musned’leri, ‘Abdu’r-Rezzaq ve Ebu Bekr b. Ebî Şeybe’nin Musannef’leri, ‘Abd b. Humeyd ve Tayâlisî’nin Musned’ leri, Dârequtnî’nin Sunen’i, İbn Hibbân’ın Sahih’i, Hâkim’in Mustedrek’i ile Beyhaqî,Tahavî ve Taberânî’nin kitaplarıdır. Bu musannıfların birçoğunun hedefi, sıhhat yönünden hiçbir tenkîd ve tahlile tabi tutmadan buldukları her şeyi derlemek olmuştur. 
 
4. TABAKA: İlk tabakalardaki hadisçilerce bilinmeyen veya bilinmesine rağmen–herhangi bir kusurundan dolayı– itibar edilmeyen rivayetlerden oluşan ve aradan uzun asırlar geçtikten sonra derlenmiş bulunan eserlerdir. Bu kitapların malzemesi genellikle şun- lardan oluşmaktadır: a)Muhaddislerin itibar etmedikleri genellikle mübalağacı vaizlerin, mutaassıp fırkacıların, zayıf karakterli kimselerin rivayet ettikleri sözler; b) Sahabe, tabiîn, hukemâ ve vâizlerin sözleri veya israiliyyat haberleri iken ravilerin bilerek veya bilmeyerek Hz. Peygamber’e nisbet ettikleri sözler; c)Kur’ân ve sahih hadislerden mefhûm olarak çıkarılabilecek bir hususun; hadisin inceliklerini bilmeyen sâlih kimselerce kasıtsız olarak veya bu incelikleri bilenlerce kasıtlı olarak Resûlullah’a (s) izafesiyle oluşan rivayetler; d)Farklı birçok hadisin ibarelerinin birleştirilmesiyle meydana getirilen kompleks rivayetler... Böyle rivayetlerin kaynağı olarak: İbn Hibbân ve ‘Uqaylî’nin Du‘afâ’ları, İbn ‘Adiyy’in Kâmil’i; Hakim, Ebu Nu‘aym, Deylemî, Hatîb, İbn ‘Asâkir, İbn Merdeveyh, Cevzeqânî, İbn Şâhin, Ebu’ş-Şeyh ve İbnu’n-Neccâr’ın kitapları gösterilebilir. Bu tabakadaki kitapların en iyi rivayetleri ancak ‘zayıf’ niteliğindedir. En çirkin olanları ise ‘uydurma’ ve çarpıtılmış olanlarıdır. Meşhur hadis kritikçisi İbnu’l-Cevzî’nin Mevdû‘ât (Uydurmalar) kitabının ana malzemesini, Suyûtî’nin (hadis) kitaplarının sermayesini bu kitaplar oluşturmaktadırlar. Bu dört tabakanın dışında ka-lan, fıkıhçılar, tasavvufçular ve tarihçiler... yoluyla şöhret bulmuş bir 
 
5. TABAKA’ vardır ki; imanında ciddiyetsiz, Arap diline vakıf kimselerin sağlam senetlerle Hz. Peygamber’e izafe ettikleri rivayet lerden oluşurlar. Bunlar İslâm’da büyük musibetlere sebep olmuşlardır. Ancak büyük hadis otoriteleridir ki bunların yüzündeki maskeyi yırtabilmiştir. Üçüncü tabakadaki kitaplardan, ancak rical ve hadis tekniği ilimlerinde uzman olanlar faydalanabilirler. Dördüncü tabakadaki kitaplara gelince, daha çok muteahhirîn (sonrakiler) nezdinde şöhret bulmuş eserlerdir. Sapık fırkaların birçoğu kendi mezheplerine mesned ararlarken hep bu kitaplara sarılmışlardır. 
 
RÂMÛZ’UN ‘ASLI’NIN TENKİDİ 
 
 Kaynaklar Yönünden Râmûz’el- Ehâdîs’in önsözünden kaynakların hepsinin “muteber kitaplar” olduğu iddia edilme- sine rağmen basit bir araştırma, Râmûz metninin çoğunlukla, önceki bölümde ahvali izah olunan, üçüncü, dördüncü, hatta beşinci tabakadaki kitaplardan oluştuğunu ortaya çıkarır. Önce kitabın girişinde zikredilen kaynakları sıralayalım: 1. Buhârî, 2. Müslim, 3. Ebu Davud, 4. Tirmizî, 5. Nesâî, 6. İbn Mace, 7. Ahmed, 8. ‘Abdullah b. Ahmed, 9. ‘Abdurrezzaq, 10. Tayâlisi, 11. Sa’îd b. Mansûr, 12. İbn Ebi Şeybe, 13. Ebu Ya‘lâ, 4-15. Taberânî (Kebir, Evsat), 16. Dârequtnî, 17. Ebu Nu‘aym, 18-19. Beyhaqî, 20. ‘Uqaylî, 21. İbn ‘Adiyy, 22. Hatîb, 23. İbn ‘Asâkir, 24. İbn Cerîr, 25. İbn Hibbân (Sahih), 26. Hâkim, 27. Ziyâ (Muhtâre), 28. Dârimî, 29. İbn Huzeyme, 30. Isfehânî, 31. İbn ‘Abdilber, 32. Quşeyrî, 33. Beğavî, 34. Tahâvî.
Bu kaynaklardan: 1 ve 2 nr.’dakiler: 1.Tabaka’dan; 3, 4 ve 5 nr.’dakiler: 2. Tabaka’dan; 6, 7, 8, 9, 10, 12, 13, 14, 15, 16, 18, 25, 26, 28 nr.’dakîler: 3. Tabaka’dan; 17, 20, 21, 22, 23, 24 nr.’dakiler: 4. Tabaka’dan; Ayrıca Râmûz’un ilk 100 sayfasını taradığımızda, yukarıda zikredilen kaynakların dışında altmışın üzerinde kaynak tesbit ettik. Bunlardan çokça tekrarlanan birkaçının ismini verelim: 1. Ebu’ş-Şeyh, 2. İbnu’n-Neccâr, 3. İbnu’s-Sunnî, 4. Hennâd, 5. Bâverdî, 6.Şîrâzî, 7.Râfı’î, 8.Rûyânî, 9.İbn Lâl, 10.İbn Nasr, 11.İbn Şâhin, 12. İbn Merdeveyh, 13.Ebu Nasr, 14.Nu‘aym b. Hammâd, 15. Hâris b. Ebî Usâme ... Bunlardan 1, 2, 11 ve 12 nr.’dakiler 4. Tabaka’daki kitaplardır. Geri kalanların ve buraya almadığımız 50’ye yakın kaynağın ise muhtemelen 5. Tabaka’dan kitaplar olduğu ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere, Râmûz’un kaynaklarının çoğunluğu Dihlevî’ lerin değerlendirmelerine göre 3, 4 ve 5. Tabakadan kitaplardır. Üçüncü bölümde görüldüğü üzere bu kaynaklar ‘sahih’, ‘zayıf’, ‘münker’, ‘batıl’, ‘maklûb’, ‘mevzû’, ‘mufterâ’ ... her çeşit hadisleri ihtiva etmektedirler. Musannıfın, kaynaklarının bu özelliğini belirtmesi ve okuyucuyu uyarması gerekirken, bütün rivayetlerin muteber kaynaklardan alındığını iddia etmesi seleflerinin takip ettikleri ilmî metoddan ayrıldığına en açık delildir. 
 
Tek-tek Rivayetler Yönünden Yukarıda (a) şıkkında ortaya çıkarılan genel zaafın tabiî neticesi olarak Râmûz’da–çoğunluğu hadis otoritelerince tenkid ve reddedilmiş– birçok uydurma rivayete rastlanmaktadır. Her ne kadar bazı rivayetlerden sonra kısa tenkidî notlar konulmuşsa da bunlar bü-tün zayıf ve uydurma rivayetlere nazaran çok cüz’î kalmaktadır. Hadis otoritelerince tek-tek veya genelleştirilmiş ifadelerle uydurma veya zayıf oldukları ilân edilen onlarca –hatta yüzlerce– hadis tespit etmek mümkün olmaktadır. Önce, hadis kritikçilerince ‘uydurma hadis’in özelliği olarak ka-bul edilmiş birkaç genel kaideyi hatırlatalım: 1) Akla, tecrübe ve müşahedeye; sarih ve mütevatir nakle, usûle aykırı olan bütün hadisler; 2) Gelecekteki olaylara tarihleriyle beraber işaret eden hadisler; 3) Mekke, Medine ve Beytu’l-Maqdis (Kudüs) dışındaki şehirleri öven veya yeren hadisler; 4) Sevab veya ceza hususunda çok mübalağalı hadisler; 5) Hızır ve İlyas’ın hayatta olduklarına dair hadisler; 6) Abbas oğullarının hilâfetini ihbar eden bütün hadisler; 7)Arabı, Kureyş’i ölçüsüz öven; Türkleri, Sudanlıları yeren hadisler; 8) Mehdî ile ilgili hadisler; Abdâl hadisleri; 9) Satrançla ilgili hadisler; 10) Horoz ve güvercin hadisleri (horozla ilgili bir hadis hariç)7. (Râmûz’da yukarıdaki maddelerin hepsine uygun çok sayıda hadis vardır. Alfabetik mevzu indeksine bakınız.) Bu kaideler listesi böyle uzayıp gider. Ancak bize göre, birinci sırada kayıtlı olan kaide, kendi dışında verilmiş ve verilecek bütün kaideleri kapsamaktadır. Çünkü sıralanan diğer hususlar, ya sarih nakle ya da akla aykırı görüldükleri için reddedilmişlerdir. Bir rivayetin sarih nakle aykırılığı ise ancak o sarih nakle sahip ve hâkim olmakla belirlenebilir. Yani Kur’ân’ın öğretisi ve Resûlullah’ın (s) mütevatir olan Sîret ve Sünneti ihata edilmedikçe nakil kriteri layıkıyla kullanılamaz. Bununla beraber akıl kriterini kullanmak her zaman bir zaruret olmaktadır. Şimdi bu verilenler ışığında, Râmûz’dan aşağıya alıntılayacağımız hadislere bakabiliriz. (Bunlar musannıfça hiç tenkid edilmemiş rivayetlerdir.) 208.5: “Dünya âhiret ehline haramdır; âhiret dünya ehline haramdır. Dünya ve âhiret Ehlullah’a haramdır”: Deylemî: İbn Abbas’ tan (r). Bu rivayet Kur’ân’a aykırıdır. (28:77’ye bkz). 
 
Cennet muttaqîler içindir.(13:35,5:15, 47:15). Hadis otoriteleri de buna “uydurmadır” demişlerdir. (Elbânî, nr.32). 480.3:“Kadınları yüksek yerlere oturtmayın;onlara yazıyı da öğretmeyin;dikişi ve Nûr Suresini öğretin.”Taberânî(Evsat’ta)ve Beyhaqî (Şu‘ab’da):Hz. Aişe’den (r). Bu rivayet İslâm’ın temel prensiplerine aykırı bir emri ihtiva etmektedir ve batıl sayılmıştır. (Şevkânî, s. 126-27). 27.3: “Allah bir kula şer murad ettiğinde ona, bina yapmak için kerpiç ve çamuru güzel gösterir”. Taberânî (Kebir ve Evsat’ta) ve Hatîb (Tarih’te): Câbir’den (r). (Yakın mânâda bir rivayet olan 27.4’e bakınız). 189.9: “Şerliler, hayırlılardan sonra 150 senedir; dünya ehlinin hepsine hakim olurlar: Onlar Türklerdir.” Deylemî: İbn Ömer’den (r). Mütercim tercümesine bir not koymuş:“Türklerden maksat: Çinliler ve Tatar-ı kebirdir ki sonunda dünya bunların üzerine kalacakmış.” 394.9: “Satranç oynayan mel‘ undur; seyircisi de domuz eti yiyen gibidir.” Abdân, Ebu Musa ve İbn Hazm: Habbe b. Müslim’den ‘mursel’ olarak. Hadis uydurmadır (Şevkânî, s.207; Qârî, s.358). 452.2: “Ümmetim için kazılan mezarların yarısı nazardandır.” Taberânî (Kebîr’de):Esma bt. Umeys’den (r). 102.6: “Sizden biriniz namazda iken şeytan gelir; kıçından bir kılı tutar, çeker. Bu, ona yellenmiş gibi gelir. Böyle bir durumda biriniz ses veya koku duymadıkça namazını bozmasın.” Ahmed (Musned’de) ve Ebu Ya’lâ: Sa‘îd’den (r). (l02:10’a da bkz.) 379.1: “Hiç kimse yoktur ki altın veya gümüşten birşey bıraksın da sonra (âhirette) alnından ayağına kadar enli kılıçlarla dağlanmasın.” Ebu Nu‘aym (Hilye’de): Sevbân’dan (r). 510.1: “Cennetlik bir adam 4000 bâkire, 8000 dul ve 100 hûrî ile evlendirilir”. Ebu’ş-Şeyh: İbn Ebî Evfâ’dan (r). 
 
Ucuz ‘Şehîdlik’ vâdeden rivayetler: 430.19: “Bir kimse âşık olur, iffetini koruyarak ölürse şehîttir”. Hatîb (Tarih’te): ‘Aişe’den (r). (430.12 ve 430.14’e bkz.) 450.4: “Adamın gurbette ölmesi şehadettir.” Taberânî (Kebîr’de), Râfiî: İbn ‘Abbas’dan (r) (Şevkânî, s.209’a bkz.) 411.1: “Bir kimse abdestli ya-tar ve o gece ölürse şehit olarak ölür.” İbnu’s-Sûnnî: Enes’ den (r). Bu konuda 236.14 ve 421.14 rivayetlerine bakınız.
Ucuz sevaplar vâdeden rivayetler: 65.4: “Bir kul mescidde tükürmeye davranırsa mescidin temelleri sarsılır. (...) Eğer vazgeçip (tükürüğünü) yutarsa Allah ondan 72 hastalığı giderir ve ona iki milyon hasene yazar.” Deylemî: Enes’den (r). 424.7: “Bir kimse, bir günde müslümanlardan yirmi kişiye –toptan veya perakende– selam verirse; o gün veya o gece ölürse Cennet ona vacip olur.” Taberânî (Kebîr’de): İbn Ömer’den (r). 433.10: “Bir kimse ‘Cezâhullahu Muhammeden ‘annâ mâ huve ehluhu’ derse, yetmiş kâtibi bin sabah yormuş olur (sevab yazmaktan)” Taberânî (Kebir’de), Ebu Nu‘aym (Hilye’de), Hatîb (Tarih’te) ve İbnu’n-Neccâr: ‘Aişe (r) ve İbn ‘Abbas’dan (r). 438.3: “Bir kimse her gün, yüzünden 200 âyet okursa, (...) müşrik bile olsalar Allah ana-babasının azabını hafifletir.” Deylemî: Ebu’d-Derdâ’dan (r); Zayıftır. Müşrik’in azabının hafifletilmeyeceğini Kur’ân haber veriyor. (2:162, ayrıca 2:86, 16:85). 
 
Değişik birkaç rivayet daha: 449.4: “99 kadından bir tanesi Cennette, kalanı Cehennem’dedir. (...)”Ebu’ş-Şeyh:İbn ‘Abbas’tan (r). 232.4: “Mü’minler itaatkâr ve yumuşaktırlar. Munis bir deve gibi ‘boynunu eğ’ denince boynunu eğer, bir kaya üzerinde bile olsa ‘ıh’ denilse çöker.” İbnu’l-Mubarek’ten ‘mursel’ olarak; Beyhaqî (Şu‘ab’da): ibn Ömer’den (r). 117.10: “Ümmetim hiçbir zaman dalâlette birleşmez. İhtilaf halinde kalabalık tarafı tutunuz.” ‘Abd b. Humeyd ve İbn Mâce: Enes’den (r). Kur’ân’da 6:116 ile mukayese ediniz. 213.13: “Sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir...” Deylemî: Enes’den (r). (213.12, 14, 15 ve 16 ya da bakınız). 38.6: “Bir kimse binasını 7 veya 9 zira (arşın) yüksekliğinde yaptığında, gökten bir münâdî ona seslenir: ‘Ey fasıkların en fasıkı, bununla nereye gidiyorsun?’” Ebu Nu‘aym (Hilye’de): Enes’den (r); zayıftır. Bizce ‘bâtıl’dır!.. Tesbit ettiğimiz uydurma ve bâtıllar buraya alıntılanamayacak kadar çoktur. Bazılarının numaralarını vermekle yetiniyoruz: 291.11, 442.8, 316.6, 318.8, 423.4, 95.4, 194.3, 238.15, 460.6, 439.6, 321.11-12, 516.7, 159.6, 442.4, 335.6, 22.4, 81.10, 256.8, 394.8, 489.4, 84.14, 105.17, 119.2-3, 124.4, 288.2, 438.8-9, 433.3-7-9, 434.3-6-11, 428.10, 432.6, 421.3, 427.7-8, 437.2-10-12-13, 440.10, 64.6, 494.8, 101.12, 291.13, 292.2, 426.1, 99.3, 104.3, 410.4, 436.1... 
 
Birbiriyle çelişen rivayetler de az sayıda değildir. Sadece birkaçına işaret ederek bu bölümü bitiriyoruz: 30.5’de Hz. Peygamber’in yolundan ayrılan emîre mutlak itaat emredilirken 30.6’da Allah’a isyan eden emîre itaat edilmeyeceği bildirilmektedir. 326.20’de “Mehdî amcam ‘Abbas’ın soyundandır.” denirken 236. 21’de “Mehdî ‘ıtret’imden, Fatımâ soyundandır.” deniyor. 97.7, 207.8, 508.2’de Horasan’dan Deccal’ın çıkacağı bildirilirken, 298.2’de aynı yerden Mehdî’nin çıkacağı haber veriliyor. 239.13-14 hediyeleşmeyi yererken, 239.15-16 tam zıddını söylüyor. 
 
RÂMÛZ’UN ‘TERCÜMESİ’NİN TENKİDİ 
 
Tercüme edilmeyenler Bir tercüme olayında metnin aynen aktarılması, mütercim tarafından keyfî tasarruflarda bulunulmaması; atlanan, tercüme olun- mayan kısımlar varsa bunlara işaret olunması kabul edilen bir ahlâk kuralıdır. Hele tercüme konusu, bir dinin mensuplarınca en yüksek değerde görülen metinler olunca bu ahlâk kuralına riayetsizlik bir hıyanet, bir cürüm olur. Hz. Peygamber’e izafe edilen bir söz nakledilirken öncelikle kaynağının belirtilmesi, ayrıca hadis otoritelerince yapılan tenkidler varsa bunların da beraber verilmesi, –tercüme olayı dışında da– İslâmî bir ahlâk olarak bilinegelmiştir. Çünkü ancak bu ilmî yolla Hz. Peygamber adına uydurulan birçok iftiralar bertaraf edilebilir. Bir ‘zayıf’ veya ‘uydurma’ hadisin kaynağının ve hele niteliğinin belirtilmeden rivayet edilmesinin İslâm’a ve Resûlullah’ın (s) hukukuna en büyük saygısızlık addedilmesi çok makul ve çok gerekli ahlâki bir müeyyidedir. 
 
Her seviyedeki okuyucu kesimine arz edilen Râmûz tercümesinde bu ilmî ve ahlâki kurala hiç riayet edilmediği görülmektedir. Şöyle ki: 1) Hadis kaynakları tercümede gösterilmemiştir: Yukarıda sağlamlıklarını tartıştığımız kaynakların hiçbiri tercümeye alınmamıştır. Dolayısıyla, tercümeyi okuyan birisi için “sağlam kaynak”la “zayıf kaynak” diye bir ayırım yapmak imkânı yoktur. Ve hadislerin hepsini aynı nitelikte görmeye, daha doğrusu hepsini sahih saymaya mahkûmdur. Artık bir İbn Şâhin, bir Ebu’ş-Şeyh, bir Hakîm Tirmizî (bildiğimiz Câmî sahibi Tirmizî değil), bir ‘Uqaylî ile Buhârî veya Müslim’i birbirinden ayırdetmek mümkün olmayacaktır. 2) Bazı hadisler hakkındaki tenkîdî notlar tercüme edilmemiştir: Arapça metninin bütün zaaflarına rağmen gene de bazı ilmî tutumların izine rastlanabiliyor: Bazı hadislerin arkasına, bu hadisler hakkında yapılan tenkidler kısa notlar halinde ilâve edilmiştir. Bu kısa notlar: • Hadisin bazı otoritelerce uydurma sayıldığı (mevzû hadis); • Hadisin genel olarak tenkid edilmiş olduğu; • Hadisin Resûlullah’dan (s) başka birinin sözü olduğu (mevkuf hadis); • Hadisi rivayet eden sahabenin bilinmediği (mursel hadis); • Hadisin otoritelerce zayıf sayıldığı; • Hadisin ravilerinden bazıları hakkında yapılan tenkitler... ... şeklindedir. İşte metindeki bu notlar hiçbir yerde tercüme edilmemiştir. Dolayısıyla Arapça metinde mevzû (uydurma) oldukları bildirilen hadisler tercümede sahih hadîs oluvermişlerdir. Şimdi bunlara –sıra gözetmeden– bazı örnekler verelim (Gerekli tercüme düzeltmelerini yapa- rak veriyoruz): 418.9: “Bir kimsenin konuşması esnasında aksırılırsa, bu, konuşulan sözün hak olduğuna işarettir.” Taberânî (Kebir’de), Ebu Ya‘lâ, Dârequtnî (Sünen’de), Beyhaqî ve Hakîm: Ebu Hureyre’den (r); Beyhaqî: ‘Münker bir hadistir’ demiştir. Görüldüğü üzere hadis zayıf kaynaklardan (3. ve 4. Tabaka) rivayet edildiği gibi, bir kaynakta da ‘münker’ olarak nitelenmiştir. Bü-tün bunların tercümeye aktarılmaması, böylesine saçma ve batıl bir sözün Resûlullah’a (s) izafe edilmesine cür’et kazandırıcı niteliktedir. Bu batıl söz, hadis otorite- lerince gerekli şekilde tenkîd ve reddedilmiştir. (Qârî, s.426, 341; Şevkânî, s.224; Elbanî nr. 136, 137). 430.15: “Bir kimse aksırdığı veya geğirdiği zaman ‘Elhamdu lillâh ‘ala külli hâlin mine’l-hâl’ derse, en hafifi cüzzam olacak şekilde yetmiş hastalıktan korunmuş olur.” Hatîb (Tarih’de), ve İbnu’n-Neccar: Abdullah b. Amr’dan (r); İbnu’l-Cevzî ‘uydurmadır’ demiştir. Burada da metinde uydurma olduğu belirtilmiş batıl bir sözün kaynakları ve tenkidi tercümeye alınmamıştır. (Qârî, s.352-3, 496; Şevkânî s. 225; Elbânî, nr. 409). 414.3: “Kim Farsça konuşursa cinneti artar, mürüvveti (insanlığı) azalır.” Hâkim (Müstedrek’de) ve İbn ‘Adiyy (el-Kâmil’de ve tenkid ederek): Enes’den (r); İbn’ul-Cevzî bunu ‘uydurma’ saymıştır. (Allah’ın gazab ettiği zaman meleklere Farsça vahyetmekte oduğuna dair bir uydurmanın tenkidli rivayeti için 27.12 metnine bakınız). 227.7: “Kur’ân birmilyonyirmibin harftir. Kim onu Allah’tan ecrini umarak ve sabırla okursa her harfine karşılık kendine hurilerden bir zevce vardır.” Taberânî (Evsat’ta), İbn Merdeveyh ve Ebu Nasr: Ömer’den (r). Ebu Nasr: ‘Metni ve isnadı garîbdir’ demiştir. Hadiste verilen rakam mevcut Kur’ân harflerinden fazladır. Ancak bu durum birçok Kur’ân âyetinin tilâvetinin nesh edilmiş olmalarıyla izah edilebilir. Bu rivayetin saçmalığı kadar, metne ilâve edilen notun saçmalığı da meydanda. Bir maskaranın uydurması olabilecek bu rivayete göre; bir kere Kur’ân’ı hatmeden kimse için Cennette okuduğu Kur’ân harfleri sayısınca hûrî var. Ancak Kur’ân harfleri için verilen 1.020.000 rakamı, son notu koyan zatı biraz düşündürmüş. Çünkü mevcut Kur’ân harfleri sayısı bu rakamın üçte birine ulaşmıyor. Mütercimin metne koyduğu nota göre de ‘mevcut Kur’ân’lar 322.671 harf’ tutuyormuş. İki rakam arasında 697.329 gibi çok fahiş bir fark mevcut. Bu nasıl izah olunacak? Notun sahibi zat için bunun makul izahı şöyle: Fazla harflerin oluşturduğu âyetler tilâveten nesh edilmiş! Yani, elimizdeki Kur’ân’ dakinin iki katından daha fazla sayıda âyet; önce nazil olmuş, daha sonra hem Hz. Peygamber’e hem de müslümanlara unutturularak Kur’ân’dan çıkarılmıştır. Böylece bu rivayetlerin rakam fazlalığının hikmetini kavramış oluyoruz (!). 29.7: “Sizden biri (taharet için) taş kullandığında tek sayıda kullansın, Zira Allah tektir, teki sever...” Taberânî (Evsat’ta), İbn Hibbân ve Hâkim (Mustedrek’de): Ebu Hureyre’den (r). Hadis tenkid olunmuştur. Tercümede, Allah’ın birliği ile taharet taşlarının tekliği arasında ilgi kuran bu hayasız sözün tenkîd edilmiş olduğuna dair en ufak bir işaret yoktur. 291.12: “Evli adamın iki rek‘atı bekârın seksen-iki rekatından hayırlıdır.” Temmâm ve Ziyâ (Muhtâre’de): Enes’den (r). İbn Hacer ‘Bu münker bir hadistir. Ziyâ’nın onu rivayet etmesinin bir mânâsı (değeri) yoktur’ demiştir. 
 
Aslında tenkid edilmiş oldukları halde tercümede gösterilmeyen bu kabil rivayetlerin bir kısmının numaralarını veriyoruz: 8.4, 10.9, 12.2, 17.12-14, 40.15, 60.1, 69.1, 70.6, 75.12, 91.6, 101.9, 205.17, 216.15, 273.1-4, 306.6, 323.11, 335.4, 337.10, 342.12, 358.10, 369.8, 415.1, 421.5, 447.14, 474.8, 499.11, 504.4... 
 
Tercüme Hataları Birçok yerde çok garip tercüme hatalarına rastlanmaktadır. Biz yine bazı örneklerle yetineceğiz: • 16.1: “...Hicretten sonra bekâr kalmaktan sakınınız” yanlış bir tercümedir. Doğrusu: “...(Medine’ ye) hicretten sonra (tekrar) çöle dönmekten sakınınız”. Hata, metindeki “ta‘arrub” kelimesinin noktalı olarak “ta‘azzub” şeklinde okunmasından kaynaklan- mışa benziyor. • 597.8: Ravi yerindeki “Hz. Recul r.a.” çok gülünç bir tercüme. Çünkü birazcık Arapça bilen birisi ‘recul’ kelimesinin özel isim olmayıp ‘adam’ mânâsında cins isim olduğunu bilir. Hadisin ilk ravisinin ismi bilinmediği zaman ‘an reculin’ (yani “ismi tesbit edilemeyen bir adam”dan rivayet edilmiştir”) şeklinde vermek hadis rivayetinde bilinen bir gele- nektir. • 138.10: “... O beyaz bir kürk üzerine oturmuştu.” Tercüme yanlıştır. Kürk diye tercüme edilen ‘ferve’ kelimesi, burada “otsuz kıraç yer” anlamr. Nitekim metnin kenarındaki Arapça notta da kelimeye bu doğru mânâ verilmiştir. Buhârî şerhi Fethu’l-Bârî’ye de bakınız. (Hadis No: 3402). • 224.1: “Umra ve Rukba verilen kimselere caizedir”.aliyle okuyucuya hiçbir şey ifade etmez. Kitabın sonundaki ‘Lügatçe’de de bu kelimeler yok. • 353.6: “... Cebrail (a) haşyetullahtan eski bir kilim gibi titriyordu.” Tercümede “eski bir kilim gibi titremek” teşbihinde hiçbir mânâ ve güzellik yok. Zaten metinde ‘titriyordu’ diye çevrilebilecek bir kelime mevcut değil. “... eski bir çul gibi (süklüm-püklüm) idi” diye çevrilmesi mümkündür. • 455.2: “Ümmetimin helaki kitab ile süttedir. Kitab’a gelince: Kur’ân’ı okurlar; hilâf-ı hakikat te’vil ederler. Sütü ise severler, kıra çıkarlar, cemaati ve Cuma’ları terk ederler.” ‘Sütü sevmek’le kıra çıkmak, cemaati ve Cuma’ları terk etmek arasındaki ilgiyi bulmak okuyucu için bir muammayı çözmek kadar zor görünüyor. Bize göre, Hz. Peygamber’e ait olmadığına inandığımız bu ifadelerle –muhtemelen– sonraki dönemlerin bir endişesi dile getiriliyor. Şöyle ki: Süt, deveyi; deve de bedeviliği temsil eder. Şehirli (yerleşik) ise ‘hurma’ ile sembolize edilir. Tercümedeki ‘kıra çıkarlar’, metindeki ‘yebdûne’ kelimesinin yanlış karşılığıdır. Doğrusu: ‘bedevileşirler’. Resûlullah (s) adına söylenen bu sözlerle, tarihin muayyen bir döneminde, şehirlerden çöle kaçış akımı önlenmek istenmiş olmalıdır. • 484.3: “Allah ümmetimi ebeden dalâlette cem etmez. Büyük karaltıda olun ...” Tercümedeki “Büyük karaltıda olun” cümlesinin doğrusu: “Kalabalık tarafı tutun” şeklinde olmalıydı. Nitekim 117.10 rivayetinde tercüme bu şekilde doğru yapılmıştır. • 481.11:“... Muharremin Safer ayına tebdili de yoktur.” Doğrusu: “... Sarılık hastalığının sirayeti de olmaz.” Metindeki ‘safer’ kelimesi sayfa kenarındaki Arapça notta doğru izah olunmuşken mütercim bunu Safer ayı sanmış ve Kur’ân’ın 9:37 âyetiyle yasaklanmış olan ‘nesî’ uygulamasıyla karıştırmıştır. Aşağıda vereceğimiz tercüme hatalarının ise, bazı endişelerden dolayı kasıtlı tercihlerden kaynaklandığını sanıyoruz. Aksi takdirde büyük cehaletin işareti olurlardı. • 10.9: “Allah’ın Kitabını bırakmaları sebebiyle dalâlete düşerler.” Doğrusu: „Allah’ın Kitabı(nın istismarı) ile dalâlete düşerler” Arapça metindeki ‘bi-kîtabillah’ açıkça “Allah’ın Kitabı ile” demektir. • 90.8: “... O silahı cephede kullanan ...” ibaresindeki ‘cephede’ kelimesi “fî sebîlillâh”ın karşılığı olarak seçilmiş oluyor. Tercü- me güncel hale getirilmiştir. • 99.8: “... bakınca ayağının iliği görülür” tercümesinin doğrusu “bakınca bacağının iliği görülür” şeklinde olmalıydı. Doğru tercüme biraz müstehcen görülmüş olmalı. • 101.3: “... kulunun ve cariyesinin zina etmesinde Allah’tan gayretli kimse olmadı.” Doğrusu: “Erkek olsun, kadın olsun kullarının zina etmelerinde Allah’tan daha çok kıskançlık duyan kimse olamaz.” Allah’a kıskançlık izafe etmekten kaçınırken, bir zina olayında O’na –dilimizdeki manâsıyla– gayret izafe etmenin daha fahiş mânâda anlaşılacağı düşünülme- miştir. • 147.4: “...Allah buyurdu ki: ‘Ben onu ağreb’den (mü’minlerin cahillerinden) tamamlarım.’” Doğrusu: “... Allah buyurdu ki: Ben o sayıyı bedevîlerden tamamlarım.” ‘Ağreb’ diye çevrilen kelimenin aslı ‘a‘râb’dır. Uydurma olduğundan şüphe etmediğimiz hadis metnine göre; Allah Hz. Peygamber’e (s) ümmetinden dörtmilyardokuzyüzmilyon (yetmişbin kere yetmişbin) kişinin hesapsız Cennete gideceğini haber verince Hz. Peygamber (s) ümmetinin sayısının bu rakama ulaşamayacağını ileri sürüyor. Allah da –güya– yukarıdaki ifadeyle (bu rakamı, Cennete sokacağı bedevilerin sayısıyla tamamlayacağını bildirerek) konuya aydınlık getiriyor. 
 
• 246.4 ve 296.8’de, İstanbul’un Arapçası olarak bildiğimiz ‘Kostantiniyye’ kelimesi hep ‘Roma’ olarak tercüme ve tefsir olunuyor. Halbuki 246.4 metninde sadece ‘el-medine’ kelimesi var ve Arapça ara notta bildiğimiz Medine şehri olarak izah edilmiştir. Tercümede ise ‘el-medine’, ‘Kostantiniyye’ olarak çevrilmiş; parantez- içi notta da bununla ‘Roma’nın kastedildiği ifade edilmiştir. 296.8 metninde ise ‘el-medine’, ‘Kostantiniyye’ olarak izah edilmişken tercümedeki notta gene ‘Roma’ olduğu iddia edilmiştir. (478.5’e da bkz.) Hem musannıfı, hem de mütercimi böyle birbiri ile çelişkiye düşüren ve yüzyılların İstanbul’u olan Kostantiniyye’yi Roma yapan zihniyetin temelinde yatan zaaf şöyle izah olunabilir: İstanbul’un müslümanlarca fethinden önceki bir dönemin uydurmaları olan bu ve buna benzer rivayetlere göre, Kostantiniyye (İstanbul) fethe- dildikten 6-7 sene sonra çok büyük olaylar olacak ve Deccâl çıkacaktır. Fakat İstanbul’un müslümanlarca fethinden asırlarca sonra yaşayan bir Müslüman ne yapmalı? Bu güne kadar tarifine uygun bir Deccâl çıkmadığına göre, rivayetlerin sahihliğinden şüphe edilmediğine göre ve Hz. Peygamber’e (s) de yanılma izafe edilemeyeceğine göre bu hadislere yeni bir yorum kazandırılmalıdır. İşte bu çıkmazdır ki asırların İstanbul’u olan Kostantiniyye’yi Roma yapıyor. Yâni Deccâl’ın çıkması Roma’nın Müslü- manlarca fethinden sonra olacak demektir. Ufukta henüz Roma’nın fethi ümidi belirmediğine göre “Deccâl fitnesi”nden uzak yaşadığımıza inanıp şükredebiliriz. • 334.10: “Hıfız on paya ayrıldı. Dokuzu Türke (Küffarı Çin) verildi ...” Bu tercümeyle Türklerin Çin kâfirleri olduklarını öğreniyoruz. Fakat mütercimin bu bilgisinin kaynağını –maalesef– öğrenemedik. (189.9 tercümesindeki nota da bakınız). • 440.8: “...Ben dünyanın harabisi için gönderildim. Ümranı için gönderilmedim.” Doğrusu: “Ben dünyanın tahribi için gönderildim, imarı için gönderilmedim.” Hz. Peygamber’e, dünyanın tahribi için gönderilmiş olacağı –haklı olarak– yakıştırılamadığı ve fakat hadisin uydurma olması ihtimaline de yer verilmediği için, metni muğlak bir şekilde tercüme etmek çıkar yol sanılmış olmalı. • 452.9: “Ne güzel evdir müslümanın girdiği, içinde hamam bulunan ev”. Doğrusu: “Müslümanın girdiği ne güzel evdir hamam”. Bizzat ‘hamam’ diye tercümesi gereken kelimenin “içinde hamam bulunan ev” şeklinde verilmesi, kanaatimizce, aynı kitabın 242. 12 ve 242.13 numaralı rivayetleriyle çelişkiye düşmemek endişesinden ileri gelmiştir. Çünkü orada, meselâ 242.13 de “Ne kötü evdir hamam.” ifadesi gene hadis olarak yer almaktadır. Yâni 242.12-13 de hamam yeriliyor, burada ise övülüyor. Bu çelişkiden ancak bir tercüme oyunuyla kurtulmak müm- kündü. (Hamamla ilgili hadislerin sahih olmadıkları hakkında Fîrûzâbâdî’nin Sifru’s-Sa‘âde’sinin ‘Hatime’sine bakılabilir). • 478.6: “Şeytan yollarda yürüyerek, çarşıda gezerek ve ‘falan oğlu filan Resûlullah’tan (s) bunu şöyle şöyle rivayet etti’ demeden kıyamet kopmaz.” Doğrusu: “Şeytan yollarda ve çarşılarda ulema kılığında gezerek ve ‘falan oğlu filan Resûluliah’tan (s) bunu şöyle şöyle rivayet etti’ demedikçe kıyamet kopmaz.” Şeytanın ulema kılığında gezebileceğine inanmak mütercime biraz ağır gelmiş olmalı ki “ulema kılığında” ibaresini atlayarak tercüme yapmayı tercih etmiştir. • 491.8: “Bir müslümana kendini zelil etmesi layık olmaz. Denildi ki: ‘Nefsi insanı nasıl zelil eder?’ Buyurdu ki: ‘Gücü yetmeyecek belalara kendini atar.’” Bu tercümede, “Nefsi insanı nasıl zelil eder?” cümlesi tamamen tersine çevrilmiş bir çeviridir. Doğru tercüme “İnsan nefsini nasıl zelil eder?” şeklindedir. Bu yanlış tercüme –sanki– mütercimin, bu kitabın girişinde öğrendiğimiz “Nefis bir hayvandır, onun izzeti olmaz” kanaatıyla (s. XVII) çelişkiye düşülmemesi için tercih edilmişe benziyor. 
 
SONUÇ Buraya kadar yapmış olduğumuz tahlil ve tenkidlerle aşağıdaki neticelere ulaştığımızı sanıyoruz: a) Râmûz el-Ehâdîs’in metni; iddia edildiği gibi bütün olarak muteber hadis kitaplarından seçilmemiştir. Aksine, sahih kaynakların yanı-sıra çok sayıda zayıf ve hadis sahasında değersiz kaynaklardan derlenmiş ve fakat bu kaynaklar arasındaki büyük farklar konusunda okuyucu haberdar ve ikaz edilmemiştir. b) Kitabın tercümesi tahrifen yapılmıştır. Kaynakların ve bazı metin tenkidlerinin tercüme edilmemesiyle –sanki– hadisçilerin ıstılahında ‘tedlîs’ diye bilinen bir yanıltma taktiğine başvurulmuştur. Ayrıca birçok tercüme yetersiz ve hatalıdır. Bu haliyle kitap, hiç de –iddia edildiği gibi– senelerce işlenmiş, şerhi ve tefsiri yapılmış bir kitaba benzememektedir. Tercüme hataları konusunda verdiğimiz örnekler bu hususu kanıt- lamaya yeterli niteliktedir. c) Kitap birçok doğruları da ihtiva etmekle beraber hadis adıyla Hz. Peygamber’e yapılan iftiralarla doludur. Birçok bâtıl ve saçmalıklar Resûlullah (s) adına ifade olunmuşlardır. Kitapta, her çeşit hurafe ve safsataya mesned olabilecek rivayetleri bulmak mümkün olmaktadır. Toplumumuzda, bazı kesimlerce hurafe ve cehaletin din olarak takdim edildiği bilinen bir gerçek olmakla beraber iyi niyetli birtakım insanların da bu oyunlara kapıldıklarını gördükçe üzüntümüz artmaktadır. Bazı kesimlerinde hurafe ve cehaletin din olarak takdim edildiği toplumumuzda, gerçekleri arama yolundaki mânâ erlerine Allah’tan hidayet ve basiretler diliyoruz. * Kelime Dergisi, sayı: 2, (Temmuz, 1986), s. 32-46’de yayınlanmıştır. 1 Mevzû hadis, hadisçilerin terminolojisinde “uydurma hadis” demektir. 2 Bu Konuda hazırlanmış iki doçentlik tezi henüz basılmamıştır: a) Mehmed S. Hatiboğlu, “Hz. Peygamber’in Vefatından Emevilerin Sonuna Kadar Siyasî-İçtimâi Hâdiselerle Hadis Münasebetleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi. b) Sadık Cihan, “Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Siyasî ve Sosyo-Politik Olanların Olaylarla İlgisi”, Erzurum, 1976, Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi. 3 Mevzu hadislerle ilgili, burada isimlerini verdiğimiz ve vermediğimiz hadis kritikçileri ve eserleri hakkında bkz.: M. Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler/Menşei ve Tanıma Yolları, D.İ.B. Yayını, Ankara 1980. 
 
Bizim atıfta bulunacağmız ‘Mevzuat’la ilgili üç kitap, kısaltılmış şekilleriyle şunlardır: Qârî: ‘Aliyyu’l-Qârî, El-Mevdûâtu’l-Kubrâ (Tahkikli) Beyrut, 1391/1971; Şevkânî: Muhammed eş-Şevkânî, El-Fevâidu’l-Mecmû‘a (Tahkikli) Kahire, 1380/1960; Elbânî: M. Nâsiruddin el-Elbânî, Silsiletu’l-Ehâdîsi’d-Da‘îfa ve’1-Mevdû‘a, C.1, Beyrut, 1392. 4 Burada serdettiğimiz tenkitlerimizi daha önce, bir münasebetle, Sn. Lütfü Doğan’a şifahen ve özet olarak iletmiş idik. Sn. Lütfü Doğan, tenkitlerimize cevap vermekte sıkıntı çekmiş; “Benim, bu kitabın hazırlanmasında çorbada tuzum azdır” diyerek gerekli buluyorsak yazılı bir tenkid yapabileceğimizi ifade etmişti. 5 Huccetullahi’l-Bâliğa, Beyrut, tsz. Cz. 1, s. 132-135. 6 Tuhfetu’l-Ahvezî, El-Mubârekfûrî, Delhi, 1346 (Mukaddime, s. 61-63’de Farsça metniyle naklen). 7 Bu genel kaideler için birçok eser meyanında, Qârî. s,416-498’e bakınız.

5 Kasım 2015 Perşembe

CUMHURİYET BAYRAMININ ARDINDAN / 2015 BERLİN

Bir Cumhuriyet Bayramı’nı daha geride bıraktık. 92 yıl önce ilan edilen bir cumhuriyet var. Düşman, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan, sınırları yeniden belirlenen Türk’ün yeni vatanından kovulmuştur. Bugün düşmandan kurtuluşun değil, o ülkede ilan edilen yeni rejimin bayramı kutlanmaktadır. Cumhuriyet Bayramı. Bu rejime geçiş sadece Türkiye sınırları içinde değil, Türkiye dışındaki temsilciliklerde de kutlandı. Türkiye Cumhuriyeti Berlin Başkonsolosluğu Rotes Rathaus’da bir resepsiyon verdi. Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu. 2002 yılına kadar Cumhursuz kutlanan Cumhuriyet, Cumhur’una kavuşmuştu. Yıllar sonra nihayet Cumhur da oradaydı ve Cumhuriyetini kutluyordu. Başkonsolos Sayın Ahmet Başar Şen orada günün anlam ve mahiyeti ile ilgili bir konuşma yaptı. Türkiye’nin bugün itibariyle geldiği yerin altını çizdi. Mülteci sorununa değindi. Suriye’de devam eden savaşa vurgu yaptı… Aynen istifadenize sunuyorum:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının 92. yıldönümünü kutlamanın gururunu yaşıyoruz. En büyük bayramımızda bu coşkuyu bizimle paylaştığınız, bizimle birlikte olduğunuz için teşekkürlerimi sunuyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verdiği bağımsızlık mücadelesinin eşsiz bir zafer sonrasında ortaya koyduğu eserdir. Bugün, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşlarının önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz. Vatanımızın bağımsızlığı, milletimizin birlik ve bütünlüğü uğrunda canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi, Türkiye Cumhuriyeti'nin yücelmesine katkıda bulunmuş herkesi minnetle anıyoruz.

92 yıl aslında milletlerin tarihinde uzun bir süre değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin genç yaşına rağmen son derece sağlam kökler oluşturduğunu görmek bizler için büyük bir iftihar vesilesidir. Bu zaman zarfında Türkiye, siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal alanlarda çağdaş standartların yakalanmasına yönelik büyük adımlar atmış, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, uluslararası ekonomik sisteme uyum gibi birçok konuda dönüşümü başarmıştır.

Türkiye, içeride yaşadığı bu büyük değişimin yanı sıra, dış politikada da atılımlar gerçekleştirmiş, demokratik, çoğulcu ve laik siyasal sistemi, gelenekle çağdaşı bağdaştırabilen kültürel karakteri ve dinamik ekonomisiyle bölgesinde ve ötesinde güvenlik ve istikrar üreten bir aktör konumuna yükselmiştir.

Türkiye'nin bugünkü müstesna konumu, yurtiçindeki vatandaşlarımız kadar yurt dışındaki vatandaşlarımızın da on yıllar süren ortak çabasının bir sonucudur. Yarım asırdan fazla bir süredir Almanya’da çalışan, bu ülkede vergi veren, bu ülkeye yatırım yapan, kanun ve kurallara saygılı, barış ve huzur içinde yaşama arzusunu her fırsatta gösteren Almanya Türk Toplumu zaman içinde iki ülke arasındaki ilişkiler bakımından da en değerli unsur haline gelmiştir. Eğitimde fırsat eşitsizliği, ayrımcılık ve İslamofobya gibi sorunlara rağmen, genç nüfusu ve dinamik yapısıyla, Almanya Türk toplumunun kültürel kimliğini ve milli benliğini kaybetmeden, birlik ve beraberlik içinde hem Almanya’ya, hem Türkiye’ye hem de Türk-Alman dostluğuna katkılarda bulunmaya devam edeceğinden hiç şüphemiz bulunmamaktadır.

Almanya Türkleri, sağladıkları uyumla, kurdukları sivil toplum altyapısıyla ve barış içinde birlikte yaşamaya dönük hümanist anlayışlarıyla bu ülkeye son aylarda gelmekte olan mülteciler için yol gösterici, Alman makamları için ise mültecilerle ilgili çalışmalarında kolaylaştırıcı işlevler üstlenmeye başlamışlardır.

Komşumuz Suriye’de dört yıldan bu yana yaşanan insanlık dramı, komşumuz Irak’taki istikrarsızlık ve katliamlar, bizleri derinden endişelendirmektedir. Türkiye, Suriye’de yaşanan krizin başından bu yana din, mezhep ve etnik köken ayrımı yapmaksızın 2,2 milyondan fazla Suriyeli göçmeni ülkesine kabul etmiştir. Türkiye geçmişte birçok defa yaptığı gibi, kendisine muhtaç insanların önüne set çekmemiş, dikenli tel örmemiş, aksine hemen, her türlü imkânı seferber ederek, kamplar kurmuş, yemek, barınma, sağlık imkânı sağlamıştır. Birleşmiş Milletler verilerine göre en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülkedir. Bugüne kadar mülteciler için 8 milyar Dolardan fazla kaynak harcayan Türkiye’nin mültecilere sağladığı imkânlar, bunları gidip yerinde gören yabancı devlet adamlarının, gazetecilerin, kanaat önderlerinin takdirlerini kazanan bir model haline gelmiştir.
Öte yandan, yıllardır kamplarda yaşayan mülteciler ülkelerine dönüşten ümitlerini kesince kendilerine yeni bir hayat aramaya başlamışlardır. Hepsinin Türkiye’de sürekli barınması ya da Türkiye’deki istihdama dahil olması mümkün olamayacağından, birçoğu müreffeh Avrupa’nın yollarına düşmüşlerdir.

Son aylarda göç dalgasından etkilenen uluslararası toplumun, Suriyeliler ve diğer sığınmacılara yönelik kapsamlı bir siyaset geliştirmeye başlaması umut vericidir. Ancak, sorunun kaynağına hala inilememiştir. Aynı durum, artık maalesef Türkiye’yi de hedef almaya başlayan, dini söylemleri teröre gerekçe göstermeye çalışan cani terör örgütü DEAŞ ile mücadele bakımından da geçerlidir. Türkiye, göç sorununun ve terör sorununun kaynağında çözülmesi gerektiğini, semptomların değil hastalığın tedavi edilmesinin gerekli olduğunu, bunun için Suriye’de en kısa sürede bir rejim değişikliğinin şart olduğunu her platformda vurgulamaktadır.
Ülkemizin bulunduğu coğrafyada yaşanan gelişmeler demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kıymetini daha iyi idrak etmemize yardımcı olmaktadır.

Bu bağlamda, Başkonsolosluğumuzun, ilgili makamlarımızın ve Berlin Büyükelçiliğimizin eşgüdümünde 15 ay içinde Cumhurbaşkanlığı Seçimleri dahil olmak üzere üç büyük seçim organizasyonunu başarıyla tamamlayarak, görev bölgemizdeki seçmenlerin demokratik tercihlerinin ülkemize aktarılmasını sağladığını gururla belirtmek isterim. Son olarak beş gün önce tamamladığımız 26. Dönem Milletvekili Genel Seçimlerinde 49.097 oy kullanılmıştır. Yurt dışı seçmenlerimizin ilgisinin giderek artması sevindirici bir gelişmedir.

Başkonsolosluğumuzdaki seçim çalışmalarımızda 18’inden 88’ine tüm insanlarımızı görmek, onların vatandaşlık haklarını, oylarını kullanırken duydukları hissiyata şahit olmak bizleri de derinden mutlu etmiştir. Bu çalışmalarda ayrıca, yüzlerce gönüllü vatandaşımız da gönül verdikleri siyasi partilere yardımcı olmak üzere seferber olmuşlar, bu sayede demokrasimize hizmet etmişlerdir.
Şunu unutmayalım ki, gün kavganın değil diyaloğun, vatana, millete hizmet yolunda rekabetin günüdür. Bir tane Türkiye’miz var, başka Türkiye yoktur!

Sözlerime son vermeden önce, hepinizin Cumhuriyet Bayramını en içten dileklerimle tebrik ediyorum ve saygılarımı sunuyorum.”

Rüştü Kam