4 Temmuz 2018 Çarşamba

Fuat Sezgin Hoca’nın ardından


Frankfurt Goethe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ömer Özsoy, geçen hafta hayatını kaybeden İslam Bilim Tarihi Araştırmacısı Fuat Sezgin için “Bilim tarihçileri arasındaki Müslüman düşmanı kültüralizme karşı mücadele veriyordu.” Dedi ve ekledi...

2006 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden ayrılıp halen çalışmakta olduğum Frankfurt Goethe Üniversitesi’ne geçmeye karar verdiğimde, helallik dileyip dua ve tavsiyelerini almak üzere ziyaret ettiğim Mehmed Said Hatiboğlu Hocamız bana şunları söylemişti: “Oğlum, Fuat Sezgin Hocamızın bulunduğu şehre gidiyorsun. Onunla yakinen birlikte çalışmak, ilminden faydalanmak ve çalışmalarında ona hizmet etmek bizlere nasip olmadı; sen bu fırsatı iyi değerlendir, ona hizmet et, benim adıma da ellerinden öp!” Frankfurt’a gelir gelmez Fuat Hoca’yı ziyaret ettim. Hatiboğlu Hocamın selamını ve gönderdiği Hacı Baba ürünü su böreğini iletmekle kalmayıp, bana tavsiyesini de olduğu gibi aktardım. Çok duygulandı, yaşarmış gözlerle “Estağfirullah” dedi, “Mehmed Bey çok nazik bir insan!” 

Geçen yıllar içinde, özellikle enstitüsünün misafirhanesinde kaldığımız bir yılı aşkın süre zarfında Fuat Hoca ile yoğun beraberliğimiz oldu. Bu imkana sahip olduğum için kendimi hep şanslı addettim. Sohbet konularımız genellikle Avrupa genelinde İslam ve Müslümanlarla ilgili gittikçe olumsuzlaşan algı ve tutum, İslam dünyasının içinde bulunduğu trajik durum ve giderek derinleşen ahlaki kriz, Türkiye’deki bilimsel ve siyasal gelişmeler ve Almanya’da filizlenmekte olan İslam İlahiyatı’nın durumu gibi meselelerdi. Tabii ki, Türkiye’deki müzenin tasarlanışı ve kuruluşu ile ilgili memnuniyetinden, bu esnada karşılaştığı, çalışmaları uzaktan takip etmenin getirdiği zorluklardan, daha sonra vakıf ve enstitünün kuruluşu ve gelecek planlarından, hayallerinden bahsettiği veya o an için zihnini meşgul eden, yazmakta olduğu gündemindeki bilimsel konular üzerine konuştuğumuz da oldu kuşkusuz. Onu en çok heyecanlandıran, ilmî konular üzerine konuşmaktı; böyle zamanlarda gözlerinin sevinçle parladığını farkederdiniz. Buhârî’nin Kaynakları eserindeki bir ayrıntıyla ilgili soruma cevap verirken adeta kitabı daha dün yazmış gibi en ufak detayların bile zihninde ne kadar taze kaldığını müşahede ettiğimde duyduğum hayranlığı tarif edemem. Rahatsız olması veya yurtdışında bulunması müstesna, hafta sonları da dahil olmak üzere her gün sabah 8 akşam 5 arası mesai yaptığı enstitüsünde çalışmalarının odağını, son yıllarda, hayatının projesi olarak niteleyebileceğim dev eseri “Arap Kitabiyatı Tarihi”nin (Geschichte des Arabischen Schrifttums: GAS) son cildinin telifi oluşturuyordu. Bu tutkulu yoğunluğu nedeniyle doğrudan müdahil olmaya vakit ayıramasa da, İslam İlahiyatı ile ilgili gelişmeleri de ilgiyle takip ediyor ve kendi yaşadığı zorluklarla karşılaştırdığında Almanya’da kamu imkanlarıyla İlahiyat bölümleri kurulmasına inanamıyordu. Bu vesileyle, gerek kurumsallaşma gerekse muhteva bakımından nelere dikkat edilmesi gerektiği konusundaki çok değerli tavsiyelerini ve sıkıntılı kuruluş yıllarında her istişare ihtiyacı duyduğumda cömertçe zaman ayırdığını şükran ve minnetle anmak isterim. Frankfurt’ta İslam İlahiyatı’nın şekillenmesinde Hocamızın dolaylı da olsa derin katkıları olmuştur.

Fuat Sezgin dürüst bir tarihçi olarak sadece tarihî hakikatin peşindeydi ve ortaya çıkardığı hakikatler Müslümanların geçmişi açısından yüz akı olduğu için de mutluydu.

Kendisine verdiğim açık çeke rağmen, Fuat Sezgin Hoca’nın yardım talep ettiği nadir oldu. Bunlar da genellikle eliyle yazdığı Türkçe metinlerin bilgisayarda dizilmesi (kendisi bilgisayar kullanmıyordu), bazı Türkçe metinlerin Almancaya veya Almanca yazdığı metinlerin Türkçeye çevirisi gibi enstitü çalışanlarının yardımcı olamayacağı türden işlerdi. Kimi taleplerini zevkle bizzat yerine getirdim, kimini onun onayıyla genç arkadaşlarıma veya öğrencilerime devrettim. Hoca’nın çalışma temposu ve geride bıraktığı muazzam ilmî mirasa nispetle bunlar bizim için onur verici, ama zikredilmeye değmeyecek mütevazı katkılardı kuşkusuz. Ama bu sayede Avrupa’da yetişen nice genç ilahiyatçı kendisini tanıma, onunla konuşma, hâl ve tarzına şahit olma imkanı bulmuş oldu ve benim için bu çok önemliydi. Nitekim öğrencilerimizden bir grup bu muarefeye istinaden Hoca’dan Buhârî’nin Kaynakları’nı Almanca’ya çevirme izni almayı başarabildi ve yapılan tercümeleri yine öğrencilerimizin çıkardığı İslami İlimler internet dergisinde tefrika olarak yayımladı. Bildiğim kadarıyla çeviri çalışması halen devam ediyor; umarım, tamamlanınca ailesinin onayıyla kitap olarak basılması da mümkün olur. Yeri gelmişken, Fuat Sezgin’in ilmî mirasının varisleri olan kurumların himmet etmesi gereken en öncelikli işlerden birinin, bu kitabın ehil kişiler tarafından önemli dillere çevirisini ve seçkin yayınevleri tarafından basımını organize etmek olduğunu söylemek isterim. 

Fuat Hoca’nın bu kitapta Buhârî’nin Sahîh’indeki rivayet malzemesinden hareketle yaptığı çoğu tespit, o zamanlar gerek Müslüman alimler gerekse oryantalistler arasında yaygın olan hadis tarihine dair yargılar ve İslam’ın ilk üç asırdaki yazılı kaynaklarının tarihine dair tasavvurlar açısından devrim niteliğindeydi. Bunu teslim eden insaf ehli bilim insanları hem Doğu’da hem Batı’da elbette olageldi, ama genel bir değerlendirmede bulunmak gerekirse, bilim tarihçisi Fuat Sezgin’in bizzat bilim tarihi içindeki yerinin yeterince takdir edilmediğini, hatta sistematik olarak görmezden gelindiğini söylemek durumundayım. Mesela, istisnaları olmakla birlikte Müslüman araştırmacılar GAS’ı bir bilim tarihi eseri olarak değil, bibliyoğrafya olarak görür ve kullanırlar. Bu yüzden de, ulum-i islamiyenin tarihine, tefsir veya hadis tarihine dair yayınlarda Sezgin’in bulgu ve tespitlerinin izleri nadiren hissedilir. Yine istisnaları olmakla birlike Batılı şarkiyatçılar da Fuat Sezgin’i ya ignore etme veya alaylı ifadelerle küçük görme yolunu seçerler. Kadirşinaslık bakımından istisnalardan biri olan Angelika Neuwirth’ten, Frankfurtlu bir oryantalist olan Manfred Ullmann’ın Arap sözlükbilimine dair çalışmasında Fuat Sezgin’in bir tespitine, isim vermeksizin “Bir Türk iddia ediyor ki ...” şeklinde atıfta bulunduğunu duyduğumda irkilmiştim.
Sezgin’in, ilk iki asırda tasnif olunduğu rivayet edilen, ama elimize ulaşmayan kitapların gerçekten mevcut olup olmadığının sonraki kitaplardaki atıflardan hareketle saptanabileceği, hatta isnadlardan ve iktibaslardan hareketle bazılarının yeniden inşa edilebileceği şeklinde özetleyebileceğim, doktora çalışması esnasında geliştirdiği ve GAS’ın ulum-ı islamiyeye dair birinci cildinde pek çok yitik eserin tespitinde başarıyla kullandığı metodun serencamı ibret vericidir. Fuat Hoca’nın bu tespitini, İslam dünyasında kendisine atıfta bulunan çoğu yazar, “başında isnad bulunan her bilginin otantik olduğu” şeklindeki polemik yargının teyidi olarak aktarmak veya neredeyse tefsir rivayetlerindeki isnadların ulaştığı her sahabi ve tabiiye bir tefsir nispet edecek kadar suyunu çıkarmak suretiyle istismar ederken, oryantalistler de ya hiç bahsini etmedi ya da “safdilce bir iyimserlik” (Herbert Berg) olarak niteledi. Ama bu arada, kısmen onun metodik yaklaşımına, kısmen Joseph Schacht’ın temelini attığı ve Gauthier Juynboll’un formüle ettiği ‘müşterek ravi’ (common link) teorisine dayanarak isnad araştırmalarını derinleştiren ve Batı’da bilinen metin tenkidi yöntemleriyle mezcederek artık genel kabul görmüş bir tarihsel analiz ve rivayet tarihlendirme yöntemi (isnad-cum-matn-Analyse) geliştiren çevreler de oldu (Harald Motzki, Gregor Schoeler, Andreas Görke vd.). Fuat Hoca, uzun yıllardır hadis alanına münhasır bir çalışması olmasa da, bu sahadaki oryantalistik yayınları da takip ediyordu ve bu yayınlarda kendi çalışmalarına ya hiç atıfta bulunulmadığını veya oldukça sönük atıflarda bulunulduğunu görmek, ‘referans’ konusuna, yani bilginin kaynağını belirtme ve alimlerin görüşlerini doğru aktarma ilkelerine çok büyük bir önem veren bir bilim tarihçisi olarak onu çok üzüyor ve kızdırıyordu.

Fuat Sezgin Hoca uluslar arası bilim camiasında daha genç yaşta haklı bir şöhret kazandı. Çok sayıda fahri doktora ünvanına ve saygın ödüle layık görüldü, hatta almayı reddettiği ödüller dahi oldu. Ama hiç bir taltifin onu, çok sevdiği ülkesinden son yıllarda gördüğü iade-i itibar ve Türkiye’de kendi gözetiminde kalıcı kurumlar oluşmasına şahit olmak kadar mutlu ettiğini sanmıyorum. Bu yüzden son yıllarını adeta Türkiye’de kalıcı bir iz bırakma hedefine tahsis etti. Umarım hayalleri gerçek olur, kurduğu kurumlar onun ömürlük eserini doğru anlayıp, doğru konumlandırabilecek ve bıraktığı yerden devam edebilecek alimler yetişmesine ve Müslümanların bilimler tarihindeki yerinin ve geliştirdikleri bilim anlayışının geniş kitleler nezdinde tanınır olmasına hizmet eder. Kendisi bir Müslüman evladı olarak atalarının tarihsel başarılarıyla gurur duyan bir alimdi, ama Müslümanların veya İslam medeniyetinin üstünlüğünü ispatlamak gibi bir davası yoktu. Son tahlilde, Müslüman alimlerin çizdikleri haritalarıdaki mucizevi isabetle gurur duysa da, bu alimlerin torunlarının harita okumaktan dahi aciz bir durumda bulunmasından utanıyordu. 

Bilim tarihine dair çalışmalarının bazı Müslüman çevreler tarafından böyle bir apoloji istikametinde yorumlandığını görmekten rahatsızlık duyduğuna çok kez şahit oldum. O dürüst bir tarihçi olarak sadece tarihî hakikatin peşindeydi ve ortaya çıkardığı hakikatler Müslümanların geçmişi açısından yüz akı olduğu için de mutluydu. Onun hareket noktasını, pür ilmî faaliyetin kültürel ve dinsel kimlikleri aşan bir karaktere sahip evrensel nitelikli bir bayrak yarışı olduğu ve hangi milletten olursa olsun ilim ehlinin tek bir aile olduğu temel kabulleri teşkil ediyordu. Tam da bu nedenle Ortaçağ ve sonrasında İslam düşmanlığı veya bilimsel yetersizlik gibi marazi saiklerle Müslümanların ilmî başarılarının üstünün örtüldüğünü deşifre ediyor ve bilim tarihçileri arasındaki Müslüman düşmanı kültüralizme karşı mücadele veriyordu. İlim camiasının ve Hocamızın miras bıraktığı kurumların en öncelikli misyonu, onun bu ilmî davasının bekçiliğini yapmak ve onun çalışmalarının kendi temel kabullerine aykırı bir Müslüman kültüralizmine kurban edilmesine fırsat vermemektir. Böyle bir gelişmeyi görmek en çok onu üzerdi zira. “Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Yılı” olarak ilan edilen 2019’un onun sağlıklı çizgisinin doğru anlaşılmasına ve yaygınlaşmasına vesile olmasını diliyorum.

Fuat Sezgin, boşluğu doldurulamayacak dev bir çınardı; bu fani dünyada payına düşen zaman diliminde inanılmaz işler başararak bizlere veda etti. Allah rahmet eylesin.

27 Haziran 2018 Çarşamba

24 HAZİRAN SEÇİMLERİNDEN SONRA



‘Patates, soğan, oralet’ derken bir seçim daha geride kaldı (Pazar 24 Haziran 2018).  Türkiye’nin kaderinin oylandığı bir seçimdi bu.  100 yıl önce  Çanakkale’ye gelenler, Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’yi işgal etmeye çalışanlar  ve onların işbirlikçileri topyekün tekrar bir araya geldiler ve yeniden bir hamle daha yaptılar. 100 yıl sonra yeniden Çanakkale’yi geçmeyi denediler, yeniden Anadolu’yu işgal etmek istediler. Modern toplarıyla- tüfekleriyle ve içerden-dışardan tedarik ettikleri yeni müttefikleriyle birlikte yaptılar bu hamleyi.  Türk Milleti bu işgalcileri tanıdı ve onlara yine geçit vermedi.

Kuklacılar, içerden-dışardan tedarik ettikleri terör örgütleri mensuplarıyla  Türkiye’yi hemen yutuvereceklerini sandılar. Hem içerden hem de dışardan kuşatılmış bir Türkiye onlara fazla direnemezdi, böyle düşündüler. 15 Temmuz’un, Afrin’in, Fırat Kalkanı’nın ve Kandil’in  rövanşını da böylece almış olacaklardı.  Çanakkale’ye geldiklerinde de sabah kahvelerini  Boğaz’da içecek olan bu vampirler yine yanıldılar. O gün boğazlarına dizilen kahve daneleri  bu gün de dizildi. 

Bu millet feraset sahibidir, bu millet vefalıdır; cefa çeker, sıkıntı çeker, ölür-öldürülür ama vatanı için kanının son damlasına kadar savaşır, mücadele eder, ancak vatanını asla satmaz, bayrağına ihanet etmez. 100 sene sonra Türkiye yine ayağa kalktı ve “dünya beşten büyüktür” dedi. Dik durdu, zalime karşı direndi, mazlumun yanında durdu ve onun hakkını korudu. “Ben kendi silahımı kendim yapacağım, kendi otomabilimi kendim yapacağım, bölgemde söz sahibi olacağım, şahsiyetli bir dış polkitika izleyeceğim ve yeniden Büyük Türkiye olacağım.” Dedi... 

Bundan sonrasında Türkiye’nin önü açıktır. 24 Haziran itibariyle karşılarında çok daha güçlü bir Türkiye olacaktır. 16 seneden beri halkıyla birlikte haraket eden, halkının inancına saygı gösteren, halkıyla birlikte  ağlayan ve gülen, tasada ve sevinçte halkıyla birtlikte haraket eden  bir yönetim var Türkiye’de.  Ne gam...

24 Haziran “Cumhur İttifakı” için miladtır. Türkiye demokratik sistemini değiştirmiştir. Çıkar çevrelerinin manipüle edemeyecekleri, provoke edemeyecekleri bir sisteme geçildi. Rakipleriyle dişe diş mücadeleyi göze alamayanlar hep çamura yatmışlardır. Bu millet “Güneş Motel” uygulamasını unutmadı. Bu uygulama 24 Haziran seçimlerinden önce İYİ Parti için de kullanılınca millet hafızasını tazeledi ve CHP ye dersini verdi.  Oyun aynı oyun, oyuncuları farklı. 

“Millet İttifakı” için de bir milad olabilir bu seçim...Bütün fraksiyonlar, eteklerindeki taşları dökerek; sadece Erdoğan’ı devirmek için kurdukları bu ittifakı Türkiye’de asgari müştereklerde yapabilecekleri şeylerin ittifakına dönüştürürlerse ki;- halk böyle bir ittifakı bekliyor- o zaman onlar için de bir milad olacaktır bu seçim. Özlenen, istenen Türkiye fotoğrafı budur. 

24 Haziran 2018 Pazar

2017 de Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu


- Farklılıklarımızdan ziyade ortak yanlarımızı öne çıkarmamızın gerektiği bir dönemden geçiyoruz-
Bu sene ilk defa başkonsoluslukla büyükelçilik Cumhuriyet Bayramı’nı birlikte kutladılar. Mantıklı bir uygulama. Aynı şehirde devletin iki kurumunun ayrı ayrı kutlama yapmaları uygun düşmüyordu. Halkımız bu uygulamayı hem masraf hem de zaman israfı açısından uygun görmüyordu.
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında önceki yıllarda maksadını aşan konuşmalar yapılırdı. Sanki Türk Milleti’nin önceden bir devleti yokmuşta 1923 te ilk defa bir devlet kurmuşlar gibi nutuklar atılırdı. Türk Milleti’nin geçmişinden bahsedilirken, karanlık bir tablo çizilirdi. Konuşmacılar; gericilik, yobazlık, hainlik gibi kavramları kullanalarak atalarını linç etmekten zevk alırlardı.
Dünyada geçmişini yerin dibine batırmak için uğraşan, atalarının değerlerini ayaklar altına alan, tarihi şahsiyetlerini ve o dönemde olup biten olayları manipüle ederek yabancı milletlere anlatmaktan zevk alan başka bir millet olmasa gerektir.
Köklerini inkar eden, kendilerini yepyeni bir devletin mensupları gibi gösteren dışa bağımlı bir hastalıklı zihniyet oluşmuştu. Köle ruhlu bu insanlar hastalıklı beyinleriyle geçmişlerine kin kusarlardı. Padişahlarını hain ilan edecek, onlara Kızıl Sultan diyecek kadar tarih bilgisinden ve de şuurundan yoksun hain monşerlerdi bunlar. O kadar ki; Ramazan’da, Cuma günü ve de Cuma saatinde Cumhuriyet resepsiyonu vermekte sakınca bile görmüyorlardı. Bu yaptıkları hainliğin adına da ilericilik diyorlardı, cumhuriyetçilik diyorlardı, laiklik diyorlardı, demokratlık diyorlardı, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak diyorlardı. Cumhuru olmayan cumhuriyetçiler, halkı olmayan demokratlardı bunlar. Kendi halkına, kendi halkının inancına, geleneklerine, kültürüne, sanatına yabancı monşerlerdi bunlar...
2017 de Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu
30 Ekim 2017 Pazartesi günü Cumhuriyet resepsiyonuna davet edildim. Kalabalık bir davetli vardı. Sivil Toplum Kuruluşları’nın temsilcileri, Yabancı Misyon Şefleri, Dini Liderler hepsi oradaydı. Büyükelçi Ali Kemal Aydın misafirlerine hoşgeldiniz diyerek konuşmasına başladı. Türkiye’de çıkarları olan ülkelerden ve o ülkelerin Türkiye üzerinde oynadıkları oyunlardan bahsetti. Sahip olduğumuz değerlerin çok kıymetli olduğundan ve o değerlerden asla vazgeçilmeyeceğinden bahsetti. Türkçenin ve Türk Kültürü’nün altını çizdi, ikili ilişkilerdeki olumsuzlukların burada yaşayan insanlara yansıtılmaması gerektiğinden bahsetti. İnsani yardım konusunda dünyanın neresinde olursa olsun zulme uğrayan birisi varsa Türkiye’nin oraya koşarak gittiğinden, şahsiyetli dış politikadan, insan haklarından, din, dil, ırk ayırımı yapılmadan hak sahibine verilmesi gereken insan haklarından bahsetti, farklılıklarımıza rağmen birlik ve beraberlik içinde olmamızdan bahsetti daha neler neler... Kompleksleri olmayan özgüven sahibi bir Büyükelçi böyle olur, benim ülkem işte böyle temsil edilir dedim. Rahatladım ve gururlandım. O konuşmanın tamamını sizlerle paylaşmak istedim:
“Değerli Misafirlerimiz, Sevgili Vatandaşlarımız;

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 94. yıldönümü resepsiyonumuza hoşgeldiniz.
Millet olarak ciddi sınavlardan başarıyla geçtiğimiz, haklı mücadeleleri kazanmakta olduğumuz bu dönemde, Cumhuriyetimizin kuruluşunu her zamankinden daha büyük bir coşku ve sevinçle kutlamayı hak ediyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, milli egemenliğine ve siyasi, ekonomik ve askeri bağımsızlığına halel getirecek hiçbir müdahaleye izin vermemiştir, bundan sonra da vermeyecektir. Türk milletine ve onun bağımsızlığına ve özgürlüğüne karşı kurulan tuzaklar hep hüsranla sonlanmıştır.
15 Temmuz’da anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkan FETÖ terör örgütünün darbe girişimi de aynı akıbete uğramıştır. Türk halkı, hür iradesini yok saymaya kalkışan zorbalara karşı, canı pahasına da olsa demokrasiye güçlü bir şekilde sahip çıkmış, hak ve hukukunu korumuştur. Bu noktada, hain darbe girişimi sırasında hayatını kaybeden aziz şehitlerimizi bir daha rahmetle anıyor, yiğit gazilerimizi buradan selamlıyorum.
Aynı anda birden fazla terör örgütüne karşı mücadele etmekte olduğumuz bu kritik dönemde, ülkemizin güvenliği her şeyin önünde gelmektedir. Dostlarımızdan beklentimiz bu önemli süreçte bizimle olmaları, dayanışma sergilemeleri ve gerekli anlayışı göstermeleridir. Bu alanda asgari bir işbirliği tesis edilmeden ilişkilerde ilerleme sağlamayı beklemek gerçekçi değildir.
Siyasi, ekonomik, ticari ve en önemlisi insani bakımlardan en yoğun ilişkiler içinde olduğumuz Almanya ile münasebetlerimizde zor bir dönemden geçtiğimiz ortadadır. Son zamanlarda yaşadığımız bunca sorun ve görüş ayrılıklarına rağmen, geçmişi 300 yıla yaklaşan geleneksel dostluk bağlarımızın olduğu Almanya’yla ilişkilerimizin önümüzdeki dönemde karşılıklı adımlarla yeniden normalleşme sürecine girmesi hepimizin ortak temennisidir.
Tabiatıyla üç buçuk milyonluk Almanya Türk toplumu ikili ilişkilerimizi özel ve biricik kılan en önemli unsurlardan biridir. Bugün, yani 30 Ekim, aynı zamanda Türk işçilerinin Almanya’ya gelişini başlatan Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması’nın 56. yıldönümüdür. Bugün burada bulunan bu ilk kuşağın fedakar temsilcisi büyüklerimizi Büyükelçiliğimizde görmekten ve kendilerini ağırlamaktan da ayrıca memnuniyet duyduğumu belirtmek istiyorum.
Sadece çalışma ve iş hayatında değil; siyasette, kültürde, sporda, sağlık ve eğitim sektörlerinde ve medya gibi daha bir çok alanda Almanya’nın sosyal hayatına zenginlik katıyorsunuz. Bu başarılarınızın daimi olmasını ve iki toplum arasındaki birleştirici konumunuzu güçlendirerek sürdürmenizi diliyorum.
Ancak bu noktada, Almanya’daki toplumumuzun son yıllarda giderek artan bir şekilde yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslam karşıtlığına maruz kaldığını da üzülerek belirtmek durumundayım. Bu mağduriyet, fiili ve fiziki saldırıların ötesinde, ülkemiz ve toplumumuz aleyhinde yaratılan yanlış algı ve menfi atmosfer nedeniyle günlük hayatta ve kamusal alanda dışlayıcı ve ayrımcı davranışlar şeklinde de vücut bulmaktadır. Bu olumsuz gelişmeler buradaki toplumumuzu gönülden yaralamakta ve haklı endişelere yol açmaktadır.
İnsanlarımız arasında, özellikle de genç nesilde dışlanmışlık ve ötekileştirilmişlik duygusunun giderek yer ettiğini gözlemliyoruz.
Maalesef, üzülerek görüyoruz ki, ikili ilişkilerimizdeki gerginliklerin faturası da buradaki toplumumuzdan çıkarılmak istenmektedir. Bunun son örneğini, Berlin’deki bazı belediyelerin Türkçe dersleri için ücret talep etmelerinde görüyoruz. Bu haksız talebe karşı dernek ve kuruluşlarıyla Türk toplumu gerekli tepkiyi ortaya koymaktadır. Bu yanlıştan bir an önce dönülmesini bekliyoruz.
Son zamanlarda giderek güçlenmekte olan yabancı düşmanı ve İslam karşıtı aşırı sağ görüşlü akımlarla mücadele edilmesini ve bunlara karşı gerekli bütün önlemlerin alınmasını acil olarak bekliyoruz.
Türk ekonomisi, yükselen sanayisi, genişleyen ticareti ve artan yatırımları ile büyümeye, istihdam yaratmaya devam etmektedir. Yapılan tüm olumsuz yayınlara ve kampanyalara rağmen Türkiye’yi ziyaret eden turist sayısında geçen yıla göre önemli bir artış sağlanmıştır.
Bu yılın ilk iki çeyreğinde yüzde beşin üzerine büyüyerek Avrupa’nın en hızlı gelişen ekonomisine sahip olan Türkiye, yabancı yatırımcılar için güvenli ve kazançlı konumunu sürdürmektedir. Ulaştırma ve enerji alanları başta olmak üzere çeşitli sektörlerde devasa yatırım projeleri hızla ilerlemektedir. Özetle, ekonomimiz, bazı çevrelerin çizmeye çalıştığı kara tablonun tam aksine güçlü ve sapasağlam ayaktadır.
Türkiye’nin istikrarı Avrupa’nın istikrarı demektir. Son mülteci krizinde olduğu gibi Türkiye uluslararası camianın ortak sorumluluğunun önemli kısmını taşımaya devam edecektir. Bizim kültürümüzde ekmeğimizi komşumuzla, misafirimizle paylaşmak vardır.
Ülkemizdeki 3 milyonu aşkın mülteciye de bu gözle bakıp, onları toplum olarak kucakladık. Ekmeğimizi paylaştık. Bir milyona yakın Suriyeli çocuğa eğitim verebilmek için kısıtlı imkanlarımızı zorladık. Kimseden de takdir beklemedik.
Türkiye, insani yardımlar alanında günümüzde milli gelire oranla dünyanın bir numaralı donörü haline gelmişse, Myanmar’dan Yemen’e, Somali’den Filistin’e dünyanın dört bir tarafına elini uzatabilen, muhtaçların yardımına koşan bir ülke olmuşsa, bu son yıllarda izlenen insani dış politikaların sonucudur. Bu yaklaşımımızın savaştan kaçan insanlara kapıyı kapatma payesi üzerinden seçim kazanan bazı Avrupalı siyasetçilere örnek teşkil etmesini ümit ediyorum.
Farklılıklarımızdan ziyade ortak yanlarımızı öne çıkarmamızın gerektiği bir dönemden geçiyoruz. Sizlerin burada ortak asgari paydalarda birlikte hareket etmeniz, hak ve menfaatlerinizin korunması açısından hayati önemdedir...
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!”

14 Haziran 2018 Perşembe

İFTAR SOFRALARI 2018


Allah’ın rızasına uygun olan oruç nasıl tutulmalıdır yerine, ne kadar süre aç ve susuz kalınmalıdır, tartışması yapılırken haberimiz bile olmadan Ramazan ayı çoktan bitmiş. Bir ay boyunca oruç tutuldu. Orucun nasıl tutulması gerektiğiyle ilgilenenler bu aydan kazançlı çıkanlardır. Onlar sadece kendilerini haram olan şeylerden değil, helâl olan şeylerden de uzak tutanlardır. Onlar, Ramazan ayından önceki 11 ayın içinde yaptıklarıyla yüzleştiler, öz eleştiri yaptılar. Böylece istenilen ahlâkî olgunluğa ulaşmış oldular. Gelecek 11 ayın kendileriyle ilgili vukuatsız geçmesi için de irade ortaya koydular ve Allah’tan yardım talebinde bulundular. Ne mutlu o erdemli Müslümanlara. Allah orucunuzu kabul eylesin.

Orucun nasıl tutulması gerektiğiyle ilgilenmeyip de oruç tutmayı aç kalmak, susuz kalmak olarak düşünenler bu aydan iflas etmiş olarak çıkanlardır. Allah’ın gözüne girmek için yaptıkları küfürler, tekfirler ve kırdıkları kalpler nedeniyle Ramazan’ın bereketi onların ellerinin altından kayıp gitti. Belki kazanç olarak kilolarının azalmış olmasını söyleyebiliriz. Ama onlar, fakir-fukaraya inat Ramazan ayında mükellef iftar sofraları hazırlayıp da sadece karınlarını şişirmişlerse kilo da verememişlerdir, bu durumda külliyen zarar ederek, tam bir müflis olarak Ramazan’a veda etmişlerdir.

Durumdan vazife çıkaran bu gafiller; teravih namazlarındaki, cematin 2-3 saf olmasını iftar ile imsak arasının çok kısa olmasına bağlamaktadırlar. Çalışanlar için yatsı namazının saati uygun değilmiş. Sorduğumda, cami derneklerinin etkili ve yetkili kişileri böyle söylediler. Hem kel hem fodullar.

Söyledikleri doğru elbet, ama uygulamaları yanlış. Yanlıştan dönmek için de erdemli olmak lazımdır. 21:30’da iftar oluyor, bazı cemaatlere göre 21:50’de iftar oluyor. 22:30’da yatsı namazı kılınıyor. Teravihle beraber yatsı namazı 23:30’da bitiyor. Eve gelinceye kadar saat 24:00 oluyor. Yatıp uyumak için zaman yok, çünkü bazı cemaatler 01:30’da, bazı cemaatler 03:30’da imsak yapıyorlar. Almanya’da işe başlama saati 07:00 olduğundan yolun uzunluğuna ve kısalığına göre kişinin sabah 05:00’de evden çıkması gerekiyor. Ne yapsın bu Müslüman şimdi. Ya oruç tutmayacak ya da Ramazanın bereketinden istifade edebilmek için şartlar zor da olsa oruç tutarak kendisine işkence edecek. Bir yol daha var; Ramazan boyunca oruç tutmak için yalan söyleyerek cürüm işleyecek ve doktordan rapor alacak, yatarak oruç tutacak. Durum böyle olunca camiler haliyle boş olur.

Allah böyle bir ibadeti insanların sırtına yüklemez, “Yüklemem” demiştir ve yüklememiştir. O merhametlidir, zalim değildir. Mekke ve Medine’dekilere daha şefkatli olup onların 12-13 saat oruç tutmalarını uygun görürken; gündüzleri 19-22 saate kadar uzanan yerlerdeki insalara zulmetmez. O’nun çifte standardı yoktur. “Ben sizin kaldıramayacağınız yükü sırtınıza yüklemem.” “Sizin için zorluk değil, kolaylıklar dilerim.” diyen bir Rab’dir O. Sorun Rab’bimizin buyruklarında değildir. O buyrukları göz ardı ederek, çarpıtarak; Allah’ın gözüne girmek için mazoşistleşen Müslümanlardadır.
Ne kadar çok eziyet çekilirse sevabın o kadar çok olacağına inanıyorlar bunlar. Ahlâkî olgunluk umurlarında bile değildir bu mazoşistlerin. Sohbetlerinde “Ben orucu çok rahat tutuyorum, acıkmıyorum ve susamıyorum.” diye dayanıklılıklarıyla övünürler bu mazoşistler. Konu ile ilgili fetvaları verenler de klimalı odalarda oturan, güneşle teması olmayan, masa başındaki sadistlerdir. Empati yapmazlar.

Ben bu Ramazan’da yalan söylemeyi bıraktım, ticaretimde bundan sonra hile yapmayacağım, kalp kırmayacağım, yetim malı yemeyeceğim, insanlığın barışı için ne gerekiyorsa onu yapacağım, küfür etmeyeceğim, insanları tekfir de etmeyeceğim, diye söz veren duyarlı Müslümanlardan değildir bunlar. Ama biz yine de bu sorumsuz sorumlulara dua ederiz; Allah sizleri ıslah etsin...

Her sene olduğu gibi bu sene de iftar sofraları kuruldu. Bazı Müslüman kuruluşlar imaj için iftar sofralarında insanları buluştururlarken bazı kuruluşlar da amacına uygun iftar sofraları düzenlediler kendi mekânlarında. Avrupa Türk İşverenler Ağı (NETU) imaj için iftar yemeği verenlerdendi. NETU daha çiçeği burnunda bir dernek. İdealleri var, geleceğin inşasında söz sahibi olmak istiyorlar. Güzel işler yapıyorlar. Bazı eksikliklerine rağmen organizasyon iyiydi. Gençler seferber olmuş misafirlerine özenle hizmet ediyorlardı. Başkan Veli Karakaya anlam yüklü bir konuşma yaptı, özetle şunları söyledi: “Mübarek Ramazan ayı farkındalıktır, farkındalık sorumluluğu, sorumluluk da fiiliyatı getirir. Bizler önce alemlerin Rabbine, sonra şahsımıza, son olarak da yaşadığımız topluma olan sorumluluğumuzun farkındayız. Misafir işçi olarak geldiğimiz Avrupa’da, yabancı işçi, sonra yabancı kökenli işçi olarak bu günlere geldik ve işveren olduk. Bu toprakları kendimize vatan edindik. Zenginliğimizi paylaşarak adeta etle tırnak olduk. Yeri geldi siyasetçi olduk, memur olduk, Alman Milli takımına sporcu olduk ama ötekileştirilmekten kurtulamadık. 100 bin işverenle 500 bin kişiye istihdam sağlayan ve Almanya ekonomisine yıllık 15 milyar Euro’luk ciro yaparak katkı sağlamamıza, toplumsal barışa olan katkımıza rağmen ne yazık ki ırkçılığın, İslâmofobinin ve yabancı düşmanlığının bir türlü önüne geçilemedi.”

İftar sofraları organize etme konusunda bilhassa camilerimiz daha da bonkör davrandılar, 30 gün iftar verdiler. Fakir-fukara bu sofraların davetsiz misafiriydi. Yıl içerisinde sık sık görüşemediğimiz dostlarımızla iftar sofralarında bir araya geldik. Uzun uzun sohbetler ettik, adresler alındı, adresler verildi.

Almanya’nın değişik şehirlerinden sadece iftar sofrasına davet edildiği için Berlin’e gelen STK temsilcileri bile vardı bu sofralarda. T.C. Büyükelçiliğinin iftar sofrasında karşılaştık onlarla. Kançılaryada gerçekleştirilen iftar programında Sefir Ali Kemal Aydın şunları söyledi: ”Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Londra'da kabul edilen Almanya Milli Takımı futbolcuları Mesut Özil ve İlkay Gündoğan hakkında Alman basınının düzenlediği linç kampanyası, Türk toplumunu incitmiştir. Yaşananları hep birlikte ibretle izledik. Günlerce bu konu işlendi. Ülkemiz, Sayın Cumhurbaşkanımız ve buradaki Türk toplumu etrafında yersiz, ön yargılı ve yaralayıcı bir tartışma iklimi yaratıldı. Bu dışlayıcı yaklaşım uyum çabalarına katkı sağlamamaktadır. Sürekli sadakat sorgulamasının yapılması yanlıştır ve toplumsal uzlaşının geliştirilmesine de hizmet etmemektedir. Almanya'nın kalkınmasına emek ve alın teriyle katkıda bulunan Türkler, dinleri ve kültürleriyle Almanya'ya aittir.“

Sefir Ali Kemal Aydın Beyefendiye bu vesile ile bir teklifte bulunmak isterim: Uzaktan yakından davetliniz olarak gelen bu insanlara iftardan 2 saat öncesinden aynı salonda kültür değerlerimizin anlatıldığı, Türkiye’nin tanıtıldığı, Türk ve İslâm tarihinden örneklerin uzmanları tarafından sunulduğu programlar düzenlense de bu insanlar sadece midelerini doyurmasalar, beyinlerini de doyurarak evlerine dönseler nasıl olur?

Türk Eğitim Derneğinin verdiği iftar sofrasında; T.C. Berlin Başkonsolosu Sayın Mustafa Çelik ile Eğitim Müşaviri Sayın Cemal Yıldız ve YTB temsilcisi Sayın Mustafa Arslan vardı. İftardan önce Hristiyan Menonit Papaz Hristiyanlıkta orucun mânâ ve ehemmiyetini anlattı. Udî Burak Eres Türk Sanat Musikisi’nin eşsiz eserlerinden bir demet sundu. Sonra eğitim konuşuldu. Ana dil Türkçe’nin önemine vurgu yapıldı, velilere biraz daha gayretli davranmaları için tavsiyelerde bulunuldu. Vatandaş devletiyle buluşunca ve de kucaklaşınca vaktin nasıl akıp geçtiğini fark etmek mümkün olmuyor. Sohbet 24:00’e kadar devam etti. Ne vatandaş devletinden ne de devleti vatandaşından ayrılabildi. Vatandaş Başkonsolos Mustaf Çelik Beyefendiyi çok sevdi.

İftar sofralarında benimle karşılaşanlar, hemen sözü İlahiyatçılar Derneğinin çıkardığı imsakiyeye getirdiler. Ben de tekrar tekrar anlattım. İlahiyatçılar Derneğinin üyeleri olarak bizler, 6 seneden beri Medine’nin oruç süresini esas alarak oruçlarımızı tutuyoruz. 3 yıldır bastırdığımız imsakiyelerle bu uygulamadan başka Müslümanların da istifade etmesine vesile olduk. İnternet ortamında da paylaşıldığı için dünyanın değişik yerlerinden geri dönüşler aldık. Bu dönüşlerden oldukça memnun kaldık. Geçen 2 seneye nispetle bu sene daha fazla geri dönüş aldık. Bazı Müslümanlar memnuniyetlerini bildirirken bazı Müslümanlar da bizlere küfürler ettiler, hem de Ramazan ayında ve de Allah rızası için... Konu ile ilgili broşürler de dağıttık. Broşürler Almanya’nın değişik şehirlerine ve Türkiye’de bazı şehirlere ulaştırıldı.

Din Hizmetleri Ateşesi Sayın Ahmet Fuat Çandır ile bu sene iki, geçen sene de bir kez iftar sofrasında sohbet etme fırsatım oldu. Çandır nazik bir insan, yüzünden tebessümü eksik olmuyor. Söz hemen gündüzleri uzun olan yerlerdeki oruca geliyor haliyle. Ateşe Çandır, “Sizin imsakiyeniz yanlıştır, çünkü burada güneş doğuyor ve batıyor, insanları kandırmayın.” şeklindeki bildik sözleriyle sohbete devam ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığının konu ile ilgili verdiği fetva için de, “O fetva kutuplar ile ilgilidir, Almanya ile ilgili değildir, sen fetvayı yanlış anlıyorsun.” deyip noktayı koymaya çalışıyor her seferinde.

Ben de cevaben; “Sayın Ataşe’m, güneşin doğuşu ve batışının oruçla ilgili olduğunu söylüyorsunuz. Orucun başlangıcının ve bitişinin güneşle alakası yoktur. Oruç ayeti Medine’de inmiştir. Medine, ortalama 12 saat gecesi ve 12 saat gündüzü olan bir yerdir. Yaz-kış kıyamete kadar bu böyle olacaktır. İlgili ayet ‘fecirden sonra beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar’ yenilip içileceğini ve sonra da ‘gece karanlığına kadar’ da beklenip iftar edileceğini söylemektedir. İplik benzetmesi ile, çıplak gözle varlıkların birbirinden farkedilebileceği zaman anlatılıyor, o zamana kadar yenilip–içilecektir, çıplak gözle varlıkların birbirinden fark edilemeyeceği zamana gelindiğinde de iftar edilecektir.
Allah bu ayetlerde astronomik bir ifade kullanarak imsak işaretini tanımlamıyor, örfi bir tanım yaparak iftar zamanının işaretini belirliyor. Ve dönemin Arap toplumu bu tanımı anladığı için de orucunu rahat rahat tutabiliyor. Sahurda geç kalmışlarsa “Perdeyi çekin.” deyip yemeye devama ediyorlar. Güçlerinin üstünde bir yükü sırtlanmıyorlar. Gün boyu da işlerine güçlerine gidiyorlar. Öğle uykusu ile işe ara veriyorlar (siesta) ve sonra tekrar işe gidiyorlar. Biz diyoruz ki; Allah’ın verdiği işaretler, işe başlama ve işten dönme zamanının işaretleridir. 1.400 sene önceki Arap anlayışından bahsediyoruz. Orta Çağ’daki Arap’tan. Bugüne gelip de astronomik ölçümleri esas alarak hesap yapmanın anlamı yoktur. Din kolaylık dinidir, zorluk dini değildir. Aç kalan Müslümana ‘domuz eti’ni yemesi için, susuz kalan Müslümana da ‘şarap’ içmesi için izin veren Allah, Müslümana 19 saat, 22 saat oruç tutturmaz. İbadetler bir çoğrafyada yaşayan Müslümana avantaj sağlarken öbür coğrafyada yaşayan Müslümana dezavantaj sağlamamalıdır. Zekat gibi. Allah zekatın nerelere verileceğini ve nasıl toplanması gerektiğini ayetinde beyan etmiştir, ancak miktarını belirlememiştir. Zekat miktarı ayrı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar için şartlara göre belirlenecektir. Ve zekatın zenginler tarafından verileceğine dair de bir hüküm yoktur. Biraz varlıklı olan Müslüman, kendisinden biraz fakir olana zekat verecektir. Aynen bunun gibi; oruç ayetinin indiği coğrafya esas alınarak orucun süresi belirlenecek ve Medine’ye uymayan diğer coğrafi bölgelere aynen monte edilecektir. Belirleme yapılırken işe başlama saati esas alınacak ve oradan sürenin ulaştığı yere kadar gidilerek iftar edilecektir. Çeşitli astronomik hesaplarla Müslümanın ibadeti çekilmez hale getirilmemelidir.” desem de olmuyor, velhâsıl, Din Hizmetleri Ataşesi Sayın Çandır ile bu konuda anlaşmak mümkün görünmüyor. Üzerindeki resmi elbiseyi çıkardığı bir gün belki tekrar oturup konuşmak nasip olur.

Bu vesileyle, Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş’in fetvasını ve yine Diyanet İşleri Eski Başkanı Ali Bardakoğlu zamanında Din İşleri Yüksek Kurulunun verdiği fetvaları tekrar hatırlatmak isterim:

“Kur’ân-ı Kerîm’de oruç tutulması emredilen gün, normal namaz vakitlerinin olduğu bölgelere mahsustur. Yüce Allah, normal bölgelere göre hükmünü bildirmiş, normal şartların dışında kalan konuları, Müslümanların içtihatlarına bırakmıştır. Böyle uzun yerlerde ve özellikle kutup bölgelerinde oruç, ya Kur’ân’ın indiği kent olan Mekke saatine veya o bölgeye en yakın olan normal vakitlerin cereyan ettiği ülkeye kıyasen tutulur. Kutup bölgelerinde namazlar da belirlenecek saatlerde kılınır.”(S.A.)

“Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde ‘takdir yöntemi’ ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur.“(DİYK)

Sayın Ataşe’m, gücün ne kadar yeter onu tam olarak bilemem ama; Allah aşkına, etmeyin eylemeyin, yazın bu sıcağında klimalı odalarda oturarak, arazideki, tarladaki, ocak başındaki, inşaattaki, fabrikadaki Müslümanlara, Allah’ın gözüne gireceğiz diye 19-22 saat oruç tutturmayın. Sizin fetvalarınız yüzünden oruç tutmaktan vazgeçen insanlar tanıyorum ben. Yazıktır, günahtır.
Almanya’da yaz aylarında gündüzler uzundur. Bu ve benzeri coğrafyalarda orucun süresi ortalama 14 saat olmalıdır. Allah, 14 saat oruç tutan Müslümanları, niçin 14 saat oruç tuttun diye azarlarken, 22 saat tutanlara, aferin işte böyle olacak, diye madalye takmaz. Ancak her ikisine de; Ramazan ayı bittiği halde; “Niçin, hâlâ ahlakî zaafların var, niçin bu ayda ahlâkî olgunluğa ulaşmadın?” diye hesap soracaktır. Unutulmamalıdır.
Selam ve dua ile