5 Kasım 2016 Cumartesi

Prof.Dr.İlhami Güler ile Eğitim Kampı (lV)/-SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI-



1. Sünniliğin siyasi bir pratik olarak sorunlu doğuşu

Ana hatlarıyla bakıldığında Kuran’da ortaya konulmuş bir siyasi ufkun olduğu görülmektedir. Bunun en temel ilkesini adalet oluşturmaktadır. Kuran adalete dayalı bir toplumsal yapının kurulmasını hedeflemiştir. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa 58) ayetiyle emanetlerin, yani toplumsal sorumluluk gerektiren kamu işlerinin ehil kişileri verilmesi istenmiştir. Ehil kelimesi burada hem dürüstlük hem de uzmanlık anlamında kullanılmıştır. En önemlisi işlerin çözüm sürecinin şura yöntemiyle yürütülmesi tavsiye edilmiştir. Cahiliye döneminde Arapların başvurdukları siyasi bir kurum olan yaşlılar meclisi sistemi Kuran’da biraz daha genişletilerek alınacak kararlarda mümkün olan oranda toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması hedeflenmiştir. Bir anlamda demokrasiye benzeyen bir sorun çözme tekniği Kuran’da Müslümanlara tavsiye edilmiştir. Bu temel ilkelerin Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ne kadar pratiğe döküldüğüne bakıldığında ciddi bir kırılmanın olduğu görülmektedir. İslam’ın altın çağı denilen 4 halife döneminde dahi bu siyasi ufuktan ciddi bir kayma gerçekleşmiştir. Önceden Mümin kardeşliği üst kimlik haline getirilmişken, kabilecilik ortadan kaldırılmışken Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte Kureyşli kimliği yeniden ön plana getirilmiştir. 4 halifenin kendileri dahil, siyasal iş üstlenecek kişilerin birinci derecede Kureyşliler arasından seçilmesi bunun en önemli göstergesidir. Burada tarihi bir determinizme kayılarak, o dönemde Kureyş’in karizmasının yüksek olduğu, aksi durumda Arapların başka bir güce boyun eğmeyeceği savunulmaktadır. Böylesine kabileciliği mazur gösteren bir savunmaya gidilmesi İslam’ın yeni bir değer getirmiş olmasıyla örtüşmemektedir. O halde neden Allah kabileciliği ortadan kaldırmak için 23 yıl boyunca kavga verdi? Kuran’ın çabasını görmezden gelip hemen tekrar Cahiliye Dönemi’ne dönülmesini haklı çıkaran bir savunma kabul edilebilir değildir. Beni Saide’de yapılan tartışmalara bakıldığında Ensar’ın da yönetime talip olduğu ve en sonunda hiç olmazsa “Emirler sizden olsun, vezirler bizden olsun.” diyerek bir uzlaşmaya varmak istedikleri görülmektedir. Ancak siyasi erkin kabile karizmasına geri dönmesi İslam’ın ortaya koyduğu siyasi anlayıştan ilk sapmadır. Bir diğer sapma “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.” hadisinden yola çıkılarak siyaset, saltanat ve daha sonra saltanatın gelişmesiyle siyasi sülalelerin yeryüzünde Allah’ın gölgesi haline getirilmesidir. Oysa Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmayı hak eden şey adalet ve hukuktur. Kuran buna ciddiyetle vurgu yapmaktadır. Ancak Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanlar ciddi düzeyde bir hukuk kurumu ortaya çıkarmayı başaramamıştır. Hz. Osman döneminde cesaret alan Ümeyyeoğulları, bir anlamda gasp ederek, karşı devrim yaparak yönetimi kendi tekellerine almışlardır. Muaviye’nin başkaldırması ve Hz. Ali’yi yenmesiyle birlikte siyasi erk önceden kabilenin tümüne aitken artık alt bir klanına tapulanmıştır. Daha sonra Emeviler ve Abbasiler arasındaki mücadele kabilecilik anlayışının bir sonucudur. Ümeyyeoğuları ve Haşimiler kavgası bu kez imparatorluklar düzeyinde devam etmiştir. Sünniliğin ilk yanlışı siyasal anlamda Kuran’ın ortaya koymuş olduğu hedeflerden uzaklaşma ve siyasal ilkelerden sapmadır.

2. Kuran’ın kadim kabul edilmesi

İkinci hata erken dönemde ortaya atılan Kuran’ın mahlûk olup olmadığı tartışmasıydı. Bu tartışma daha geç dönemde entelektüel bir düzeyde politik irade işin içine katılmadan yapılsaydı çok daha farklı olabilirdi. Abbasiler döneminde Mutezile’ye sempati duyan halifeler Kuran’ın mahlûk olduğu tezini kabul ettiler ve mahlûk değildir diyenlere karşı baskı uyguladılar. Daha sonra Mütevekkil ihtilal yapıp Sünnilik iktidara gelince tam tersi bir mihne olayı yaratıldı. Abbasilerin orta döneminde bütün selâtin camilerde bir hutbe okutulmuş ve ‘Kim bundan sonra Kuran’ın mahlûk olduğunu söylerse kanı helaldir.’ denilmiştir. Dolayısıyla devletin resmi ideolojisi 850’den itibaren Kuran’ın mahlûk olmadığı, kadim olduğu yönündedir. Şu anda Sünniliğin Kuran hakkındaki teorisi de bu görüşe dayanmaktadır. Sünniliğin yapmış olduğu ikinci en büyük hata Kuran’ın kadim olduğu tezinin tarihte Sünni siyasal iktidarlar tarafından kitlelere devletin resmi ideolojisi olarak dayatılmasıdır. Çünkü eğer kitap kadim olursa kelamın içindeki bütün manalar da kadim olmuş oluyor, manalar kadim olunca o manaların delalet ettiği insanlar ve nesneler de kadim olmuş oluyor. Böylece kadimlerin sayısı alabildiğine artıyor ve bunun doğurabileceği bir sürü teolojik problem ortaya çıkıyor.

3. Kaynakların mumyalaştırılması

Sünniliğin üçüncü en büyük hatası fıkıh usulünde kabul edilen kaynaklar ile ilgilidir. Sünni teoloji Şafi’nin Er Risale adlı kitabında ortaya koyduğu Edille-i Erbaa denilen, kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan 4 kaynak üzerine kuruludur. Kuran, sünnet ve aklın pozisyonunu teolojik olarak temellendirdiği kitabında Şafi’nin ortaya attığı bu fikir Sünniliğin zamanla temel usulü olmuştur. Şafi’nin Arap olması ve Abbasilerden itibaren İslam dünyasındaki hegemonyanın Araplarda oluşuyla birlikte Sünnilik Arap mantığına göre teşekkül eden bu usulle tarihi yolculuğuna devam etmiştir. Şafi bu usulü koyarken kaynakları mutlaklaştırmış, mumyalaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Kuran ve sünneti neredeyse Allah kadar sabit, mutlak ve değişmez olarak vaz’ etmiştir. “Hakikat Allah’ın ve resulünün söylediğidir, geriye kalan her şey şeytanın vesvesesidir.” diyerek insan aklıyla ortaya konulan her türlü görüşü şeytani olarak yorumlamıştır. Oysa İslam tarihinde kaynaklar konusunda Hz. Ömer, Ebu Hanife, Mutezile gibi âlimlerin ortaya koyduğu farklı yorumlar bulunmaktaydı. Örneğin Ebu Hanife bir içtihat yaptığı sırada kendisine getirilen sahih bir hadis için, “Bu Medine’nin o günkü koşullarında Hz. Muhammed’in söylediği bir sözdür, bugünkü koşullarda geçerli değildir.” diyebilmiştir. Hz. Ömer İbn-i Abbas’ı Basra’ya vali gönderirken ona “Gittiğin zaman orada halkı arı vızıltısı gibi Kuran okurken bulacaksın, gidip orada hadis rivayet ederek insanları Kuran’dan uzaklaştırma.” demiştir. Kaldı ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerine de son derece dinamik ve illete bağlı olarak bakabilen biridir. Ehl-i Rey (akıl yürütmeye dayalı metodu savunanlar) denilen başlangıçta en az Ehl-i Hadis (hadise dayalı metodu kabul edenler) kadar dine yorum getiren, insan aklını, vicdanını ve cesaretini dini hayatın tanzim edilmesinde işe katan kişiler ve görüşler maalesef 850’den itibaren yavaş yavaş elimine olmuştur. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadisi bugünkü çağdaş politika deyiminde özgürlük ve güvenlik paradoksu olarak düşünecek olursak ya da bir arabanın sağlıklı gidebilmesi için gerekli olan fren ve gaz sistemi olarak düşünecek olursak, Ehl-i Hadis güvenlik ve fren sistemiyse Ehl-i Rey de özgürlük ve gaz sistemidir. Bunların birlikte gitmesi İslam toplumunu daha iyi bir yere getirebilirdi.

4. Allah, tabiat ve insan tasavvuru

Dördüncü büyük hata Eşari’nin ortaya koyduğu ve Sünniliğe yerleşen Allah, tabiat ve insan tasavvurudur. Daha önce Mutezile’nin geliştirdiği -bazı küçük hatalar içermekle birlikte- hem Allah’ın, hem tabiatın, hem de insanın hakkını bir anlamda kendilerine teslim eden bir görüş vardı. Mutezile’ye göre Tanrı’nın bir yaratımı olarak tabiat kendi içinde bir otonomisi ve nedenselliği olan bir yapıydı. İnsan da Tanrı’nın bir mahlûkuydu ama en azından cüz’i iradesiyle birlikte Tanrı karşısında özgürce eylemler ortaya koyabiliyordu. Eşari’ye göre ise Tanrı karşısında ne insanın ne de tabiatın zerre kadar kıymeti, gücü ve iradesi vardı. Eşari Tanrı’nın büyüklüğünü tenzih etme psikolojisiyle ortaya koyarken, Mutezile Tanrı’nın yüceliğini kendi karşısında hem insanın ve tabiatın kendi başına hareket edebildikleri mantığına dayandırıyordu. Mutezili bakışa göre Tanrı büyüktür, çünkü Tanrı dışında Tanrı’nın yarattıkları da büyüktür. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde şöyle bir aforizması vardır. “Eğer Tanrılar olsaydı bize yaratacak ne kalırdı.” Eşari mantığa göre Nietzsche haklı olarak Tanrıları inkar ediyor. Ben Mutezili bir mantıkla şöyle diyorum. “Kendisi gibi yaratıcılar yaratan Tanrı’yı teşbih ederim.” Tanrı’nın mükemmelliği kendisi gibi yaratıcılar yaratmasındadır, hiçbir şey yaratamayan ebleh bir varlık yaratmasında değildir. Eşariliğin doğa anlayışına göre doğada hiçbir nedensellik yoktur. İnsan da kendi cüz’i iradesiyle eylem ortaya koymaz. Sünni toplumun kaderciliği büyük ölçüde buradan gelmektedir. Erken dönemde nedenselliğe inandıkları için botanikçi, fizikçi ve astronomlar çıkmıştı. Daha sonra gelişen kadercilik inancı insanlarda merak duygusunun zayıflamasına ve böylece bilimden uzaklaşmalarına neden olmuştur.

5. Tasavvufun doğuşu

Sünniliğin beşinci yanlışı tasavvufun meşrulaştırılması olmuştur. Tasavvufa getirilecek en önemli eleştiri dil ve mantığın devre dışı bırakılarak sezginin, yani ilhamın bilgi kaynağı haline getirilmesi olacaktır. İkinci olarak zühd ve riyazetin salih amel yerine etik değer haline getirilmesidir. Bu da Kur’ani değildir. Dünya ile mesafeyi artırma, içgüdülerin sökülmesi, “Ölmeden önce ölünüz.” diyerek nefsin öldürülmesi talebi Kuran’ın talebi değildir. Bu, tasavvufla erdem haline getirilmiştir. Selçuklu’nun yükseliş döneminde bu tip öğütler ahilikte olduğu gibi pozitif sonuçlar göstermiştir. Osmanlı’nın ilerleyen dönemlerinde ise tarikatların Osmanlı’nın iktisadi hayatının çöküşünde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Tasavvufun ortaya çıkmasının sorumluluğu kelam ve fıkıhtadır. Düşünce, duygu ve davranış dinin 3 boyutunu oluştururlar. Bunlardan birisi olmazsa olmaz. Erken döneme bakıldığında kelam düşünceye, fıkıh insanın dış davranışlarına ağırlık vermiştir. Kelam ve fıkhın duygu boyutunu ihmal etmelerinin sonucunda tasavvuf sorunlu bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani, iki sakat doğum bir tane düşük doğuma sebep olmuştur. Dolayısıyla Sünni düşünce parçalıdır ve eksiktir, bunlardan bir tanesini merkeze almanın bir anlamı yoktur.

6. İman amel ilişkisine bakış

Altıncı hata iman-amel ilişkisi bağlamında ortaya çıkmıştır. Hariciler amelle imanı bütün olarak kabul edip ameli olmayanı kâfir sayarak öldürmüşlerdi. Daha sonra Mürcie’nin savunduğu imanla amelin ayrı şeyler olduğu ve imanı olduğu müddetçe kişinin mümin sayılacağı anlayışı doğdu. Mürcie’nin imanla ameli birbirinden ayırması doğruydu ancak onların da hatası imanı sadece tasdik olarak görmeleri, duygu boyutunu dışarıda bırakmaları oldu. Oysa iman sadece tasdikten ibaret değildir, içinde duygusal değerleri de taşır ve bunlar zamanla artar ve eksilirler. Yani iman artan, eksilen bir şeydir. İman ve amel birbirinden ayrı şeyler olmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağ vardır, birinin varlığı diğerinin oluşumunu yaratır. İman, itikadımızın içindeki inandığımız şeye karşı beslediğimiz sevgi, saygı, korku, umut gibi duygulardır. İtikadı bir küp olarak düşünürsek iman o küpün içindeki sudur. Küpün içinde ne varsa dışarıya o sızar. İçimizdeki duygusal boyutu görürsek o zaman kendimizi teşhis edebiliriz. Küpümüzün ne kadar dolu olduğunu ölçebiliriz. Sahabe bunu bildiği için zaman zaman birbirlerini iman etmeye davet ederdi.

7. Sünniliğin dinin kendisi olarak kabul edilmesi

Sünniliğin yedinci yanlışı bütün bu hataları göremeyip, bunları bizatihi dinin kendisi saymasıdır. Bunların teori olduğunu ve bunlara farklı tarzda iman edenlerin olabileceğini görememesidir. Oysa bu, bir teori geliştirmektir ya da başka bir teori benimsemektir. Sünniliğin en büyük cehaleti teori olduğunun bilincine varmayıp kendinin dinin kendisi sanmasıdır. Bu sadece Sünnilere, Müslümanlara ya da Türklere has bir durum değildir. Hangi dinde ya da düşüncede olursa olsun bütün dogmatiklerin kaderi budur. Kuran’ın mesajına karşın Müşrikler, “Biz atalarımızı bir gelenek üzere bulduk ve onların yolunda giden doğru kişileriz.” demişlerdi. Şu anda Sünni mantığı da tıpkı 1400 sene önceki bu mantıkla aynıdır. Bu görüş Kuran’a göre doğru değildir. Bir insan kitlesinin bir görüş üzere icma etmiş olması onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmez. Bunun için Kuran diyor ki, “Akıllarını kullanmayanların üzerine Allah pislik yağdırır.” (Yunus 100) Nasıl itikad edilmesi gerektiğini de açık bir şekilde ifade ediyor. Hakkında bilgin olmayan bir şeyin peşinden gitme, gidersen aklın, kulağın, gözlerin ahirette bundan sorumlu tutulacaktır. Çünkü bile bile bilgi aktarımını iptal ettin, kendini aptallaştırdın. Dogmatikler içinde olan insanlar tarih tarafından aptallaştırılmış olan insanlardır.


BİTTİ

Prof.Dr.İlhami Güler ile Eğitim Kampı (lV)/-SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI-



Prof.Dr.İlhami Güler ile Eğitim Kampı (lV) -SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI-

1. Sünniliğin siyasi bir pratik olarak sorunlu doğuşu

Ana hatlarıyla bakıldığında Kuran’da ortaya konulmuş bir siyasi ufkun olduğu görülmektedir. Bunun en temel ilkesini adalet oluşturmaktadır. Kuran adalete dayalı bir toplumsal yapının kurulmasını hedeflemiştir. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa 58) ayetiyle emanetlerin, yani toplumsal sorumluluk gerektiren kamu işlerinin ehil kişileri verilmesi istenmiştir. Ehil kelimesi burada hem dürüstlük hem de uzmanlık anlamında kullanılmıştır. En önemlisi işlerin çözüm sürecinin şura yöntemiyle yürütülmesi tavsiye edilmiştir. Cahiliye döneminde Arapların başvurdukları siyasi bir kurum olan yaşlılar meclisi sistemi Kuran’da biraz daha genişletilerek alınacak kararlarda mümkün olan oranda toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması hedeflenmiştir. Bir anlamda demokrasiye benzeyen bir sorun çözme tekniği Kuran’da Müslümanlara tavsiye edilmiştir. Bu temel ilkelerin Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ne kadar pratiğe döküldüğüne bakıldığında ciddi bir kırılmanın olduğu görülmektedir. İslam’ın altın çağı denilen 4 halife döneminde dahi bu siyasi ufuktan ciddi bir kayma gerçekleşmiştir. Önceden Mümin kardeşliği üst kimlik haline getirilmişken, kabilecilik ortadan kaldırılmışken Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte Kureyşli kimliği yeniden ön plana getirilmiştir. 4 halifenin kendileri dahil, siyasal iş üstlenecek kişilerin birinci derecede Kureyşliler arasından seçilmesi bunun en önemli göstergesidir. Burada tarihi bir determinizme kayılarak, o dönemde Kureyş’in karizmasının yüksek olduğu, aksi durumda Arapların başka bir güce boyun eğmeyeceği savunulmaktadır. Böylesine kabileciliği mazur gösteren bir savunmaya gidilmesi İslam’ın yeni bir değer getirmiş olmasıyla örtüşmemektedir. O halde neden Allah kabileciliği ortadan kaldırmak için 23 yıl boyunca kavga verdi? Kuran’ın çabasını görmezden gelip hemen tekrar Cahiliye Dönemi’ne dönülmesini haklı çıkaran bir savunma kabul edilebilir değildir. Beni Saide’de yapılan tartışmalara bakıldığında Ensar’ın da yönetime talip olduğu ve en sonunda hiç olmazsa “Emirler sizden olsun, vezirler bizden olsun.” diyerek bir uzlaşmaya varmak istedikleri görülmektedir. Ancak siyasi erkin kabile karizmasına geri dönmesi İslam’ın ortaya koyduğu siyasi anlayıştan ilk sapmadır. Bir diğer sapma “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.” hadisinden yola çıkılarak siyaset, saltanat ve daha sonra saltanatın gelişmesiyle siyasi sülalelerin yeryüzünde Allah’ın gölgesi haline getirilmesidir. Oysa Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmayı hak eden şey adalet ve hukuktur. Kuran buna ciddiyetle vurgu yapmaktadır. Ancak Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanlar ciddi düzeyde bir hukuk kurumu ortaya çıkarmayı başaramamıştır. Hz. Osman döneminde cesaret alan Ümeyyeoğulları, bir anlamda gasp ederek, karşı devrim yaparak yönetimi kendi tekellerine almışlardır. Muaviye’nin başkaldırması ve Hz. Ali’yi yenmesiyle birlikte siyasi erk önceden kabilenin tümüne aitken artık alt bir klanına tapulanmıştır. Daha sonra Emeviler ve Abbasiler arasındaki mücadele kabilecilik anlayışının bir sonucudur. Ümeyyeoğuları ve Haşimiler kavgası bu kez imparatorluklar düzeyinde devam etmiştir. Sünniliğin ilk yanlışı siyasal anlamda Kuran’ın ortaya koymuş olduğu hedeflerden uzaklaşma ve siyasal ilkelerden sapmadır.

2. Kuran’ın kadim kabul edilmesi

İkinci hata erken dönemde ortaya atılan Kuran’ın mahlûk olup olmadığı tartışmasıydı. Bu tartışma daha geç dönemde entelektüel bir düzeyde politik irade işin içine katılmadan yapılsaydı çok daha farklı olabilirdi. Abbasiler döneminde Mutezile’ye sempati duyan halifeler Kuran’ın mahlûk olduğu tezini kabul ettiler ve mahlûk değildir diyenlere karşı baskı uyguladılar. Daha sonra Mütevekkil ihtilal yapıp Sünnilik iktidara gelince tam tersi bir mihne olayı yaratıldı. Abbasilerin orta döneminde bütün selâtin camilerde bir hutbe okutulmuş ve ‘Kim bundan sonra Kuran’ın mahlûk olduğunu söylerse kanı helaldir.’ denilmiştir. Dolayısıyla devletin resmi ideolojisi 850’den itibaren Kuran’ın mahlûk olmadığı, kadim olduğu yönündedir. Şu anda Sünniliğin Kuran hakkındaki teorisi de bu görüşe dayanmaktadır. Sünniliğin yapmış olduğu ikinci en büyük hata Kuran’ın kadim olduğu tezinin tarihte Sünni siyasal iktidarlar tarafından kitlelere devletin resmi ideolojisi olarak dayatılmasıdır. Çünkü eğer kitap kadim olursa kelamın içindeki bütün manalar da kadim olmuş oluyor, manalar kadim olunca o manaların delalet ettiği insanlar ve nesneler de kadim olmuş oluyor. Böylece kadimlerin sayısı alabildiğine artıyor ve bunun doğurabileceği bir sürü teolojik problem ortaya çıkıyor.

3. Kaynakların mumyalaştırılması

Sünniliğin üçüncü en büyük hatası fıkıh usulünde kabul edilen kaynaklar ile ilgilidir. Sünni teoloji Şafi’nin Er Risale adlı kitabında ortaya koyduğu Edille-i Erbaa denilen, kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan 4 kaynak üzerine kuruludur. Kuran, sünnet ve aklın pozisyonunu teolojik olarak temellendirdiği kitabında Şafi’nin ortaya attığı bu fikir Sünniliğin zamanla temel usulü olmuştur. Şafi’nin Arap olması ve Abbasilerden itibaren İslam dünyasındaki hegemonyanın Araplarda oluşuyla birlikte Sünnilik Arap mantığına göre teşekkül eden bu usulle tarihi yolculuğuna devam etmiştir. Şafi bu usulü koyarken kaynakları mutlaklaştırmış, mumyalaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Kuran ve sünneti neredeyse Allah kadar sabit, mutlak ve değişmez olarak vaz’ etmiştir. “Hakikat Allah’ın ve resulünün söylediğidir, geriye kalan her şey şeytanın vesvesesidir.” diyerek insan aklıyla ortaya konulan her türlü görüşü şeytani olarak yorumlamıştır. Oysa İslam tarihinde kaynaklar konusunda Hz. Ömer, Ebu Hanife, Mutezile gibi âlimlerin ortaya koyduğu farklı yorumlar bulunmaktaydı. Örneğin Ebu Hanife bir içtihat yaptığı sırada kendisine getirilen sahih bir hadis için, “Bu Medine’nin o günkü koşullarında Hz. Muhammed’in söylediği bir sözdür, bugünkü koşullarda geçerli değildir.” diyebilmiştir. Hz. Ömer İbn-i Abbas’ı Basra’ya vali gönderirken ona “Gittiğin zaman orada halkı arı vızıltısı gibi Kuran okurken bulacaksın, gidip orada hadis rivayet ederek insanları Kuran’dan uzaklaştırma.” demiştir. Kaldı ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerine de son derece dinamik ve illete bağlı olarak bakabilen biridir. Ehl-i Rey (akıl yürütmeye dayalı metodu savunanlar) denilen başlangıçta en az Ehl-i Hadis (hadise dayalı metodu kabul edenler) kadar dine yorum getiren, insan aklını, vicdanını ve cesaretini dini hayatın tanzim edilmesinde işe katan kişiler ve görüşler maalesef 850’den itibaren yavaş yavaş elimine olmuştur. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadisi bugünkü çağdaş politika deyiminde özgürlük ve güvenlik paradoksu olarak düşünecek olursak ya da bir arabanın sağlıklı gidebilmesi için gerekli olan fren ve gaz sistemi olarak düşünecek olursak, Ehl-i Hadis güvenlik ve fren sistemiyse Ehl-i Rey de özgürlük ve gaz sistemidir. Bunların birlikte gitmesi İslam toplumunu daha iyi bir yere getirebilirdi.

4. Allah, tabiat ve insan tasavvuru

Dördüncü büyük hata Eşari’nin ortaya koyduğu ve Sünniliğe yerleşen Allah, tabiat ve insan tasavvurudur. Daha önce Mutezile’nin geliştirdiği -bazı küçük hatalar içermekle birlikte- hem Allah’ın, hem tabiatın, hem de insanın hakkını bir anlamda kendilerine teslim eden bir görüş vardı. Mutezile’ye göre Tanrı’nın bir yaratımı olarak tabiat kendi içinde bir otonomisi ve nedenselliği olan bir yapıydı. İnsan da Tanrı’nın bir mahlûkuydu ama en azından cüz’i iradesiyle birlikte Tanrı karşısında özgürce eylemler ortaya koyabiliyordu. Eşari’ye göre ise Tanrı karşısında ne insanın ne de tabiatın zerre kadar kıymeti, gücü ve iradesi vardı. Eşari Tanrı’nın büyüklüğünü tenzih etme psikolojisiyle ortaya koyarken, Mutezile Tanrı’nın yüceliğini kendi karşısında hem insanın ve tabiatın kendi başına hareket edebildikleri mantığına dayandırıyordu. Mutezili bakışa göre Tanrı büyüktür, çünkü Tanrı dışında Tanrı’nın yarattıkları da büyüktür. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde şöyle bir aforizması vardır. “Eğer Tanrılar olsaydı bize yaratacak ne kalırdı.” Eşari mantığa göre Nietzsche haklı olarak Tanrıları inkar ediyor. Ben Mutezili bir mantıkla şöyle diyorum. “Kendisi gibi yaratıcılar yaratan Tanrı’yı teşbih ederim.” Tanrı’nın mükemmelliği kendisi gibi yaratıcılar yaratmasındadır, hiçbir şey yaratamayan ebleh bir varlık yaratmasında değildir. Eşariliğin doğa anlayışına göre doğada hiçbir nedensellik yoktur. İnsan da kendi cüz’i iradesiyle eylem ortaya koymaz. Sünni toplumun kaderciliği büyük ölçüde buradan gelmektedir. Erken dönemde nedenselliğe inandıkları için botanikçi, fizikçi ve astronomlar çıkmıştı. Daha sonra gelişen kadercilik inancı insanlarda merak duygusunun zayıflamasına ve böylece bilimden uzaklaşmalarına neden olmuştur.

5. Tasavvufun doğuşu

Sünniliğin beşinci yanlışı tasavvufun meşrulaştırılması olmuştur. Tasavvufa getirilecek en önemli eleştiri dil ve mantığın devre dışı bırakılarak sezginin, yani ilhamın bilgi kaynağı haline getirilmesi olacaktır. İkinci olarak zühd ve riyazetin salih amel yerine etik değer haline getirilmesidir. Bu da Kur’ani değildir. Dünya ile mesafeyi artırma, içgüdülerin sökülmesi, “Ölmeden önce ölünüz.” diyerek nefsin öldürülmesi talebi Kuran’ın talebi değildir. Bu, tasavvufla erdem haline getirilmiştir. Selçuklu’nun yükseliş döneminde bu tip öğütler ahilikte olduğu gibi pozitif sonuçlar göstermiştir. Osmanlı’nın ilerleyen dönemlerinde ise tarikatların Osmanlı’nın iktisadi hayatının çöküşünde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Tasavvufun ortaya çıkmasının sorumluluğu kelam ve fıkıhtadır. Düşünce, duygu ve davranış dinin 3 boyutunu oluştururlar. Bunlardan birisi olmazsa olmaz. Erken döneme bakıldığında kelam düşünceye, fıkıh insanın dış davranışlarına ağırlık vermiştir. Kelam ve fıkhın duygu boyutunu ihmal etmelerinin sonucunda tasavvuf sorunlu bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani, iki sakat doğum bir tane düşük doğuma sebep olmuştur. Dolayısıyla Sünni düşünce parçalıdır ve eksiktir, bunlardan bir tanesini merkeze almanın bir anlamı yoktur.

6. İman amel ilişkisine bakış

Altıncı hata iman-amel ilişkisi bağlamında ortaya çıkmıştır. Hariciler amelle imanı bütün olarak kabul edip ameli olmayanı kâfir sayarak öldürmüşlerdi. Daha sonra Mürcie’nin savunduğu imanla amelin ayrı şeyler olduğu ve imanı olduğu müddetçe kişinin mümin sayılacağı anlayışı doğdu. Mürcie’nin imanla ameli birbirinden ayırması doğruydu ancak onların da hatası imanı sadece tasdik olarak görmeleri, duygu boyutunu dışarıda bırakmaları oldu. Oysa iman sadece tasdikten ibaret değildir, içinde duygusal değerleri de taşır ve bunlar zamanla artar ve eksilirler. Yani iman artan, eksilen bir şeydir. İman ve amel birbirinden ayrı şeyler olmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağ vardır, birinin varlığı diğerinin oluşumunu yaratır. İman, itikadımızın içindeki inandığımız şeye karşı beslediğimiz sevgi, saygı, korku, umut gibi duygulardır. İtikadı bir küp olarak düşünürsek iman o küpün içindeki sudur. Küpün içinde ne varsa dışarıya o sızar. İçimizdeki duygusal boyutu görürsek o zaman kendimizi teşhis edebiliriz. Küpümüzün ne kadar dolu olduğunu ölçebiliriz. Sahabe bunu bildiği için zaman zaman birbirlerini iman etmeye davet ederdi.

7. Sünniliğin dinin kendisi olarak kabul edilmesi

Sünniliğin yedinci yanlışı bütün bu hataları göremeyip, bunları bizatihi dinin kendisi saymasıdır. Bunların teori olduğunu ve bunlara farklı tarzda iman edenlerin olabileceğini görememesidir. Oysa bu, bir teori geliştirmektir ya da başka bir teori benimsemektir. Sünniliğin en büyük cehaleti teori olduğunun bilincine varmayıp kendinin dinin kendisi sanmasıdır. Bu sadece Sünnilere, Müslümanlara ya da Türklere has bir durum değildir. Hangi dinde ya da düşüncede olursa olsun bütün dogmatiklerin kaderi budur. Kuran’ın mesajına karşın Müşrikler, “Biz atalarımızı bir gelenek üzere bulduk ve onların yolunda giden doğru kişileriz.” demişlerdi. Şu anda Sünni mantığı da tıpkı 1400 sene önceki bu mantıkla aynıdır. Bu görüş Kuran’a göre doğru değildir. Bir insan kitlesinin bir görüş üzere icma etmiş olması onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmez. Bunun için Kuran diyor ki, “Akıllarını kullanmayanların üzerine Allah pislik yağdırır.” (Yunus 100) Nasıl itikad edilmesi gerektiğini de açık bir şekilde ifade ediyor. Hakkında bilgin olmayan bir şeyin peşinden gitme, gidersen aklın, kulağın, gözlerin ahirette bundan sorumlu tutulacaktır. Çünkü bile bile bilgi aktarımını iptal ettin, kendini aptallaştırdın. Dogmatikler içinde olan insanlar tarih tarafından aptallaştırılmış olan insanlardır.


BİTTİ

26 Ekim 2016 Çarşamba

TERÖR, ŞİDDET VE BARIŞ ARASINDA İSLAM Prof. Dr. İlhami Güler ile Eğitim Kampı (ll)

 İslam dini adalet dinidir 
Son 30 yıldır İslam dünyasını, günümüzde ise giderek bütün dünyayı sarsan ve adına “İslami terör” denilen ciddi bir şiddet olgusu bulunmaktadır. Bu konu üzerinde yürütülen tartışmalarda, Müslümanlar tarafından “İslam dini barış dinidir, savaş içermez” gibi biraz ezbere, gerçekçi olmayan ve savunmacı tezler ortaya atılmaktadır. “İslam’ın Teolojik özünde şiddetin yeri nedir?” sorusunu Kuran’dan takip ederek cevaplamak ve İslam tarihinde şiddetin nasıl oluşup nerede yer aldığını incelemek gerekmektedir. Ondan sonra İslam’ın bu reel şiddetin içerisinde nerede durduğunu anlayabiliriz. İslam’ın barış dini olduğu iddiası doğru değildir. Çünkü barış dini denildiğinde kategorik olarak şiddeti reddeden din algılanır. Hinduizm ve Budizm gibi. Bu dinler kurucu metinlerinde ve dönemlerinde şiddeti asla onaylamazlar. Esasen Hristiyanlık da kurucu metninde ve kurucu asrında şiddeti tamamen reddetmiştir. Çağımızdan Mahatma Gandi’nin bir barış dininin müntesibi olarak Hindistan’da verdiği mücadeleyi örnek verebiliriz. Aynı şekilde Nelson Mandela’nın Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı barışçıl tutumu da örnek gösterilebilir. İslam dini kategorik olarak barış dini değilse nasıl bir dindir? Buna verilecek en doğru cevap şu olacaktır: “İslam dini adalet dinidir.” Adalet dini kategorik olarak şiddeti reddetmez, koşullu olarak kabul eder.

Tanrı’nın şiddete karşı tutumu
Şiddetle Tanrı arasındaki ilişkiyi şöyle bir ayrımla ifade etmek mümkündür: Şiddet konusunda Tanrı’nın bir asli görüşü bir de resmi görüşü bulunmaktadır. Kuran’daki Habil ve Kabil kıssasını incelediğimizde, Kabil’in Habil’i öldürmeye kalktığı sırada Habil’in, “Sen beni öldürsen de ben sana elimi uzatmayacağım.” (Maide 28) dediğini görürüz. Bu tutum yani Habil’in kategorik olarak şiddete başvurmaması, Kuran’da övülerek anlatılır. Bu, Tanrı’nın şiddetle olan ilişkisini göstermesi açısından son derece önemlidir. İkinci olarak Hz. İsa’nın pozisyonunu örnek gösterebiliriz. Hz. İsa, kategorik olarak sürekli barışı vaaz etmiştir. Üçüncüsü ise Kuran’da Hz. İsa’nın pozisyonunu devam ettiren bir tutum olarak açıkça şöyle denilmektedir. “İyilikle kötülük bir değildir. Sen en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır, o zaman karşı tarafın son derece sıcak bir dost olduğunu görürsün.” (Fussilet 34) Bunu söyledikten sonra gelen ifade de çok manidardır. “Buna ancak sabredenler ve çok yüce gönüllü olanlar ulaşır.” (Fussilet 35) Yani, ahlaki kapasitesi yüksek olanların bu mertebeye ulaşabileceğini söyler Kuran. Bu ifadeler, Habil’in Kabil’e olan tavrı ve Hz. İsa’nın pozisyonuna ek olarak Hz. Muhammed’in Mekke döneminde asla şiddete başvurmayan tutumu toplandığında ortaya çok net bir şekilde çıkıyor ki, Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamaktır. Tanrı’nın asli görüşü barıştır.


Diğer yandan gerek Tevrat’ın yani Yahudi peygamberlerinin tarihi, gerekse Kuran’ın tarihi göz önünde bulundurulduğunda Tanrı’nın şiddete başvurduğunu da görebiliyoruz. Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamak, mümkün olan oranda sorunları şiddetsiz olarak çözmek iken, insanlığın kapasitesi buna müsait olmadığı durumlarda Tanrı, adalet kıstasını göz önünde bulundurarak şiddete başvurmuştur. O zaman diyebiliriz ki bu da Tanrı’nın resmi görüşüdür. Yani Tanrı’nın bir asli görüşü, niyeti, temennisi vardır, bir de tarihi süreç içerisinde yapıp ettiği vardır. İşte bu yapıp ettikleri içerisinde şiddet bulunmaktadır ve bunu asla inkâr edemeyiz. Bunu Kuran’dan şöyle takip edebiliriz.

 Allah, Kuran’da, Peygamberler tarihini anlatırken sonunda kavimleri nasıl helâk ettiğini de anlatır. Allah önce halklara peygamberler gönderir. Onlar bu peygamberlere inanmazlar ve mucize isterler. Allah onlara mucizeler gösterir. Buna rağmen yine de inanmazlar ve peygamberlerine kötülük yaparlar, alaya alırlar ve öldürmeye kalkarlar. Daha sonra da Allah bu halkları helâk eder. Ancak burada şunu çok iyi anlamak gerekmektedir. Allah, “Onlar ne zaman ki bizi kızdırdılar biz de onlardan intikam aldık.” (Zuhruf 55) der. Bütün bunlar anlatıldıktan sonra şu ifade sık sık tekrar eder. “Biz onlara asla zulmetmedik.” Yani biz onlara haksız yere şiddet uygulamadık, tersine onlar kendilerine zulmettiler, şiddeti hak ettiler biz de onları yok ettik, denir. Allah’ın şiddete başvurduğunun ikinci örneği ise Kuran’da anlatılan cehennem tasvirleridir. Cehennem olayı baştan sona bir şiddettir. Allah, bu dünyada beklentilerine cevap vermeyip, onun sınırsızca bahşettiği nimetlere, ihsana ve ikrama nankörlük ve istiğna ile cevap verenleri ahirette sınırsız ve sonsuz bir işkenceyle cezalandıracağını anlatır.

Tehdit olarak Cehennem 
 Kuran’da anlatıldığına göre Cehennem’in azap şekli yakmadır. Yani işkencedir. Bunu nasıl anlamak ve yorumlamak gerekir? Bazı kelamcıların Allah’ın cehennemi bir tehdit olarak insanlara anlattığı yönünde yorumları bulunmaktadır. “İşte Kuran'ı, Arapça okunmak üzere indirdik, onda tehditleri türlü türlü açıkladık ki belki sakınırlar yahut onlara ibret verir.” (Taha 113) Ayrıca başka bir ayette önceki kavimlerin helâkı anlatıldıktan sonra şöyle denir: “Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah, onları yerle bir etmiştir. İnkâr edenlere de bu akıbetin benzerleri vardır.” (Muhammed 10) Kuran’da kıyametten de tehdit olarak bahsedildiği görülmektedir. “Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Muhakkak onun alametleri gelmiştir (ama öğüt almıyorlar). Kıyamet gelip çatınca öğüt almaları kendilerine ne fayda verecek?” (Muhammed 18) Gerek Araplara, önceki kavimlerin başlarına geleceklerin kendi başlarına geleceği tehdidinden, gerek kıyamet alametleri anlatılırken şartlarının oluştuğu tehdidinden yola çıkarak, bazı kelamcılar, cehennnemi de 7.yüzyıl insanının işkence ve ceza algısına dayalı olarak yapılmış tehditler olarak değerlendirmişlerdir. Ve şöyle bir ilke geliştirmişlerdir: “Allah vaadinden dönmez ama vaidinden dönebilir.” Allah, vaad etmiş olduğu cennet nimetlerinden asla vazgeçmez. Her ne vaad etmişse onu yerine getirir. Fakat tehdit olarak savurduklarından vazgeçebilir. O yüzyıldaki Arap mantığına göre ki o dönemde işkence normal bir ceza tarzıydı, Tanrı insanları içinde bulundukları inattan vazgeçirmek için onları tehdit etmiş olabilir. Ancak “Cehennem tehdittir” denildiğinde insanların ahirette ceza görmeyeceği anlamı çıkartılmamalıdır. Bu olsa olsa insanların yakma tarzında bir işkence ile değil de, başka türlü bir cezayla cezalandırılabilecekleri anlamına gelebilir.

Hz. Muhammed döneminde şiddet 
Hz. Muhammed’in İslam’ın mesajını anlatmaya başladığı dönemde şiddete asla başvurmadığını bilinmektedir. Bu dönemde Tanrı’nın asli görüşünü 10 sene boyunca sürdürdüğü, ısrarla şiddete başvurmaktan kaçındığı görülmektedir. Allah İslam dininin barış ortamında yayılmasını istiyordu. Müslümanlar, Mekke’de yaşanılan zorluklar neticesinde önce Habeşistan’a sonra da Medine’ye göç ettiler. Fakat ne zaman ki Müşrikler, Müslümanları kesinlikle yok etme kararı aldılar, o zaman Tanrı asli görüşünden vazgeçti. İlk defa olarak Medine döneminde “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” (Hac 39) diye ayet indi ve şiddete izin verildi. Burada şunu da çok iyi bilmek gerekir ki, Müslümanlarla Müşrikler arasındaki düşmanlığı yaratan Müslümanlar değildi. Müşrikler Müslümanları takip edip Medine’de de rahat bırakmayınca Müslümanların savaşmalarına izin verildi ve Bedir Savaşı gerçekleşti. Bedir Savaşı’yla artık Tanrı’nın savaşmaya karar verdiğini çok net bir şekilde görüyoruz. Enfal Suresi adeta bu savaşın savaş raporudur. Sureyi dikkatli okuduğumuzda Allah’ın bizzat savaşı murat ettiğini ve stratejisini yapıp uyguladığını görüyoruz. Müslümanlar sadece kervanı vurmak istiyorlardı. Allah buna müsaade etmedi, ‘Onlarla karşılaşacaksınız ve savaşacaksınız.’ denildi. Bu savaşın amacı 12 yıl boyunca sürekli savunma pozisyonunda kalmış Müslümanların özgüven ve cesaretlerinin artırılması ve Müşriklerin gözünün korkutulmasıdır. Bu amaçla Tanrı burada bizzat devreye girmiştir. Bu savaş başarısı sonrasında da Müslümanlar Medine’de kendilerini koruyabilir hale gelmişlerdir.

 Merhamet değil adalet peygamberi 
Merhamet erdemi Kuran’da bir defa geçer. Merhamet ve sevgi İsa Peygamberimizin karakteridir. Hz. Muhammed ise adalet peygamberidir. Kişisel hayatına baktığımızda bunu görmekteyiz. Buna örnek olarak Peygamberimizin Medine Sözleşmesi’nden sonraki tutumunu verebiliriz. Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman oradaki Yahudi kabileleriyle anlaşmalar yapmıştı. Ancak Yahudiler Müşriklerle işbirliği yaparak anlaşmaları bozdular ve ihanet ettiler. Medine Sözleşmesi ciddi bir sözleşmeydi ve Müslümanlar sonuna kadar sözleşmeye sadık kalmışlardı. Sözleşmeyi bozmalarından sonra Peygamberimiz iki kabileyi Medine’den sürdü üçüncüsünü de infaz etti. Çocuklar hariç olmak üzere bazı kaynaklara göre 300 bazı kaynaklara göre 900 kişiyi ortadan kaldırttı. Tarihi kaynaklarda mevcut olan bu vaka bazı son dönem Müslümanları tarafından utanılacak bir şey olarak görülüp yok kabul edilmektedir. Oysa bu olay dönemin koşulları gereği olması gerektiği gibi olmuştur ve Peygamberimizin adalet peygamberi karakteriyle çelişmemektedir.
 Devam edecek…