9 Ocak 2017 Pazartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (IX-9)



-Ruhsatlar/kolaylıklar İslâm’ın vazgeçilemeyecek emirleridir. Ruhsatı terk edenlere niçin terk ettiğinin hesabı sorulacaktır.-

Dosyalar ve seminerler

İlk dosya  “RECM”

Çalışmalarımı hızlandırdım, ihtiyacım olan kitapları odama taşıdığım için gece geç saatlere kadar çalışarak ilk dosyamı hazırladım. Dosyanın adı “Recm dosyası.” İslâm’da taş atarak insanları öldürmenin olamayacağını anlatan bir dosya. Zina eden kadın ve erkeğe verilen ceza belli iken, ayeti yok sayarak uydurma hadisler üzerinden hareketle zina eden kadın ve erkeğe ölüm cezası vermenin İslâm ile alakası olmadığını anlattım bu dosyada.
Dosyayı icra kurulu üyelerinin posta kutularına attım. Ertesi gün, O.Yumakoğulları ve Abdullah Yüksel ile dosya üzerinde çalışma yapıyorduk. Elinde malum dosya ile Sefer Ahmetoğlu (Malak) (Allah amelince muamele eylesin) çalışma yaptığımız odaya girdi ve Yumakoğulları’na yönelerek, ‘Bu dosya ikinci ‘cem’alettin Kaplan hareketinin başlangıcıdır, derhâl Rüştü Hoca’nın Genel Merkez’den gönderilmesi gerekir.’ dedi. 
Oturması istendi, oturmadı, dosyayı masaya atarak odayı terk etti. Gelecek ilk icra kurulu toplantısında dosya konusu gündeme alındı ve tartışıldı, daha sonra fetva heyetiyle yapılan ilk toplantının da konusu “Recm Dosyası” idi. Fetva Heyeti salonun bir ucuna, icra kurulu üyeleri öbür ucuna oturdular, ben de kapıdan girişte hemen soldaki masaya. Oturuş şekli benim sanık masasında olduğum algısını veriyordu ama olsun benim amacım inandığım konuları verilen bu fırsatla fetva heyetine anlatmaktı.

Ben söze, Recm konusunun televizyonlarda, gazetelerde bazı İslâm Ülkelerinde yapılan uygulamalarla sıklıkla gündeme getirildiğini, dolayısıyla Avrupa’da yaşayan Müslümanlara da sırf bu tür uygulamalardan dolayı vahşi, cani ve kadın düşmanı olarak bakıldığını anlatarak başladım ve bu algının yıkılması için Recm konusunun İslâm ile alakası olmadığının, camilerde anlatılması gerektiğini söyleyerek başladım: “Recm (Taşlayarak öldürme) Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e fatura edilen en büyük yalandır. Bu yalanla Kuran’ın ayeti iptal edilmeye çalışılmış ve dine taşlayarak öldürme gibi bir ilave yapılmıştır. Fakat asıl dehşetli olan şudur ki; İslâm’a dost olmayanlar Recmi; yani zina edeni taşlayarak öldürmeyi Kur’an’a fatura edebilmek için,  Kuran’ın eksik olduğunu, aslında Recm ayetinin var olup, bu ayetin keçi tarafından yenilip yok edildiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.
Oysa zina yapmanın cezasının ne olacağı Kuran-ı Kerim’de açık bir şekilde belirtilmiştir. Kuran’da açıkça belirtilen bir konuda Kuran’ın bu hükmü ile çelişen bir hüküm ortaya atmak Kur’an’a rağmen yapılan bir açıklamadır.

Ayet şöyledir: “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin ciltlerine yüz vuruş vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini konusunda bunlara acıma duygusu sizi yakalamasın. Müminlerden bir grup da bunların cezalarına tanık olsun.” (24-Nur Suresi 2)

Bu ayette zinanın cezasının yüz celde olduğu bildirilmiştir. Arapça‘da “celde” kelimesi deriyi bile incitmeyecek bir vuruş manasındadır. Bu ceza için Arapça ’da “asa, minsee” (sopa, değnek) kelimelerinin geçmemesi, ayette bir grubun bu cezaya şahitlik etmesinin istenmesi, suçlunun canını acıtmaktan çok toplum önünde teşhir edilerek cezalandırılmasının hedeflendiğini gösterir.”

Uzunca bir tartışmadan sonra Fetva heyeti, keçinin yediği ayete ve uydurma hadislere itibar etti, Nur Suresi’nin ikinci ayetine ise itibar etmedi. “Bizler ayetleri anlayamayız” diyerek konuyu kapatmayı yeğlediler. “Nerede olduğunuzu bilmezseniz nereye gideceğinizi tayin edemezsiniz” der ünlü düşünür Muhammed İkbal.

İcra kurulu üyelerinden Hasan Özdoğan ve Mehmet Erbakan, Alman basınında Milli Görüş ile ilgili çıkan yazıları, Milli Gazete ’den yapılan alıntıları ve değerlendirmeleri zaman zaman kurula getirirlerdi ve hocaların, yaptıkları konuşmalara dikkat etmeleri gerektiğinin altı çizilirdi.  Milli Gazete’nin de yayınladığı yazılara dikkat etmesi gerektiği aynı endişelerle söylenirdi. Ancak sadece söylenirdi. İrşat başkanları ve cemiyet başkanları dikkat çekilen bu konularda hassas davranmazlardı.

Fetva heyetinde ve bazı başkanlıklarda görev yapan kifayetsiz muhterisler, yaptıkları yanlışlıklarla Milli Görüş Teşkilatları’nın, Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın listesine eklenmesine vesile olmuşlardır demek yanlış olmaz. Köpeksiz köy bulduğunu sanarak değneksiz dolaşmanın sonucu böyle bir şey olsa gerektir.
Velhasıl Fetva Heyeti ile yapılan ilk toplantıydı bu, oldukça hararetli tartışmaların olduğu bir toplantıydı oldu. Ben mutluydum. Çünkü düşüncelerimin icra kurulunun önünde, fetva heyetiyle tartışılması çok önemliydi. Bu toplantılarda elde edilecek olan olumlu sonuçlar bütün Avrupa ülkelerinde uygulama alanı bulacaktı. Avrupa’daki Müslümanların yaşamlarını kolaylaştıracak olan ilk adımlardı bunlar. Kur’an kaynaklı ilmihal bilgilerini Avrupa’daki Müslümanlara ulaştırabilmenin ilk adımları. İkinci toplantıda buluşmak üzere toplantıyı sonlandırdık.

İlk seminer “Namazların ‘cem’ edilerek kılınması ve Ayaklara mesh”

Bölge başkanları ve bölge kadın kolları toplantısındayız. Bu toplantı Köln yakınlarında bir otelin salonunda yapıldı. Hotel Zum Forellenwirt Overath. Önce teşkilat çalışmaları yapıldı, sonra sıra benim vereceğim seminere geldi. İlk seminerimi veriyorum, aslında heyecanlıyım da. Milli Görüş’ün “A” takımının huzurundayım.
İcra kurulu tarafından böylesine önemli bir konuyu anlatmak için bana imkân verilmesinden dolayı duyduğum mutluluğu söyledim ve icra kurulu üyelerine teşekkür ettim. Sonra da cem konusunun seminer konusu olarak seçilmesindeki gerekçeleri anlattım: “Sayısı zaman zaman 10.000 ne hatta 30.000 ne ulaşan toplantılar, genel kurullar yapıyoruz. Toplantılarımız akşama kadar devam ediyor. Toplantı süresince en az üç vakit namaz kılmamız gerekiyor, bunun için de üç kez abdest almak gerekiyor. Toplantı bittikten sonra lavaboların olduğu taraflar pislikten geçilmiyor, kâğıtlar yerlere atılıyor, abdest almak için ayaklar yıkanırken sular dışarıya sıçrıyor, bu sular kâğıtlarla birleşince ve üzerine de basılınca oralar çamur deryasına dönüşüyor. Tuvaletlerde de aynı sıkıntı oluyor. Müslüman olarak iyi bir intiba bırakmıyoruz arkamızda. Salon sahipleri sırf bu yüzden salonlarını ikinci kez bizlere vermek istemiyorlar.
Öte yandan karayoluyla izine gidiyoruz, yollar tekin olmuyor, namaz kılmak ve abdest almak sıkıntılı olabiliyor, bilhassa bayanların abdest alması sıkıntılı olabiliyor. Eğer namazları cem ederek kılarsak o salonda bir kez namaz kılmış ve bir kez de abdest almış olacağız. Abdesti alırken ayağımızı da mesh edersek, sıkıntılar önemli ölçüde azalacaktır. Bu açıklamalardan sonra gelelim cem konusuna...

Sunumuma daha başlamadan itirazlar başladı. İlk itiraz Malik Akbaş(Allah rahmet eylesin)’tan geldi. Akbaş Milli Gazete’nin ve Kanal 7’nin Avrupa Müdürü idi. Onu destekleyenler de oldu. Derken salondaki sessizlik yerini, bir anda ne söylendiği belli olmayan gürültüye bıraktı. Osman Yumakoğulları duruma el koydu ve salonu yatıştırdı. Önce benim ne söyleyeceğimin dinlenmesi ve yapılacaksa itirazların ondan sonra yapılması gerektiğini söyledi. Salon yatıştı ama bundan sonraki anlatacaklarımın dinleneceğinden ben emin değildim. Yumakoğulları bana dönerek ‘Buyur Rüştü Hocam, konuşmanı tamamla’ dedi.  Salonda gözlerimi şöyle bir gezdirdim ve başladım anlatmaya:

Namazlarda ‘cem’

Öğle namazı ile ikindi namazını/ akşam namazı ile de yatsı namazını, birbirlerinin vakitleri içerisinde birleştirerek kılmaya “‘cem’” denir. Taktim ve te’hir mümkündür, şöyle ki: Öğle ile ikindi namazı, namaz kılanın zaruretine göre öğle namazının vaktinde birlikte kılınabileceği gibi, öğle te’hir edilerek ikindi namazının vakti içerisinde de birlikte kılınabilir.

İkindi öne alınarak öğle ile birlikte kılındığı zaman ‘cem’’i takdim, öğlenin te’hir edilerek ikindi ile birlikte kılınmasına ‘cem’’i tehir denir. Akşam ile yatsı namazı da, namaz kılanın zaruretine göre aynı usulle takdim ve tehir yapılabilir. Peygamberimiz; yolculukta da normal zamanlarda da ‘cem’ uygulamasını yapmıştır. ‘cem’ yapılmasına sebep olan şey (illet), meşakkattir denilmiştir. Meşakkatin ‘cem’ sebebi olduğunu Şafii, Malikî ve Hambelî Mezhepleri kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebi de meşakkatin ‘cem’ sebebi olduğunu kabul etmiştir. Ancak; sadece Arafat ve Müzdelife’de geçerlidir demiştir.

Oysa peygamberimiz; meşakkati olduğu zaman da, görünürde hiçbir mazereti olmadığı zaman da ‘‘cem’ ederek namazlarını kılmıştır. Burada karar sahibi olan, Müslüman bireyin bizzat kendisidir. Durumuna göre ister ‘cem’ yaparak namazını kılar, isterse ‘cem’ yapmadan. Müslüman birey ibadetinde ve meşakkatinin tespitinde hür bırakılmıştır. İbadetin keyfiyetinin hesabı sorulacaksa; o hesap sorucu, cemaat liderleri/başkanları ve hocaları değil Sahibimiz olacaktır.  

‘cem’ uygulaması ve içtihad

‘cem’ uygulamasının içtihatla ilgisi olmaması gerekir: Çünkü, peygamber uygulaması yoruma gerek duyulmayacak kadar açık ve nettir.  Biz biliyoruz ki; içtihadın, Kur’ân’da ve sahih sünnette olmayan konular üzerinde olması şartı vardır. Muaz İbn-i Cebel’e Peygamberimizin tavsiyesi bu doğrultudadır. Hac zamanında, Arafat ve Müzdelife’de ‘cem’ zorunludur diğer hallerde ise ruhsattır. Günümüz şartlarında ise ‘cem’;  hem ruhsat hem de zorunluluk özelliği taşımaktadır. Şöyle ki; zamanımızda vardiya usulü çalışan fabrikalar var, büyük iş merkezleri var. Buralarda çalışan Müslümanlar var. Namaz kılmaları gerekiyor. Bu Müslümanların; başlarındaki şeflerine, amirlerine; „namaz kılacağım, müsaade eder misiniz?„ demesi, Müslüman için aşağılanma sebebi olabilir, böyle bir istek Müslümanın onurunun zedelenmesine sebep olabilir. Müslüman Allah’ın huzurunda kıyama durmadan önce makam ve servet sahiplerinin huzurunda kıyama durmamalıdır. Yüce yaratıcı; kulunun, kulları tarafından aşağılandığı bu halleriyle kendisine ibadet yapmasını sanırım istemez. Allah kulunun bu haliyle, kendisine ibadet yapmasından memnuniyet duyacak değildir.

Çağımızda; teknik gelişmelerin getirdiği zorunluluklar (vardiya usulü çalışmak, yer altında maden işinde çalışmak, makineye bağımlı olarak çalışmak,  zaman bakımından koltuğa bağımlı olarak çalışmak, öğrenciler için okul v.s.), toplumsal ilişkilerin çok süratli ve yoğun olması, büyük şehirlerde ulaşım zorluğu, namazların ‘cem’ edilerek kılınmasını, sanki zorunlu kılmaktadır.

Çağımız Müslümanları; çalıştığı zaman diliminde, kendisine verilen istirahat saatleri içerisinde “kimseden izin almadan” namazlarını ‘cem’ ederek kılabilir. Veya evinden daha çıkmadan söz konusu olan namazlardan birinin vakti girmişse, ‘cem’ ederek namazlarını kılar ve işine gönül rahatlığıyla gidebilir. Böyle bir uygulamayla Müslüman, Müslümanlık onurunu büyük ölçüde kurtarmış olacaktır.

Öte yandan; sık sık yapılan seferler,  kalabalık salonlarda yapılan konferanslar, şölenler/ uzun mesafelerden gelerek sınırlı zamanlar içerisinde yapılan toplantılar da, ‘cem’i zorunlu kılan sebeplerdendir. Katılımcılar ve bilhassa bayanlar için; böyle durumlarda namaz kılacak yer bulmak, abdest almak, sanki bir tür işkencedir. Çamuru, yağmuru, soğuğu ‘cem’ sebebi sayanlar izdihamı, kalabalığı, dışlanmayı, aşağılanmayı niçin ‘cem’ sebebi olarak saymazlar akıl almaz bir durumdur. Kalabalık toplantılardan sonra salon sahipleri ve orada çalışanlar Müslümanlara olmadık lafları söylemektedirler. Müslümanlar abdest alırken ayaklarını yıkayacağız diye tuvaletleri leş gibi bırakmaktadırlar. Temizliği emreden bir İslâm var ve uygulamalarıyla İslâm’a önyargıyla bakılmasına sebep olan bir de Müslüman...

Öyleyse ne yapalım:

1. İsteyen, arzu eden, ruhsat olarak namazlarını ‘cem’ ederek kılabilir, isteyen de kılmayabilir. Ama ‘cem’ uygulamasını yapanın yanlış yaptığını telâffuz etmek yanlış olur.
           
2. Peygamberimize kulak verelim: „Resülullah hiçbir zaruret yokken öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı ‘cem’ ederek kıldı.„ İb. Abbas tarafından Muâz ibn. Cebel’e niçin böyle yapıldığı sorulduğunda, Muaz İbn. Cebel: „Ümmetini meşakkate sokmak istemedi“(S.Müslim) demiştir. 
           
3. Aynı konudaki diğer Peygamber  buyruklarına da bakalım:  
·       Nese’î,  Mevâkit 47. c. 1 s. 358-359. 
·       Zad’ül Meâd, 477-481. 
·       Sahih’i Müslim/ c. 4 s. 2028-2032.
·       Sahih’i Buharî  d. i. b. yay. s. 486-491. 
·       İbn. Arabî, Fütühat 1/ 471-473.
·       İslâm. Fıkh. Ans. Vehbe. Zuhaylî, c. 2 s. 440

İslâm kolaylıklar tavsiye eder, zorluk tavsiye etmez. Önemli olan, Müslümanın günlük yaşamında Rabb’iyle bağlantı içerisinde olmasını sağlamaktır. Bu açıdan bakıldığında ‘cem’ ederek namaz kılabileceklerini ve ayakkabı üzerine veya çorap üzerine mesh yapabileceklerini Müslümanlara anlatmak elzemdir. Dini cemaatler, mensuplarının dini yaşamlarını kolaylaştırmak için organize olmalıdırlar. Mensuplarının sadece maddi ve manevi gücünden nemalanmak için değil.

Özellikle şu kimseler namazları ‘cem’ ederek kılmaları elzemdir

Bir Müslümanın, işyerinde namaz kılması, siciline işlenecekse veya başka mahzurları olacaksa- bu durumu müslüman birey kendisi tayin edecektir- namazlarını ‘cem’ etmesi caizdir. Birkaç örnek daha verelim:
1.    Sağlık personelinin, namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
2.    Doktorların namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
3.    Öğrencilerin namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
4.    Hasta veya yaşlılar namazı ‘cem’ edebilirler.
5.    Herhangi bir yerde abdest ve teyemmüm için zorluk varsa yer sıkıntısı varsa veya namaz kılmak için yer bulma sıkıntısı varsa, namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
6.    Güvenlik görevlisinin namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
7.    Dağda, gurbette, karda- kışta namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
8.    Hava limanlarında, toplantılarda namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
9.    Şehirlerarası yolculuklarda, Ülkeler arası yolculuklarda namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
10.  Trafik problemi olan yerlerde, şehir içinde özel arabasıyla giderken trafik sıkışıp namaz kılınamayacaksa ‘cem’ etmek caiz olur.
11.  Namaz kılarken birilerinin zarar verme ihtimali varsa, namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
12.  Sabah erkenden işe gidecek olan müslümanın akşam ile yatsıyı ‘cem’ ederek kılması caiz olur. Günün diğer saatleri için de aynı durum geçerlidir.

Farzın terki haramdır

Farzın terki haram, haramın terki farzdır. Dolayısıyla namazları kazaya bırakmak haram olduğu için, ‘cem’ yapılarak namaz ibadetinin sürekliliği sağlanmalıdır.
Hiç kimsenin, Allah ve Resul’ünün tanımış olduğu kolaylıklara karşı çıkma hakkı yoktur. Özellikle de içinde bulunduğumuz bu asırda kolaylıkların ne kadar elzem olduğu daha belirgin olarak önümüze çıkmaktadır. Çünkü biliyoruz ki, birçok Müslüman ve dindar insan sırf bu zorlamalar yüzünden Allah'ın buyruklarını yerine getiremiyor veya ihmal etmek zorunda kalıyor. Birçok insan iş/memur ve benzeri görevlerde bulunduklarından dolayı namaz kılma imkânına sahip olamıyor; bundan dolayı da namazı kökten terk ediyor. Oysa bizler, Allah ve Resul’ünün tanımış olduğu kolaylıkları Müslümanlardan  esirgemeseydik, belki de bugün namaz kılanların oranı daha fazla olacaktı.

Abdestte kolaylıklar

Namaz kılmak isteyen Müslüman çoğu kez abdest alma konusunda sıkıntıya düşebilir. Bu sıkıntıya bağlı olarak namazın terkini bile düşünebilir. Oysa Yüce Yaratıcı ibadet etmek isteyen Müslümanın kolaylıklarla devamlı önünü açmıştır. Bu açıdan, ruhsatlar/kolaylıklar İslâm’ın vazgeçilemeyecek emirleridir. Emirleridir diyorum; çünkü ruhsat da bir emirdir. Ruhsatı terk edenlere niçin terk ettiğinin hesabı sorulacaktır. Abdestin nasıl alınacağını Yüce Yaratıcı şöyle açıklar: “Siz ey inananlar! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı meshedin.”(Maide /6)

Bu ayete göre Allah’ın buyruğu ayakların meshedilmesidir, yıkanması değildir. Ayakların yıkanmasına delil olacak başka bir hüküm de Kur’an’da yoktur. Belki o günkü Arap’ın ayağını yıkaması mescitlerin toz toprak içinde kalmaması açısından tavsiye edilmiş olabilir. Fiili durum yıkamayı zorunlu kılmış olabilir, bu mümkündür. Ancak her zaman bu kuralın geçerli olduğunu söylemek ayeti anlamamak demektir.

Mesh

Çıplak ayak, çorap,  sargı,  mest(bilhassa kışın ihtiyarların giydikleri ince deriden yapılmış bir ayakkabıdır) ve benzeri şeylerin üzerine, ellerin ıslatılarak veya toprağa dokundurularak sürülmesiyle olur. İki örnek verelim:

Fahrettin-i Razi konuyu şöyle açıklar:

“Ayette geçen "Ercülikum" kelimesini; Kıraat imamlarından İbn-i Kesir, Hamza, Ebu Amr ve Ebu Bekr’in rivayetine göre- Asım, lafzı esreyle, yani "Ercülikum" okumuşlar.
Nafi', İbn-i Amr ve- Hafs’ın rivayetine göre- Asım üstün (nasb) ile, yani "Ercülekum" okumuşlardır.
Ercül kelimesi esreyle, yani "Ercülikum" okunursa, o zaman Ruus'a atfedilir. Yani başın mesh edilmesinin farz olduğu gibi ayakların da mesh edilmesi farz olur.
Eğer bir kimse: "Ercül kelimesinin esreli oluşu Ruus kelimesine matuf olduğundan değil, "cerr-i civar"dan dolayıdır diyorsa,  cevabında deriz ki: " Bu doğru değildir: "Cerr-i civar" gerekçesiyle kelimeyi esreli okumak dilbilgisi açısından kural dışı bir uygulamadır ve ancak şiirlerde zaruret dolayısıyla bu tür garip yollara başvurulabilir. Kur'an-ı Mecid'i böyle kural dışı garip tabirlerden tenzih etmek gerekir.“

Süleyman Ateş de tefsirinde şöyle der:

Yüce Allah, abdestte vücudun iki temel uzvunun yıkanmasını emretmiştir ki, bunlar yüz ve kollardır. İki uç uzvun da methedilmesini emretmiştir ki bunlar da baş ve ayaklardır. Âyette; “yıkayınız” fiilinden sonra iki tümleç getirmiştir. Bunlar, yüz ve ellerdir. Demek ki yüz ve eller (dirseklerle birlikte) yıkanacaktır. “meshediniz” fiilinden sonra da iki tümleç getirmiştir. Bunlar da baş ile ayaklardır. Demek ki bunlar da mesh edilecek uzuvlardır. Ayette bu manayı son derece güçlendiren ince bir nokta vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de her kelime birbiriyle son derece uyumlu ve mütenâsiptir. Şimdi “yıkayınız” fiilinden sonra gelen iki tümleçten ilki nasıl bir tek uzvu, ikincisi ise iki uzvu (yani iki eli-kolu) gösteriyorsa, “meshediniz..” fiilinden sonra gelen iki tümleçten de birincisi bir tek uzvu (yani başı), ikincisi ise iki uzvu (yani ayakları) göstermektedir. Eğer, “ercül” (ayaklarınız) tümleci “vücûh” (yüzleriniz)’a atfedilmiş (bağlanmış) olsa, bu ahenk ve tenâsüp (uygunluk) bozulur ki bu, Kur’ân’ın bilinen mucizevî ahenk ve üslubuna aykırı olur… Yani abdestte yıkanması gereken uzuvların teyemmümde mesh edilmesi emredilmiş fakat abdestte mesh edilecek uzuvlar, meshten düşürülmüştür. Bu da ayakların, yıkama uzvu değil, mesh organı olduğunu kanıtlar.” (Süleyman Ateş Tefsiri, 5/6 açıklaması.)

Yusuf el-Kardavî de şöyle der:

Kalabalık toplantı salonlarında,  yolculuklarda, acele işimizin olduğu zamanlarda, soğukta, yağmurda; çıplak ayak, ayakkabı, bot, çorap ve benzeri şeyler üzerine   meshetmek ruhsattır/ kolaylıktır. Kur‘an’ın açık beyanı (Maide 6) ve peygamber uygulaması böyledir (Çağdaş meselelere fetvalar, Y. el- Kardavi, c. 1, s. 285,  Tahir y.  Ist. 1994) .

V.Zuhayli’den

Kadınlar başörtülerinin üzerine de mesh edebilirler. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, V. Zuhayli, c. 1, s. 243, Risale yay.İst.1992.)

Yarım saatte sunumu tamamladım. Osman Yumakoığulları ve Ali Yüksel sunumdan sonra bana teşekkür ettiler. Beni onore ettiler demek daha doğru olacaktır. Bu sunumdan sonra önemli gelişmeler oldu. Ali Yüksel öncülük yaptı ve Genel Merkez’de uygulama hemen başladı. Bölgelere de bölge başkanları ve kadın kolları temsilcileri tarafından bu seminer ulaştırılmış olmalı. Bugün gelinen noktadan baktığımda o gün temeli atılan çalışmalarla küçümsenemeyecek kadar yol alındığını görüyor ve mutlu oluyorum. Vesile olanlara da teşekkür ediyorum. İnsanların ihtiyacı olan konularda onların elinden tutmaktan, onlara rehber olmaktan daha mutluluk verici ne olabilir.

Can sıkıcı bir durum

Hiç unutmadığım bir olay var. Avusturya’da cemiyet yönetim kurulu üyelerinin bir toplantısına Yavuz Çelik Karahan (Osman Yobaş) ile birlikte katılmıştık. Toplantı biraz uzayınca akşam namazı için toplantıyı terekedenler olmaya başladı. Yavuz; “bir yarım sat sonra toplantıyı bitireceğiz, sabırlı olun, bizler de namaz kılacağız. Üstelik akşam namazı ile yatsı namazını ‘cem’-i te’hir ile de kılabiliriz.” deyince ismini hatırlamayacağım bir iki hoca itirazda bulundular ve akşam namazını kılmak için salonu terk ettiler. Onları takip edenler de oldu. Hoş olmayan bir manzara. Bir günlük teşkilat çalışmasının sonunda gelinen nokta işte burası. Can sıkıcı bir durum, ne tadımız kaldı ne de tuzumuz. Oradan Viyana’ya geçecektik ve bazı çalışmalar yaparak geriye dönecektik. Vazgeçtik o çalışmalardan ve oradan Genel Merkez’e döndük. Olanlar, bizden önce Genel Merkez’e çoktan gelmiş. Olayın faili benmişim, konu ile ilgili açıklamayı güya ben yapmışım.

İcra kurulu toplantısında benden açıklama yapmam istendi. ‘Orada açıklamayı ben yapmadım Yavuz yaptı’ dememe rağmen Yavuz ağzını açıp tek kelime söylemedi, eğdi başını önüne öylece kaldı. O olay da benim üzerime kalıverdi. Benim asıl zoruma giden konunun anlatılması değil, ben zaten onun mücadelesini veriyorum, birlikte yola çıktığınız arkadaşım tarafından hançerlenmemdir.
Yavuz’un bunun gibi birkaç olayı daha vardır. Birisi, Duisburg’da gençlerin hazırladığı bir gece vardı,  konuşmacı olarak beni davet etmişlerdi. Tam yola çıkacağım, Yavuz bana o gençlerin programlarına katılmamam gerektiğini söyledi: Çünkü onlar teşkilat kurallarına uymamışlar, söyleneni yapmamışlardı. Bu durumda o programa gitmek onlara prim vermek olurdu, daha birçok şey anlattı, ben de o programa gitmedim. Gençler bana gönül koydular ve bir daha programlarına beni davet etmediler. Haklıydılar, ben o toplantıya gitmemekle büyük bir hata etmiştim. Gençler bir program yapıyor, hatip olarak davet ediliyorum ve onları yalnız bırakarak halka karşı mahcup olmalarına vesile oluyorum… Affedilir gibi değil…

Aslında Yavuzla birlikte Genel Merkez’de verimli çalışmalar yaptık. Teşkilatlanma ve Eğitim başkanlığı koordineli olarak çalışıyordu. Bölgelerdeki teşkilat çalışmalarını birlikte yapıyorduk. Çoğu zaman arabada uyuyorduk. Genel Merkez’in yeniden yapılanması için gençlik evine çekildik ve orada günlerce çalıştık. Ortaya bir proje koyduk. Bir kısmı uygulama alanı bulamadı ama en azından bazı birimler aktif hale getirildi. Yavuzla birlikte Avustralya’ya gittik. Yolda Malezya’ya uğradık. Orada Ahmet Davutoğlu’nun kahvesini de içtik. Bizim yaptığımız bu çalışmalar bazılarının gözüne batmış olmalı ki, belirli bir süre sonra sıkıntılar doğmaya başladı. Avustralya dönüşü İsviçre bölgesine gittik yavuz ile. Yanımızda Mehmet Toprak da vardı. Dönüşümüzde Mehmet Toprak Yavuz’a Rüştü Hoca ile birlikte çalışmak zorunda mısın? Onun anlattıklarını bizler de anlatırız diye Yavuz’a telkinde bulunuyordu. Benim uyuduğumu sanıyorlardı. Müslümanların birbirlerinin ayağına basmaları başlarına gelenlere sebep olan davranışlardır. Müslümana, Müslüman’dan başka kim zarar verebilir.

Hani demiş ya Muhammed İkbal: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” diye. Durduk yerde dememiştir herhalde bu sözü o büyük düşünür. Kim bilir neler çekti Müslümanların elinden ve dilinden ve sonunda patladı…“Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa.”

Devam edecek

1 Ocak 2017 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (Vlll-8)



-Gurbet içinde gurbeti yaşamak-


Gurbet içinde gurbet yaşamak derler ya, işte o deyim tam da benim için söylenmiş gibi. 15 gün çok çabuk geçti. İnsanın sevdiklerinden ayrılması bir zamana bağlıysa o zaman su gibi akıp geçiyor. Farkına bile varamıyorsunuz. Audi marka bir arabam var. Audi 90, 140 beygir. O arabanın bagajının alabildiği kadar eşya aldım yanıma, elbiselerim ve birkaç kitap. Ev buluncaya kadar 2 haftada bir Berlin’e gelip –gidecektim, anlaşmamız böyleydi. Dilruba kızım çok küçük, Hureyre oğlum da ilkokula gidiyor. Yaban ellerde hanımım ve çocuklarım yalnız ve ben onları Berlin’de bırakıp Köln’e gidiyorum, ben de orada yalnızım. Üstelik orada beni nelerin beklediğini de bilmiyorum. Berlin’de komşumuz Adil Avaz vardı, Hüseyin Mert vardı, önce Allah’a ve sonra onlara emanet ettim ailemi, çocuklarımı teşkilatın emirine hocalarına emanet edemedim. Ne kadar garip bir şey değil mi?

Hz. Ebu Bekir’i anlatırken derdik ki; O cihat için malının hepsini getirdi, Allah’ın Resulü ‘Neden böyle yaptın, çocuklarına ne bıraktın?’ dediğinde; “Onlara Allah ve Resulü’nü bıraktım.” diyordu. Allah’ı anladık, herkes önce Allah’ a bırakır zaten çocuklarını. Peki, resul ne demekti; Resul yaşayandı, başkandı, emirdi, çocuklara bakar, kimseye muhtaç etmez, eğitimlerini tamamlatır, evlenecekleri evlendirir: Çünkü o, yetim babasıdır.

Ancak ben çocuklarımı Resul’ün temsilcisi olduklarını ilan eden o bölge başkanlarına, hocalara bırakamıyordum. Bir gün gelir onların bodrum kapılarına duvar örebilirler ve onları evden atmak için mahkemelere verebilirlerdi.  Bunları tekrar tekrar düşünerek ve yine de çevirdim kontağı bastım gaza. Doğru Köln… Yol altımdan akıp giderken su misali, hayallerim düştü yine aklıma. Kolak Köyü’nün Kusuru mahallesi’nden Suçatı’na, oradan Çameli’ye, Denizli’ye, Kayseri’ye, İzmir’e, Avusturya’ya oradan Berlin’e, şimdide Köln’e gidiyorum. Bir taraftan da gözyaşlarım sel olmuş akıyor öbür taraftan önümdeki simsiyah asfalt. Berlin’de olup bitenlerden ders almamış gibiyim hâlâ. Hâlâ Milli Görüş’ün davanın kendisi olduğuna inanıyorum, insanlar eğitimsiz olduğu için yanlış yapıyorlar, eğitilirlerse gerçek dava erleri olacaklardır diye inanıyorum, öyle düşünüyorum. Berlin’de bana yapılanları sanki eğitimsiz olanlar yapmış gibi.

O eğitimli insanlarla birlikte çalışacağım merkeze gidiyorum şimdi, AMGT Genel Merkezi’ne. Üst düzey yöneticilerin üniversite mezunu olduğu merkeze. Suyun başına gidiyorum. Taşradaki yapılan yanlışların düzeltilebileceği merkez orası, en azından ben öyle düşünüyorum.  Asıl yanlışların o merkezde yapıldığını daha sonra göreceğim ve hayal kırıklığına uğrayacağım. Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu’nun şu sözünü yıllar sonra(2010) duyacağım ve yaptığım şeylerin ne kadar yanlış olduğunu anlayacağım: ”En büyük yanlışları en büyük insanlar yaparlar.” 

Arabanın içi bana dar gelmeye başladı, sıkıldım ve Hannover çıkışında Garbsen’de bir kahve molası verdim. Berlin’den Honnover’e kadar kaç sigara içtiğimin farkında değilim. Sigaram kalmamış, bir paket de sigara çektim otomattan. Camel. Yalnız yolculuk yapmak ne kadar da sıkıcı bir şeymiş böyle. Yol bitmiyor. Gideceğim yol 650 km. Ama bitmiyor. Bu yolculuk bundan sonra her hafta sonu yapacağım yolculuğun provasıymış meğer.

Hapishane kapısı gibi demir bir kapının önünde durdum, zile bastım ve kapı tangır-tungur açılmaya başladı. Güvenlik için yapılmış bir kapı, ama biraz estetik olabilirdi. Avluya girince hemen sol tarafa arabayı park ettim. Sağ tarafta küçük bir bahçe var ve içinde büyükçe bir ağaç. Soldaki binalar birer katlı soldaki iki katlı. Dış görünüşü itibariyle çok paspal görünüyor. AMGT ‘nin Genel Merkezi burası mıymış dememeniz için bir sebep yok. İçi de öyle. Duvarlara özenle seçilerek asılmış portreler veya tarihi önemi olan tablolar asılmamış. Odalar ihtimamla döşenmemiş. Masalar ve sandalyeler bir birbirleriyle uyumlu değil. “Lükse önem vermiyoruz, biz iş yapıyoruz” gibi açıklamalar yapılsa da bu açıklamaların o sözü söyleyenlerin özel yaşantılarıyla, kullandıkları arabalarla pek mütenasip olmadığını daha sonraları görecektim.  

Geleceğimi Ali Yüksel’e haber vermiştim, saatini de söylemiştim. Odasında bekliyormuş. Ayağa kalktı, sarıldı bana, “hoş geldin, yolculuk nasıl geçti, çay kahve ne içersin” faslından sonra… “yanlış anlamazsan sana bir şey açıklamak zorundayım.” Diye başlayan cümleyle kalbim cız etti. Evet, Temel’in başına gelen benim başıma da mı gelecekti. Yolun öbür tarafındaki muz kabuğunun üzerine basacak ve ikinci kez düşecek miydim? Gözlerimi ve de kulaklarımı olabildiğince açtım, oturduğum koltuktan şöyle bir doğruldum ve kulak kesildim/dinlemeye geçtim. Uzun uzun anlattı konuyu Ali Yüksel, davadan bahsetti, dava adamlığından bahsetti… ve özet olarak şöyle dedi:  “Biz sana Üniversiteliler başkanlığı sözünü vermiştik, ancak bu 15 gün içinde beklenemedik bazı şeyler oldu. Asım Genç (Abdullah Gencer) Milletvekili seçilemezsem aynı görevime geriye dönmek istiyorum dedi ve biz de onun isteğini kabul ettik.’  Soğuk bir duş etkisi yaptı bu açıklama bana. Benim bozulduğumu görünce sözü daha fazla uzatmadan, Dur hemen bozulma sana daha da önemli bir görev düşündük, ancak bu görevi sana Osman Yumakoğulları açıklayacak. Buyur odasına gidelim.’ dedi.

Oturduğum koltuktan ayağa zor kalktım, ama kalktım, hemen karşı odaya geçtik. Osman Yumakoğulları’nın iki sene önce benim savunmamı dahi dinlemeden apar-topar görevden aldığı odaya. Aklımdan o anda neler gelip neler geçiyor, bunlar aklıma nerelerden geliyor tahmin bile edemiyorum, tedirginim, moralim bozuk, belki de yüzüm simsiyah, onu bilmiyorum.

Osman Yumakoğulları ayağa kalktı sarıldı bana, ‘Hoş geldin Rüştü Hocam’ dedi, hal hatır sordu. Hemen yanında oturan birisi daha var, orada ilk defa tanıdım, o da ayağa kalktı o da sarıldı bana, ‘Hoş geldin nasılsın, yolculuk nasıl geçti…’ dedi. Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal) mış orada ilk defa tanıdığım kişi. Eğitim Başkanı ve AMGT Genel Başkan Yardımcısı.  

Osman Yumakoğulları başladı söze eğitimden ve eğitimim öneminden, bir süre sonra sadede geldiğinde; “Rüştü hocam seni Genel Merkez’e Eğitim Uzmanı olarak alıyoruz, Abdullah Yüksel’le birlikte çalışacaksın ve aynı zamanda onun yardımcısı olacaksın ve de şimdilik onunla hem iş hem de oda arkadaşı olacaksınız. En kısa zamanda sana ev de bulacağız, hayırlı olsun...’ dedi. Rahatladım rahatlamasına da, teklif hoşuma gitmedi. 15 gün önce verilen sözden 15 gün sonra vazgeçilmişti. Düşünmem gerektiğini söyledim ve çıktım dışarıya. Genel Merkez’in arka sokağında bir Kafe’ye oturdum, kahvemi yudumladım, sigaramı içtim. Biraz yürüdüm Köln sokaklarında. Tek yönlü daracık sokaklar, eski-püskü evler. Hemen Berlin’e dönmeyi düşündüm. Ayak oyunlarından bıktığım için bu sefer kesinkes Türkiye’ye dönmeliydim. Almaya bana yaramamıştı. Aradan uzunca bir zaman geçmiş. Neredeyse hava kararacak. Geriye döndüğümde kimse kalmamış Genel Merkez’de, herkes evine gitmiş. Mutfağa gittim. Abdullah Yüksel var orada. Gülerek karşıladı beni; ‘gel gülüm gel’, “otur şuraya’ dedi. Yemek getirdi bana. Ve başladı hayat hikâyesini anlatmaya. Balıkesir’de öğretmen iken Hoca ile tanışmış, sonra görevinden istifa ederek Ankara’ya gitmiş ve “hocam size teslim olmaya geldim, buyurun görevim ne ise emredin” demiş. Balıkesir İl Başkanlığı’na getirilmiş. Sonra da Köln’e gönderilmiş. Hiçbir zaman neden, niçin sorularını sormamış, eşi ve çocukları Bursa’daymış… İşte dava böyle bir şeydir gülüm, gel derler gelirsin, git derler gidersin.’

Ben de anlattım Berlin’de başımdan geçenleri ona. Hepsinden haberdar olduğunu söyledi. Ancak insanların yaptığı hataların teşkilata mal edilemeyeceğini söyleyerek beni rahatlatmaya çalıştı. Anlatacakları şeyler vardı onun da ama daha ilk günde, benimle yüz göz olmak istemiyordu anlaşılan. Vakit oldukça geç olmuştu. ‘Eve gidelim’ dedi. Ev dediği bir odaymış meğer. Sadece banyosu ve lavabosu olan bir oda. İki kanepe var. Birisi sağ duvarın öbürü de sol duvarın dibinde. Soldakine ben yatacakmışım.

Alışık olmadığım horultulu bir ortam, uyuyabilirseniz uyuyun. Sabaha kadar uyuyamadım desem mübalağa etmiş olmam. Sabah kahvaltısı odamıza geldi. Abdullah hocam bu ilk günümde bana jest yapmak istemiş. Özenle hazırlanmış bir kahvaltı sofrası, güzelce dilimlenmiş sığırdili bile var. Yanında da yeşillik. Abdullah hoca sığırdilini çok severmiş. Zaman zaman sipariş edermiş mutfağa, onlarda kırmazlarmış hocayı, getirilermiş. Bugün sofraya geliş sebebi de benim için özel olarak sipariş edilmiş olmasındanmış.

Ertesi gün hoca bana Genel Merkez’i gezdirdi, diğer birimlerde çalışan arkadaşlarla tanıştırdı. Daha sonra da kendi odasına gittik, odaya girince duvarın dibindeki masanın benim masam olduğunu söyledi, Eğitim Başkanlığı olarak neler yaptığını-yapıldığını ve nelerin yapılması gerektiğini uzun uzun anlattı. Birlikte çok şeylerin yapılabileceğinin de altını çizdi. Osman Yumakoğulları ve Ali Yüksel odamıza geldiler birlikte sohbet ettik çay içtik. Onlarla yaptığım sohbetten zevk almıyordum, sıkılmıştım aslında, içim içime de sığmıyordu. Velhasıl Genel Merkez bana göre değildi. Kararımı sordu Osman hocamız. “Daha bir karara varamadım, biraz daha zamana ihtiyacım var” dedim. Eşime telefon ediyorum ve istişare yapıyorum, o da kararsız davranıyordu, kararı bana bırakıyordu.

Abdullah Yüksel akşam lahmacun yemeye gitmeyi teklif etti. Keupstrasse.’ye gidecektik. Küçücük bir büfe var orada, doğru dürüst oturacak yeri bile olmayan bir mekân. Ama lahmacunu lezzetliydi, acısı da bol. Hafta sonu da Belçika’ya gidecektik. Belçika/Mons’da bir okul varmış. Kız İmam Hatip Okulu gibi bir okul. Genel Merkez’e bağlıymış ama kontrol Belçika Bölgesi’ne aitmiş.

Genel Merkez’de İcra Kurulu Üyeleri’nin birer arabası var. İcra Kurulu Üyeleri her hafta sonu bölgelere dağılıyorlar ve oralarda teşkilat çalışmaları yapıyorlarmış. Ayrıca Bölge sorumlulukları da varmış. Her üye bir Bölgeden sorumluymuş. Görevi kabul edersem bana da bir bölge sorumluluğu verilecekmiş.

Abdullah Yüksel’in arabası 190 Mercedes Benz. Hocanın ehliyeti yok. Bölge çalışmalarına trenle gidiyormuş, bazen de bulabilirse şoförle. Bunun dışında o arabayı Genel Merkez’de önüne gelen kullanırmış. Sabah Belçika’ya doğru yola çıktık, araba bakımsız, hız yapmak mümkün değil, yolda kalacakmışız gibi bir korku da var içimde. Daha sonra tamire verdik, iyi bir bakım yaptırdık ve kullanılabilir hâle geldi. Belçika seyahatleri sebebiyle de birkaç ay sonra hocaya ehliyet aldık. Okulun bulunduğu alanda hoca araba kullanmayı öğrendi. Ben öğrettim de diyebilirim.

Yolculuk esnasında Hoca sanki beni sınavdan geçiriyordu. Berlin’deki anlaşmazlıkların sebebinden başladı sormaya, Yaşar Nuri Öztürk’e kadar geldi sohbet. Ben de en ufak detaylarına kadar anlattım, çekinmedim. Yaşar Nuri hakkında söylediklerime çok takıldı, soruların çoğu oradan geliyordu. O zamanlarda da Yaşar Nuri gibi gündem belirleyen ilim adamı fazla yoktu. En önde olanlar, Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman, Süleyman Ateş, Mehmet Said Şimşek ve Said Çekmegil gibi âlimlerdi. Hoca dinliyordu, sıkılmadan pür dikkat dinliyordu, aklının yatmadığını bir daha soruyordu. Belçika’da bir sınıfa derse girdim orada da aynı sorularla karşılaştım. ‘Hocam Yaşar Nuri’yi nasıl bilirsiniz?’

Ancak Abdullah Hoca bağnaz değildi. Konulara at gözlüğüyle bakmıyordu. İkna edilirse o fikri savunabiliyordu. Benim dediğim mutlak doğrudur düşüncesi yoktu onda. Hatta o güne kadarki yanlış düşüncelerinden dolayı tövbe ediyor ve bana da teşekkür edebiliyordu. Her insana nasip olacak bir özellik değildir bu.

Belçika Bölgesi’nde çok muhterem insanlarla da tanıştık. Başta Hasan Ünal hoca. Aynı zamanda Genel Merkez “Fetva heyeti” üyesiymiş. Zeki Bayraktar, Hamdi tabanlı, Eşref Yağcıoğlu, Adnan Delialioğlu ve Medine Delialioğlu’nu tanıdım orada. Daha birçok kişiyi tanıdım.

Arap ülkelerinden, Afrika Ülkelerinden gelen Müslümanların orada yaşayan Türk Müslümanları üzerinde kayda değer etkileri olmuş. Onlara şahit oldum. Mesela; namazların sadece farzlarını kılıyorlar, tesbih duası yapmıyorlar, Zuhr-i ahir kılmıyorlar vb. teferruatlar onlarda yok. Onlarla oturup sohbet edebiliyorduk. Hoş sohbet insanlardı, saygılıydılar. Bana fikirlerimden dolayı hakaret etmiyorlardı. Kadın hakları konusunda, müzik dinleme konusunda sıkıntıları onların da vardı. Ancak anlatılanı dinleme gibi bir alışkanlıkları da vardı.

Abdullah hoca Belçika dönüşü net olarak bana şöyle dedi: ‘Biliyorum ki, sen Berlin’de çok çekmişsin. Buraya geldiğinde yeni bir hayal kırıklığın da var. Ancak Genel Merkez’in sana ihtiyacı var. Seninle birlikte bazı şeyleri değiştirebiliriz, ben senin arkanda olacağım buna söz veriyorum. Bana inanıyorsan kal Genel Merkez’de. Beni bir abin olarak, arkadaşın olarak gör. ’dedi.

Bizim odanın hemen yanında Osman Yumakoğulları’nın odası var. Belçika dönüşü onun misafiri olduk. Belki de Abdullah hoca ayarladı, onu bilemiyorum. Yolda konuştuğumuz malum konuları ona aktardı, onunla da konuştuk, o kadar sıcak bakıyordu ki benim anlattıklarıma Yumakoğulları, neredeyse yalvaracaktı bana, ne olursun kal diye. O da şikâyetçiydi Fetva Kurulu’ndan. Yobazlıklarından, ancak yapacağı fazla bir şey de yoktu. O da bir değişim istiyordu. O da yapacağım çalışmalarda bana destek olacaktı, söz veriyordu. Yapılan yanlışlıkları beraber tespit edecektik ve sonra da onu Bölge başkanları toplantısında anlatacaktık. Onlar da bölgelerine gidip cemaatlerine anlatacaklardı. Böylece yapılan yanlışlıların üstesinden gelecektik. İstediğim, ihtiyacım olan ne varsa hepsi temin edilecekti. Bu kadar detaya girdik.

Genel Merkez’e geleli bir hafta olmuştu. Osman Hoca ve Abdullah Hocayla sıcak ilişkiler kurulmuştu bile. Madem onların da şikâyetçi oldukları konular vardı. Benim de yapageldiklerim onların da yapmak istedikleriydi ‘Öyleyse tamamdır, kalıyorum genel Merkez’de.’ dedim ve sabah kahvaltıdan sonra kararımı Abdullah Yüksel’e “Evet” olarak açıkladım. Kalktı sarıldı bana ve hemen Osman hocanın kapısını çaldı, benim kalacağımı söylemiş ona. O gün de icra kurulu toplantısı varmış. Oraya davet etmiş beni.

İlk icra kurulu toplantısına katılıyorum. Osman hoca beni İcra Kurulu üyeleri ile tanıştırdı,  Eğitim uzmanı olarak Abdullah Yüksel’le birlikte çalışacağımı söyledi. Aynı zamanda Nürnberg Bölgesi’nden de sorumluydum. Ben de kendimi gerçek ismimle İcra Kurulu’na uzun-uzun tanıttıktan sonra, o gün o toplantıda sadece konuşulanları dinledim.
Genel Merkez’de ilk önce neler yapılabilirdi? Bunları tespit etmek için bir ay sürem vardı. Gece gündüz demeden çalışıyordum. Bölge seyahatlerim de başlamıştı. Oralardan elde ettiğim bilgiler eşliğinde yapılabilecekleri rapor halinde Eğitim Başkanlığı’na sundum ve aldığım onaydan sonra başladım icraata.

Önce oturduğum masanın arkasına küçük bir kitaplık için raf yaptırdım. Çalışacağım kitaplar elimin altında olsun istedim. Genel merkezin bir kütüphanesi yoktu. Kitaplık vardı. İhtiyacı olanlar ihtiyaçlarını o kitaplıktan karşılarlarmış. Ben istediğim kitapların elimin altında olmasını isteyince ilk sıkıntı başladı, kitaplık görevlisi kitapları satın almamı istedi, yoksa bana kitap veremeyeceğini açıkladı. Emir öyleymiş. Kendi açısından haklıydı. Durumu Abdullah hocama söyledim. Sefer Ahmetoğlu’nun (Allah rahmet eylesin) itirazlarına rağmen ben istediğim kitapları kütüphaneme alabilecektim. Daha sonraları öğrendiğime göre benim Genel Merkez’e gelmemem için çok uğraşmış, ama başarılı olamamış Sefer Ahmetoğlu. Belki üniversiteliler başkanı olmamam için başarılı olmuştur diye düşündüm, ama bu düşüncem kendimde kaldı.  Yine daha sonraları öğrendiğime göre, Osnabrück ve Freiburg Bölge başkanlıklarıma mani olmuş. Zaman ilerleyince dostluklar kuruluyor ve bazı konuları duyma imkânınız doğuyor. Her iki Bölgenin de başkanlıkları için Ali Yüksel beni aramıştı, ancak bir hafta sonra yine Ali Yüksel tarafından iptal edilmişti.

Abdullah Yüksel’in teşvikiyle camilerde ve okullarda okutulsun, öğretmenin el kitabı olsun diye bir ders kitabı hazırlamıştım. Benim ömrüm o kitabın basılıp da bölgelere dağıtılmasına yetmedi. Mehmet Erbakan’ın Genel Başkanlığı döneminde o kitabı ancak bastırabildim ve yine Erbakan’ın izniyle bütün bölgelere dağıtmıştım. Sefer Ahmetoğlu bu durumdan haberdar olmuş ve o kitapları toplatmıştı. Bazı bölgeler çöpe atmış, bazıları yakmış ve bazıları da bir şekilde imha etmişti. Ben Mehmet Erbakan’a ulaştım ve durumu anlattım: O da Sefer Ahmetoğlu’nu çağırarak, “kitap yasaklamakla başarı elde edilmez, varsa senin de diyeceğin yazarsın bir kitap verirsin cevabını” demiş.
Münih Bölgesi’nden Turan Aras ve Belçika Bölgesi’nden Zeki Bayraktar bedelini ödemişti. Belçika bölgesi hem de Mahmut Gül’e bedelini vererek bana ulaştırmıştı. Zeki Bayraktar’a ve Turan Aras’a teşekkürlerimi sunuyorum.  

Bana verilen sözler tutuluyor, mani olan olursa gereği yapılıyordu. Yeniden bir çalışma azmi gelmişti bana. Yeniden doğmuş gibiydim. Osman Yumakoğulları Fetva kuruluyla beni icra heyetinin önünde tartışmamız için bir zemin hazırladı. Her hafta Perşembe günleri toplanacak ve benim sıkıntı olarak gördüğüm konular bu toplantıda tartışılacaktı.
İcra Kurulu’ndan: Osman Yumakoğulları, Ali Yüksel, Yavuz Çelik Karahan (Osman Yobaş), Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal),
Fetva Heyeti üyeleri; Mustafa Efe, Hasan Karabulut, Hasan Ünal, Sefer Ahmetoğlu, Nihat Çiftçi ve soy ismini hatırlayamadığım Mehmet Hoca.  Bu toplantılara katılıyorlardı. Ayağa mesh konusunun tartışıldığı bir toplantıydı, sefer Ahmetoğlu, “Genel Merkez’den ya Rüştü Hoca gider ya da ben!” dedi ve toplantıyı terk etti. Toplantı da o gün orada son buldu. Osman Yumakoğulları Sefer Ahmetoğlu’nun gitmesini uygun görmüş olacak ki, Sefer Ahmetoğlu Dortmund Anadolu Camii’ne imam olarak tayin edildi. Ali Yüksel genel başkan olunca da tekrar geriye geldi.

Bu toplantılarda Berlin’de konuştuklarıma ilave olarak; sakal-ı şerif, birden fazla eş ile evli olmanın kamu otoritesinin iznine tabi olduğu, miraç ile ilgi hadisin uydurma olduğu, abdest alırken ayakları yıkamanın değil mesh etmenin farz olduğu, namazların zaruret halinde cem edilerek kılınabileceği, makul olmayan artışın faiz olamayacağı, teravih namazlarının 4 veya 8 rekât kılınması gerektiği, zuhr-i ahir namazının uydurma bir namaz olduğu, Seferilik konusunun km. ile sınırlı olmadığı, Ehl-i Kitabın kestiği etin yenilebileceği, oruç tutma yaşının 17-18 yaş olması gerektiği, hilal meselesinin bugün için geçerli olamayacağı, istişarenin farz olduğu ve istişarenin ehilleriyle yapılabileceği, hadisle ayet karşı karşıya gelirse ayetin tercih edileceği, Kütüb-ü Sitte’de var olan uydurma hadislerin cemaate anlatılmaması gerektiği, Kur’an’ın anlaşılabilir bir Kitap olduğu ve meal çalışmalarının yapılması gerektiği ve hatta bu konularda yönlendirme çalışmaları yapılması gerektiği vb. konular.

Bu konuları bir taraftan Fetva heyetiyle tartışılırken öbür taraftan Bölge başkanları toplantısında onlara da anlatıyordum. İcra üyelerine dosyalar dağıtarak bazı konuların önceden onlar tarafından okunmasını sağlamaya çalışıyordum.

Devam edecek