23 Kasım 2016 Çarşamba

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA(AMGT) GEÇEN YILLARIM (I)



-Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde/ Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde-

Rüştü Kam
Ha-ber.com

Gurbete Yolculuk

Çiğli Havaalanı’ndayım. İçim sızlıyor. Sevdiklerim arkada kaldı, yalnızım. Eşim ve çocuklarımdan ayrılmak çok zor. Ayağım geriye geriye gidiyor. Üç günlük bu fani dünyada sevdiklerimden ayrı yaşamak da neyin nesidir böyle.  Zülfikar’ım daha 9 yaşında. Hureyre’m ise 4, Gidip gelmemek, gelip de görmemek var. Dilini, dinini bilmediğim kültürüne coğrafyasına yabancı olduğum bir ülkeye gidiyorum. Avusturya’ya.

Pencere kenarında oturuyorum. Uçak pamuk balyaları gibi öbek öbek olmuş o bembeyaz bulutların üzerinden kuşlar gibi süzülüyor, sanki uçak gitmiyor, olduğu yerde duruyor gibi. Her taraf pamuk köpüğü gibi bembeyaz. Hayallere daldım. Çocukluğumu hatırladım birden. Bir dağ köyünde doğmuşum. Çam ağaçlarının hışırtısı, Ağustos böceklerinin cır cır sesleri ninnim oldu. Keçi çobanlığı yaptım. Çocukluğumu yaşayamadım, mutlu geçen bir günüm olmadı, babamın bana oğlum dediğini hiç duymadım. Anamın güler yüzü ve yaslandığım göğsü ısıttı hep beni. Çok ağladım, çok az güldüm.

Ayağımda çarık sırtımda aba, o dağ senin bu dağ benim koştum durdum keçilerin ardından. İlkokul yıllarım arkadaşlarımla buluşabildiğim güzel yıllardı; Ekrem Çetinkaya ile başladım alfabeyi sökmeye. Hiç evlenmemiş, nereli olduğunu da öğrenemedik. Yaz kış köyümüzden ayrılmazdı. Neşeli bir öğretmendi, şişmanca, giyimine dikkat eden birisiydi. Daha sonraki yıllarımda İsmail Devşir öğretmenim oldu. 80 kişi bir sınıfta okuyorduk. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün sınıflar aynı odada ders yapıyorduk. Kışın o kocaman sınıf bir tek odun sobasıyla ısınıyordu. Tenekeden yapılmış bir soba… Teneffüslerde herkes sobanın etrafına toparlanırdı ısınmak için…

Tedrisat tam gündü. Öğle yemeğini okulda yerdik. Eve gidip gelmek mümkün değildi. En az 30 dakika gidiş 30 dakika geliş. Daha uzak yerlerden gelenler de vardı. Annem çantama bir şeyler koyardı. Okulda süt tozundan yapılmış süt de veriyorlardı. O bir bardak süt, içimizi ısıtıyordu. Sonradan öğrendiğime göre Marshall yardımı olarak geliyormuş bu süt tozları Türkiye’ye. Amerikan yardımıymış... Yemekten sonra voleybol oynardık. Bazıları futbol bazıları da yakar top. Kızlar da sobe.

Bir de baktım ki beş yıl geçivermiş.  İlkokuldan sonra Kur’an okumak için Suçatı Köyü’ne götürdü babam. Böylece gurbete ilk adımımı atmış oldum. Ömer Arısoy Hoca’nın talebesiydim. İşinin ehli ve fedakâr bir hocaydı. Üzerimde emeği çoktur. Aslında evden uzaklaştığıma çok sevinmiştim. Fatma teyzemin yanında kalacaktım. Ancak anamın hasretine nasıl dayanacaktım, burnumda tütüyordu. Yaya yürüyüşüyle 4 saatlik bir mesafe var aramızda. Geceleri anamın kucağında uyumaya alıştığım için, ilk günlerim çok zor geçti. Sesimi kimse duymasın diye yatağa girince gizli gizli ağlıyordum. Yine de teyzem anlıyordu ağladığımı, teselli ediyordu beni, bazen kucağına alıp okşuyordu. Canım teyzem…

2 senem geçti Suçatı Köyü’nde. Üçüncü sene babam beni Çameli’de başka bir Kur’an Kursu’na verdi. İhtisaslaşmak için gittim oraya. Arapça öğrenecek ve hafızlık yapacaktım. Artık eve hafta sonlarında bile gidemiyordum. Eve ulaşmak için yaklaşık 6 saat yürümem gerekiyordu. Zaman zaman köylerin içinden de geçiyordum ama beni korkutan o geçit vermez dağlardı. Karda kışta tek başıma aşamazdım dağları, bu mümkün değildi. Rahmetli ağabeyim ortaokulda okuyordu ve beraberce aynı evde kalıyorduk, yalnızlık çekmiyordum. Sütkardeşim Saliha ve Mehmet Genç de bizimle beraber kalıyorlardı, Ölüce Durmuş’unun evinde. Karı koca onlar da bizi evlatları gibi severlerdi.

Ben zaman zaman Merkez Camii’nde müezzinlik yapıyordum. Cemaat beni çok severdi. İnsanlar tarafından sevilmek, takdir edilmek ne kadar da güzel bir duyguymuş meğer. Mutluydum. Müftü Mustafa Aksoy’un dikkatini de çekmeyi başarmışım bu arada. Bir Cuma günü beni aldı Müftülüğe götürdü, çay içirdi, hal hatır sordu, ailemi, maddi durumumuzu, babamın ne iş yaptığını, kaç kardeş olduğumuzu tek tek sordu bana. Sorularını cevaplandırdım. Sohbetin sonunda babamla görüşmek istediğini söyledi. İlçede her hafta Cuma günü Pazar kuruluyordu ve babam ihtiyaç görmek için bu pazara geliyordu. Hemen sonraki pazar babama müftünün kendisiyle görüşmek istediğini söyledim. Önce biraz tedirgin oldu ve sonra gidelim bakalım ne istermiş Müftü Efendi öğrenelim dedi. Döndüğünde sevinçli miydi yoksa tedirgin miydi tam olarak anlayamadım.
Denizli’ye İmam hatip Lisesi açılmış,  Müftü babama orada okumamı önermiş. Babam önce itiraz etmiş, Ben Denizli’de çocuk okutamam, imkânım yok.’ demiş. Sonunda ikna olmuş.
Kurs hocası, Hasan Çiftçi’ye  durumu anlatmış, iznini istemiş. Ancak Hasan Çiftçi’yi  ikna etmek mümkün olmadığı gibi, kovmaktan beter etmiş babamı. Çünkü onlar Süleymancı tarikatına mensuplarmış ve İmam Hatip’e karşıymışlar. Babam da daha fazla ısrarcı olamamış. Hasan hocayla aralarında geçen konuşmayı Müftü Mustafa Aksoy’a olduğu gibi anlatmış. Ve babam köye döndü.

Müftü Mustafa Aksoy bir gün kursa geldi ve bana yarın Denizli’ye gideceğiz, kimseye söylemeden erkenden müftülüğe gel dedi. Geldiğimde babam da oradaydı. Otobüse bindik ve doğru Denizli’ye. İmam Hatip Lisesi’ne kaydım yaptırıldı. Babam hep düşünceli düşünceli duruyordu. Sevinememişti bu olup bitenlere sanki. Ben nedenini anlayamıyordum, soramıyordum da.
Biraz şehirde dolaştıktan sonra Çameli’ye döndük. Artık Kur’an Kursuna uğramadan doğru köye geçtik. Annem ve babamla vedalaştım. Babam Çamelin’e kadar geldi ve beni oradan uğurladı. Denizli’de bir odalı evde Refik Amcamla birlikte kalacaktım. Amcam Sümerbank iplik fabrikasında işçi olarak çalışıyordu. Çocuklarını getirmemişti.

Bir süre sonra 4 kişi bir odada kalmaya başladık, Müzeyyen Teyze’nin evinde. Ben mahalledeki Zeybek Camii’nde müezzinlik yapmaya başladım. Bu sefer de camiyi yaptıran Osman Zeybek’in dikkatini çekmişim. Birkaç ay sonra sabah namazından sonra beni evine kahvaltıya götürdü. Ailesiyle tanıştırdı. Mütedeyyin bir Müslümandı. Allah rahmet eylesin, yattığı yer nur olsun…

Kale Tavas’ın Muslugüme Köyü’nden gelmiş Denizli’ye. O da ailem hakkında bilgi aldı benden. Birkaç ay sonra da caminin müezzinliğine tayin etti beni. 50 lira da maaşa bağladı. 1.5 odalı da bir ev verdi. Odalar iç içeydi. Maddi açıdan rahatlamıştım. Evim de vardı. Tek sıkıntım anamı görememekti.

7 sene göz açıp kapayıncaya kadar geçiverdi ve İmam Hatip Lisesi bitti.  Üniversiteyi okumak için önce Kayseri’ye sonra da İzmir’e gittim. Dört senem de İzmir’de geçti. Mezun oldum. Sonra 6 sene Denizli Lisesi’nde öğretmenlik yaptım. Artık gurbet bitti, bundan sonra çocuklarımla beraber yaşayacağım derken, bir baktım ki tekrar yol göründü ve ben şimdi Avusturya’ya gidiyorum. Oralarda nelerle karşılaşacağım onlar belli değil.

15 yaşından beri gurbette yaşayan ben, bu sefer ilk defa gurbeti kaldıramayacağımdan korkuyorum. Önceleri sadece anamı özlerken, şimdi eşim ve çocuklarım da bu listeye eklendi. Gözyaşlarım dizlerimi dövüyor. “Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde/ Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde / Ne bir arzum ne emelim, yaralanmış bir elim / Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” şarkısının nağmelerini mırıldanıyorum...
Uçağın tekerleri piste vurunca uyandım hayalimdeki rüyadan. Avusturya’ya gelmişiz. Elindeki kağıtta Rüştü Kam yazan birisi var. Elimi kaldırdım ve yanına gittim. “Ben Asım Batur. A.M.G.T. Avusturya Bölge Başkanıyım, hoş geldiniz…” Ben Rüştü Kam, Berlin’de  Din Hizmetleri görevi yapmak için çağrıldım, hoş bulduk… Kucaklaştık, tokalaştık ve o albenisi olmayan arabasına binerek evine doğru yola koyulduk…

Devam edecek

10 Kasım 2016 Perşembe

MÜSLÜMAN ŞİRK İÇİNDE OLABİLİR Mİ?

Elbette olabilir: Çünkü, Müslüman olmayan Müşrik olamaz. Mekkeliler Allah’a inanıyorlardı. Ancak O’na ulaşmak için vesileler arıyorlardı. Putlar o vesilelerdendir. Vesileler bazen put dediğimiz heykeller ve heykelcikler, büstler olabildiği gibi, bazen de şeyh, para, kadın, siyasi lider, dini lider, abi, gavs, efendi olur. “Bedeviler, "Biz imana erdik" derler. De ki (onlara, ey Muhammed!): "Siz (daha) imana ermediniz. 'Biz (zahiren) teslim olduk' demeniz daha doğrudur; çünkü (gerçek) inanç henüz kalplerinize girmiş değil...”(Hucurat 14) 
 
Ayette deniliyor ki; siz gücün karşısında şapka çıkardınız, eyvallah dediniz, gerçekten inanmadınız. Allah bu tür sahtekarları ve müşrikleri affetmeyecektir. Onlara yardım etmeyecektir. Onların elinden tutmayacaktır, Kur'an'ın verdiği haber böyledir. Müşriklerin sıfatlarına bakarak konuyu detaylandırmak gerek, onlar:
-Zâlimdirler (31/Lokman, 13). 
 
-Gerçek ilme değil; zanna (sanrıya, tahmin ve teorilere) uyarlar. Onlar ilmin, aydınlığın, doğrunun peşinde olduklarını söylerler ama, onların gerçek sandığı şey, Allah katında bir değer ifade etmez. Onlar sıkışınca Allah’a duâ eder, yalvarırlar, ama rahata ve refaha kavuşunca Allah’ın âyetlerinden yüz çevirirler (17/İsrâ, 67). 
 
-Putlarını, yani Allah’a eş koştukları şeyleri çok severler, onlara candan bağlıdırlar, onlar için canlarını bile verirler (37/Saffât, 35-36). 
 
-İslâm’ın teklifleri müşriklere çok ağır gelir (42/Şûrâ, 111). 
 
-Onlar Mü’minleri sevmezler, devamlı düşmanlık beslerler. Dünyaya aşırı bağlıdırlar (2/Bakara, 96).
İslâm’a karşı çıkışları noktasında tutarlı değillerdir. Yaptıkları işler sebebiyle Allah katında suçlu (mücrim) olmuşlardır. Tamahkârdırlar, mallarıyla övünürler, fakir fukaranın elinden tutmazlar, kölelikten yanadırlar, zalimdirler, dünya ve dünya malını çok severler, kadın düşkünüdürler, insanları aşağılamaktan zevk alırlar, bencildirler v.s. Sen Ey Muhammed, şunların hiçbirine saygı göstereme, uyma: Çok yemin eden, bayağı/alçak, Alaycı/gammaz, koğuculuk için dolaşıp duran, Hayrı engelleyen, sınır tanımaz saldırgan, günaha batmış, Kaba/obur, bütün bunlardan sonra da soyu bozuk, kötülükle damgalı. Mal ve oğullar sahibi olmuş da ne olmuş? Ayetlerimiz ona okunduğunda şöyle der: "Daha öncekilerin masalları!" Yakında biz onun hortumu üzerine damga basacağız/burnunu sürteceğiz. (Kalem Suresi) 
 
Bu sıfatlar kimde varsa o da müşriklerdendir. Adı Müslüman da olsa bu sıfatları taşıyanlar Müşriklerdendir. Mehdinin geleceğine, Hz. İsa'nın geleceğine inananlar da o gruptandır. Demem şu ki; önce inançlar şirkten temizlenmelidir. Gerisi laf ebeliğidir. Herkes kendini kontrol etmelidir. Yukardaki sıfatlar ona ne kadar uzaktır, ne kadar yakındır, herkes kendini test yapmalıdır. Sömürü düzenine karşı çıkan Müslüman sömürü düzeninin destekçisi ise, olmaz bu iş. Allah ona yardım etmez. Yeryüzünde yaşayan insanların yarısına yakını Müslüman, yerlerde sürünenler de Müslüman. 
 
Enfal Suresi’nin 65’inci Ayetinde Allah 1 Müslüman 10 gayri Müslime bedeldir diyor. Bugünkü duruma bakılırsa ya Allah yalan söylüyor (haşa) ya da Allah Müslümanlara yardım etmiyor. Yardım etmiyor şıkkını seçerseniz, -muhtemelen onu seçeceksiniz, - nedenini ayetin devamından öğreneceksiniz: "Gerçekten inanır ve sabrederseniz " ifadesi var. İki şart konulmuş Müslümanın önüne. 
 
Topu taca atmakla olmuyor bu işler. Düne kadar Mehdiye Hz. İsa’nın geleceğine inanan insanlar, FETÖ'den sonra 180 derece dönüş yaptılar. Bunlara gerçekten iman gerekiyorsa Müslümanlar neden inançlarından vazgeçiverdiler hemencecik. Yarın bir sıkıntı anında Allah’a imandan da mı vazgeçecekler. Kararı siz verin...
Mehdi inancı itikatla ilgilidir, Hz. İsa'nın geleceği de itikatla ilgilidir. Kur'an'a bakıldığında, bunlara iman etmek gerektiğini buyuran bir ayet bir bahis yoktur. Olmayan bir bahse varmış gibi iman edilmesi, var olana da yokmuş gibi davranılması sevgide ölçüyü kaçırmak demektir. Sevilmeyeceklerin sevilmesi, hatta sevileceklerden daha fazla sevilmesi Tevhidi zedeler. (Tevbe 24) 
 
Tevhidi zedeleyen her şey şirkin konusudur. O kişiye de Müşrik denir. Zamanımızda Müslümanların perişanlığının sebeplerine bakarken biraz da bu taraftan bakmak gerekmez mi?
Kimse kendisinin Müşrik olmasını istemez elbet. Ancak Müşriklerin sıfatları bende var mı diye sorması gerekmez mi? 
 
Varsa o sıfatlardan uzaklaşmak için gayret etmesi gerekmez mi?
En azından bu konudan uzaklaşmak için bir adım atması gerekmez mi?
Müslümanların başına gelenler boşuna mıdır?
Allah Müslümanlara zulüm mü yapıyor ve yaptığı bu zulümden zevk mi alıyor?
Nedir bu İslâm aleminin başına gelenler, kader midir?
Ne ile izah edeceğiz bütün bu olup bitenleri, kaderle mi?
Ben Müslümanım diyen herkes şapkasını önüne koyarak şu soruyu kendilerine sormalıdırlar; ben gerçekten Müslüman mıyım?
Selam ve dua ile...

5 Kasım 2016 Cumartesi

Prof.Dr.İlhami Güler ile Eğitim Kampı (lV)/-SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI-



1. Sünniliğin siyasi bir pratik olarak sorunlu doğuşu

Ana hatlarıyla bakıldığında Kuran’da ortaya konulmuş bir siyasi ufkun olduğu görülmektedir. Bunun en temel ilkesini adalet oluşturmaktadır. Kuran adalete dayalı bir toplumsal yapının kurulmasını hedeflemiştir. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa 58) ayetiyle emanetlerin, yani toplumsal sorumluluk gerektiren kamu işlerinin ehil kişileri verilmesi istenmiştir. Ehil kelimesi burada hem dürüstlük hem de uzmanlık anlamında kullanılmıştır. En önemlisi işlerin çözüm sürecinin şura yöntemiyle yürütülmesi tavsiye edilmiştir. Cahiliye döneminde Arapların başvurdukları siyasi bir kurum olan yaşlılar meclisi sistemi Kuran’da biraz daha genişletilerek alınacak kararlarda mümkün olan oranda toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması hedeflenmiştir. Bir anlamda demokrasiye benzeyen bir sorun çözme tekniği Kuran’da Müslümanlara tavsiye edilmiştir. Bu temel ilkelerin Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ne kadar pratiğe döküldüğüne bakıldığında ciddi bir kırılmanın olduğu görülmektedir. İslam’ın altın çağı denilen 4 halife döneminde dahi bu siyasi ufuktan ciddi bir kayma gerçekleşmiştir. Önceden Mümin kardeşliği üst kimlik haline getirilmişken, kabilecilik ortadan kaldırılmışken Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte Kureyşli kimliği yeniden ön plana getirilmiştir. 4 halifenin kendileri dahil, siyasal iş üstlenecek kişilerin birinci derecede Kureyşliler arasından seçilmesi bunun en önemli göstergesidir. Burada tarihi bir determinizme kayılarak, o dönemde Kureyş’in karizmasının yüksek olduğu, aksi durumda Arapların başka bir güce boyun eğmeyeceği savunulmaktadır. Böylesine kabileciliği mazur gösteren bir savunmaya gidilmesi İslam’ın yeni bir değer getirmiş olmasıyla örtüşmemektedir. O halde neden Allah kabileciliği ortadan kaldırmak için 23 yıl boyunca kavga verdi? Kuran’ın çabasını görmezden gelip hemen tekrar Cahiliye Dönemi’ne dönülmesini haklı çıkaran bir savunma kabul edilebilir değildir. Beni Saide’de yapılan tartışmalara bakıldığında Ensar’ın da yönetime talip olduğu ve en sonunda hiç olmazsa “Emirler sizden olsun, vezirler bizden olsun.” diyerek bir uzlaşmaya varmak istedikleri görülmektedir. Ancak siyasi erkin kabile karizmasına geri dönmesi İslam’ın ortaya koyduğu siyasi anlayıştan ilk sapmadır. Bir diğer sapma “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.” hadisinden yola çıkılarak siyaset, saltanat ve daha sonra saltanatın gelişmesiyle siyasi sülalelerin yeryüzünde Allah’ın gölgesi haline getirilmesidir. Oysa Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmayı hak eden şey adalet ve hukuktur. Kuran buna ciddiyetle vurgu yapmaktadır. Ancak Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanlar ciddi düzeyde bir hukuk kurumu ortaya çıkarmayı başaramamıştır. Hz. Osman döneminde cesaret alan Ümeyyeoğulları, bir anlamda gasp ederek, karşı devrim yaparak yönetimi kendi tekellerine almışlardır. Muaviye’nin başkaldırması ve Hz. Ali’yi yenmesiyle birlikte siyasi erk önceden kabilenin tümüne aitken artık alt bir klanına tapulanmıştır. Daha sonra Emeviler ve Abbasiler arasındaki mücadele kabilecilik anlayışının bir sonucudur. Ümeyyeoğuları ve Haşimiler kavgası bu kez imparatorluklar düzeyinde devam etmiştir. Sünniliğin ilk yanlışı siyasal anlamda Kuran’ın ortaya koymuş olduğu hedeflerden uzaklaşma ve siyasal ilkelerden sapmadır.

2. Kuran’ın kadim kabul edilmesi

İkinci hata erken dönemde ortaya atılan Kuran’ın mahlûk olup olmadığı tartışmasıydı. Bu tartışma daha geç dönemde entelektüel bir düzeyde politik irade işin içine katılmadan yapılsaydı çok daha farklı olabilirdi. Abbasiler döneminde Mutezile’ye sempati duyan halifeler Kuran’ın mahlûk olduğu tezini kabul ettiler ve mahlûk değildir diyenlere karşı baskı uyguladılar. Daha sonra Mütevekkil ihtilal yapıp Sünnilik iktidara gelince tam tersi bir mihne olayı yaratıldı. Abbasilerin orta döneminde bütün selâtin camilerde bir hutbe okutulmuş ve ‘Kim bundan sonra Kuran’ın mahlûk olduğunu söylerse kanı helaldir.’ denilmiştir. Dolayısıyla devletin resmi ideolojisi 850’den itibaren Kuran’ın mahlûk olmadığı, kadim olduğu yönündedir. Şu anda Sünniliğin Kuran hakkındaki teorisi de bu görüşe dayanmaktadır. Sünniliğin yapmış olduğu ikinci en büyük hata Kuran’ın kadim olduğu tezinin tarihte Sünni siyasal iktidarlar tarafından kitlelere devletin resmi ideolojisi olarak dayatılmasıdır. Çünkü eğer kitap kadim olursa kelamın içindeki bütün manalar da kadim olmuş oluyor, manalar kadim olunca o manaların delalet ettiği insanlar ve nesneler de kadim olmuş oluyor. Böylece kadimlerin sayısı alabildiğine artıyor ve bunun doğurabileceği bir sürü teolojik problem ortaya çıkıyor.

3. Kaynakların mumyalaştırılması

Sünniliğin üçüncü en büyük hatası fıkıh usulünde kabul edilen kaynaklar ile ilgilidir. Sünni teoloji Şafi’nin Er Risale adlı kitabında ortaya koyduğu Edille-i Erbaa denilen, kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan 4 kaynak üzerine kuruludur. Kuran, sünnet ve aklın pozisyonunu teolojik olarak temellendirdiği kitabında Şafi’nin ortaya attığı bu fikir Sünniliğin zamanla temel usulü olmuştur. Şafi’nin Arap olması ve Abbasilerden itibaren İslam dünyasındaki hegemonyanın Araplarda oluşuyla birlikte Sünnilik Arap mantığına göre teşekkül eden bu usulle tarihi yolculuğuna devam etmiştir. Şafi bu usulü koyarken kaynakları mutlaklaştırmış, mumyalaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Kuran ve sünneti neredeyse Allah kadar sabit, mutlak ve değişmez olarak vaz’ etmiştir. “Hakikat Allah’ın ve resulünün söylediğidir, geriye kalan her şey şeytanın vesvesesidir.” diyerek insan aklıyla ortaya konulan her türlü görüşü şeytani olarak yorumlamıştır. Oysa İslam tarihinde kaynaklar konusunda Hz. Ömer, Ebu Hanife, Mutezile gibi âlimlerin ortaya koyduğu farklı yorumlar bulunmaktaydı. Örneğin Ebu Hanife bir içtihat yaptığı sırada kendisine getirilen sahih bir hadis için, “Bu Medine’nin o günkü koşullarında Hz. Muhammed’in söylediği bir sözdür, bugünkü koşullarda geçerli değildir.” diyebilmiştir. Hz. Ömer İbn-i Abbas’ı Basra’ya vali gönderirken ona “Gittiğin zaman orada halkı arı vızıltısı gibi Kuran okurken bulacaksın, gidip orada hadis rivayet ederek insanları Kuran’dan uzaklaştırma.” demiştir. Kaldı ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerine de son derece dinamik ve illete bağlı olarak bakabilen biridir. Ehl-i Rey (akıl yürütmeye dayalı metodu savunanlar) denilen başlangıçta en az Ehl-i Hadis (hadise dayalı metodu kabul edenler) kadar dine yorum getiren, insan aklını, vicdanını ve cesaretini dini hayatın tanzim edilmesinde işe katan kişiler ve görüşler maalesef 850’den itibaren yavaş yavaş elimine olmuştur. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadisi bugünkü çağdaş politika deyiminde özgürlük ve güvenlik paradoksu olarak düşünecek olursak ya da bir arabanın sağlıklı gidebilmesi için gerekli olan fren ve gaz sistemi olarak düşünecek olursak, Ehl-i Hadis güvenlik ve fren sistemiyse Ehl-i Rey de özgürlük ve gaz sistemidir. Bunların birlikte gitmesi İslam toplumunu daha iyi bir yere getirebilirdi.

4. Allah, tabiat ve insan tasavvuru

Dördüncü büyük hata Eşari’nin ortaya koyduğu ve Sünniliğe yerleşen Allah, tabiat ve insan tasavvurudur. Daha önce Mutezile’nin geliştirdiği -bazı küçük hatalar içermekle birlikte- hem Allah’ın, hem tabiatın, hem de insanın hakkını bir anlamda kendilerine teslim eden bir görüş vardı. Mutezile’ye göre Tanrı’nın bir yaratımı olarak tabiat kendi içinde bir otonomisi ve nedenselliği olan bir yapıydı. İnsan da Tanrı’nın bir mahlûkuydu ama en azından cüz’i iradesiyle birlikte Tanrı karşısında özgürce eylemler ortaya koyabiliyordu. Eşari’ye göre ise Tanrı karşısında ne insanın ne de tabiatın zerre kadar kıymeti, gücü ve iradesi vardı. Eşari Tanrı’nın büyüklüğünü tenzih etme psikolojisiyle ortaya koyarken, Mutezile Tanrı’nın yüceliğini kendi karşısında hem insanın ve tabiatın kendi başına hareket edebildikleri mantığına dayandırıyordu. Mutezili bakışa göre Tanrı büyüktür, çünkü Tanrı dışında Tanrı’nın yarattıkları da büyüktür. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde şöyle bir aforizması vardır. “Eğer Tanrılar olsaydı bize yaratacak ne kalırdı.” Eşari mantığa göre Nietzsche haklı olarak Tanrıları inkar ediyor. Ben Mutezili bir mantıkla şöyle diyorum. “Kendisi gibi yaratıcılar yaratan Tanrı’yı teşbih ederim.” Tanrı’nın mükemmelliği kendisi gibi yaratıcılar yaratmasındadır, hiçbir şey yaratamayan ebleh bir varlık yaratmasında değildir. Eşariliğin doğa anlayışına göre doğada hiçbir nedensellik yoktur. İnsan da kendi cüz’i iradesiyle eylem ortaya koymaz. Sünni toplumun kaderciliği büyük ölçüde buradan gelmektedir. Erken dönemde nedenselliğe inandıkları için botanikçi, fizikçi ve astronomlar çıkmıştı. Daha sonra gelişen kadercilik inancı insanlarda merak duygusunun zayıflamasına ve böylece bilimden uzaklaşmalarına neden olmuştur.

5. Tasavvufun doğuşu

Sünniliğin beşinci yanlışı tasavvufun meşrulaştırılması olmuştur. Tasavvufa getirilecek en önemli eleştiri dil ve mantığın devre dışı bırakılarak sezginin, yani ilhamın bilgi kaynağı haline getirilmesi olacaktır. İkinci olarak zühd ve riyazetin salih amel yerine etik değer haline getirilmesidir. Bu da Kur’ani değildir. Dünya ile mesafeyi artırma, içgüdülerin sökülmesi, “Ölmeden önce ölünüz.” diyerek nefsin öldürülmesi talebi Kuran’ın talebi değildir. Bu, tasavvufla erdem haline getirilmiştir. Selçuklu’nun yükseliş döneminde bu tip öğütler ahilikte olduğu gibi pozitif sonuçlar göstermiştir. Osmanlı’nın ilerleyen dönemlerinde ise tarikatların Osmanlı’nın iktisadi hayatının çöküşünde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Tasavvufun ortaya çıkmasının sorumluluğu kelam ve fıkıhtadır. Düşünce, duygu ve davranış dinin 3 boyutunu oluştururlar. Bunlardan birisi olmazsa olmaz. Erken döneme bakıldığında kelam düşünceye, fıkıh insanın dış davranışlarına ağırlık vermiştir. Kelam ve fıkhın duygu boyutunu ihmal etmelerinin sonucunda tasavvuf sorunlu bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani, iki sakat doğum bir tane düşük doğuma sebep olmuştur. Dolayısıyla Sünni düşünce parçalıdır ve eksiktir, bunlardan bir tanesini merkeze almanın bir anlamı yoktur.

6. İman amel ilişkisine bakış

Altıncı hata iman-amel ilişkisi bağlamında ortaya çıkmıştır. Hariciler amelle imanı bütün olarak kabul edip ameli olmayanı kâfir sayarak öldürmüşlerdi. Daha sonra Mürcie’nin savunduğu imanla amelin ayrı şeyler olduğu ve imanı olduğu müddetçe kişinin mümin sayılacağı anlayışı doğdu. Mürcie’nin imanla ameli birbirinden ayırması doğruydu ancak onların da hatası imanı sadece tasdik olarak görmeleri, duygu boyutunu dışarıda bırakmaları oldu. Oysa iman sadece tasdikten ibaret değildir, içinde duygusal değerleri de taşır ve bunlar zamanla artar ve eksilirler. Yani iman artan, eksilen bir şeydir. İman ve amel birbirinden ayrı şeyler olmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağ vardır, birinin varlığı diğerinin oluşumunu yaratır. İman, itikadımızın içindeki inandığımız şeye karşı beslediğimiz sevgi, saygı, korku, umut gibi duygulardır. İtikadı bir küp olarak düşünürsek iman o küpün içindeki sudur. Küpün içinde ne varsa dışarıya o sızar. İçimizdeki duygusal boyutu görürsek o zaman kendimizi teşhis edebiliriz. Küpümüzün ne kadar dolu olduğunu ölçebiliriz. Sahabe bunu bildiği için zaman zaman birbirlerini iman etmeye davet ederdi.

7. Sünniliğin dinin kendisi olarak kabul edilmesi

Sünniliğin yedinci yanlışı bütün bu hataları göremeyip, bunları bizatihi dinin kendisi saymasıdır. Bunların teori olduğunu ve bunlara farklı tarzda iman edenlerin olabileceğini görememesidir. Oysa bu, bir teori geliştirmektir ya da başka bir teori benimsemektir. Sünniliğin en büyük cehaleti teori olduğunun bilincine varmayıp kendinin dinin kendisi sanmasıdır. Bu sadece Sünnilere, Müslümanlara ya da Türklere has bir durum değildir. Hangi dinde ya da düşüncede olursa olsun bütün dogmatiklerin kaderi budur. Kuran’ın mesajına karşın Müşrikler, “Biz atalarımızı bir gelenek üzere bulduk ve onların yolunda giden doğru kişileriz.” demişlerdi. Şu anda Sünni mantığı da tıpkı 1400 sene önceki bu mantıkla aynıdır. Bu görüş Kuran’a göre doğru değildir. Bir insan kitlesinin bir görüş üzere icma etmiş olması onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmez. Bunun için Kuran diyor ki, “Akıllarını kullanmayanların üzerine Allah pislik yağdırır.” (Yunus 100) Nasıl itikad edilmesi gerektiğini de açık bir şekilde ifade ediyor. Hakkında bilgin olmayan bir şeyin peşinden gitme, gidersen aklın, kulağın, gözlerin ahirette bundan sorumlu tutulacaktır. Çünkü bile bile bilgi aktarımını iptal ettin, kendini aptallaştırdın. Dogmatikler içinde olan insanlar tarih tarafından aptallaştırılmış olan insanlardır.


BİTTİ