Karahisar
kalesi yıkılır gelir/ Kâkülü boynuna dökülür gelir/ Ben bir koyun olayım sen de
bir kuzu/ Meleye meleye getirem yazı / Kapıma bağladım da kınalı koçu / Harmanı
kaldırdım kız senin için/ Yayladan gel allı gelin yayladan/ Kesme ümidini kadir
Mevlâ’dan / Ver elini karlı dağlar aşalım bayramlaşalım.
Sevgili
Kaptan Sezgin, sürdü CD’yi CD çalarına. Çok güzel bir türkü. Hikâyesi şöyle:
Sevdalarını kimseden habersizce yaşayan Suna ve Yunus evlilk hayalleri
kurarken, araya Alemdar Ağa girer ve Sunayı oğlu Hasan Ali’yle evlendirir. Düğün
gecesi de Alemdar Ağa’nın düşmanları damadı öldürür. Ama Suna başlık parası ödenilerek
alındığı için ailesine geri verilmez. Damadın kardeşi Mahmut’la sözlendirilir.
Suna’nın
sevgilisi Yunus bu sefer işin peşini bırakmaz. Madem Hasan öldürülmüştür,
öyleyse Suna’ya kavuşma zamanı gelmiştir. Sunay’ı kaçıracaktır. Alemdarın evine
baskın verir. Alemdar’ın adamları onu da öldürürler. Suna Yunus’un öldürüldüğünü
duyunca deliye döner. Aklını yitirmiştir. Hapsedilir. Ve böylece Suna, ömrünün
sonuna kadar Yunus’a kavuşacağı günün hayaliyle o daracık odada yaşamaya devam
eder gider. Acıklı son.
Karahisar kalesi
Kale MÖ 1350 yıllarında Hitit
imparatoru II. Murşil
tarafından yaptırılmıştır. 226 metre yükseklikte dağın zirvesindedir. Roma ve
Bizans dönemlerinde Akroenos adıyla anılan kale, Selçuklular'dan itibaren, Karahisar adı ile anılmaya başlanmıştır. Tarihi
dokusu korunamamış olsa da hala ayaktadır.
Sultan II. Selim zamanında kale onarılmış ve en iyi afyonun
bu çevrede yetişmesinden ötürü de kaleye Afyonkarahisar denilmiştir. Dik bir
tepe üzerindeki kaleye, kayaların üstüne oyulmuş merdivenlerle çıkılmaktadır. Kale
iki bölümden oluşur. Kız Kalesi ve Mahzenler bölümü. Kız Kulesi denilen yer, kalenin iç bölümüdür,
muhafızlara ayrılmıştır, cami, saray ve su sarnıçları bu bölümdedir. Mahzenler bölümü ise; Sultan Alaeddin
Keykubat’ın yaptırdığı, erzak ambarları, cephanelikler ve değerli eşyaların
saklandığı bölüm dür. Rehber Emin’in anlattığına göre; burası askerî amaçlı
olduğundan halkın oturacağı yerler bulunmaz. Karahisar Kalesi, tarihi boyunca,
evlenmek isteyen kızların kısmet diledikleri kale olarak da anılırmış. Kızlar,
“Bahtım bahtım, altın tahtım, evlenecek vaktım” diye şarkılar söyleyerek dilek
ağaçlarına çaputlar bağlarlarmış. Anlatılanlara göre, bir hafta sonra kızlara
hayırlı birer nasip çıkarmış. Aynı gelenek bugün de devam etmektedir. Dilekler
kabul oluyormudur, olunmuyormudur, o
belli değil.
Afyon’a gelip de kaleye çıkmamak olmaz dedik ve vurduk
kendimizi kayalara. Beyhan 9 dakikada
çıkmış yukardan el sallıyor. Dilruba 12 dakikada. Ben ve Ramazan 15 dakikada
çıktık. Benden sonra gelenler de var Yunus ve Sebahattin. Ayhan 30 dakikada
çıkmış. Fatma kızımız en son çıkan kişi. Ama bizi korkuttu. Nefes nefese geldi
kale kapısına ve istifra ediyor. Oraya doktor getirmek veya Fatma’yı doktora
götürmek mümkün. Mümkün olmasına mümkün de,
Fatma kızımız o zamana kadar hayatta kalabilir mi o bilinmez. Neyseki
korkulan olmadı. Rahat bir nefes aldık. Biraz dinlendikten sonra Fatma kendine
geldi.
Kaleden Afyonkarahisar’ı seyretmek ne güzel. Orduların
Allah allah nidalarıyla Akdeniz’e doğru yol aldıklarını görüyor gibiyiz. Balkanlardan,
Yemen’den, Çanakkale’den sonra Akdeniz’e doğru düşman kovalamak onları mecalsiz
bırakmış, son bir gayretle hücum emrine uydukları her hallerinden belli. Bir
deri bir kemik kalmışlar. Gözlerinin önünde çoluk çocuk demeden kardeşlerinin
kıyıma uğramaları, bacılarının kirletilmeleri onlara açlıklarını ve
susuzluklarını unutturmuş. Ya istiklal ya ölüm „Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!...“
Kalede çay keyfi
Sonradan öğrendiğimize göre, askerden izinli gelmiş bir
genç var kardeşiyle birlikte kale kapısının hemen önünde. Çay demlemişler. Düşman
askerlerini kovalarken soluklanmak da gerek dedik ve çay molası verdik orada. Çayın
tadı bir başkaydı. Düşman askerlerinin mehmetçiğimizin önünden nasıl kaçtığını 226
metre yükseklikten seyrederken içilen, o çaydan bahsediyorum.
Defalarca el değiştiren Karahisar Kalesi, her defasında
yeni bir efsane, yeni bir destana ev sahipliği yapmış. Battal Gazi'den Hazreti
Ali'ye, Bamsı Beyrek’ten Çavuşbaşı'na
ve Horoz Dede'ye kadar pek çok efsane anlatılıyor kale için.
Ve inişe geçtik
Çıkış kolaydı kaleye. Kaleden iniş daha zor. Erol ve Emin
biz gelinceye kadar Ulu Camii’nin hocasını ve müezzinini bulmuşlar. Hoca ile
muezzin, Caminin açılması konusunda anlaşmazlığa düşmüşler; müezzin dermiş ki,
“Hoca açacaktı, hoca da dermiş ki müezzin açacaktı.” Erol son noktayı koymuş,
siz tartışa durum bakalım, ben sizi “Müftüye şikayet edeyim de görün gününüzü.”
Bakmışlar pabuç pahalı koşa koşa gelmişler ikisi de caminin önüne.
Eminin düdüğünü acı acı çalmaya başladı. Biz, caminin
içini göremeden gidiyoruz herhalde diye düşündük. Oysa camiyi açmak ve bize rehberlik yapmak
için hoca gelmiş, bizi bekliyorlarmış. Telefon trafiği işe yaramış.
Hanımlar kafede. Ahmet Yumuşak’ın başkanlığında kafeye sermişler
postu. Çay içmişler, odun sobasında ısınmışlar. Sohbet güzel. Otantik bir durum. Eminin düdüğüne aldıran
yok. Ben de katmer ısrmarlamıştım görevli bayana. İptal edeyim dedim, bayan ‘Olmaz
ben katmerleri çoktan hazırladım dedi.
Tabii ki bir dakikada olacak şey değil bu ama. Demek ki, katmerin parasını
alacak benden kadın, çaresiz parayı verdim ve düştüm düdüğün peşine. Katmerleri
arkadan gelen Ahmet’in ekibi almış almasına da, arabanın rafında unutmuşlar. O
katmerler yenilmedi, çöpe gitti.
Afyonkarahisar-Ulu Camii (40 Direkli)
Cami,
1272-1277 yılları arasında Sahipata Nusreddin Hasan tarafından yaptırılmıştır.
Cami minberinin kapı kanatlarındaki kitabede ahşap ustası Emir Bey’in ismi
geçmektedir. Diye başladı camiyi anlatmaya Hoca: “Caminin mimarı Emir Hacı
Bey’dir. Afyon’un en eski ve en büyük camisidir. İlk yapıldığında toprak dam
şeklinde olan örtü, sonradan tamir görerek bakır çatı şekline dönüşmüştür. Çatı
kırk ahşap sütun üzerine oturtulmuş. Bu şehirde o zaman 40 tane esnaf varmış. Camiyi
bu 40 esnaf yaptırmış. Bu sütunlar da onların anısına dikilmiş. Üzerlerinde
herbir esnafın ismi yazlıdır. Kiriş kaplamaları, ahşap tavan ve mukarnas
başlıklar, kalem işleri ile süslenmiştir. Caminin, doğuya, batıya, kuzeye
açılan üç kapısı vardır. Selçuklu tarzı oymalı iki kanatlı minber kapısı üzerindeki kitabede
sureler yazılıdır. Zamanımızda eski biçimi korunarak yeniden onarılan cami,
ahşap mimarîsi ve yeşil sırlı tuğlalı baklava dilimi minaresiyle Selçuklu
döneminin eşsiz örneklerinden biridir. Sütun başlıklarının hemen yanında halı
motifleri vardır. Halı eskiyince bu motifleri kullanarak aslına uygun halılar
dokunsun diye yapılmış bu motifler.”
Caminin
halıları çalınmış ama, o motifler kullanılarak yeniden dokunmamış. Mevcut halılar piyasa halıları.
Bellimi olur bakarsın birgün 40 esnaf daha çıkar, o halıları aslına uygun olarak
dokutuverirler.
Alışveriş
Alışveriş için Eski
Afyon’u seçtik. Dükkânlar zevkle döşenmiş. İnsanları tam bir esnaf. Yüzlerinden
tebesümleri eksik olmuyor. Kaymak alanlarımız var, ekmek kadayifi alanlarımız
var, lokum alanlarımız var, ekmek alanlarımız var. Hüseyin ekmeğin
dilimlenmesini istedi ısrarla satıcıdan. Dükkan sahibinin söylediği de
mantıklıydı, „bu ekmeği kesersek hamurlaşır, elinizle bölmeniz lazım“. Hüseyin
de haklıydı. Arkadaşlar arasında nasıl pay edilecekti? Neyse sonunda Hüseyinin
dediği oldu. Parayı veren düdüğü çalarmış, daha dün Nasrettin Hoca’dan öğrendik
Akşehir’de.
Biz bu arada keşfe
çıktık Yunus’la, tavsiye edildiğine göre, sucuklu İskender’i meşhurmuş
Afyon’un. ‘Yemeden gitmek olmaz.’ dedik ve düştük yollara. Güzel bir mekân bulduk. Tertemiz. Zor oldu
arkadaşları toplamak ama başardık. Geldik mekâna. 30 kişi birden gelince hemen
yemeğe geçemiyorsunuz. Beklemek lazım. Biraz sonra servisler gelmeye başladı.
Önce başkanın masasına geliyor servisler Türkiye’de. Saygıdan kaynaklanan bir
durum. Burada da gelenek bozulmadı. Önce bizim masa donatıldı. Evet, anlattıkları
kadar var. Oldukça lezzetli. Arkasından bir de kaymaklı ekmek kadayıfı geldi.
Hâlâ tadı damağımızda. Parayı Sebahattin, Yunus ve Gülcan hanım ödediler.
İstikamet Bilecik.
Termal Hotel
Otobüste Afyon’un
değerlendirilmesi yapıldı. Her şehirden
sonra devamlı bu değerlendirmeleri yapıyoruz. Hem bilgilerimiz pekişiyor, hem
de her arkadaşın yorum farkını alıyoruz. Akşehir’den gelir gelmez, gençler
kendilerini havuza atmışlardı. Otelden çok memnun kalmışlar. Mutluydular. Keselenmeye
gidenler vardı, masaj salonuna gidenler vardı ve benim gibi canlı müzik
dinleyen de vardı. Konya‘daki „çarşaflarına,
yastıklarına duvarlarına sigara kokusu sinen“ o otelden sonra Afyon‘daki termal
otel olmasa Emin’i affederler miydi arkadaşlar,
onu kestirmek biraz zor.
Kütahya
Bayanlar Kütahya’ya
uğrayacaklar ve oradan porselen çeşitlerinden birer örnek alacaklardı. Günlerden
Pazar. Bundan dolayı esnafın pazar günü kapalı olduğunu, çok istemesine rağmen
Samiye Hanım’a bir porselen çaydanlık bile alamayacağının üzüntüsünü yaşadığını
söyledi Ahmet, yüksek sesle. Hüseyin de onu destekledi. Öksürenler falan oldu
ama, hanımlar ses çıkarmadılar. İnanmadıkları her hallerinden belliydi. Sucuklu
İskender’in rehaveti üzerlerine çökmüş olmalıydı. Dumlupınar Üniversitesi’nin
önünden geçip gittik o rehavet içinde.
Bilecik
Şeyh Edebali bizleri görünce
açtı kollarını alabildiğince. Çok sevinçliydi. Avrupa’dan geliyorduk, tarih
içinde torunlarının seferler düzenleyerek
geçemedikler Viyana’yı bizler geçmiştik. Sevinci bundandı. Çakmak çakmak
olmuştu gözleri. Tam kucaklaşacaktık ki; aramıza Bilecik Belediye Başkanı giriverdi. “Bilecik’e hoş geldiniz”. Selim
Yağcı.
A
be güzel kardeşim. Tarihe malolmuş şahsiyetlerin önüne geçmek o insanları
siyasi çıkar için kullanmak hiç yakışık malıyor mu? Hem de ismi “Edebali” olan Cihan
İmparatorluğunun manevi kurucusunun mekânında öne geçmek neyin nesidir? Kucaklaşma
heyacanımız kursağımızda kaldı.
Benim
tavsiyem o bez afişin yerine Şeyh Edebali’nin şu vasiyetini taş bir levhaya
kazıyarak altına Şeyh Edebali isminin yazılmasıdır: "Toprağa bağlanın.
Suyu israf etmeyin. Mirasınızın sağlam kalmasına dikkat edin. Verin, cömert
olun, elleriniz yumuk kalmasın. İlim sahiplerini koruyun. Ağaç dikin. Ödünç
aldığınızı fazlasıyla iade edin. Kuran-ı Kerim’i anlamak için okuyun. Güçlü
olmak için okuyun. Bağınızı bahçenizi viran bırakmayın. Peygamberimiz’in
yolundan ayrılmayın. Bildiklerini öğretenler unutmazlar. Asıl ölüm ilimden
payını almayanlaradır. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi
sahipleridir...." Şeyh Edebali.
Şey Edebali’nin içi
buruktu. Neden buruk olmasın ki, 4 kıtada insanlara adalet dağıtan O Koca
İmparatorluk tarumar olmuş. Geriye kalan torunları da birbirlerine düşmüşler.
Artık kadir kıymet de bilinmez olmuş. Makam, mal-mülk sevdasına düşülmüş. Titrek
sesle yaptığı nasihatlarının satır aralarından bu sıkıntıyı anlamak mümkün.
Camisiz minare
Tabii
bu kadarla da kalmadı. Hemen solda bir minare var, o günlere ait. Camisi yıkılmış.
Yalnızlaştırılmış sanki Şeyh Edebali. Biraz ötede Orhan Gazi Camii var. İçine
girdik, namazımızı kıldık, öğle ile
ikindi namazını. Duvarlar badana yapılmış. O güzelim motiflerden eser kalmamış.
Bu şekilde motiflere badanayla kapatılan bir cami görmek için gelmedik elbette
Bilecik’e. Osmanlı’nın temelleri atılırken hangi süslemeler kullanılmış
camilerde onların estetik anlayışını görmeye geldik. İbret alacaktık. Aldık(!).
Şeyh
Edebali ve kızı Mal Hatun’un Türbesi sıradan bir türbe. Bakımlı sayılmaz. ‘Kimlerin
torunları bugün Bilecik’te yaşayanlar acaba?’. Ertuğrul Gazi’nin ve Şeyh Edebali’nin
torunları olmadıkları belli… diye sorduk birbirimize bakışlarımızla. Kaş -göz
ve dudak işaretleriyle sorduk bu soruları. Konuşmak istemiyorduk.
Yıkık şerefeli minareler ve camiler
Karşıda
iki tane minare var, şerefeleri yıkılmış, camileri de yok. Onu da sorduk
oradaki görevlilere, ‘Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlılar tarafından yıkılmış.’ dediler.
‘Açıklayıcı bilgiler var mıdır orada, onların tarafından yıkıldığına dair?’ dedik,
‘hayır’ dediler. ‘Peki, kim bilecek o minarelerin ve cailerin Kurtuluş Savaşı’nda
Yunanlılar tarafından yıkıldığını?’ dedik. Omuzlarını silktiler. Ne
yapabileceklerini yaptılar…Daha ne yapsınlar…
Diriliş Ertuğrul
Diriliş
Ertuğrul dizisini canlandırdık hayalimizde, Bizans tekfurlarıyla yapılan savaşlar
geldi gözümüzün önüne, Turgut Alp, Bamsı Alp, Doğan Alp ve Ertuğrul Bey bütün
güçleriyle saldırıyorlardı Tekfurların üzerine. Haymana geldi, Halime Sultan,
Deli Demir geldi aklımıza. Şeyh Edebali
ve kızı Rabia Mal Hatun Türbesi’nin bulunduğu tepede, onların hemen yanında dualar
okuduk ufka bakarak, „Bu toraklar için yeni Ertuğrullar, Halime Sultanlar
gerekiyor. Rabbim bu toprakları sahipsiz bırakma.“ Amin…
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Manevi Mimarı sen rahat uyu. Torunların bugün seni unutmuş
gibi görünseler de onlar birgün gelip silkinecekler, dirilecekler ve mirasına
sahip çıkacaklardır, temennisiyle ayrıldık şeyh Edebali’nin huzurundan.
Ve akşama Bursa’dayız.
Devam edecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder