Prof.Dr.İlhami Güler ile Eğitim Kampı (lV) -SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI-
1. Sünniliğin siyasi bir
pratik olarak sorunlu doğuşu
Ana hatlarıyla bakıldığında Kuran’da ortaya konulmuş bir siyasi ufkun
olduğu görülmektedir. Bunun en temel ilkesini adalet oluşturmaktadır.
Kuran adalete dayalı bir toplumsal yapının kurulmasını hedeflemiştir. “Allah,
size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa 58) ayetiyle emanetlerin, yani
toplumsal sorumluluk gerektiren kamu işlerinin ehil kişileri verilmesi
istenmiştir. Ehil kelimesi burada hem dürüstlük hem de uzmanlık anlamında
kullanılmıştır. En önemlisi işlerin çözüm sürecinin şura yöntemiyle yürütülmesi
tavsiye edilmiştir. Cahiliye döneminde Arapların başvurdukları siyasi bir kurum
olan yaşlılar meclisi sistemi Kuran’da biraz daha genişletilerek alınacak
kararlarda mümkün olan oranda toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması
hedeflenmiştir. Bir anlamda demokrasiye benzeyen bir sorun çözme tekniği
Kuran’da Müslümanlara tavsiye edilmiştir. Bu temel ilkelerin Hz. Muhammed’in
ölümünden sonra ne kadar pratiğe döküldüğüne bakıldığında ciddi bir kırılmanın
olduğu görülmektedir. İslam’ın altın çağı denilen 4 halife döneminde dahi bu
siyasi ufuktan ciddi bir kayma gerçekleşmiştir. Önceden Mümin kardeşliği üst
kimlik haline getirilmişken, kabilecilik ortadan kaldırılmışken Hz. Muhammed’in
ölümüyle birlikte Kureyşli kimliği yeniden ön plana getirilmiştir. 4 halifenin
kendileri dahil, siyasal iş üstlenecek kişilerin birinci derecede Kureyşliler
arasından seçilmesi bunun en önemli göstergesidir. Burada tarihi bir
determinizme kayılarak, o dönemde Kureyş’in karizmasının yüksek olduğu, aksi
durumda Arapların başka bir güce boyun eğmeyeceği savunulmaktadır. Böylesine
kabileciliği mazur gösteren bir savunmaya gidilmesi İslam’ın yeni bir değer
getirmiş olmasıyla örtüşmemektedir. O halde neden Allah kabileciliği ortadan
kaldırmak için 23 yıl boyunca kavga verdi? Kuran’ın çabasını görmezden gelip
hemen tekrar Cahiliye Dönemi’ne dönülmesini haklı çıkaran bir savunma kabul
edilebilir değildir. Beni Saide’de yapılan tartışmalara bakıldığında Ensar’ın
da yönetime talip olduğu ve en sonunda hiç olmazsa “Emirler sizden olsun,
vezirler bizden olsun.” diyerek bir uzlaşmaya varmak istedikleri görülmektedir.
Ancak siyasi erkin kabile karizmasına geri dönmesi İslam’ın ortaya koyduğu
siyasi anlayıştan ilk sapmadır. Bir diğer sapma “Sultan Allah’ın yeryüzündeki
gölgesidir.” hadisinden yola çıkılarak siyaset, saltanat ve daha sonra saltanatın
gelişmesiyle siyasi sülalelerin yeryüzünde Allah’ın gölgesi haline
getirilmesidir. Oysa Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmayı hak eden şey adalet ve
hukuktur. Kuran buna ciddiyetle vurgu yapmaktadır. Ancak Hz. Muhammed’in
ölümünden sonra Müslümanlar ciddi düzeyde bir hukuk kurumu ortaya çıkarmayı
başaramamıştır. Hz. Osman döneminde cesaret alan Ümeyyeoğulları, bir anlamda
gasp ederek, karşı devrim yaparak yönetimi kendi tekellerine almışlardır.
Muaviye’nin başkaldırması ve Hz. Ali’yi yenmesiyle birlikte siyasi erk önceden
kabilenin tümüne aitken artık alt bir klanına tapulanmıştır. Daha sonra
Emeviler ve Abbasiler arasındaki mücadele kabilecilik anlayışının bir
sonucudur. Ümeyyeoğuları ve Haşimiler kavgası bu kez imparatorluklar düzeyinde
devam etmiştir. Sünniliğin ilk yanlışı siyasal anlamda Kuran’ın ortaya koymuş
olduğu hedeflerden uzaklaşma ve siyasal ilkelerden sapmadır.
2. Kuran’ın kadim kabul
edilmesi
İkinci hata erken dönemde ortaya atılan Kuran’ın mahlûk olup olmadığı
tartışmasıydı. Bu tartışma daha geç dönemde entelektüel bir düzeyde politik
irade işin içine katılmadan yapılsaydı çok daha farklı olabilirdi. Abbasiler
döneminde Mutezile’ye sempati duyan halifeler Kuran’ın mahlûk olduğu tezini
kabul ettiler ve mahlûk değildir diyenlere karşı baskı uyguladılar. Daha sonra
Mütevekkil ihtilal yapıp Sünnilik iktidara gelince tam tersi bir mihne olayı
yaratıldı. Abbasilerin orta döneminde bütün selâtin camilerde bir hutbe
okutulmuş ve ‘Kim bundan sonra Kuran’ın mahlûk olduğunu söylerse kanı helaldir.’
denilmiştir. Dolayısıyla devletin resmi ideolojisi 850’den itibaren Kuran’ın mahlûk
olmadığı, kadim olduğu yönündedir. Şu anda Sünniliğin Kuran hakkındaki teorisi
de bu görüşe dayanmaktadır. Sünniliğin yapmış olduğu ikinci en büyük hata
Kuran’ın kadim olduğu tezinin tarihte Sünni siyasal iktidarlar tarafından
kitlelere devletin resmi ideolojisi olarak dayatılmasıdır. Çünkü eğer kitap
kadim olursa kelamın içindeki bütün manalar da kadim olmuş oluyor, manalar
kadim olunca o manaların delalet ettiği insanlar ve nesneler de kadim olmuş
oluyor. Böylece kadimlerin sayısı alabildiğine artıyor ve bunun doğurabileceği
bir sürü teolojik problem ortaya çıkıyor.
3. Kaynakların
mumyalaştırılması
Sünniliğin üçüncü en büyük hatası fıkıh usulünde kabul edilen kaynaklar ile
ilgilidir. Sünni teoloji Şafi’nin Er Risale adlı kitabında ortaya koyduğu
Edille-i Erbaa denilen, kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan 4 kaynak üzerine
kuruludur. Kuran, sünnet ve aklın pozisyonunu teolojik olarak temellendirdiği
kitabında Şafi’nin ortaya attığı bu fikir Sünniliğin zamanla temel usulü
olmuştur. Şafi’nin Arap olması ve Abbasilerden itibaren İslam dünyasındaki
hegemonyanın Araplarda oluşuyla birlikte Sünnilik Arap mantığına göre teşekkül
eden bu usulle tarihi yolculuğuna devam etmiştir. Şafi bu usulü koyarken
kaynakları mutlaklaştırmış, mumyalaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Kuran ve
sünneti neredeyse Allah kadar sabit, mutlak ve değişmez olarak vaz’ etmiştir.
“Hakikat Allah’ın ve resulünün söylediğidir, geriye kalan her şey şeytanın vesvesesidir.”
diyerek insan aklıyla ortaya konulan her türlü görüşü şeytani olarak
yorumlamıştır. Oysa İslam tarihinde kaynaklar konusunda Hz. Ömer, Ebu Hanife,
Mutezile gibi âlimlerin ortaya koyduğu farklı yorumlar bulunmaktaydı. Örneğin
Ebu Hanife bir içtihat yaptığı sırada kendisine getirilen sahih bir hadis için,
“Bu Medine’nin o günkü koşullarında Hz. Muhammed’in söylediği bir sözdür,
bugünkü koşullarda geçerli değildir.” diyebilmiştir. Hz. Ömer İbn-i Abbas’ı
Basra’ya vali gönderirken ona “Gittiğin zaman orada halkı arı vızıltısı gibi
Kuran okurken bulacaksın, gidip orada hadis rivayet ederek insanları Kuran’dan
uzaklaştırma.” demiştir. Kaldı ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerine de son derece
dinamik ve illete bağlı olarak bakabilen biridir. Ehl-i Rey (akıl yürütmeye
dayalı metodu savunanlar) denilen başlangıçta en az Ehl-i Hadis (hadise dayalı
metodu kabul edenler) kadar dine yorum getiren, insan aklını, vicdanını ve
cesaretini dini hayatın tanzim edilmesinde işe katan kişiler ve görüşler
maalesef 850’den itibaren yavaş yavaş elimine olmuştur. Ehl-i Rey ve Ehl-i
Hadisi bugünkü çağdaş politika deyiminde özgürlük ve güvenlik paradoksu olarak
düşünecek olursak ya da bir arabanın sağlıklı gidebilmesi için gerekli olan
fren ve gaz sistemi olarak düşünecek olursak, Ehl-i Hadis güvenlik ve fren
sistemiyse Ehl-i Rey de özgürlük ve gaz sistemidir. Bunların birlikte gitmesi
İslam toplumunu daha iyi bir yere getirebilirdi.
4. Allah, tabiat ve
insan tasavvuru
Dördüncü büyük hata Eşari’nin ortaya koyduğu ve Sünniliğe yerleşen Allah,
tabiat ve insan tasavvurudur. Daha önce Mutezile’nin geliştirdiği -bazı küçük
hatalar içermekle birlikte- hem Allah’ın, hem tabiatın, hem de insanın hakkını
bir anlamda kendilerine teslim eden bir görüş vardı. Mutezile’ye göre Tanrı’nın
bir yaratımı olarak tabiat kendi içinde bir otonomisi ve nedenselliği olan bir
yapıydı. İnsan da Tanrı’nın bir mahlûkuydu ama en azından cüz’i iradesiyle
birlikte Tanrı karşısında özgürce eylemler ortaya koyabiliyordu. Eşari’ye göre
ise Tanrı karşısında ne insanın ne de tabiatın zerre kadar kıymeti, gücü ve
iradesi vardı. Eşari Tanrı’nın büyüklüğünü tenzih etme psikolojisiyle ortaya
koyarken, Mutezile Tanrı’nın yüceliğini kendi karşısında hem insanın ve tabiatın
kendi başına hareket edebildikleri mantığına dayandırıyordu. Mutezili bakışa
göre Tanrı büyüktür, çünkü Tanrı dışında Tanrı’nın yarattıkları da büyüktür.
Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde şöyle bir aforizması vardır.
“Eğer Tanrılar olsaydı bize yaratacak ne kalırdı.” Eşari mantığa göre Nietzsche
haklı olarak Tanrıları inkar ediyor. Ben Mutezili bir mantıkla şöyle diyorum.
“Kendisi gibi yaratıcılar yaratan Tanrı’yı teşbih ederim.” Tanrı’nın
mükemmelliği kendisi gibi yaratıcılar yaratmasındadır, hiçbir şey yaratamayan
ebleh bir varlık yaratmasında değildir. Eşariliğin doğa anlayışına göre doğada
hiçbir nedensellik yoktur. İnsan da kendi cüz’i iradesiyle eylem ortaya koymaz.
Sünni toplumun kaderciliği büyük ölçüde buradan gelmektedir. Erken dönemde
nedenselliğe inandıkları için botanikçi, fizikçi ve astronomlar çıkmıştı. Daha
sonra gelişen kadercilik inancı insanlarda merak duygusunun zayıflamasına ve
böylece bilimden uzaklaşmalarına neden olmuştur.
5. Tasavvufun doğuşu
Sünniliğin beşinci yanlışı tasavvufun meşrulaştırılması olmuştur. Tasavvufa
getirilecek en önemli eleştiri dil ve mantığın devre dışı bırakılarak sezginin,
yani ilhamın bilgi kaynağı haline getirilmesi olacaktır. İkinci olarak zühd ve
riyazetin salih amel yerine etik değer haline getirilmesidir. Bu da Kur’ani
değildir. Dünya ile mesafeyi artırma, içgüdülerin sökülmesi, “Ölmeden önce
ölünüz.” diyerek nefsin öldürülmesi talebi Kuran’ın talebi değildir. Bu,
tasavvufla erdem haline getirilmiştir. Selçuklu’nun yükseliş döneminde bu tip
öğütler ahilikte olduğu gibi pozitif sonuçlar göstermiştir. Osmanlı’nın
ilerleyen dönemlerinde ise tarikatların Osmanlı’nın iktisadi hayatının
çöküşünde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Tasavvufun ortaya çıkmasının
sorumluluğu kelam ve fıkıhtadır. Düşünce, duygu ve davranış dinin 3 boyutunu
oluştururlar. Bunlardan birisi olmazsa olmaz. Erken döneme bakıldığında kelam
düşünceye, fıkıh insanın dış davranışlarına ağırlık vermiştir. Kelam ve fıkhın
duygu boyutunu ihmal etmelerinin sonucunda tasavvuf sorunlu bir şekilde ortaya
çıkmıştır. Yani, iki sakat doğum bir tane düşük doğuma sebep olmuştur.
Dolayısıyla Sünni düşünce parçalıdır ve eksiktir, bunlardan bir tanesini
merkeze almanın bir anlamı yoktur.
6. İman amel ilişkisine
bakış
Altıncı hata iman-amel ilişkisi bağlamında ortaya çıkmıştır. Hariciler
amelle imanı bütün olarak kabul edip ameli olmayanı kâfir sayarak
öldürmüşlerdi. Daha sonra Mürcie’nin savunduğu imanla amelin ayrı şeyler olduğu
ve imanı olduğu müddetçe kişinin mümin sayılacağı anlayışı doğdu. Mürcie’nin
imanla ameli birbirinden ayırması doğruydu ancak onların da hatası imanı sadece
tasdik olarak görmeleri, duygu boyutunu dışarıda bırakmaları oldu. Oysa iman
sadece tasdikten ibaret değildir, içinde duygusal değerleri de taşır ve bunlar
zamanla artar ve eksilirler. Yani iman artan, eksilen bir şeydir. İman ve amel
birbirinden ayrı şeyler olmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağ vardır,
birinin varlığı diğerinin oluşumunu yaratır. İman, itikadımızın içindeki
inandığımız şeye karşı beslediğimiz sevgi, saygı, korku, umut gibi duygulardır.
İtikadı bir küp olarak düşünürsek iman o küpün içindeki sudur. Küpün içinde ne
varsa dışarıya o sızar. İçimizdeki duygusal boyutu görürsek o zaman kendimizi
teşhis edebiliriz. Küpümüzün ne kadar dolu olduğunu ölçebiliriz. Sahabe bunu
bildiği için zaman zaman birbirlerini iman etmeye davet ederdi.
7. Sünniliğin dinin
kendisi olarak kabul edilmesi
Sünniliğin yedinci yanlışı bütün bu hataları göremeyip, bunları bizatihi
dinin kendisi saymasıdır. Bunların teori olduğunu ve bunlara farklı tarzda iman
edenlerin olabileceğini görememesidir. Oysa bu, bir teori geliştirmektir ya da
başka bir teori benimsemektir. Sünniliğin en büyük cehaleti teori olduğunun
bilincine varmayıp kendinin dinin kendisi sanmasıdır. Bu sadece Sünnilere,
Müslümanlara ya da Türklere has bir durum değildir. Hangi dinde ya da düşüncede
olursa olsun bütün dogmatiklerin kaderi budur. Kuran’ın mesajına karşın
Müşrikler, “Biz atalarımızı bir gelenek üzere bulduk ve onların yolunda giden doğru
kişileriz.” demişlerdi. Şu anda Sünni mantığı da tıpkı 1400 sene önceki bu
mantıkla aynıdır. Bu görüş Kuran’a göre doğru değildir. Bir insan kitlesinin
bir görüş üzere icma etmiş olması onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmez.
Bunun için Kuran diyor ki, “Akıllarını kullanmayanların üzerine Allah pislik
yağdırır.” (Yunus 100) Nasıl itikad edilmesi gerektiğini de açık bir şekilde
ifade ediyor. Hakkında bilgin olmayan bir şeyin peşinden gitme, gidersen aklın,
kulağın, gözlerin ahirette bundan sorumlu tutulacaktır. Çünkü bile bile bilgi
aktarımını iptal ettin, kendini aptallaştırdın. Dogmatikler içinde olan
insanlar tarih tarafından aptallaştırılmış olan insanlardır.
BİTTİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder