18 Mayıs 2016 Çarşamba

HOCALARIN HOCASI PROF.DR.MEHMET SAİD HATİPOĞLU


Mehmed Said Hatiboğlu ve Ankara İlahiyat Ekolü
25 Eylül 1933’te Burdur'da doğan Mehmed Said Hatiboğlu, ilk ve ortaokulu Burdur'da okudu. Lise eğitimine İzmir Atatürk Lisesi'nde başladı ve Antalya'da bitirdi.
1954-1958’de İlahiyat Fakültesi'nde okudu.
1959 başında Prof.Dr. Tayyib Okiç'in "Hadis Asistanlığı'na tayin edildi.
1962’de "İslami Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidi'nin Doğuşu" isimli teziyle Doktor, 1967’de "Hz.Peygamber'in Vefatından Emeviler'in Sonuna Kadar Siyasi-İçtimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri" teziyle Doçent, 1978 de "İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik: Hilafetin Kureyşliliği" teziyle Profesör oldu.
Din İşleri Kurulu (DİB) Üyeliğinde bulundu. Ankara İlahiyat Fakültesinde Hadis Kürsüsü Başkanlığı yürüttü.
Basılı Eserleri: Hilafetin Kureyşliliği, Müslüman Kültürü Üzerine, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Şerefu Ashâbi’l-Hadîs tahkîki ve çeviriler.
Burdur civarının meşhur âlimlerinden Hatib Hoca lâkablı Mehmed Re’fet Efendi’nin oğlu olup, İslami hayatın canlı olarak yaşandığı, odalarının sayısız kitabla dolu olduğu, cemaatle namaz kılınan bir evde büyüyen Mehmed Said Hatiboğlu hocamızla “geçmişten geleceğe” sohbetimize, babası ile başlıyoruz.



CHP Yönetiminin Varlığından Rahatsız Olduğu Alim: Hatib Hoca
Hatib Hoca’nın ilim mecrasına girişini şöyle anlatıyor Hatîboğlu Hoca: “Babam rüştiyeyi bitirip medreseye girmeden önce, semerci ustası olan babası, onun tüccar olmasını murad ettiğinden cebine birkaç altın koyarak İstanbul’a göndermiş, mal alsın diye. Babam da elindeki paranın tamamıyla kitab alıp dönmüş...” Mahmud Bey Medresesini bitiren Hatib Hoca, Burdur Müftüsü olan hocası Halil Efendinin delaletiyle camilerde Hatiblik ve vaizlik yapmaya başlar. 1928’de Müftü Efendinin vefatı üzerine müftü vekili olur; o günlerde müftüler seçimle tayin edildiğinden Müftülüğe aday olur ve seçimi kazanır. Ancak Hatib Hoca, 1932’de “görülen lüzum üzerine” Şebinkarahisar’a tayin edilir. Hatîboğlu Hoca, babasının neden Burdur’dan uzaklaştırıldığını, ancak yakınlarda Diyanet arşivini didik didik ederek öğrenebilmiş: “Meğer” diyor Hatiboğlu Hoca; “Halk Partisinin Genel Sekreteri Recep Peker Burdur’a gelmiş, partinin Burdur yönetimi Peker’e demiş ki, ‘Bu Hatib Hoca Burdur’da olduğu sürece bizim burada gelişmemize imkan yok; Hocayı gönderin buradan.’ Tabi, babam onların heveslerini kursaklarında bırakmış, görevinden istifa edip Burdur’da kalmış, vaizlik ve hatiblik yapmış.”
On yıl kadar sonra yine Müftü Efendinin ölümü üzerine seçim yapılır ve halkın teşviki ile aday olan Hatib Hoca en çok oyu alır; ama Diyanet onu değil, daha az oy alan diğer adayı müftü tayin eder. (‘Demek ki, mevcud YÖK uygulamasının evveliyatı buradan başlıyor’ diye bir durum tesbiti yapıyoruz birlikte.) Bu durumu kendilerine yediremeyen Burdurlular Ankara’ya Diyanet merkezine gelip haklarını ararlar. O sıra Diyanet İşleri Başkanı Şerafettin Yaltkaya ise de tayinlerde etkili olan Ahmet Hamdi Aksekili merhumdur. Burdurlulara der ki; “Ben Hatib Hoca’nın ilmini, değerini, kadrini sizden daha iyi bilirim; fakat şimdi bize ilim lazım değil, sükûnet lazım. Ben burada oldukça Hatib Hoca Burdur’a müftü olamaz.” Bu arada parantez içi; Osman Yüksel Serdengeçti merhumun akrabası olan Aksekili’ye çok kızdığını, zira zamanın yönetimine hiç itiraz etmediğini; elbette Din’e büyük hizmetleri olan bu zâtın ancak ölümünden on-onbeş gün önce verdiği bir beyanatta mevcut duruma dair zehir-zemberek panorama çizdiğini söylüyor Hatiboğlu Hoca ve ekliyor: “Demek ki, babam ‘sükûneti bozan’ adamdı.” Babasının hem CHP yönetiminin hem de Diyanetin huzurunu kaçırmasını ise şöyle izah ediyor hocamız:
“Rahmetli babam, Şebinkarahisar’a tayin üzerine istifa ettiği sıralar Rizeli Tahir Efendi isminde bir zât gelmiş ve ona, Hanefi fıkıh kaynakları ile yetinmeyip İbn Teymiye, İbn Hazm, İbnu’l-Kayyım, Şevkani gibi zevatın kitablarını okumasını tavsiye etmiş. Bunun üzerine babam bütün bu kitabları getirtip okumaya başlamış. Bu kitabların hepsi oturma odamızdaydı ve babam hep bunları okurdu. Kanaatim o ki, babam bu kitablarda ortaya konulan ‘Dini, yani Kitab ve Sünnet üzerine bina edilmiş İslâm’ı, dolayısıyla bir tek mezhebe bağlı kalmama şeklindeki Selefiliği ilk kez Burdur’da başlatan insandır ve bu durum birilerini rahatsız etmiştir.”



Hatib Hoca’nın Kütübhanesine Sahib Çıkma
Kararıyla Başlayan İlim Yolculuğu
Merhum Hatib Hoca, sürekli meşguliyeti sebebiyle çocuklarının öğretimine vakit ayıramaz; ikiz kardeşi Ahmed'le birlikte Mehmed’i, tanıdığı bir mahalle hocasına gönderir. Kur'an okumayı, rahmetli Hâfız Ömer Efendi'den öğrenirler. “Kardeşim Ahmed’le birlikte, Kur’ân-ı Kerimleri koltuğumuzun altına gizler; hocaya giderdik” diyor ve devam ediyor Hatiboğlu Hoca; “Kur’ân’ı yağmurdan mı gizliyordunuz, diyeceksiniz. Hayır, o yıllarda Kur’ân okumak, okutmak yasak; ihbar edilmekten korkuyorduk. Ezanlar Türkçe okunuyordu. Biraderim Ahmed’le birlikte minarelere çıkıp ‘Tanrı uludur’ diye çok ezan okuduğumuzu hatırlıyorum. Hatta bizim oralarda şöyle bir söz vardır; ‘Tanrı uludur, o kadar uludur ki, herkesi ulutur’. 1950’lere gelinceye kadar, dini hayat böyle yasaklı, kısıtlı idi.”
Söz Şeflik Devrinin yasaklarından açılınca, o yılları ve öncesini inceleyen Geodhart Jashke’nin Yeni Türkiye’de İslâmlık isimli eserine yaptığı tenkidi hatırlıyor: “Kitabtaki yanlış ve eksik noktalar ilk bakışta dikkatimi çekti. Bir çok yer Türkçe çeviride atlanmış geldi bana. Halazadem Kelam Profesörü Cihat Tunç Almanca bilir; ona bahsettim. Hemen rahmetli Tayyib Hocamdan kitabın Almanca aslını getirip baktık. Mesela kitabın Almanca’sında İnönü hakkında söylenen şu söz Türkçe’sinde yok: ‘İsmet Paşa, hayatında İslamiyet lehinde hiçbir şey söylememiş ve yapmamıştır’. Alman bunu yazıyor, bizimkiler çıkarıyor.” Hatîboğlu Hocamızdan bu kitabın tenkidini isteyen Ankara’daki bir yayınevi, yazıyı Jaskhe’ye ulaştırmış. Alman yazar da hocamıza bir teşekkür yazısı göndermiş. Tenkidlerin hepsinin gerçek olduğunu belirten Jaskhe, sonraki baskılarda bu hususların değişmesini istemiş. CHP’nin bazı camileri sattığını deliller göstererek yazdığını, ama Türkçe baskıda bunların çıkarıldığını özellikle vurgulamış. Hatîboğlu Hoca, yeri gelmişken, rahmetli babasının Burdur’da satılan camilerden birini satın alıp halka bağışladığını hatırlatıyor.
Hatîboğlu Hoca henüz 12 yaşındayken, 1945'te babası Hatib Hoca kısa bir hastalığın ardından vefat eder. O sırada sanat okulunda okuyan ve mühendis olmayı hedefleyen Hatiboğlu, babasının bıraktığı zengin kitablığa sahip çıkabilmek için, ailenin tensibiyle sanat okulunun ikinci sınıfından ayrılır ve ortaokula tekrar birinci sınıftan başlar. O yıllarda kitablara ve kitablıklara sahip çıkmak çok önemlidir. Hocamızın aktardığına göre, kitabları okuyacak, değerini bilecek kimse olmadığından, bazen hanımlar turşu küplerine kapak yaparlarmış onları, kimileri de kalabalık etmesin diye atarlarmış evlerinden. Bir hocaefendi vefat edince, alıp okumak isteyenlere haber salınır, gelip alırlarmış. “Ahmed’le birlikte böyle bir kitablığa gidip epey kitab seçmiştik; keşke hepsini alsaymışım” diyor Hatiboğlu Hocamız.



Babası Hatib Hocanın kitab merakı hakkında, onun ölüm yatağındayken tanık olduğu bir hatırayı şöyle naklediyor Hatîboğlu: “Hacca gidenler babama uğrar; helalleşir, nasihatlerini alırlardı. Hacca niyetlenmiş Burdurlu bir tüccar da eve gelip babama, oradan istediği bir şey olup olmadığını sordu; o da ‘filan alimin şu kitabının devamı çıkacaktı, eğer çıkmışsa onu alıp getiriniz’ dedi. Birkaç gün sonra vefat edecekmiş, ne bilirsin!”
Son derece celadet sahibi bir insan olan Hatib Hoca’nın okuduğu hutbeler de meşhurdur. Hatîboğlu Hoca babasının heyecanlı hutbelerinin halkı etkilediğini, cemaatin yollara taştığını ve hutbe sonunda kendisinin sırılsıklam ter içinde kaldığını söylüyor.
Milli Mücadele yıllarında Burdur Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanlığı ve İane Komisyonu Başkanlığı da yapmış olan Hatib Hoca, hem Burdur halkının hem de bölge ve Türkiye insanının, ilim çevrelerinin de tanıdığı, değer verdiği bir simadır. O yıllarda, yörenin ünlü Demirci Efe’si, aldığı yalan beyanlar üzerine bir gün Hatib Hoca’yı çağırır, o da hiç tereddüt etmeden gider. Herkes ‘eyvah, gitti bizim hoca’ diye düşünürken, Hatib Hocanın konuşmasına ve vakarına hayran kalan Demirci Efe, ona belindeki altın kabzalı silahını ve deri yeleğini hediye edip gönderir. Yine, aslen Burdurlu ve Mehmet Akif’in damadı olan Ömer Rıza Doğrul Burdur’a geldiğinde onu ziyaret edermiş; hatta hocayı İstanbul’a götürmek için çok uğraşmış. Hatib Hoca’yı, Kur’ân ve Sünnete dayalı İslam anlayışını kitab haline getirmesi için çok teşvik etmiş. Hoca bu kitabı yazmaya başlamış ama ömrü yetmemiş. Ö.Rıza Doğrul, yazılan kadarını çocuklarından istemiş; kendisi -o sıralar sağcı ve Almancı denen- Cumhuriyet gazetesinde yazdığından, bu kitabı ‘Ana Kaynaklarıyla İslâm Dini’ adı altında orada bastırılmış: 1946.
Ankara İlahiyat Fakültesi Yılları:
“Okulda Arabça Öğretecek Ehil Hoca Yok”


Hatîboğlu ilk ve orta öğrenimini Burdur’da, lise eğitimini de Burdur’da lise olmadığı için İzmir ve Antalya’da tamamlar. O yıllarda gençlere dinin nasıl tanıtıldığına dair bir örnek veriyor: “İzmir Atatürk Lisesinin kütübhânesinde okuduğum bir tarih kitabında şöyle bir ibare vardı: ‘Muhammed 40 yaşına geldiğinde kendi bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine halkını çağırmaya başladı.’ Bakın, o yıllarda peygamberimize (Hz.) demeye bile tahammülleri yoktu. Bu saygısızlık bir tarafa, bu cümlede iki küfür vardı: Birincisi, İslâm’ı ‘Allah’ın Dini’ değil, ‘Muhammed’in Dini’ sayması; ikincisi de ‘dininin doğru olduğuna inanıyor ama doğru değil’ demek istiyor olmasıydı.”
İslâm’a böyle bakıldığı ve halkın dinden tamamen uzaklaştırılmak istendiği, cenazeleri kaldıracak hocanın bile bulunamadığı bir dönemin sonunda (1949), Halk Partisi’nin son Başbakanı Şemseddin Günaltay CHP’li milletvekillerinin onayı ile İlahiyat Fakültesi açmaya karar verir. Fakülte açılır ama kadrosunu kurmak, Tefsir, Hadis, Fıkıh dersi verecek profesör bulmak mümkün değildir. “Altı yüz yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan Osmanlının torunları bu hale düşmüştü” diyor Hatiboğlu hocamız. Ve Ankara İlahiyat’a girdiğinde Arabça öğreneceği bir tek yeterli hoca bulamadığını ve imdadına babası Hatib Hoca’nın kitablarının yetiştiğini belirtiyor. Yeri gelmişken, kendi kendine Arabça’nın en iyi Kur’ân’dan öğrenileceğini, yaz aylarında önüne Kur’ân’ı ve Hasan Basri Çantay’ın mealini koyarak önce kendisi çevirip sonra meale bakarak baştan sona Kur’ân’ı geçtiğini söylüyor ve bunu tavsiye ediyor. Hatta, bu çalışma sırasında Çantay mealindeki birçok mürettib ve dil yanlışını tesbit edip kendisine gönderdiğini, merhumun da yeni baskılarda bunları düzelttiğini ve kendisine teşekkür ettiğini ekliyor. Ve gençlere bir tavsiyede daha bulunuyor: “Ben o yaşta bunu yaptım ve bir yanlışın düzeltilmesine vesile oldum; sizler de yaşımız küçük demeden okuduğunuz kitablara tenkîdî gözle bakın; unutmayın, ilim tenkidle başlar. Bu yüzden benim doktora tezim de “İslami Tenkid Zihniyeti” üzerinedir. Eğer o yaşta bu tür yanlışların düzeltilmesine vesile olursanız, sevabı daha çok olur.” Hatiboğlu bir yandan kendi kendine Arabça öğrenmeye çalışırken öbür taraftan da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki bir Alman profesörün Arabça derslerini takip eder. “Düşünün, ‘elin gâvuru’ dediğimiz bir Alman gelmiş, Müslümanlara Arabça öğretiyor” diye taaccübünü ifade ediyor Hocamız. Dahası, “Bizim talebeliğimiz sırasında İlahiyat Fakültesinde namaz kılan bir tek profesör vardı, o da rahmetli Tayyib Okiç idi” diyor. Söz, Tayyib Okiç merhuma gelmişken, onu en iyi tanıyanlardan Hatiboğlu’ndan Tayyib Hoca’yı anlatmasını istirham ediyorum.
Muhammed Tayyib Okiç, Annemarie Schimmel ve Muhammed Tavit et-Tanci Bosnalı Muhammed Tayyib Okiç’i, Saraybosna’da Şeyhulislâm muâvini olan babası Tevfik Efendi Paris’e okumaya göndermiş. Orada doktorasını tamamlayan Okiç, tezin basım merhalesinde babasının ağır hastalığı sebebiyle Bosna’ya dönmüş ve bir daha gidememiş. Fransa Üniversite kurallarına göre, doktora tezi basılmayanlar ‘Doktor’ unvanını kullanamadığından Tayyib Hoca bu unvanını hiç kullanmamış. Belgrat’ta Türk sefaretinde çalışmaya başlayan Okiç, 2.Dünya Savaşı çıkınca Almanlar tarafından tüm elçilik personeliyle birlikte Almanya’ya götürülür; aylarca sonra onlarla birlikte gemi ile Türkiye’ye gelir. ‘Dünya vatandaşı’ statüsünde kalır, ölünceye kadar Türkiye’den ayrılmaz.
Tayyib Okiç Hoca, Ankara İlahiyat Fakültesinde 1950’de, önce Dogmatik İlimler Kürsüsünün başındadır. Daha sonra Hadis, Tefsir Kürsülerini kurar ve uzun yıllar burada görev yapar; ilmî birikimi, takvası, fedakârlığı, sabrı, sebatı ile herkes tarafından hayırla yâd edilir. Fakültede yıllarca ‘sözleşmeli personel’ statüsünde çalışan hoca, İslâmî ilimlerin gelişmesinden rahatsız olan üniversite yönetimince sözleşmesi sözleşme hükümlerine aykırı şekilde feshedilerek susturulmak istenir. Danıştay’a iki kez dava açan Tayyib Hoca davayı kazandığı halde bir türlü Fakülteye dönemez. Hiç evlenmemiş olan Tayyib Hoca duyarlı Müslümanların yardımlarıyla hayatını idame ettirmeye çalışır. (Bu konuları anlatırken Hatiboğlu hocamız duygulanıyor, gözleri yaşararak ‘bunlar içimi sızlatıyor’ diyor.) Bir ara Erzurum İlahiyat’ta dersler verir. 1977 Şubat tatilinde Erzurum’dan dönerken, kar yağışı sebebiyle uçak kalkmayınca aceleci tabiatı sebebiyle hemen otobüse biner, yollarda üşütür ve yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak Ankara’da vefat eder. Kardeşleri çıkıp gelirler Bosna’dan. Tayyib Okiç Hoca, vefatından önce “borçlarımı ödeyin” diye vasiyet etmiştir. Ancak, merhumun kitablarından başka hiçbir mal varlığı yoktur. Kitablarına İlahiyat Fakültesi talip olur; ama kardeşleri, ‘hocaya bu muameleyi yapan bir fakülteye kitablarını vermeyiz’ derler, haklı olarak. Hatiboğlu hocamızın gayretiyle kitabların listeleri çıkarılır ve en yüksek ücreti veren İzmir Yüksek İslam Enstitüsüne verilir.
Prof.Hatiboğlu, merhum Tayyib Okiç’in hâlen kendisinde bulunan bir sandık dolusu belge ve evrakından anlaşıldığı üzere, merhum 1945’te Türkiye’ye ilk geldiğinde tercümanlık yaparak geçimini sağlamış, boş zamanlarında ise Başbakanlık Arşivinde çalışmalar yaparak Balkanlarda İslâmiyet üzerine vesikalar toplamış. Bu vesikaların çok önemli olduğunu söyleyen Hatiboğlu, bunlar üzerinde çalışmaya devam ettiğini söylüyor. Hiç evlenmeyen ve her işini kendisi görmek zorunda kalan Tayyib Hoca, sadece mukavelesinin fesholunmaması için bir tek kitab yazmıştır, o da Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tedkikler.



Prof.Dr.Annemarie Şimmel ise Dinler Tarihi hocasıdır. 17 lisan bildiği söylenen Schimmel Hanım son derece mütevazı bir kişidir. Bir gün, öğrencileri ile birlikte Hâfız Sabri Özdil’in Fakültedeki kırâat derslerini takip eder; Hatiboğlu: ‘hocam siz de mi?’ deyince, ‘hançeremi düzeltmek için dinliyorum’ der. Hatiboğlu hocamız, ilmi birikimine hayran olduğu Schimmel’e dair bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Prof.Suut Kemal Yetkin’den sonra Sanat Tarihi dersimize Schimmel Hanım gelmişti. Yanılmıyorsam 1957 senesiydi. İstanbul’daki sanat eserlerini gezdik birlikte. Edebiyat hocamız Rıfkı Melül Meriç de var gezide. Süleymaniye Camiine girdiğimizde, Rıfkı Melül hocamız bana emretti: ‘geç mihraba, Kur’ân oku’. Hoca emredince, mihraba geçip yarım saat kadar Kur’ân okudum. Süleymaniye’nin akustiği malum. Onlar kubbenin altında beni dinliyorlar. Aralarında bulunan merhum Profesör Hikmet Tanyu, sonradan bana anlatıyor: Sen Kur’ân okurken Rıfkı Hoca geçtiğin makamları söylüyordu; Hicaz, Rast, Mahur vs. Schimmel Hoca ise, huşû içinde Kur’ân’ı dinliyor ve ağlıyordu.” Kur’ân’ı Almanca’ya tercüme ettiğini de hatırlatarak “gizli Müslümandı” diyenler olduğunu söylüyorum. Hatiboğlu Hoca, “İslâm aleyhine hiçbir sözü yoktu” diye tasdik ediyor ve ona minnet ve hayranlığını ifade ediyor. “Tayyib Okiç hocam beni kendisine asistan almak istediğinde, Fakültede tek boş kadro Prof.Schimmel’in Dinler Tarihi’nde vardı. Allah taksiratını affetsin, o kendi kadrosunu bana vererek asistan olmamı sağladı. Bunu hiç unutamam.”
M.Tavit et-Tanci Hoca’nın büyük bir alim olduğunu, bilhassa edisyon kritik dediğimiz tenkidli basımda üstad olduğunu vurguluyor hocamız. Türkçe’yi pek iyi bilmeyen Tanci Hoca hep Arabça konuşurmuş. Hoca iki daire tutar, birine kitablarını koyar, diğerinde ise kendi otururmuş. “Maalesef” diyor hocamız, “1974’te ben yurt dışında iken vefat haberini gazeteden öğrendim. Kendisi bir ara memleketi Fas’a gittiyse de geri dönüp gelmişti. Yurt dışına gitmeden önce, İstanbul’da tesadüfen Beyazıt’ta karşılaşmıştık. Beni kaldığı yere götürdü. Beyazıt Köprülü Kütüphanesinin arka sokağındaki bir handa kiraladığı karanlık, izbe, küçük bir odada kalıyordu. Son olarak İbnü’l-Emin’in Fihrist’i ve İbn Haldun’un Mukaddimesi üzerinde çalıyordu ama tamamlayamadı. Türkçesi iyi olmadığı için Türkçe kitab yayınlamadı ama mesela Fas’ta basılan Tertibü’l-Medarik’in ilk cild tahkîki onundur.
Hatiboğlu Eserlerinin Basımını Neden Tehir Ediyor?




Söz dönüp dolaşıp Hatiboğlu hocamızın bunca ilmi çalışmasını neden kitablaştırmadığına, bir başka ifade ile kitablarının neden bu kadar az olduğuna geliyor. Hocamız bunun sebebini şöyle açıklıyor: “Bizim zamanımızdaki kaynaklarımız sınırlıydı ve bize yetiyordu; ama sonra her sene yeni kitablar, kaynak eserler çıkmaya başladı. Eğer hâlâ okuyup da kendinizi yanlışlardan uzaklaştıracak kitabları okuma imkanınız varsa, yani daha mükemmeli yakalama şansınız varsa, ben bu şansı kullanmadan eser yayınlanması gerektiğine kani değilim. Eseriniz daha az hatalı, daha eksiksiz olmalı. Bu yüzden doktora ve doçentlik tezlerim, sonradan yaptığım ilavelerle iki-üç misline çıkmıştır. Ben bunları tamamlayıp da yayınlayamazsam, siz yayınlarsınız diye vasiyet ediyorum arkadaşlarıma.” Hocamız, ilmî hassasiyetinin bir gereği olarak, çalışma yaptığı konuda çıkan tüm eserleri okuması gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Kendi mütevazı kütüphanemde okumadığım o kadar çok eser var ki... ‘Peki hocam, bunları okumaya ömür yeter mi’ diyeceksiniz; o zaman da, ‘Madem ömür yetmiyor, o zaman yazmak zorunda mısın be adam!’ diyorum. Ben bir makaleyi bile birkaç ayda yazarım.” Hocamız, bu hassasiyeti sebebiyle kitablarını bastırmamış. “Hilafetin Kureyşliliği” tezinin yayınlanması ise profesör olması için zaruri olduğundan bilmecburiye basılmış.
Bu bağlamda Hatiboğlu Hoca, Müslümanlarda tedkik ve tenkid kültürünün yerleşmesi gerektiğini, sadece İslâm dünyasında yazılan kitabların değil Batı dünyasında İslâm hakkında yazılan kitabların da tedkik edilmesinin zaruri olduğunu söylüyor. “Bugün karşımızda bizi bizden daha iyi tanıyan bir dünya -Batı dünyası ve Uzak Şark dünyası- var” diyor ve örnekler veriyor: “İslâm Ansiklopedisi’ni ilk kez müsteşrikler yazdılar. Biz Türkçe’ye çevirdik, Mısır Arabça’ya çevirdi. 300 yıldır bizi araştıran Batı’da bizden daha alim adamlar var, maalesef. Mesela Henry Laoust; Hanbelîliği ondan daha iyi bilen bir adam yoktur. Rahmetli Tayyib Okiç’in doktora arkadaşıdır. 25 yıl Şam’da kalmıştır. Ben Paris’te tanıdım kendisini. Her sene bir konu işler, yıl sonunda o kitab olarak çıkar. Ben orada iken, Gazali’nin Politikası üzerine dersler verdi; ertesi sene La Politique de Gazali kitabı çıktı. Hamidullah Hoca da gelir, onun derslerini dinlerdi; merhumun derslerini dinlediği tek adam oydu.”
Söz Hamidullah Hoca’ya gelince, hocamızın kendisiyle yakın dostluk kurduğunu, ondan çok istifade ettiğini ve kendisiyle mektublaştıklarını bildiğimden, biraz da Hamidullah Hoca’yı anlatmasını istirham ediyorum Hatiboğlu hocamızdan.
Ve Muhammed Hamidullah Hoca
Muhammed Hamidullah, merhum Tayyib Okiç’in yakın dostu imiş ve birbirleri ile sürekli haberleşirlermiş. Hatiboğlu Hoca kendisiyle ilk kez 1964’te Serahsi’nin 800.ölüm yıldönümü münasebetiyle yapılan bir toplantıya katılmak üzere Ankara’ya geldiğinde Tayyib Hoca’nın evinde tanışmış. “Beni ‘küçük kardeşi’ olarak kabul eden Hamidullah hocayla ilişkimiz hiç kesilmedi” diyor hocamız ve ekliyor: “Kendisine ilk hizmetim, Serahsi’nin Siyer-i Kebir Şerhi vesilesiyle oldu. Bütün dünyada devletler hukuku konusundan yazılmış ilk eser olan İmam Muhammed’in Siyer-i Kebir’ini Serahsi 5 cilt halinde şerh etmiştir ve ilginçtir, bu kitabın Arabça baskısı tamamlanmadan Türkçe tercümesi çıkmıştır, iki cilt halinde. Tercüme eden de Mehmed Münib Ayıntabî’dir. O sıralar İslâm şaheserlerini asılları ve Fransızca çevirilerini bir arada yayınlayan UNESCO bu kitabın Fransızca’ya çevirisini Hamidullah hocaya teklif etmiş. Hoca bunu hazırlamış, ama bir türlü yayınlanamamış. Yıl 1974, Sünnet kongresi sebebiyle Cezair’e gidiyoruz, eski Diyanet reisi Tayyar Bey’le birlikte. Hamidullah Hoca da oraya gelmişti. Fırsatı yakalamışken, Tayyar Bey’e Hoca’nın hazırladığı bu şaheseri Diyanet olarak basmalarının büyük bir hizmet olacağını söyledim. ‘O zaman teklif edelim’ dedi ve birlikte Hoca’ya bu teklifi götürdük. Hoca ‘hay hay’ dedi. Ben hemen Hoca’yla birlikte Paris’e gittim; tercemeleri almak için. Hoca’nın evine gittim; bir de baktım ki tam üç bin varak. Gittim büyük bir bavul aldım ve doldurup getirdim. O çantayı hala saklarım evde. Neyse, uzun uğraşmalardan sonra Diyanet onu 4 cild halinde bastı... Tabi, bu sefer satılması ile ilgili sıkıntılar yaşadılar, hatta bana tarizlerde bulundular ama o kitabın kıymetini sonradan anladılar. Üstelik Hamidullah merhum, bu kitabı satmak isteyen Parisli kitabçıların adreslerini verdiği halde yeterince değerlendirilemedi. Kaldı ki, ne Hamidullah ne de bu fakir bu yorucu çalışmadan beş kuruş almış değiliz... Her neyse, sonradan yabancı dilden kitablar alırken takas yoluyla bu kitabı değerlendirmişler...”
Hatiboğlu hocamızın aktardığına göre; Hamidullah Hoca Paris’te son derece mütevazı bir evde yaşar, sürekli İslamî ilimlerle ve tebliğle meşgul olurmuş. Tebliğleri o kadar etkili imiş ki, her hafta en az dokuz kişi onun evine gelerek İslam’a girermiş. Nice rahipler, rahibeler hidayete ermiş onun tebliğleriyle. Birçok kilisenin Müslümanlar tarafından satın alınıp cami yapılmasına vesile olmuş.
Hocamız Salih Tuğ’dan dinlediği bir bilgiyi de paylaşıyor bizimle: Hamidullah Hoca hiç İngiltere’ye gitmemiş. Meğer sebebi şuymuş: Kendisi Haydarabatlıdır. İngilizler Hindistan’ı işgal edip de Müslüman bir devlet olan Haydarabat Nizamlığına son verince, Hamidullah Hoca Paris’te Haydarabat Sürgün Hükümeti’ni kurmuş. İngiltere ile Hindistan arasında da ‘suçluları iade anlaşması’ olduğundan hocamız İngiltere’ye gidemiyormuş. Böylece Hamidullah hocanın sadece ilim değil bir aksiyon adamı olduğunu ve bu yönüyle de bizlere örnek olduğunu öğreniyoruz.
Hatiboğlu hoca, Hamidullah merhumla ilgili bir-iki hatırasını da aktarıyor: “Hoca beni çok severdi. Çok kibar bir insandı. Çok az yemek yerdi. Bir tarihte, Erzurum’a gitmek üzere Ankara’ya geldiğinde hava meydanında kendisini karşılamış ve evimize getirmiştim; hanım da bir şeyler hazırlamış, bir tepsi ile getirip önüne koydu. Daha sonra geldiğimde baktım ki hoca tepside ne varsa yemiş. Meğer o az yiyen hocamız, hanımın ‘yaptığım yemekleri hoca beğenmedi’ diye düşünmemesi için ne varsa silip süpürmüş. Kibarlığa bakın; kendine zulmetme pahasına bunu yapıyor... Bir de çok mütevazı gerçek bir ilim adamı idi. Birinde Paris’te kitabçıları dolaşırken ilginç bir kitab görüp almıştım; Charles Mils isimli bir İngiliz’in Muhammedîliğin Tarihi isimli eserinin Fransızca çevirisi; 1825 basımı. Hiç tanımadığım bu eseri bu sahanın otoritesi olan hocamıza sorayım dedim. Götürdüm verdim; baktı ve dedi ki, ‘ben bu kitabı ilk defa görüyorum’. Bunu dünya çapında bir allame söylüyor. Bu kadar mütevazı ve gerçekçi. Aynı kitabı Fuat Sezgin hocamıza bizim evi teşriflerinde göstermiştim, o da tanımıyordu. Demek ki Batı dünyasında, bizim allamelerimizin bile henüz bilmedikleri kitablar yayınlanmış. Mesela, bizde daha Buhari tercüme edilmemişken 1905’te Fransızlar bunu kendi dillerine çevirmişler. Hamidullah Hoca bu çeviriyi baştan sona okuyup bir cildlik tenkid yazmıştır.
Nezaket Timsali Örnek Bir Bilim Adamı: Prof.Dr. Mehmed Said Hatiboğlu
Hayatını İslâm’ın doğru anlaşılıp yaşanmasına adayan, ömründe hiçbir idari göreve talib olmayan Hatiboğlu hocamız, sadece kitaba ve okumaya düşkünlüğü, tenkidçi yaklaşımı, daha mükemmeli ve daha az eksik olanı araması gibi ilim adamı özelliklerinin yanında kibarlığı, inceliği, nezaketi ve sevecenliği gibi şahsiyet özellikleriyle de örnek alınması gereken bir insan. Onunla konuşulacak o kadar çok şey var ki... İkiz kardeşi Ahmed Hatiboğlu ile birlikte annelerinden kalma ud’u kırk yıl sonra tavan arasından çıkarıp kendi kendilerine öğrenmeye başlamaları... Yine hocamızın gençlik yıllarında kendi kendine hat sanatına merak sarıp Burdur eski Yeni Camiinin içindeki Arabça levhaları şablon çıkarıp Nûr Camiine tatbîki... 1985’te Ankara İlahiyat Fakültesine kendisine sorulmadan dekan yapılması sözkonusu iken, daha önce Üniversitenin görevlendirmesi ile İran’a yaptığı araştırma gezisi sebebiyle dekanlıktan olması... Umarız, hatırâtını da daha eksiksiz olsun diye yazıp yayınlamaktan imtina etmez. Ülkemizin en değerli ilmî dergilerinden İslâmiyât’ın editörlüğünü de yapmakta olan Hocamıza hayırlı ömürler diliyor, o hassas ve derinlikli çalışmalarının bir an önce kitab olarak biz okuyuculara ulaşmasını temenni


ediyoruz.

15 Mayıs 2016 Pazar

UZUN GÜNLERDE ORUÇ KOLAYLIĞI 2016


 

“Şâri’i Kerim’in şahadetine göre, insanı halden düşürecek derecede büyük meşakkati olan oruç, ibadet değil aksine günahtır.  Oruca büyük güçlükle dayananların bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir. Yani, orucu takatle, yalnız güçlükle ve zahmetle yerine getirebilenlere oruç farz değil, bilakis orucun yerine fidye vermek farz olur. Buradaki ‘yutikûne’ cümlesinin manası güçlükle, zahmetle ve meşakkatle eda edebilenler demektir.” Musa Carullah Bigiyev; Uzun Günlerde oruç, s.136)

Orucun farziyeti ile ilgili ayetler şöyledir: Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere sayılı günlerde olmak üzere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.  Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir... Sabahın beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın...” (Bakara 183-187)

Görüldüğü gibi, “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” ayetlerinde orucun ayı ve günlerinin sayısı tayin edilmemiş. Bütün insanlara farz kılındığının altı özellikle çizilmiş. Daha sonraki ayetlerde ruhsatlara geçilmiş. İnsanların iradelerini terbiye ve ahlaklarını arındırma maslahatı öne çıkarılmış.

Sonraki ayetlerde, en etkili biçimde birlik olunması gerektiği vurgulanmış ve bu vesilesiyle gerçek bir  İslâm anlayışının tesis edilmesi istenmiş, ayrıca orucun hem ayı hem de günleri belirlenmiştir: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun.”

Oruç hakkındaki bilgi iki ayrı hitapla bizlere ulaşmıştır. Hitabın birinde orucun ayı bellidir, Ramazan’ın sayı ile belirlenebildiği yerlerde geçerlidir,  diğerinde ise belli değildir. “ Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi günahlardan korunmanız için sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç farz kılındı…” demek, Ramazan’ın sayı ile belirlenemediği yerlerde bu ayet müstakil olarak, Ramazan’ın sayı ile belirlenebildiği yerlerde ise diğer ayetle birlikte hükmünü icra eder. Kur’an’ın mucize olması böyle olur. Kur’an yeryüzünde bulunan yerleri ve her zaman bulunabilecek durumları kapsar. Bakara suresi 185’de şöyle buyrulur.” Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun…” İdrak kavramının altını çizmek gerekir. Gün 24 saattir. 12 saati gündüz 12 saati gecedir. Normal olan budur.

Tefsirciler, “Birinci hitapta Allah mücmel (kapalı) bir ifade kullanmış ikinci hitapta da bu ifadeyi detaylandırmıştır ”derler ve “Bu şekilde bir ifadenin kullanılması Kur’an’ın mucize olmasındandır.” Açıklamasını yaparlar. Bütün zamanları, mekânları, insanları, durumları ilmiyle kuşatan Allah’ın kitabı hakkında böyle bir ifade yeterli olmaz. O halde basit yorumları seslendirmektense sükût etmek daha iyidir. Ya Allah’ın hikmetine ve kuşatmasına uygun bir yorum ya da edep dairesinde sükût gibi iki şeyden biri yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah konuştuğunda hayır söyleyip mükâfat kazanan ya da sükût edip selamette kalan kişiye merhamet etmiştir.” (Buhari, Edeb 31,85)

Kur’an’ı Kerim’de orucun ayını tayin eden ve tayin etmeyen iki farklı ayet inmesinin iki hikmeti vardır. Birincisi müstakil maslahatı dikkate alma hikmetidir. Diğeri ise, Ramazan orucunu eda etmenin imkânsız olduğu durumlarda orucun hükümlerini açıklayıp yeryüzünün her tarafını ve mevsimlerin bütün ihtimallerini hitabın genel ifadesine katma hikmetidir. Bunu gerekli kılan mazeretler, mesela; gündüzleri haftalar ve aylar kadar uzun ve de geceleri aydınlık olan yerlerde, bölgenin özelliği dolayısıyla veya tahammül edilemeyecek kadar soğuk ya da sıcak olan zamanlarda zamanın özelliği sebebiyle Ramazan orucu eda edilemez ise, o takdirde “sayılı günler” hitabı muhkem nas olmak üzere hükmünü icra eder. Bu durumda orucun zamanı ve süresi takdir edilir.

Bu yorum tefsircilerin yorumlarından daha iyi olsa gerektir. Yeryüzünde, gündüzleri haftalar ve aylar kadar uzun, geceleri ise aydınlık olan yerler veya tahammül edilemeyecek kadar soğuk ve sıcak zamanlar elbette vardır. Tefsircilerin açıklamalarına göre Allah’ın bu gibi yerleri ve böyle zamanları tamamen görmezlikten gelmiş olması gerekir; bu durumda Allah yaratıklarına karşı eşit mesafede durmamış olur.  Veya oradaki insanlara kaldıramayacakları ağır bir yük yüklemiş olur; bu durumda Allah zalim olur. Veya yarattığı o bölgenin özelliğini unutmuş olur ki; Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Veya o bölgelerde oruç için gerekli şartlar oluşmadığı için orucun farz olmaması gerekir ki; bu durumda da Kur’an’ın kapsayıcılığı kalkar. Oysa Kur’an kapsayıcılığı olan bir kitaptır.

Fakat bizim yorumumuza göre bu gibi yerler böyle zamanlar birinci hitabın açık ifadesi altına girer. O bölgelerde yaşayan insanlar orucun zamanını ve süresini kendileri belirleyeceklerdir. O zaman Allah bu gibi yerleri görmezden gelmiş ve oralarda yaşayan/ yaşayabilecek insanları ihmal etmemiş olur.

Tefsircilerin görüşlerine katılacak olursak, Kur’an’ı Kerim’in  “Şafağın beyaz ipliği siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyiniz, içiniz sonra da orucu geceye kadar tamamlayınız” ayetinde İslâm şeriatı için gerekli olan genellik, kapsayıcılık düşünülemez. Zira yaz günlerine tesadüf eden Ramazan’da geceleri aydınlık yahut gündüzleri, haftalar ve aylar kadar uzun yörelerde bu ayet-i kerime tamamıyla hükümsüz kalır: Çünkü böyle yerlerde “beyaz iplik, siyah iplik”  “fecir ve -gece” gibi şeyler bulunmamaktadır. Buna ilâveten her Ramazan ayı yeryüzünün bazı yerlerine göre devamlı aydınlık, bazı yerlerin de ise devamlı olarak karanlık olur.  

Bu durumda İslâmiyet’in büyük rükünlerinden biri olan orucun farziyeti  yeryüzünün çoğu bölgelerinde  kalkar. Tamamen hükümsüz olur. Dolayısıyla, ilmiyle bütün yerleri, bütün zamanları, bütün insanları ve halleri ihâta eden/kuşatan Allah’ın indirdiği Kitap kusurlu olur. Oysa Kur’ân-ı Kerim'de kusur bulunmaz.

Allah gündüzünde ve gecesinde muntazamlık bulunmayan yerlerdeki insanlara orucu farz kılar mı? Yolculuktaki ufak tefek sıkıntılardan dolayı orucun kazaya bırakılmasını tavsiye eden Allah, işindeki sıkıntılardan dolayı fidye verilmesini tavsiye eden Allah, gündüzleri uzun olan yerlerde yaşayan insanlara Ramazan orucunu farz kılar mı? Kolaylık ilkesi üzerine kurulmuş olan İslamiyet’in şanına bu ayrımcılık yakışır mı?


İlim adamlarından Görüşler:

Süleyman Ateş

“Kur'ân-ı Kerîm'de oruç tutulması emredilen gün, normal namaz vakitlerinin olduğu bölgelere mahsustur. Yüce Allah, normal bölgelere göre hükmünü bildirmiş, normal şartların dışında kalan konuları, Müslümanların içtihatlarına bırakmıştır.”
Böyle uzun yerlerde ve özellikle kutup bölgelerinde oruç, ya Kur'ân'ın indiği kent olan Mekke saatine veya o bölgeye en yakın olan normal vakitlerin cereyan ettiği ülkeye kıyasen tutulur. Kutup bölgelerinde namazlar da belirlenecek saatlerde kılınır.”(Süleyman Ateş Yeni İslam ilmihali/ Reşid Rıza-Menar Tefsir)

Molla Hüsrev /Şeyh-ül İslâm (15.asırda yaşamış)

„Vakitleri normal teşekkül etmeyen yerlerde oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, şehirdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur.“ (Dürer-ül-Hükkâm fî Şerh-i Gurer-il-Ahkâm )

Muhammed Hamidullah


(45) derece ile (90) derece arasındaki bölgelerde güneşe değil, saate göre hareket edilir. Namaz için böyle olduğu gibi, oruç vs. için de böyledir.“
Peygamberimizden şöyle bir hadis gelir:  "Deccal’ın bir günü sizin bir seneniz kadar uzun olacaktır.

Sonraki günleri de beri geldikçe kısalacaktır.“
- Ya Resûlâllah, bir günü bizim bir senemiz kadar uzun olacağını bildirdiğiniz o günde namazlar nasıl kılınacaktır? Şöyle cevap vermiştir:
- Takdir olunarak! Yani uzun günün saatleri takdir edilerek. Hesaplanarak.

Nasıl takdir edilip, nasıl hesaplanacak?
-En yakın normal vakitli ülkenin takvimi ve saatiyle takdir olunup, hesap edilerek.“ (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20)

T.C. Diyanet İşleri başkanlığı

“Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde "takdir yöntemi" ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur.“ “(Tarih: 10-11/06/2009 Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı.)

Abdülaziz Bayındır

''Kutuplarda gecelerin karanlık olmayabileceğini gösteren ya da beyaz gecelerin olabileceğini gösteren ayetler var. Mevcut namaz vakitleri anlayışında insanların dinlenmesine imkân verilmiyor. Çalışmalarımız devam ediyor, ancak 1 Ağustos'ta Tromso'da uygulanması gereken oruç vakti imsak için 05.32, iftar için 19.19. Böylece oruç tutulması gereken zaman yaklaşık 14 saat oluyor. Gece de dinlenmek için 10 saat kalıyor.'' „ (Süleymaniye Vakfı)

Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Ruşan Abbyasov

Gündüz vakti ortalaması olan 12 saatin çok üzerinde, yaklaşık 19 ve üzeri saat gündüz vaktinin yaşandığı bölgelerde oruç, Mekke saat dilimi ve iftar vakti esas alınarak tutabilir“ (www.topragizbiz.com, http://ramazan.haber7.com/)

Hayrettin Karaman

Güneşin aylarca doğmadığı veya batmadığı yerlerde yaşayan müminlerin de dinî eğitime ve sevaba ihtiyaçları vardır. Bu sebeple ibadetlerini de –tıpkı genel olarak hayatları gibi– aya ve güneşe göre değil, farazî ve itibarî (sanal) olarak ayarladıkları günlerine göre yapacaklardır.
Bu şartlarda yaşayan müminlerin uygulayacakları vakit cetveli bakımından âlimlerce iki yol gösterilmiştir: 1. Mekke takvimini uygulamak. 2. Kendilerine en yakın normal bölgenin takvimini uygulamak.
Kıyamet yaklaştığında ve Deccâl çıktığında günün çok uzun olacağını bildirmesi üzerine Hz. Peygamber'e, bu “bir yıl kadar uzun günde” namazları nasıl kılacaklarını soran sahâbîler, “Daha önceki normal günlere göre kılarsınız” cevabını almışlardı. Bu hadis de yukarıdaki çözüme ışık tutmaktadır.“ (
Müslim, "Fiten", 110; geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri).

Şaban Ali Düzgün 

“Kuzey Kutbuna Yakın Olan Yerlerde Oruç güneş batımının geç saatlere kadar gerçekleşmediği yerlerde itibari bir güneş batımı tespit edilerek, imsak ve iftar vakti tespiti yapılabilir. Unutmamak gerekir ki paralel ve meridyenler itibaridir. Öyle bir şey yoktur ama itibari olarak hesap yapmakta kullanılırlar. Orucun kaç saat tutulacağı konusunda aynen itibari bir zaman tayini yapılabilir. Güneş batımı, bir zaman tayinidir, orucu açmanın gerekçesi değildir. Bu tayini ilgili bölgedeki insanlar yapabilirler. İsterlerse Mekke’ye kıyas yapabilirler, isterlerse başka bir yere. Bu konuda bütün insanları bağlayan bir fetvaya gerek de yoktur. Ama ibadetlerde birlik ruhu önemlidir ve fetvânın bu anlamda önemi vardır. İslâm her coğrafyaya göre ayrı yorumlanır. Ebu Hanife’ye neden kendi görüşüne göre fetva veriyorsun dediklerinde, şu meşhur sözünü söyler “Bizden öncekiler adamsa biz de adamız.” (Mocca Dergisi s.24)

Musa Carullah Bigiyev

„Mekke ve Medine’de en uzun gün 12 saati geçmemektedir. Oysa Ekvator’un kuzeyindeki ülkelerde gün 20 saate kadar uzanmaktadır. Bu ülkelerde yaşayan Müslümanların oruçlarını Arabistan’a kıyasla ayarlayabilirler.“ Musa Carullah Bigiyev, Uzun Günlerde Oruç . Doç. Dr. Abdullah Kahraman’ın İz Yayıncılık, İslam klasikleri dizisi:35, İstanbul, 2009)

İlhami Güler

Bilindiği gibi Arabistan’da en uzun gün 12 saati geçmemektedir. Oysa ekvatorun kuzeyindeki ülkelerde gün 20 saate kadar uzanmaktadır. Musa Carullah, Uzun Günlerde Oruç adlı kitabında bu ülkelerde yaşayan Müslümanların oruçlarını Arabistan’a kıyasla ayarlayabilecekleri fikrini ileri sürmüştü. Ben de, günlerin uzun ve en sıcak olduğu yaz aylarına denk gelen Ramazanlarda, tarım, inşaat, madencilik, endüstri, fırıncılık, lokanta vb. işkollarında, güneş sıcağının altında veya ateş ısısının karşısında, beden enerjisi ile çalışmak zorunda olanların Ramazan ayı içinde oruçlarını tutmamaları, bunun yerine ayette verilen ruhsatlardan ya fidye vermeleri veya başka günlerde oruçlarını tutabilecekleri kanaatindeyim. Gerekçesine gelince, bu işlerde çalışanlar, terleme yolu ile yoğun su ve mineral kaybetmektedirler. Bedenden yoğun su kaybı ise vücutta kanın pıhtılaşmasına, dolaşımın yavaşlamasına sebep olduğu için, kalp krizi tehlikesi doğurduğu gibi; susuzluk, böbreklerde kalıcı hasarlara sebebiyet verebilmektedir.
Orucun her otuz yılda bir yaz aylarına denk gelmesi, bilindiği gibi Arapların kullandıkları “Kameri” takvimden kaynaklanmaktadır. Bu takvimi Arapların kendileri İslam’dan önce tercih etmişlerdir. Yoksa Kameri takvim Allah’ın dinî anlamda vaz ettiği bir şey değildir. Eğer Araplar “Güneş” takvimi kullanıyor olsalardı, Ramazan ayı bütün yılı dolaşmayacak, hangi mevsimde farz kılındı ise, o mevsimde kalacaktı. Nitekim kaynaklarda Hz. Muhammed’in (s) sağlığında, orucun farz kılınmasından sonraki dokuz yıl boyunca Ramazan ayının Bahar mevsimine denk geldiği bildirilmektedir. Dolayısıyla orucun sıcak mevsimlere denk gelmesi, Allah’ın insanları böyle anormal bir “meşakkat” durumu ile denediği anlamına gelmez. Çünkü ayette “Allah, kolaylaştırmayı murad eder, zorlaştırmayı değil” denmektedir.
Böyle bir ruhsatı klimalı serin odalarında oturan din bürokratlarının (Diyanet işleri bürokrat-memurlarının) ve ilahiyatçıların vermesi kolay değildir. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi, damdan düşenin hâlini ancak damdan düşen anlar. İkincisi de, teologlar, insanların mağduriyet durumlarını düşünmekten ziyade Tanrı’nın gözüne girmeye çalışırlar. Buna örnek olarak ulemanın, kasten oruç bozan birisi için ceza olarak 61 günlük “kefaret orucu” icat etmelerini verebiliriz. Kur’an’da böyle bir ceza hükmü olmadığı halde, bir hadisi gerekçe göstererek, Hanefiler ve Malikiler Ramazanda kasten yiyip içen ve cinsi münasebette bulunanın; Şafiler ve Hanbeliler ise sadece cinsi münasebette bulunanın, 61 gün kefaret orucu tutmasına hükmetmişlerdir. (http://arsiv.taraf.com.tr)

Bayraktar Bayraklı

“Oruç zamanının ve süresinin tespiti, Güneş yılına göre yapılmalıdır. Bu durumda Uzun günlerde oruç tutma sıkıntısı kendiliğinden ortadan kalkacaktır.”
Bu çalışmayı Kutlu Doğum Haftasında Diyanet İşleri başkanlığı yaptı. Artık yılın her mevsiminde peygamberimizin doğumunu kutlamıyoruz. 1989 dan beri 14-20 Nisan tarihleri arasında kutluyoruz. Bu konuda da Diyanet işleri Başkanlığı karar alabilir. 

Sonuç

Rüştü Kam

1-Kur'an'ı, indiği yerdeki muhatabı nasıl anladıysa önce öyle anlamalıyız. Sonra da bulunduğumuz bölge şartlarında o yöre insanının ihtiyacına cevap verebilecek yorumlarımızla İslâm'ı yaşanabilir bir din haline getirmeliyiz. Bizlerden istenen budur. Din bizim elimizde insanlara sıkıntı verecek bir araç haline değil, insanların sıkıntılarını giderecek İlahi mesaj haline gelmelidir. Oruç Medine'de farz kılınmıştır. Peygamberimiz de ömrü boyunca orucunu Medine’de tutmuştur. Medine gecesi ve gündüzü eşit olan bir zaman ölçüsüne sahiptir. 12+12=24.

2-Gece ve gündüz kavramını Medine'dekiler tanıma uygun, yaşam standartlarına uygun olarak tam manasıyla anlamışlardır. Bu şu demektir: Oruç zamanı 12 saattir. Çünkü gün 12 saat gece ve 12 saat gündüzden ibarettir. İmsak vaktini bir saat geriye çekersek oruç süresi 13 saat olur. Öyleyse oruç ibadetinin süresi 13 saattir. Dünyanın neresinde olursanız olun ölçü ve süre böyle olmalıdır. Öyleyse bu sürenin başlangıç ve bitişi de takdir ile tespit edilerek oruç tutulur.

3- Oruç aç ve susuz kalmaktan ibaret değildir. Oruç bir disiplindir. Belirlenen o süre içinde nefsin disipline edilmesidir. Helallere ulaşma yasaklanmıştır bu sürede. Oruç ayetinin sonunda "umulur ki korunursunuz" uyarısı vardır. Korunulacak olan şeyler bellidir. Yalandan, iftiraya, kalp kırmaya, cimrilikten, ihtikâra ve israfa kadar ne kadar toplum menfaatine aykırı davranış varsa onların hepsinden korunulacaktır. İşte oruç tutmak böyle bir şeydir.

4-Aslında oruç kendi başına ibadet değildir. İnsanlar aç kaldıkları için sevap almazlar, aç kaldıkları için ceza da almazlar. Oruç, yukarıda zikrettiğim ibadetlerin ön şartıdır sanki. Sevap ve ceza o ibadetlerin yapılıp yapılmayışıyla ilgilidir.

5- Müslümanlara bazı coğrafi bölgeler avantaj sağlarken, bazı coğrafi bölgeler dezavantaj olmamalıdır. Allah her bölgedeki Müslümana eşit mesafede durmalıdır. En doğrusunu Sahibimiz bilir.

6- Ben böylece görevimi hakkıyla yaptığım kanaatindeyim. Bana ufuklarını açtığım, ibadetlerini huzurla yapmalarına yardımcı olduğum için dua edenler var. Onlara teşekkür ederim. Bana kızanlara, hoş olmayan sözler söyleyenlere de hoşgörü ile yaklaşır, onlar için  Mevla’ma duacı olurum. Allah’ım bilmiyorlar, bilselerdi böyle yapmazlardı, sen onlara hidayet nasip eyle, ekletmeleri için onlara yardım et derim.

Selam ve dua ile


10 Mayıs 2016 Salı

Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri (V) - Afyonkarahisar-

Karahisar kalesi yıkılır gelir/ Kâkülü boynuna dökülür gelir/ Ben bir koyun olayım sen de bir kuzu/ Meleye meleye getirem yazı / Kapıma bağladım da kınalı koçu / Harmanı kaldırdım kız senin için/ Yayladan gel allı gelin yayladan/ Kesme ümidini kadir Mevlâ’dan / Ver elini karlı dağlar aşalım bayramlaşalım.

Sevgili Kaptan Sezgin, sürdü CD’yi CD çalarına. Çok güzel bir türkü. Hikâyesi şöyle: Sevdalarını kimseden habersizce yaşayan Suna ve Yunus evlilk hayalleri kurarken, araya Alemdar Ağa girer ve Sunayı oğlu Hasan Ali’yle evlendirir. Düğün gecesi de Alemdar Ağa’nın düşmanları damadı öldürür. Ama Suna başlık parası ödenilerek alındığı için ailesine geri verilmez. Damadın kardeşi Mahmut’la sözlendirilir.
Suna’nın sevgilisi Yunus bu sefer işin peşini bırakmaz. Madem Hasan öldürülmüştür, öyleyse Suna’ya kavuşma zamanı gelmiştir. Sunay’ı kaçıracaktır. Alemdarın evine baskın verir. Alemdar’ın adamları onu da öldürürler. Suna Yunus’un öldürüldüğünü duyunca deliye döner. Aklını yitirmiştir. Hapsedilir. Ve böylece Suna, ömrünün sonuna kadar Yunus’a kavuşacağı günün hayaliyle o daracık odada yaşamaya devam eder gider. Acıklı son.

Karahisar kalesi

Kale MÖ 1350 yıllarında Hitit imparatoru II. Murşil tarafından yaptırılmıştır. 226 metre yükseklikte dağın zirvesindedir. Roma ve Bizans dönemlerinde Akroenos adıyla anılan kale, Selçuklular'dan itibaren, Karahisar adı ile anılmaya başlanmıştır. Tarihi dokusu korunamamış olsa da hala ayaktadır.
Sultan II. Selim zamanında kale onarılmış ve en iyi afyonun bu çevrede yetişmesinden ötürü de kaleye Afyonkarahisar denilmiştir. Dik bir tepe üzerindeki kaleye, kayaların üstüne oyulmuş merdivenlerle çıkılmaktadır. Kale iki bölümden oluşur. Kız Kalesi ve Mahzenler bölümü.  Kız Kulesi denilen yer, kalenin iç bölümüdür, muhafızlara ayrılmıştır, cami, saray ve su sarnıçları bu bölümdedir.  Mahzenler bölümü ise; Sultan Alaeddin Keykubat’ın yaptırdığı, erzak ambarları, cephanelikler ve değerli eşyaların saklandığı bölüm dür. Rehber Emin’in anlattığına göre; burası askerî amaçlı olduğundan halkın oturacağı yerler bulunmaz. Karahisar Kalesi, tarihi boyunca, evlenmek isteyen kızların kısmet diledikleri kale olarak da anılırmış. Kızlar, “Bahtım bahtım, altın tahtım, evlenecek vaktım” diye şarkılar söyleyerek dilek ağaçlarına çaputlar bağlarlarmış. Anlatılanlara göre, bir hafta sonra kızlara hayırlı birer nasip çıkarmış. Aynı gelenek bugün de devam etmektedir. Dilekler kabul oluyormudur, olunmuyormudur,  o belli değil.

Afyon’a gelip de kaleye çıkmamak olmaz dedik ve vurduk kendimizi kayalara.  Beyhan 9 dakikada çıkmış yukardan el sallıyor. Dilruba 12 dakikada. Ben ve Ramazan 15 dakikada çıktık. Benden sonra gelenler de var Yunus ve Sebahattin. Ayhan 30 dakikada çıkmış. Fatma kızımız en son çıkan kişi. Ama bizi korkuttu. Nefes nefese geldi kale kapısına ve istifra ediyor. Oraya doktor getirmek veya Fatma’yı doktora götürmek mümkün. Mümkün olmasına mümkün de,  Fatma kızımız o zamana kadar hayatta kalabilir mi o bilinmez. Neyseki korkulan olmadı. Rahat bir nefes aldık. Biraz dinlendikten sonra Fatma kendine geldi.

Kaleden Afyonkarahisar’ı seyretmek ne güzel. Orduların Allah allah nidalarıyla Akdeniz’e doğru yol aldıklarını görüyor gibiyiz. Balkanlardan, Yemen’den, Çanakkale’den sonra Akdeniz’e doğru düşman kovalamak onları mecalsiz bırakmış, son bir gayretle hücum emrine uydukları her hallerinden belli. Bir deri bir kemik kalmışlar. Gözlerinin önünde çoluk çocuk demeden kardeşlerinin kıyıma uğramaları, bacılarının kirletilmeleri onlara açlıklarını ve susuzluklarını unutturmuş. Ya istiklal ya ölüm „Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!...“  

Kalede çay keyfi

Sonradan öğrendiğimize göre, askerden izinli gelmiş bir genç var kardeşiyle birlikte kale kapısının hemen önünde. Çay demlemişler. Düşman askerlerini kovalarken soluklanmak da gerek dedik ve çay molası verdik orada. Çayın tadı bir başkaydı. Düşman askerlerinin mehmetçiğimizin önünden nasıl kaçtığını 226 metre yükseklikten seyrederken içilen, o çaydan bahsediyorum.
Defalarca el değiştiren Karahisar Kalesi, her defasında yeni bir efsane, yeni bir destana ev sahipliği yapmış. Battal Gazi'den Hazreti Ali'ye, Bamsı Beyrek’ten Çavuşbaşı'na ve Horoz Dede'ye kadar pek çok efsane anlatılıyor kale için.

Ve inişe geçtik

Çıkış kolaydı kaleye. Kaleden iniş daha zor. Erol ve Emin biz gelinceye kadar Ulu Camii’nin hocasını ve müezzinini bulmuşlar. Hoca ile muezzin, Caminin açılması konusunda anlaşmazlığa düşmüşler; müezzin dermiş ki, “Hoca açacaktı, hoca da dermiş ki müezzin açacaktı.” Erol son noktayı koymuş, siz tartışa durum bakalım, ben sizi “Müftüye şikayet edeyim de görün gününüzü.” Bakmışlar pabuç pahalı koşa koşa gelmişler ikisi de caminin önüne.

Eminin düdüğünü acı acı çalmaya başladı. Biz, caminin içini göremeden gidiyoruz herhalde diye düşündük.  Oysa camiyi açmak ve bize rehberlik yapmak için hoca gelmiş, bizi bekliyorlarmış. Telefon trafiği işe yaramış.  

Hanımlar kafede. Ahmet Yumuşak’ın başkanlığında kafeye sermişler postu. Çay içmişler, odun sobasında ısınmışlar. Sohbet güzel.  Otantik bir durum. Eminin düdüğüne aldıran yok. Ben de katmer ısrmarlamıştım görevli bayana. İptal edeyim dedim, bayan ‘Olmaz ben katmerleri çoktan  hazırladım dedi. Tabii ki bir dakikada olacak şey değil bu ama. Demek ki, katmerin parasını alacak benden kadın, çaresiz parayı verdim ve düştüm düdüğün peşine. Katmerleri arkadan gelen Ahmet’in ekibi almış almasına da, arabanın rafında unutmuşlar. O katmerler yenilmedi, çöpe gitti.

Afyonkarahisar-Ulu Camii (40 Direkli)

Cami, 1272-1277 yılları arasında Sahipata Nusreddin Hasan tarafından yaptırılmıştır. Cami minberinin kapı kanatlarındaki kitabede ahşap ustası Emir Bey’in ismi geçmektedir. Diye başladı camiyi anlatmaya Hoca: “Caminin mimarı Emir Hacı Bey’dir. Afyon’un en eski ve en büyük camisidir. İlk yapıldığında toprak dam şeklinde olan örtü, sonradan tamir görerek bakır çatı şekline dönüşmüştür. Çatı kırk ahşap sütun üzerine oturtulmuş. Bu şehirde o zaman 40 tane esnaf varmış. Camiyi bu 40 esnaf yaptırmış. Bu sütunlar da onların anısına dikilmiş. Üzerlerinde herbir esnafın ismi yazlıdır. Kiriş kaplamaları, ahşap tavan ve mukarnas başlıklar, kalem işleri ile süslenmiştir. Caminin, doğuya, batıya, kuzeye açılan üç kapısı vardır. Selçuklu tarzı oymalı iki kanatlı minber kapısı üzerindeki kitabede sureler yazılıdır. Zamanımızda eski biçimi korunarak yeniden onarılan cami, ahşap mimarîsi ve yeşil sırlı tuğlalı baklava dilimi minaresiyle Selçuklu döneminin eşsiz örneklerinden biridir. Sütun başlıklarının hemen yanında halı motifleri vardır. Halı eskiyince bu motifleri kullanarak aslına uygun halılar dokunsun diye yapılmış bu motifler.”
Caminin halıları çalınmış ama, o motifler kullanılarak yeniden  dokunmamış. Mevcut halılar piyasa halıları. Bellimi olur bakarsın birgün 40 esnaf daha çıkar, o halıları aslına uygun olarak dokutuverirler.

Alışveriş

Alışveriş için Eski Afyon’u seçtik. Dükkânlar zevkle döşenmiş. İnsanları tam bir esnaf. Yüzlerinden tebesümleri eksik olmuyor. Kaymak alanlarımız var, ekmek kadayifi alanlarımız var, lokum alanlarımız var, ekmek alanlarımız var. Hüseyin ekmeğin dilimlenmesini istedi ısrarla satıcıdan. Dükkan sahibinin söylediği de mantıklıydı, „bu ekmeği kesersek hamurlaşır, elinizle bölmeniz lazım“. Hüseyin de haklıydı. Arkadaşlar arasında nasıl pay edilecekti? Neyse sonunda Hüseyinin dediği oldu. Parayı veren düdüğü çalarmış, daha dün Nasrettin Hoca’dan öğrendik Akşehir’de.

Biz bu arada keşfe çıktık Yunus’la, tavsiye edildiğine göre, sucuklu İskender’i meşhurmuş Afyon’un. ‘Yemeden gitmek olmaz.’ dedik ve düştük yollara.  Güzel bir mekân bulduk. Tertemiz. Zor oldu arkadaşları toplamak ama başardık. Geldik mekâna. 30 kişi birden gelince hemen yemeğe geçemiyorsunuz. Beklemek lazım. Biraz sonra servisler gelmeye başladı. Önce başkanın masasına geliyor servisler Türkiye’de. Saygıdan kaynaklanan bir durum. Burada da gelenek bozulmadı. Önce bizim masa donatıldı. Evet, anlattıkları kadar var. Oldukça lezzetli. Arkasından bir de kaymaklı ekmek kadayıfı geldi. Hâlâ tadı damağımızda. Parayı Sebahattin, Yunus ve Gülcan hanım ödediler. İstikamet Bilecik.

Termal Hotel

Otobüste Afyon’un değerlendirilmesi yapıldı.  Her şehirden sonra devamlı bu değerlendirmeleri yapıyoruz. Hem bilgilerimiz pekişiyor, hem de her arkadaşın yorum farkını alıyoruz. Akşehir’den gelir gelmez, gençler kendilerini havuza atmışlardı. Otelden çok memnun kalmışlar. Mutluydular. Keselenmeye gidenler vardı, masaj salonuna gidenler vardı ve benim gibi canlı müzik dinleyen de vardı.  Konya‘daki „çarşaflarına, yastıklarına duvarlarına sigara kokusu sinen“ o otelden sonra Afyon‘daki termal otel olmasa Emin’i affederler miydi arkadaşlar,  onu kestirmek biraz zor.

Kütahya

Bayanlar Kütahya’ya uğrayacaklar ve oradan porselen çeşitlerinden birer örnek alacaklardı. Günlerden Pazar. Bundan dolayı esnafın pazar günü kapalı olduğunu, çok istemesine rağmen Samiye Hanım’a bir porselen çaydanlık bile alamayacağının üzüntüsünü yaşadığını söyledi Ahmet, yüksek sesle. Hüseyin de onu destekledi. Öksürenler falan oldu ama, hanımlar ses çıkarmadılar. İnanmadıkları her hallerinden belliydi. Sucuklu İskender’in rehaveti üzerlerine çökmüş olmalıydı. Dumlupınar Üniversitesi’nin önünden geçip gittik  o rehavet içinde.

Bilecik

Şeyh Edebali bizleri görünce açtı kollarını alabildiğince. Çok sevinçliydi. Avrupa’dan geliyorduk, tarih içinde  torunlarının seferler düzenleyerek geçemedikler Viyana’yı bizler geçmiştik. Sevinci bundandı. Çakmak çakmak olmuştu gözleri. Tam kucaklaşacaktık ki;  aramıza Bilecik Belediye Başkanı giriverdi. “Bilecik’e hoş geldiniz”. Selim Yağcı.

A be güzel kardeşim. Tarihe malolmuş şahsiyetlerin önüne geçmek o insanları siyasi çıkar için kullanmak hiç yakışık malıyor mu? Hem de ismi “Edebali” olan Cihan İmparatorluğunun manevi kurucusunun mekânında öne geçmek neyin nesidir? Kucaklaşma heyacanımız kursağımızda kaldı.

Benim tavsiyem o bez afişin yerine Şeyh Edebali’nin şu vasiyetini taş bir levhaya kazıyarak altına Şeyh Edebali isminin yazılmasıdır: "Toprağa bağlanın. Suyu israf etmeyin. Mirasınızın sağlam kalmasına dikkat edin. Verin, cömert olun, elleriniz yumuk kalmasın. İlim sahiplerini koruyun. Ağaç dikin. Ödünç aldığınızı fazlasıyla iade edin. Kuran-ı Kerim’i anlamak için okuyun. Güçlü olmak için okuyun. Bağınızı bahçenizi viran bırakmayın. Peygamberimiz’in yolundan ayrılmayın. Bildiklerini öğretenler unutmazlar. Asıl ölüm ilimden payını almayanlaradır. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sahipleridir...." Şeyh Edebali.

Şey Edebali’nin içi buruktu. Neden buruk olmasın ki, 4 kıtada insanlara adalet dağıtan O Koca İmparatorluk tarumar olmuş. Geriye kalan torunları da birbirlerine düşmüşler. Artık kadir kıymet de bilinmez olmuş. Makam, mal-mülk sevdasına düşülmüş. Titrek sesle yaptığı nasihatlarının satır aralarından bu sıkıntıyı anlamak mümkün.

Camisiz minare

Tabii bu kadarla da kalmadı. Hemen solda bir minare var, o günlere ait. Camisi yıkılmış. Yalnızlaştırılmış sanki Şeyh Edebali. Biraz ötede Orhan Gazi Camii var. İçine girdik, namazımızı kıldık,  öğle ile ikindi namazını. Duvarlar badana yapılmış. O güzelim motiflerden eser kalmamış. Bu şekilde motiflere badanayla kapatılan bir cami görmek için gelmedik elbette Bilecik’e. Osmanlı’nın temelleri atılırken hangi süslemeler kullanılmış camilerde onların estetik anlayışını görmeye geldik. İbret alacaktık. Aldık(!).
Şeyh Edebali ve kızı Mal Hatun’un Türbesi sıradan bir türbe. Bakımlı sayılmaz. ‘Kimlerin torunları bugün Bilecik’te yaşayanlar acaba?’. Ertuğrul Gazi’nin ve Şeyh Edebali’nin torunları olmadıkları belli… diye sorduk birbirimize bakışlarımızla. Kaş -göz ve dudak işaretleriyle sorduk bu soruları. Konuşmak istemiyorduk.

Yıkık şerefeli minareler ve camiler

Karşıda iki tane minare var, şerefeleri yıkılmış, camileri de yok. Onu da sorduk oradaki görevlilere, ‘Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlılar tarafından yıkılmış.’ dediler. ‘Açıklayıcı bilgiler var mıdır orada, onların tarafından yıkıldığına dair?’ dedik, ‘hayır’ dediler. ‘Peki, kim bilecek o minarelerin ve cailerin Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlılar tarafından yıkıldığını?’ dedik. Omuzlarını silktiler. Ne yapabileceklerini yaptılar…Daha ne yapsınlar…

Diriliş Ertuğrul

Diriliş Ertuğrul dizisini canlandırdık hayalimizde, Bizans tekfurlarıyla yapılan savaşlar geldi gözümüzün önüne, Turgut Alp, Bamsı Alp, Doğan Alp ve Ertuğrul Bey bütün güçleriyle saldırıyorlardı Tekfurların üzerine. Haymana geldi, Halime Sultan, Deli Demir geldi aklımıza.  Şeyh Edebali ve kızı Rabia Mal Hatun Türbesi’nin bulunduğu tepede, onların hemen yanında dualar okuduk ufka bakarak, „Bu toraklar için yeni Ertuğrullar, Halime Sultanlar gerekiyor. Rabbim bu toprakları sahipsiz bırakma.“ Amin…

Osmanlı İmparatorluğu’nun Manevi Mimarı sen rahat uyu. Torunların bugün seni unutmuş gibi görünseler de onlar birgün gelip silkinecekler, dirilecekler ve mirasına sahip çıkacaklardır, temennisiyle ayrıldık şeyh Edebali’nin huzurundan.
Ve akşama Bursa’dayız.

Devam edecek…



1 Mayıs 2016 Pazar

Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri (IV) - Hurafeler Şehri Konya-

Konya
Selçuklu İmparatorluğu’na yaklaşık 200 sene başkentlik yapmış bir şehir Konya(1096-1277). “Gez dünyayı gör Konya’yı.” derler. Bu söz boşuna söylenmemiştir. Kurduğu medeniyetle dünyada kendisinden söz ettiren, ilme ve irfana önem veren, Nizamiye Medreseleri’yle ilim dünyasında yepyeni çığırlar açan Selçuklu İmparatorluğu’nun Payitahtı Konya. Türk Eğitim Derneği “Kültür Gezisi” ekibi olarak Selçuklu’nun izlerini Amasya’dan beri sürerek geldik Konya’ya. Amasya, Kars(Ani harabeleri), Erzurum, Sivas, Kayseri, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Afyon derken Konya’da final yapacaktık. Kültür Gezimizin adı da ‘Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri’ idi. Konya bizi hayal kırıklığına uğrattı. Kötü bir final oldu. “Gez dünyayı gör Konya’yı’. Bugünkü Konya için bu söz söylenemez herhalde.




O Muhteşem Selçuklu’dan geriye kadri kıymeti bilinmeyen kırık dökük birkaç eser kalmış. Dünyaya, medeniyetin ne olduğunu öğreten Selçuklu’dan geriye kalan işte bunlar. Geçtiğimiz yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı’ndan tarumar olarak çıkan Avrupa ülkeleri toparlanmışlar, yaralarını sarmışlar, bugün elbirliği içinde imece usulüyle birbirlerinin yardımına koşuyorlar. Aralarındaki sınırları bile kaldırmışlar. Kendi medeniyetlerini kurmuşlar, hem de Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kurduğu alt yapıyla. Geçen bu 100 yıllık süre içinde onlar Müslümanların değerleriyle seviyelerini yükseltirken Müslümanlar kendi değerlerine küfretmekle meşgul olmuşlar. Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye de aynı şeyi yapmış. Hâlâ yapmaya devam etmektedir. Medeniyetin ne olduğundan bihaber olan çapulcular yönetmiş Türkiye’yi bu süre içinde.
Derin ünlü bilginlerini, filozoflarını, şairlerini, mutasavvıflarını, hocalarını, musikişinaslarını da bağrına basmış bir şehir Konya. Bahaeddin Veled, Mevlâna Celaleddin, Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevi, Şahabeddin Sühreverdi gibi bilginleri, Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıfları da var Konya’nın. Bu ilim adamları verdikleri eserlerle şehri bir kültür merkezi haline getirmişler. Nasreddin Hoca da güldüren ve düşündüren fıkraları ile Konya’nın kültür ve sosyal hayatının gelişmesinde asırlardır devam eden bir bilge kişidir. Bunlar unutulmuş. Yok farzedilmiştir.






Selçuklular dönemi Konyası’na bakarsak; kütüphaneler var, Tarih, Edebiyat, Felsefe, Sanat,
Tıp, Kozmografya, Hukuk ve Din alanında büyük tarihi ve kültürel atılımlar var; bu altyapıya bağlı olarak Medreseler, Camiiler, türbeler, çeşmeler, kaleler, hanlar, hamamlar, çarşı ve bedestenler, köprüler, saraylar, şifahaneler, kervansaraylar yapılmış Konya’ya. Bunlar da unutulmuş. Sadece Mevlâna’sıyla kendisinden söz edilir bir şehir haline gelmiş. Varsa yoksa Mevlâna. Mevlâna da olsun elbet, ama o koca imparatorluk Mevlâna’dan ibaret değildi ki.
Gece şehir turu






Otel şehrin merkezinde. Mevlâna Meydanı’nın hemen yakınında. Otele yerleşir yerleşmez önce yemeğimizi yedik sonra da şehir turuna çıktık. Işıl ışıl bir cadde. Ana caddeymiş orası. Mevlâna Caddesi. Konya’da zaten bu caddeden ibaret gibiymiş. Karşımızda Mevlâna Türbesi var. Kocaman bir meydandayız. Işıklı bir tabela koymuşlar meydanın ortasına. Konya yazıyor. Anlaşılan fotoğraf çekilmek isteyenler için hazırlanmış burası. Deklanşörlere basıldı. Herkes birbirinin fotoğrafını çekiyor.
Taş meydan





25 sene önce geldiğim meydan burası. Ama o zaman daha güzeldi. Çiçekler vardı bu meydanda, ağaçlar vardı. Hatta döner kavşak bile vardı. Oturulabiliyordunuz da. Rengârenk çiçeklerin arasındasınız oturmuşsunuz bankın üzerine, Mevlâna Türbesi’ni almışsınız karşınıza, seyrediyorsunuz. Ne romantik değil mi? Şimdi o güzelim çiçekler sökülmüş, ağaçlar kesilmiş, yerlere taş döşenmiş. Anlayacağınız cascavlak bir hal almış meydan. Diyelim, belediye görevlileri böyle absürt bir karar aldılar, bu karar uygulanırken Konya halkı neredeydi? Demek ki, kel başa şimşir tarak. Yazık olmuş. Dünyayı gezip de sakın Konya’yı görmeye gitmeyin, hayal kırıklığına uğrarsınız. O eskidenmiş. Şair derki: “Taş taş değildir/ Kalbindir taş senin/ Söyle nereni nasıl yaksın/ Bu ateş senin.”
Alâeddin tepesi
Rotamızı çevirdik Alâeddin Tepesi’ne. Tepeden Konya’yı seyretmek harika. Bütün Konya ayağınızın altında kalıyor. lşıl ışıl.
Alaeddin Tepesi bir höyükmüş, yani eski çağlarda insanlar tarafından oluşturulmuş ve






üzerine yerleşim yerleri kurulmuş. Yapılan araştırmalarda bu tepenin geçmişi Bakır Çağı’na kadar uzanırmış. Tam o tepeye bir saray yaptırmış Alâeddin Keykubat. Bir de cami. Saraydan geriye koruma altına alınmış gibi görünen bir duvar ve bir de cami kalmış. Ertesi günü gördük ki, cami tamir halinde. İçindeki sütunlardan biri yıkılmış, dışarıya çıkarmışlar ve orta yere atıvermişler. Ayak altında, üzerine çıkmak, oturmak serbest. O direğin yerine de betondan bir direk yapmışlar.
Hava serin. Kapalı bir mekâna attık kendimizi. İçerde Türklerden daha çok Araplar var.
Demlikler hemen geldi. Çay mükemmel. Sohbet de ona göre uzayıp gitti. Çay parasını Fatma Mıdık ödemiş, hakikatli kız vesselam.
Rehberle tanışma
Otele dönünce Konya rehberimiz Kamil Bey’le tanıştık. Kibar ve beyefendi birisi. Ancak ertesi günü işin ehli olmadığını anladık. Ama hatasını yüzüne vurmadık. Ayrılırken kucaklaşarak ayrıldık. Rehberler giyim kuşamlarına da dikkat etmeliler.
Sabah 7.30’da yola çıkmamız gerekiyormuş. Konya’yı gezmeye dışardan başlayacakmışız. Hedef Sille Köyü.   Yola çıkar çıkmaz başladı anlatmaya rehber Kamil Konya’yı: “Konya’nın evleri 140, 150 metre kare genişliğindedir. Konyalılar zevklerine düşkün insanlardır. Konya’nın etli ekmeği ve bamya çorbası meşhurdur. Düğün yemeklerinde pilav üstü et kavurması verilir. En az et kavuran bir ton kavurur.
Ve Sille köyü
Burası Karamanlı Ortodoksların mübadele öncesi yaşadığı şirin bir Rum köyüdür. Sille’nin nüfusu Cumhuriyet sonrası mübadele döneminde azalmış. Rumlar gidince de eski tadı kalmamış. “Arkeolojik veriler yerleşkenin 6000 yıl öncesinde kurulduğu yönündedir. Sille (Silenos), kaynayıp, coşarak köpürüp akan, önüne gelene silip süpüren su demektir. Roma, Bizans, Kudüs yolu üzerinde yer aldığı için önemli bir dini merkezmiş. Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarından biri olan Ak Manastır ("Hagios Khariton Manastırı", "Deyr-i Eflâtun") bu köydedir ve yaklaşık 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir.





Sille köyü, Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de tarihi İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Cumhuriyet öncesinde 18.000'e ulaşan nüfus, bugün 3.700 civarındadır. 1913 yılında Sille'de 60 adet kilise varmış. Bugün 7 kilise ve 7 cami ayakta duruyor.
Köyde yumuşak volkanik kayalara oyulmuş pek çok küçük kilise de varmış. Aya Eleni Kilisesi, Hz.İsa'nın doğumundan 327 yıl sonra Bizans imparatoru Konstantin' in annesi Heleni tarafından yaptırılmış. Yakın zamanda restorasyonu yapılmış. İkinci katında kadınlar için yer ayrılmış. Sermahfil.
Evlerin kimisi yıkılmaya yüz tutmuş, kimisi de restore edilmiş hâlâ kullanılıyor. Butik oteller, kafeler, sanat atölyeleriyle kıpır kıpır bir köy Sille. Köyün içerilerine doğru ilerlerken eski taş köprü çıkıyor karşımıza. Sanki Mostar Köprüsü'nü alıp Sille Köyü'ne koymuşlar gibi.
Biraz erken gelmişiz köye. Kilise saat 10’ da açılıyormuş. Bizden önce gelenler de vardı. Manisa’dan gelmişler. Bekleyemediler geriye döndüler. Elbette rehberlerin kilisenin 10’ da açılıyor olduğunu bilmeleri lazım. Ama bilmiyorlar işte. Bizim rehber de bilmiyormuş.
Despot
Bizim gezimizin adı kültür gezisi. Buraya kadar gelip de M.S. 327 yılında yapılan kiliseyi görmeden gitmek olmazdı. Beklemeye karar verdik. Zamanı değerlendirip yaşam alanı olarak oyulmuş kayalara çıktık. Rehberimiz Kâmil bizimle geldi. Kilise olarak kullanılan bir kaya oyuğu var, odalar ve mezar oyukları var, odalar arasına geçişi sağlayan daracık oyuklar var. Bu oyuklardan Kapadokya Bölgesi’nde de görmüştük. O günün insanları gerçekten zor şartlarda yaşamışlar.





Mağaradaki kilisenin ikonları ve bazı malzemeleri aşağıdaki müzeye taşınmış, bir kısmı da aslına uygun olarak bire bir yapılmış. Mağarada despotun oturduğu koltuk ve önündeki iki suçlu için kazılmış kuyular kalmış. Suçlular papazın kontrolünde 3 gün o kuyularda kalırlarmış. Bu süre içinde durumlarında iyi hal görülürse çıkarılırmış kuyudan ve normal yaşamlarına dönerlermiş, iyi hal görülmezse hapishaneye götürülürlermiş. Beyhan’ı kuyuya attık, ama üç gün beklemeden çıkardık kuyudan. Yunus bir ara ayrılmıştı bizden o köydeki camiyi ve hamamı çekmeye girmiş. Hamamın halini görünce yüreği burkulmuş. Gençlerin gayri meşru yaşamları ve alışkanlıkları için kullanılır durumdaymış.
Müze açıldı. Burası aslında kilise, Kilisenin giriş kapısının üstündeki kitabede, M.S 327 yılında İmparator Konstantin'in annesi Helena tarafından yaptırıldığı ve 2. Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde de onarım gördüğü yazılı. Roma, Bizans, Kudüs güzergâhı üzerinde yer alan bu önemli mıntıka, 'Kutsal Haç' yolcuları için uğramadan geçilmeyen bir konak yeriymiş. İnşa edilen büyük mabetler, hanlar hamamlar, çarşılar, pazarlar, kaleler, kışlalar ve ilim sanat hayatı ile bütün bunların sonucu artan refah seviyesi Sille'yi, mamur ve müreffeh hale getirmiş. Sille mübadeleden sonra önemli ekonomik bir sarsıntı geçirmiş. Usta ve sanatkârlarını kaybetmiş.
Bayıldım Sille Köyü'ne. Burada daha çok vakit geçirmek istiyoruz ama Konya'da gezecek görecek çok yerimiz var. Hemen yola koyuluyoruz.
Tavus Baba






Tavus Baba türbesindeyiz. Türbe Meram Bağları’nda. Yeşili bol, düzenlemesine de özen gösterilmiş ormanlık bir alan burası. Küçük de bir çay geçiyor içinden. Meram çayı. Konyalılar yazın buraya piknik yapmaya gelirlermiş.
Burada Tavus Baba Türbesi var. Tavus Baba’nın asıl adı Mehmet, memleketi Hindistandır. Anadolu Selçuklu sultanlarından Rükneddin Süleyman ve Alâeddin Keykubat dönemlerinde yaşamış. Selçuklu sultanlarının kültür adamları ile tasavvuf erbâbına gösterdikleri hürmetten dolayı Konya’ya gelip yerleşmiş. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemekte. Kimisine göre Tavus, bir kadındır. Kimisine göre Bektaşi şeyhidir. Kimisine göre Mevlâna’yı görmeye gelmiş bir aşıktır, burada vefat etmiştir. Vefatından sonra cenazesi tavus kuşu tüylerine dönüştüğü için, ona Tavus Baba adı takılmıştır. Türbesini Mevlâna yaptırmıştır.
Burada yatan zat, kim olursa olsun, önemli olan onun asırlardan beri halk arasında bir Allah dostu olarak bilinip anılmasıdır.
Burada Erol Mert çocuklarını kaybetti. Herkes bulmak için seferber oldu. Ancak kısa sürede bulundu. Erol’u beklerken Meram Bağlarındaki taş köprünün etrafında turladık. Keşke turlamasaydık. Derenin köprüden yukarısı Meram Parkı’na doğru tertemiz. Hoşumuza gitti. Köprüden aşağısı pislik içinde. Hemen karşıda da valinin, belediye başkanının ve emniyet müdürünün evi varmış. Her gün orada oturmalarına rağmen bu derenin pisliğini görmemeleri anlaşılır gibi değil.
Âteşbâz-ı Velî Yusuf
Âteşbâz-ı Velî ya da gerçek adıyla Yûsuf bin İzzeddin, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin aşçısı ve Mevleviliğin önemli isimlerinden. Ateşbâz-ı Veli olarak ün yapmış. Ateşbaz, ateşle oynayan demekmiş. Onun Mevlâna ve Mevleviler arasında önemli bir yeri varmış. Türbe klasik Selçuklu kümbetleri tipinde. İki katlı olan türbenin altı cenazelik üstü ibadethane. Artık Selçuklu eserlerini tanıyoruz.






Hikâyesi şöyle Ateşbâz-ı Velî’nin: Bir gün mutfakta yemek pişerken odun tükenir, Ateşbâz-ı Mevlânâ’ya gider, durumu anlatır. Mevlâna; “Git ayaklarını ocağın altına koy” der. Emri yerine getiren Ateşbâz-ı Veli, ayaklarından çıkan ateşle yemeğin kaynamaya başladığını görür. Ne var ki sol başparmağına bakarken “Yanar mı?” diye şüpheye düşer ve sol başparmağı yanar. Durumu Mevlâna’ya anlatırlar, Mevlâna mutfağa gelerek niçin şüpheye düştün anlamında “Hay Ateşbâz hay!” der. Mevlâna da Ateşbâz-ı Velî’ ye “Tuzunu alanlar huzur bulsun, ziyaret edenlerinin her derdi iyi olsun. Aşları artsın, eksilmesin, taşsın dökülmesin.” Diye dua eder.
O da utanarak sağ başparmağını yanan parmağının üzerine kapatır. Bu olay Mevlevi dervişler semaya başlamadan önce saygıyla yâd ederler. Sağ ayak başparmağını sol parmaklarının üzerine basarak başlarlar semaya. Böylece Yûsuf bin İzzeddîn bu olaydan sonra ateşle oynayan mânâsına gelen “Ateşbâz” ünvânıyla anılmaya başlar.
Türbenin altında bir küçük delik var. Türbedar bana delikten “içeriye bak” dedi. Baktım. “Ne gördün” dedi. Taş gördüm dedim. “Senin kalbin taşlaşmış” diyerek hışımla çekti gitti yanımdan.
Türbeye gelenler içeride bulunan tabaktan tuz alırlar ve sofraya bereket getirdiğine inanırlar. Bu bir gelenektir.
İnce Minareli Medrese
Medrese 1254’de yapılmıştır. Selçuklu taş işçiliği şaheserlerindendir. Giriş kapısının üzerinde kabartmalı geometrik ve bitkisel bezemeler var. Ayrıca Selçuklu sülüsüyle yazılmış "Yasin ve Fetih" sureleri var. Binanın iç mekanları avlu, dershane, ve öğrenci odalarından oluşuyor. Minaresi Çift şerefeli. 1901 'de yıldırım düşmüş ve birinci şerefeye kadar yıkılmış. 1956 yılında müze olarak açılan medresede Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Dönemine ait taş ve ahşap eserler teşhir edilmekte. Mükemmel bir işçilik. Taş işçiliğinin en güzel örneği demek yanlış olmaz.






Böylesine mükemmel bir eseri ağız tadıyla dinleyemiyoruz rehberimizden. Konyalı Erol Mert kardeşimin ‘Ben bu medreseyi bugüne kadar görmemiştim, çok şeyler kaçırmışım, Allah razi olsun Türk eğitim Derneği’nden.’ dediği o şaheserin fotoğraflarını rahat rahat çekemiyoruz.
Belediye, Medresenin önüne park yasağı koysa da gelen ziyaretçiler rahat rahat fotoğraflarını çekseler ve medrese ile ilgili anlatılanları rehberlerinden dinleyebilseler harika olur. Yayalar da kabalaşıyor burada. Misafir olduğumuz belli, fotoğraf çekiyoruz, rehberden bilgi alıyoruz, biraz da temaşa eyliyoruz medresenin taş kapısını, minaresini, bütün bunları görüyorlar. Yabancı olduğumuz her halimizden belli, “Yolu kapatmasana kardeşim!” diyebiliyorlar. ‘Bunlar Selçuklu torunu olamaz.’ diye karar vermek yanlış olmasa gerektir.
Alâeddin tepesi
Selçuklu Hükümdarı I. Alâeddin Keykubat’ın sarayı varmış burada. Alâeddin Tepesi adını





oradan alıyormuş. Yıkılmış. Sadece küçük bir duvarı kalmış, üzerine koruma amaçlı kubbemsi bir yapı yapılmış. O da yakında yıkılacak gibi duruyor. Aradan geçen yıllarda o saray yeniden yapılabilirdi. Ve biz geldiğimiz de ibret alacak başka güzellikler, anlamlı işçilikler, sanat eserleri görebilirdik de övüncümüz göğsümüzü kabartırdı. Ama olmadı.
İplikçi Camii

İplikçi Camii'nin yapımı ile ilgili efsaneler çok, bir tanesi şöyle; bir iş adamı "Ben kimseden yardım almadan bu camiyi yaptıracağım, sevabı da sadece benim olacaktır" der. Sözüne de sadık kalır. Bu arada bir kadın gelir az da olsa katkıda bulunmak ister, yalvarmaları boşunadır, isteği reddedilir. Buna rağmen kadın ısrarcıdır, her gün gelir isteğini tekrar eder. Aynı cevabı alır ve geriye dönermiş. Kadın geçimini iplik bükerek sağlarmış, onun için de kadının lakabı iplikçiymiş. Bir gün kadın büktüğü iplikleri kırpık kırpık yapmış, gece gizlice gelerek iplik kırpıklarını caminin duvarının örüldüğü harca karıştırmış. Aradan aylar geçmiş, cami inşaatı bitmiş. Ve camiyi yaptıran iş adamı bir rüya görmüşr. Bir “pir-i fani" kendisine ‘Camiyi sen yaptırdın ama, caminin sevabı sana yazılmadı. Harçlara ipliğini karıştıran kadına yazıldı’ demiş. Araştırmış, soruşturmuş ve caminin duvarından örnekler aldırmış, inceletgmiş. Görmüş ki, söylenilen doğrudur. Yaptığı yanlışın farkına varmış ve bu caminin adı, “İplikçi Camii” olsun’ demiş. O gün bugündür caminin adı İplikçi Camii olarak anılır. Doğrudur, yanlıştır bilinmez ama, ibretlik bir hikayedir.





Bahçesinde bir şadırvan var. Akustik sanatının zirve yaptığı bir şadırvan. Nasıl bir şey olduğunu anlamak için o şadırvanı ayakta tutan sütunların yanına karşılıklı olarak durmak ve konuşmak yeterlidir. Sesler o kadar net duyuluyor ki; şaşırmamak elde değil. Fısıltıyla bile konuşsanız yine duyuluyor konuşmalar.
Mevlâna Türbesi
Taşların, çiçeğe ve ağaçlara tercih edildiği Mevlâna Meydanı’ndan geçerek türbeye ulaştık. Çok kalabalık. ‘Cumartesi olduğundandır.’ dediler. Ziyaret için 30 dakika verildi. Mevlâna’nın mezarı oğlunun mezarından daha yüksek. Yapılırken böyle yapılmış. ‘Oğlu defnedilince Mevlâna ayağa kalktı.’ şeklinde anlatılanlar hikâyeymiş. Rehberimiz öyle anlattı. Dualarımızı yaptık ve oradan ayrıldık. Dışarıda, bahçenin içinde müridlere ait odalar var. Neyler, ritim sazlar, giysiler, mutfak eşyası sergileniyor. Onları gördük. Fotoğraflarını çektik. Tarihe kısa da olsa bir yolculuk yaptık ve Mevlâna için dua ettik: “Yarabbi bu kulunun varsa bir günahı hayra tebdil eyle, sen affedicisin, merhameti bol olansın” dedik. Mevlâna’nın yüzü suyu hürmetine kendimiz için bir şey istemedik Yüce Mevla’mızdan.





İçeride bir izdiham vardı ki görmeyin gitsin. Nedir bu kalabalık, ne yapıyorlar burada diye yaklaştık o tarafa. “Sakal-ı Şerif” dediler. Ellerini yüzlerini o muhafazaya sürmeye çalışanlar, göz yaşı akıtanlar, ağlamak için kendilerini zorlayanlar, sakal şişesini karşıdan selamlayanlar. Çok kötü bir manzara. Müslümana yakışmayan bir manzara. Bunlar içerideki trafiği de aksatıyorlar. Sonra, Mevlâna Müzesi’nde Sakal-ı Şerif’in ne işi var? Diye düşündük, ona da anlamak veremedik. Ne nedir, niçin yapılıyor anlaması zor bir mesele.
‘Müzeye giriş ücretsiz, Davutoğlu’nun emri.’ dediler. ‘Vardır bir bildiği başbakanımızın.’ dedik amma, yanlış bir uygulamadır diye de şerhimizi koyduk.
20 sene önce gittiğimde müzenin tabanı taş döşeme idi. Şimdi tahta döşemişler. Yıprandığı için olabilir elbet. Ama tahta yerine aslına uygun olarak taş veya mermer döşemek zor olmasa gerektir. Tarihi dokuyu koklayamıyorsunuz. Afyon hemen yanı başında Konya’nın, oradan mermer getirilebilirdi.
Kalabalığı ve izdihamı önlemek için, ziyaretçiler 25 er kişilik gruplar halinde, belirli aralıklarla ve rehber eşliğinde müzeye salınabilir. Ücretsiz olacağına, ücretli olur ve alınan ücretlerle de fazladan rehber görevlendirilir. İçeriye giren ziyaretçiler de Müze’den bir şey öğrenerek çıkar, Mevlâna’yı biraz daha yakından tanır. İhtiyaçlarına, sıkıntılarına vesile kılmaz. Müze’yi ücretsiz yapıp izdiham yaratmak mı daha iyidir, yoksa ücret alarak fazladan rehber istihdam ederek müzeye girenleri memnun etmek ve öylece uğurlamak mı? Ferman başbakanımızındır. Ne diyebiliriz başka…
Etli ekmek
Sona doğru yaklaşıyoruz. Şems-i Tebrizi’yi ziyaret edeceğiz. Etli ekmeğimizi ve bamya





çorbamızı yiyerek Konya’dan ayrılacağız. Öyle yaptık. Etli Ekmeği de Bamya çorbası da lezzetliydi. Ete biraz daha kıyabilselerdi daha da lezzetli olabilirdi. Et fiyatları yüksek olduğundan olabilir diye yorum yaptık. Konya’nın o büyük büyük beyaz şekerlerinden almayı da ihmal etmedik. Bamya yemeyen Dilruba ve Beyhan’a da bamya yedirebildik. Çok lezzetli buldular.
Akşehir/Nasrettin Hoca
Nasrettin Hoca’ya yönümüzü döndürünce başladık gülmeye. Hoca’dan fıkralar anlattı arkadaşlarımız otobüste. Parkta Nasrettin Hoca’nın heykelleri ve fıkralarından örnekler var. Her birinin başında fotoğraf çekme yarışına girdik. Biz Nasrettin Hoca’ya doyamadık. Emin’in düdüğü acı acı çalıyordu. Sonunda ikna ettik Emin’i ve hediye alma zamanı aldık. Hem hediyelerimizi aldık, hem de dükkân sahibinin ikramı olan çay ve salep içtik. Yarım saatlik o zaman çok iyi geldi bize.
Çocuklarımla ve eşimle yıllar önce gelmiştim buraya. Kızım Dilruba “Aaa Hatun ölmüş yazık“ diye





üzülmüştü. Bu ziyaretimizde, o gün türbe yolunda yürürken çekildiğimiz fotoğrafın aynısını çekildik. Sevgili Beyhan çekti fotoğrafımızı. Bir nostalji işte. Bir de Denizli’ye gelin giden bir çift vardı orada. Hoca’dan dua almak için gelmişler. Hoca da onlara bir ömür boyu mutluluklar dilemiş. “Birbirinize saygılı olun, ufak tefek meseleleri büyüterek aile yuvanızın tadını kaçırmayın” demiş. Birlikte fotoğraf çekildik. Akşehir’de böyle bir adet varmış. Adetlerin yaşaması, yaşatılması ne kadar da anlamlı.
Kültür merkezi
Nasrettin Hoca maalesef, Mevlâna kadar önemsenmemiş. Akşehir’de Nasrettin Hoca Kültür Merkezi yok. Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan Kültür Bakanlığı’na ait bir kitap bir CD ve onun tanıtıldığı bir tanıtım noktası yok. Oysa Akşehir’e Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan bir panorama yapılabilirdi. En azından bir salonda bildik giysileriyle film olarak çekilmiş fıkralarını dinleyebilirdik.






Kocaman bir yanlış daha var. Bu yanlış Nasrettin Hoca’ya hakaret anlamı taşıyor. Nasrettin Hoca komedyen seviyesine düşürülüyor. Nasrettin Hoca gibi bir değer nasıl olur da komedyenlerin seviyesine indirilir, bu nu anlamak mümkün değil. Anlatmak istediğim; Nasrettin Hoca’nın heykellerinin bulunduğu parka diğer komedyenlerin de heykellerini koymuşlar. Hiç de yakışık almamış. Nasrettin Hoca’ya bundan daha büyük hakaret yapılabilir mi, siz karar verin.
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın taktik toplantısını burada yapmış. Sonra Afyon Kocatepe ve ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!’ demiş. Biz de aynı heyecanla çıktık Afyon yoluna. Yolda Konya’nın değerlendirmesini yaptık. Selçuklunun unutulmasını, değerlerimizin alt üst edilmesini yadırgadık. Geçmişini bilmeyen ve geçmişine sahip çıkmayan milletlerin tarih sahnesinde söz sahibi olamayacaklarının altını çizdik. Gez dünyayı gör Konya’yı, tarihe ihanet nasıl oluyormuş anla’ şeklinde o malum deyime ilavede bulunduk.
Devam edecek…