22 Ocak 2017 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM (Xl-11)




-Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın “benden başka herkes aldanıyor“ demesi güçtür şüphesiz; ama sahiden aldanıyorsa o ne yapsın-

Bir taraftan bölgelerdeki çalışmalar, teşkilat çalışmaları, öbür taraftan fetva heyeti ile yapılan tartışmalar, hiç boş vaktim yok, el-ayak çekilince çalışmak daha verimli olduğu için geceleri çalışmayı tercih ediyorum. Uyumak için zaman ayıramıyorum desem abartılı olmaz.  Genel Merkez bana oldukça keyif vermeye başladı; Avrupa ülkelerini geziyorum, yeni simalar tanıyorum, gençlerle birlikte olabiliyorum, tartışabiliyoruz. Berlin’de kendilerini bile aşamamış hoca isimli gurur abideleriyle ve de hayatında iki tane tükenmez kalem bitirmemiş, ayakkabısının kaç numara olduğunu bilmeyen sorumsuz sorumlularla, kifayetsiz muhterislerle geçirdiğim yıllara acımaya başladım. Onlardan Köln’de de var elbet. Fetva heyetindekiler onların birebir kopyeleri. Sanki Milli Görüş Teşkilatları bir adım ilerisini göremesin diye özene bezene seçilmiş tipler bunlar, insana güven de vermiyorlar. Kıyafetleriyle, duruşlarıyla, mimikleriyle, konuşmalarıyla herbiri birer müzelik desem onlara hakaret etmiş sayılmam. Bu böyledir.

Ev arıyorum, bulamıyorum, yani istediğim gibi bir ev bulamıyorum. Şehrin dışına çıkmak gerekiyor, o da bana uymuyor. Üçbuçuk milyonluk bir şehir olan Berlin'den gelen birisi için şehrin dışı cazip değil. Bazı arkadaşlar ev satın alıyorlar, benim öyle bir imkânım da yok. Yavuz Çelik Karahan(Osman Yobaş) ve Ali Yüksel birer villa satın almışlar. Anlatılanlara göre sefer Ahmetoğlu’nun (Malak) kirasını da Genel Merkez ödüyormuş. Genel Merkez’in misafirleri onun evinde kalıyorlarmış, böylelikle otele ödenecek para ona kira olrak ödeniyormuş, 4 odalı mı 5 odalı mı neymiş. Otelde ağırlanmayıp da Sefer Hoca(!)nın evinde ağırlanan kaç misafiri oluyor Genel Merkez’in onu soran yok.

Ben de bilmiyorum “gülüm”

Köln’ün yabancısıyım, ev arıyorum bulamıyorum, söz verenler de sanırım eve aramıyorlar. Arasalardı bulabilirlerdi. Aradan bir hayli zaman geçti, anladım ki, bana verilen ikinci söz de rafa kaldırılmıştı. Çünkü benden sonra gelen Şener Şentürk’e hemen ev bulundu. Ali Yüksel getirmiş Şener Şentürk’ü Genel Merkez’e. Hatta Abdullah Yüksel’e Eğitim Başkanlığı’nda çalışması için tavsiyede de bulunmuş, o da hayır diyememiş. Aynı odada 3 masa var. Abdullah Yüksel’in yüzü giriş kapısına bakıyor, Şener Şentürk’ün ve benim yüzüm bahçeye bakıyor. Şener Şentürk konuşmayı sevmeyen bir yapıya sahip. Masada oturur, kendine göre bir şeylerle meşgul oluyormuş gibi yapar ve akşam olunca da geldiği gibi gider. Bir gün sordum Abdullah Yüksel’e; ‘Hocam Şener Bey ne iş yapıyor burada?’ Ben de bilmiyorum gülüm.’ dedi omzunu çekerek. Benden sonra teftiş kuruluna kaydırılmış. Genel Merkez’de işe adam değil de adama iş bulunuyor. Fetva heyeti üyeleri başta olmak üzere bunlardan bazılarını yazabilirim; Seyfullah Öztürk, Yusuf lşık, Erdoğan Karadeniz, Münip Hoca, Ali Rıza Sarı v.b. Arada dolaşanlar da var, onları saymam gerekmiyor.

Birden fazla eş ile evlilik

O hafta Fetva heyetiyle, imam nikâhı ve birden fazla eş ile evliliği tartıştık: Benim konuya baktığım yerden bakılamıyordu, bakmıyorlardı. Çok önemli bir konu olduğu için üzerinde ısrar ediyorum, ama ısrarlarıma itibar edilmiyordu. Nisa Suresi’nin üçüncü ve yüz yirmidokuzuncu ayetlerini, tekrar tekrar okudum ve üzerine basa basa açıklamaya çalıştım ama maalesf görüşlerim reddedildi:

“Bu sure Medenî’dir. Uhud Savaşı’ndan sonra nazil olmuştur, öncesinde de Bedir Savaşı vardır. Bu savaşlarda esir alınan bayanlar vardır, ayrıca eşleri şehit olmuş dul kadınlar vardır. Bunların çocukları da vardır. Ayet yetimlerin hakkını korunması ve sosyal dengenin kurulması için nazil olmuştur. İkişer, üçer, dörder diye verilen rakamlar yukarıya doğru devam eder gider, sınır da konulmamıştır. Evlenecek kişinin; ihtiyaç sahibi olmaması, güvenilir olması, adalet sahibi olması gerekir. Bu tespitleri kamu otoritesi yapacaktır. Evlenecek olan kişi de bu otoriteye müracaat edecektir. Gerekli tetkikler, araştırmalar yapıldıktan sonra karar mercii yine otoritedir. Böyle bir evliliğin adaleti sağlamak kaydıyla önü açılacaktır. Adaletten şüphe edilirse o evliliğe müsaade edilmeyecektir. Ancak adaletin sağlanması için kişi bütün gücüyle çatlarcasına çalışılsa da bunun mümkün olamayacağı yine ayette belirtilir ve kadınlardan birinin mağdur edileceği endişesiyle “tek eşle” evlilik emredilir. Bu emri veren Allah’tır, Adaletin sağlanamayacağını söyleyen de Allah’tır, ‘Tek evlilikle yetinin.’ Emrini veren de Allah’tır. Yani birden fazla eş ile evlilik normal şartlarda yasaktır. Kur’an böyle der.” şeklinde yaptım açıklamayı.
Genel Merkez’deki hocalardan bazıları, iki eşliymiş meğer. Yani ben arı kovanına çomak sokmuşum. Genel Sekreter Ali Yüksel başı çekiyormuş, Ali Rıza Sarı, Yusuf lşık, Erdoğan Karadeniz iki eşli hocalardanmış. Ali Yüksel sonradan bir hanım daha aldı ve oldu 3 eşli.

Bölgelerde de varmış bunlardan. Ali İhsan Halisçi, İbrahim Selimoğlu, Necmettin( Hidayet) Kaya… Benim bilmediğim kimbilir daha ne kadar var. Cami başkanlarından ve cemaatten de birden fazla eş ile evli olanlar varmış. Benim sorumlusu olduğum Stutgart bölgesinde, yanında çalıştırdığı kız ile ikinci evliliği yapan dernek başkanı bile varmış.

Hatta Genel Sekreter Ali Yüksel, bir gazetecinin iki eş ile zor olmuyor mu? Sorusuna şu şekilde cevap verebiliyordu: “Birden fazla eş almanın üç şartı vardır, bu şartları yerine getirenler evlenebilir; vakit, nakit, kudret.”  Kudretini bilemem ama vakit ile nakdin nereden, nasıl bulunduğunu sorgulamak gerekirdi, cemaat sorguluyordu da, Genel Merkez bu konuda irade ortaya koyamıyordu. Bölgeleri dolaşırken cevap vermekte zorlandığım sorular arasında mutlaka Ali Yüksel ile ilgili olanlar olurdu: Bindiği BMW marka navigasyonlu arabası,-navigasyon o zamanlar daha yeni takılıyordu arabalara. Aramızda espri konusu bile olmuştu Ali Yüksel’in navigasyonu; “biliyor musunuz, Ali Hoca’nın arabası konuşuyormuş -ve eşleri.

Kur’an mahkûm edilmişti

Fetva heyeti ile yapılan tartışmalarda, zamanla belirli bir anlayış seviyesi yakalayabileceğimizi düşünüyordum, olmadı, tartışmalar ithamlara dönüşmeye başladı. Ön kabullerden vazgeçilemiyordu. Yaptığımız oturumlar, ‘Cemaat arasında sıkıntı doğuran konuları nasıl olur da çözeriz?’ düşüncesiyle değil de ‘Nasıl olur da Rüştü Hoca’yı masadan uzaklaştırırız?’ düşüncesiyle yapılıyor gibiydi.

Oysa yaşadığımız ülke Avrupa ve bu ülkelerde azınlık olarak yaşayanlar da Müslümanlar. Peygamberimiz’in kurduğu Medine Site Devleti’nden itibaren 1923 yılına kadar Müslümanlar otorite idi. Üç kıtada otoriteleri hissediliyordu. Verilen fetvalar otoritenin inancından kaynaklanan adalet anlayışına göre veriliyordu.

1923 yılından sonra otorite değişti, coğrafya değişti, şartlar değişti. Bilhassa 1961 yılından sonra Müslümanlar Avrupa’ya işçi olarak göç başladı. Dolayısıyla Hristiyan topluluk içinde azınlık olarak yaşamaya başladılar. Onların inançlarından ve sistemlerinden kaynaklanan adalet anlayışı ile yönetilmeye başlandılar. Devran dönünce azınlık durumunda kalanlar Müslümanlar oldu. Yeni bir fıkıh da oluşturamadılar. İster istemez dini konularda eski anlayışlarını devam ettirdiler, hatta bu anlayışların savunuculuğunu yaptılar. Eski elbiseler yeni bünyeye uymamasına rağmen inatla giydirmeye çalıştılar. Allah’ın’ ata –baba dininden uzak durun!’ buyruğuna rağmen böyle yaptılar: “Onlara, ‘Allah'ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.’ derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler (o zaman da mı uyacaklar?)’ (Bakara 170)

Şartlara göre Kur’an’ın yeniden yorumlanması gerektiğini söyleyenlere mezhepsiz denildi, reformist denildi, onlar itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. ‘İçtihat kapısı kapalıdır.’ denilerek, Kur’an mücmel (anlaşılmaz) bir kitaptır.’ denilerek gelenekler yaşatılmaya çalışıldı ve Kur’an mahkûm edildi. Kur’an ‘Aklınızı çalıştırmazsanız sizleri pislik içinde bırakırım’ derken, geleneğin savunucuları, aklını çalıştıranları da mahkûm etmeye başladı. Oysa Avrupa ülkelerinde Kur’an’ın yeniden yorumlanması gerekiyordu. Yaşanabilir bir İslâm ihtiyaç haline gelmişti ve bu ihtiyacın karşılanmaması halinde Müslümanların kendi dinlerine yabancılaşmaları an meselesiydi. Öte taraftan İslâm’ı lisan-ı halleriyle içinde bulundukları topluma anlatabilecek Müslüman bir topluluğun oluşması da gerekiyordu.  

Fetva heyetindeki zevat bu durumu anlayacak anlayışta değildi. Yaş itibarıyla bu meseleleri anlayamayacakları gibi, önceden verdikleri fatvalardan da geri adım atamıyorlardı. ‘Halk ne der bize?’, anlayışı yapacakları yeni çalışmaları engelliyordu. Mahalle baskısından korkuluyordu. Eskilerin korunmasını ibadet aşkıyla yapanlar da vardı. İşte ben böyle bir heyetle tartışıyordum. Bu tartışmakonularından bazıları kısa sürede uygulama alanı buldu, ancak hâlâ çözülememiş olanlar çoğunlukta.

Hakikatı haykırmak

“Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın“ benden başka herkes aldanıyor“ demesi güçtür şüphesiz; ama sahiden aldanıyorsa o ne yapsın“ dediği gibi Daniel de Foe’nun, hakikati tek başıma haykırdım ve sonuçta ben kazandım. İkinci kez kırmızı kartla saha dışında kalmama rağmen ben kazandım. Bugün geldiğim yerden bakıyorum da, arkadaşların çoğu söylediklerimi uygulamaya başlamışlar. Bu kazanç değil de nedir? Bu durum teşkilatımın geleceği için sevindiricidir elbet, ben olduğum gibi göründüm ve göründüğüm gibi de oldum ve böyle yapmaya da devam ediyorum.

Sitem

Rüştü Hocam, hakkını helal et, biz hata ettik veya hepimiz hata ettik, bazı şeyleri tam olarak o zaman anlayamadık, ama zamanla yanlışımızı anladık; gel kucaklaşalım ve bundan sonrası için hep birlikte bütün gücümüzle çalışalım demek çok mu zordur, ey Milli Görüşçüler(!)?

Şeytan hata yaptı, ama hatasını kabul edip tövbe etmedi; Şeytan olarak yaşamına devam etti. Âdem de hata yaptı, ancak hatasını anlayıp tövbe etti, hatasından geri adım attı ve peygamber oldu. Kur’an kıssalarından hisse almak ve Âdemleşmek çok mu zordur ey Milli Görüşçüler(!)?

Nikâh ibadet değildir

Ben başladım mayınlı arazide yürüneye. Mayınlara basmadan ne kadar yürüyebileceksem o kadar yürüyebildim. “Nikâh ibadet değildir, akittir. Akdin dinlisi dinsizi olmaz. Herhangi bir hukuk sisteminin kabul ettiği akit nikâh için geçerli olan akittir. Burada önemli olan nikâhı kıyan kişinin kimliği değildir, yapılan akdin kamu otoritesi tarafından kabul edilip edilmediğidir. Allah’ın istediği nikâh işte bu nikâhtır. Resmiyet arz eden bütün nikâhlar İslâm'ın kabul ettiği nikâhtır. Adı "dini nikâh" veya "imam nikâhı" olduğu halde resmi bir bağlayıcılığı olmayan nikâhları İslâm kabul etmez. Resmi makamlar tarafından onaylanmayan evlilikler, genellikle kadınları mağdur eden evliliklerdir. Bazı aileler çocuklarını nişanlayınca hemen dini nikâh yapılmasını istiyorlar. Gençlerin, rahatlıkla konuşmaları gezip dolaşmaları için gerekli görülüyor bu nikâh. İyi niyetli olmayan erkekler bu nikâhı fırsat bilerek imam nikâhlı eşiyle(!) ilişkiye girebilir, hatta bu konuda imam nikâhlı eşini(!) zorlayabilir. Bu durumda kız mağdur olabilir, kız tarafı sıkıntıya girebilir. İşin bu tarafı hiç düşünülmüyor.

Cumhuriyet’ten önce nikâh kıyma yetkisi imamlarda ve müftülerde idi. Bu açıdan imamın veya müftünün imzasını taşıyan nikâh belgesi resmi belge niteliğindydi ve bu nikâhın adı, nikâhı kıyan kişiye atfen imam nikâhı olarak biliniyordu. Cumhuriyet'le birlikte bu yetki, belediyelere verildi ve bu yeni düzenlemeyle adı resmi nikâh oldu. Gelecekte yetki, Diyanet işleri Başkanlığı bünyesinde, tekrar İmamlara verilirse o zaman bu nikâha yine imam nikâhı denilebilir, ancak o zaman resmiyet arzeder. Şimdi değil.

İmam nikâhına dayalı olarak yapılan birden fazla evliliklerde de aynı durum söz konusudur. Keyfi olarak yapılan bu evlilik İslâm'ın kabul ettiği evlilik değildir. Birden fazla eşle evlenmek için resmi makamların onayı şarttır. Şöyle demek daha doğru olacaktır, birden fazla eş ile evliliklerde müsade ve yönlendirme, ihtiyaç tespiti ve araştırma resmi makamların görevidir. Yukarda da anlattığım gibi, Allah bir eşliliği esas kabul etmiş birden fazla eşliliği ise şarta bağlı olarak kamu otoritesinin yetkisine bırakmıştır.

İmam nikâhı, kadın konusunda zaafı olan insanların işine gelen bir nikâhtır, İslâm Allah'ın gönderdiği son İlahi dindir. Bütün İlahi dinlerde olduğu gibi bu dinde de kural koyucu Allah'tır. Dinin mensuplarına düşen de bu kurallara uymaktır. Şahsi çıkarlarını ön planda tutan insanlar, Allah'ın koyduğu kurallara uymak istemezler. Bundan dolayı da, kendi koydukları kuralları çıkarları zedelenmesin diye insanlara, Allah adına dayatırlar. Allah'ın ve O'nun peygamberinin ne dediğinden çok, tarihe mâl olmuş âlimlerin/atalarının-babalarının dediklerine kulak verirler. "Allah'ın buyruğu ile Peygamber'in sözü çakışırsa hangisini tercih edersiniz?" diye sorulan soruya; ‘Tabii ki Resul’ün sözünü veya mezhep imamlarının sözünü tercih ederiz: Çünkü biz Kuran'ı anlayamayız.’ diye cevap verirler. Nikâh konusu da bu konulardan biridir. İyi niyetli olmayan Müslümanlar bu nikâh sayesinde yaptıkları gayrimeşru evliliklere meşrûiyet kazandırmaya çalışırlar.

İslâmiyet, bir erkeğin birden fazla eşle evlenmesine ancak zorunlu durumlarda izin verir. Savaş hali, doğal felaketler ve benzeri olaylarda tek başına kalan kadına sahip çıkılması için buna izin verilir. Günümüzde bu gerekçelere itibar edilmez olmuştur, dolayısıyla hiçbir haklı gerekçeye dayanmayan keyfi evlilikler yapılmaya başlanmıştır. Bu evlilikler geçersizdir, Kur’an bu evlilikleri onaylamaz. Bu konu suiistimal ediliyor.’ dedim ve sözü Hayrettin Karaman’a bıraktım: "İslâm'da nikâh (evlenme akdi), fıkıh konularının tasnifi içinde ibadetlere değil, dünya hayatını düzenleyen hükümler (muâmelât) bölümüne girer. Bir satım, bir kira akdi, dinle ilişkisi bakımından ne ise bir nikâh akdi de odur. Resmî nikâh ayrıca kayıt altına alındığı için evlilik hukukunu koruması, güvence altına alması bakımından dinin amacına daha da uygundur. İçinde yaşadığımız şartlarda yalnızca dinî denilen nikâh ile yetinmek, dinin önem verdiği evlilik hukukunu korumak için yeterli olmadığından bununla yetinmemek gerekir. Müslüman'ın bir nikâhı vardır; o nikâh, dünya hayatını da düzenleyen dininin, meşru ve makbul gördüğü, ilgili kaynaklarda tanımladığı, unsur ve şartlarını açıkladığı nikâhtır. Bu şartlar ve unsurlar arasında imam yoktur."

En çok anlatmakta zorlandığım konulardandı bu konu. Sözüm bittiğinde rahatladım. Anlatacaklarımı anlatmıştım, olacaklar olacaktı, olacak olan olurdu. Muhataplarımın içinde birden fazla eşi olan hocalar vardı. İkinci eşini imam nikâhıyla alan hoca. Bu açıklamaları kabul ederler mi? Etmezler, etmediler zaten…

Sakal-ı Şerif

Sefer Ahmetoğlu (Malak), bir gün bir şişe ile geldi icra kuruluna, yanılmıyorsam bu şişeye 1.000 DM da para verdiğini söyledi. Çok ucuza aldığı içinde övüldü, övündü. Daha sonra da teşkilatın dergisine (Milli Görüş) şişeyi de yanlarına alarak Ali Yüksel ile birlikte kapak olmuşlar. O zamanlar Ali Yüksel Şeyhülİslâm idi. Avrupa’nın Şeyh-ül İslâm’ı. Sarığı ve cübbesi de vardı. Bir dernek Ali Yüksel’in kanına girmiş, onun da hoşuna gitmiş olmalı ki, kendisine Şeyhul İslâm payesi verilmiş. “aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım” demiş Allah, O istediği kadar desin Şeyhu-l İslâm’dan daha mı iyi bilecek(haşa). Ve karşınızda Avrupa’nın Şeyhu-l İslâm’ı Ali Yüksel. Her kula nasip olamayacak bir paye… Müslümanların Müslümanlara ve Müslümanların kendi inançlarına verdikleri zararı 9 köy bir araya gelse veremezmiş ya, işte bu insanların teşkilata verdiği zarar da aynen o kabildendir.
O dergiyi icraya getirdi Ali Yüksel ve nasıl güzel çıkmış mıyız? Diye de sordu. İcra kurulu üyelerinin yağlama yıkama faslından sonra ben söz aldım ve aynen şu cümleyi kullandım: “Şeyh-ül İslâm kıl tüccarlarına alet olmamalıdır.”  Neden kıl tüccarı dedim Sefer Ahmetoğlu’na (Malak) kısaca açıkladım. Ortam tabiatıyla gerildi, tartışmalar hararetlendi ve sonunda tüccarlar bu raundu da kazandılar. Yıllarca Müslümanlar o kılın etrafında dolandılar durdular, ta’zimde de bulundular o şişenin içindeki kıla. Peygamber sevgisini canlandırıyorlarmış. Özellikle Ali Yüksel ve Sefer Ahmetoğlu başka hiçbir günah işlememiş olsalar bile, bu kıl tüccarlığından dolayı girdikleri günah onlara yeter de artar bile...

Liderinin ağır sanayiden, Milli sermayeden, Milli Ekonomiden, Milli Harp Sanayiinden, İslâm Birliği’nden, İslâm Dinarı’ndan bahsettiği bir teşkilatın Genel Sekreteri ve Fetva heyeti üyesi kıl tüccarlığı yapıyor. Ondan sonra da %1.6 ‘ya düşüyorlar. Sonra da neden böyle oldu? sorusu soruluyor. Cevapları da hazır; “Yahudiler, Avrupalılar, Amerikalılar, İngilizler olmasaydı biz bu duruma düşmeyecektik…”

Toplantıdan sonra Abdullah Yüksel (Yüksel haşal) beni yine lahmacuncuya götürdü ve dedi ki: ‘O sözü söylemeyecektin.’ Neden söylemeyecektim hocam? Ali Hoca çok kindardır. Bu söylediklerini hiç unutmayacaktır, birgün mutlaka senden intikamını alacaktır.” Abdullah Yüksel’in dediği, oldu. Ali Yüksel Genel başkan olur olmaz, ilk icraat olarak beni Genel Merkez’den uzaklaştırdı ve Sefer Ahmetoğlu’nu Dortmund’dan Genel Merkez’e getirdi.

Sevsinler sizi…

Aradan Yıllar geçti Berlin’e geldi iş için Ali Yüksel, o çok sevdiği dostları kapısını bile çalmazken, yine ben sahip çıktım kendisine, Muzaffer Güven’i evinden çıkardım ve oraya Ali Yüksel’i yerleştirdim. Genel başkanlıktan ayrıldıktan sonra da Erbakan Hoca’nın İsviçre bankalarındaki, Amerikan bankalarındaki dolarlarından ve altınlarından bahsetmeye başladı.
Zeki Bina’nın (Allah rahmet eylesin) evindeki toplantılarda benim Milli Görüş’çü olmadığımı söyleyen ve bana hakaretler yağdıran İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural da, görevine son verildikten sonra Erbakan’ın dolarlarından bahseder hale gelmişti. Ali Yüksel ile aynı şarkıyı söylüyorlardı o zamanlar Berlin’de. Çok iyi düet yapıyorlardı.

Yıllarca işte bu insanlar Milli Görüş’ü savundular(!) ve benim gibi menfaat çarklarına çomak sokan gerçek Milli Görüşçülerin de görevine son verdiler. Nail Dural şimdilerde şeyh olmuş ve bir tarikatın Avrupa temsilciliğini yapıyormuş. Ali Yüksel de Ak Parti’nin kaymağını yedi ve üst düzey bürokrat olarak emekliye ayrıldı. Sevsinler sizi…

Strazburg

Strazburg’ta Eğitim kampındayım.  Bölge başkanı Mevlüt Sançar, Ordulu. Hocalara saygılı ve oldukça mütevazı bir başkan. Ben onun gibisine rastlamadım teşkilatta. Gençlerin davetlisi olarak oradayım. Cojep International adında bir dernek var.  Genel Başkanı Ali Gedikoğlu, Antalyalı bir delikanlı, Antalya yörüklerinden olmalı. Gayretli ve üretken. Etrafında da aynı kendisi gibi üretken ve aktif gençler var. Fevzi Akın, Veysel Filiz, Sedat Öz, Murat Ercan, Tuncay Sağlamer, Sebahattin Yeşiltaş, Sıddık Polat, İsmail Çetin, Ömer Faruk Şentürk ve ismini sayamayacağım birçok yiğit genç var orada. Bilgiye susamış gençler bunlar. Akıllarını kiraya vermeyenlerden, sorgulayanlardan. Tam aradığım gençler. O “sarp yokuş” a tırmanmayı hedeflerine alan gençler bunlar. Gözleri çakmak çakmak. Seminerde anlatılanlar yetmiyor bunlara veya bazı konular tam olarak akıllarına yatmıyor, teneffüslerde, yemek masasında, nerede bulurlarsa orada hemen toplanıveriyorlar etrafıma, soru yağmuruna tutuyorlar beni. Ben o gençleri çok sevmiştim, kanım kaynamıştı onlara. O gençlerin bana olan yakınlıklarını hazmedemeyen bazı hocalar özellikle de Sefer Ahmetoğlu(Malak) benim anlattıklarımı konu ederlermiş, ‘Yanlıştır Rüştü Hoca’nın anlattıkları ona itibar etmeyin.’ derlermiş, bundan dolayı da gençler imtihan ederlerdi sanki beni, sorularından anlardım ne yapmak istediklerini.
Yanılmıyorsam 3 kez aynı amaçla gittim Strazburg’a. Her seferinde mutlu dönerdim Strazburg’tan. Anlattıklarımı anlayan, provoke etmeden sonuna kadar dinleyen bir gençlik vardı karşımda.
Genel Merkez’den ayrıldıktan sonra da ilişkilerimiz devam etti. Zaman zaman Ali Gedikoğlu ile iştişareler yapardık telefon aracılığıyla. Onun da arası o kadar iyi değildi Genel Merkez’le. Sorguluyorlardı çünkü. Oysa itaat etmeliydiler, eyvallah demeliydiler, biz de varız, bizler de birşeyler düşünüyoruz dememeliydiler…

Strazburg’ta konser

Genel Merkez’den ayrıldıktan sonra bir kez daha gittim Strazburg’a. Ümit Akkaya ile birlikte Tasavvuf Musikisi konseri verdik orada. O konser ilk ve son konserim oldu. Keşke o sahneye ilahi söylemek, marş okumak için çıkmasaydım. Sesim güzeldir, okuyuşumda da problem yoktur, dinleyenleri ağlattığım zamanlar çok olmuştur. Askerde de askeri gazinoda korodaydım, türküleri de güzel söylerim. Erzincan’ın soğuğuna dayanamayıp, atmıştım kendimi askeri gazinoya.
Ama Strazburg’ta sahneye çıkarak ilahi ve marş söylemek bana hiç yakışmadı. Ben o gençlere kürsüden seslenirken, onlara yön vermeye çalışırken sahnede ilahi söylemem çok ağırıma gitti. Sebep olanlar utanmalıydı benim o durumuma ama ben utandım. Strazburg’tan sonra Ümit Akkaya çok yalvardı ‘Gel bırakma sahneyi’ diye ama yapamadım. Pazarcılığa başladım, rızkımı oradan temin etme yoluna gittim. Ne kadar büyükmüşüm ki, koskoca Avrupa’ya suğdıramadılar beni. Benim Strazburg’ta sahneye çıktığımı duyan Genel merkez’deki kifayetsiz muhterisler, ‘Rüştü Hoca şarkıcı olmuş’ diyerek benimle alay etmişler… Arkasına da eklemişler ‘Olacağı buydu zaten.’ diye. Ne diyeyim, yapılacak bir şey yok…

Ümit Akkaya bana kasetler/CD ler yapmıştı, kendi kasetleri/CD leri de vardı. Hepsi satıldı Strazburg’ta, paramızı da aldık. Devam ettirseydik sahneye, bugün çok paramız olurdu herhalde, ünlü de olurduk belki. Çünkü saz eşliğinde ilahi söylemek, marş söylemek yavaş yavaş moda oluyordu o zamanlar. O çalışmaların altına da imzayı birlikte atmıştık Ümit Akkaya ile Berlin’de TFD Televizyonu’nda.
Ben o gençleri çok sevmiştim. Hâlâ da seviyorum. Selam olsun Strazburglu sevgili yiğit gençlere.

Lyon

Lyon’da da bir anım var. Önemli bir anı. Bütün bölgelerde, gittiğim her yerde, teşkilat çalışmasını yaptıktan sonra 15-20 dakika süren kısa bir konuşma yaparak, Kur’an’ı anlayarak okumanın öneminden bahsederdim. Bu arada uydurma hadislere de değinirdim. Lyon’da da sünnetimi uygulamaya aynen devam ettim. Program bittikten sonra bir genç kız yaklaştı bana, “Özel görüşebilir miyiz?” dedi. Bir odaya çekildik ve başladı kız konuşmaya. Çarfşaflı bir kız. Hukuk okuyormuş. Yaptığım konuşmadan dolayı beni biraz övdükten, koltuklarımı kabarttıktan sonra, ‘Hocam ben bu dine inanmıyorum biliyormusun’ dedi. Bir an şoke oldum; ‘Peki bu çarşaf nedir’ dedim. ‘Bu çarşafı giymesem babam bana para vermez ‘ dedi.
Tabi bu şok edici ifadelerden sonra anlaştık o kızla. Bu dine inamıyorum derken, mevcut piyasadaki dine demek istemiş. Uydurma hadislerle kendisini aşağılayan dinden bahsetmiş bana. Oldukça heyacanlıydı. Makineli tüfek gibi hiç ara vermeden konuşuyordu. Birkaç tanesini okudu kabul etmediği o hadisleri:
-“İnsanın insana secde etmesi uygun olsaydı, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.”[3293-Tirmizî]
-"Nefsim kudret elinde olan Allah’a (Zât-ı Zülcelâl'e) yemin ederim, bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde kadın davetine icabet edip yatağa gitmese, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona beddua ederler." [Buharî, Nikâh 85, Bed'ü'l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh 41, (2141)]
-“Kocanın vücudu irin(yara) olsa, kadın da o yarayı diliyle yalayarak temizlese yine de
kocasının hakkını ödeyemez. ” (Müsned, V 239)

Kız haklıydı

Kız haklıydı. Böyle bir dine gerçekten inanılmazdı. Hele Fransa’da hukuk okuyan birisiysen hiç inanılmazdı. Kız da inanmamış zaten. Ben bu sıkıntıları fetva heyetindekilere anlatabilseydim, Avrupa’daki Müslümanların geldikleri yer çok daha farfklı olacaktı. Ama olmadı. Gücüm yetmedi…
Osman Yumakoğulları değişimden yana olan bir genel başkan idi. Çalışmalarımda benim önümü açan kişiydi o. Çoğu zaman benim için paratoner görevi yaptı. Bana ilk defa kırmızı kart gösteren Osman Yumakoğulları’dır. Ancak Genel Merkez’e geldiğimde anladım ki o, yan hakemlerin kurbanı olmuş.

Genel başkanlar

Daha sonra Ali Yüksel genel başkan oldu, keşke olmasaydı, onun döneminde Milli Görüş gerileme dönemine girdi. Ondan sonra gelen Mehmet Erbakan Milli Görüş’ü şahlandırmak istedi ama ona da dinozorlar mani oldu. Bir kulp taktılar ve genel başkanlıktan uzaklaştırdılar. Yusuf lşık(vekâlet) döneminde hızla inişe geçildi, Yavuz Çelik Karahan döneminde ise çöküş hızlandı. Yavuz iyi bir icracıdır, verilen görevi yapar, bunun için gerekirse uyku bile uyumaz. Dur durak dinlemez. Ancak üretken olmadığı için bir şey yapamaz, patinaj eder hep. Genel başkanlık ona birkaç numara büyük geldi. Kurmayları Oğuz Üçüncü ve Mustafa Yeneroğlu çalışkan insanlardı, Alman mentalitesini de iyi bilen gençlerdi, teşkilatı bir yerlere getirebilirlerdi ama lokomotifsiz tren yerinden bile kıpırdayamıyor. Vagonları ne kadar yeni ve modern olursa olsun… Kemal Ergün döneminde ise Milli Görüş yerlerde sürünüyor. Sanki teşkilata Ezher damgası vurulmaya çalışılıyor gibi…

Genel Kurul Konuşmaları

Osman Yumakoğulları ile komşu olduğumuz için zaman zaman sohbet imkânları buluyorduk. Genel kurul yaklaştıkça telaşlanıyordu Yumakoğulları, Avrupa’nın herbir yanından gelen insanlara mesaj vermek istiyordu. Abdullah Yüksel (Yüksel Haşal) “hocam bu genel Kurul’da konuşmanı biz hazırlayalım müsaade edersen” dedi bir akşam sohbet arasında. Memnuniyetle kabul etti. Tabii ki konuşmayı hazırlayacak olan bendim. Gençlerden bir ekip kurdum. Üniversitede okuyan gençlerdi bunlar. Metin ilhan, Sami Alphan ve Muhittin….-Muhittin’in Türkiye’de bir üniversitede hoca olduğunu duydum- önce geçen genel kurullarda neler konuşulmuş onları gözden geçirdik. Baktık ki, felaket, hem de ne felaket. Hayıflandım ve dedim ki gençlere, ”yazık, Adama neler söyletmişler.” Camide vaaz eden üçüncü sınıf bir hocanın konuşması gibi. Genel başkan, genel kurullarda o kalabalıklara maalesef hikâye anlatmış.

Kolları sıvadık gençlerle. Metin İlhan bilgisayarın başındaydı. Allah selamet versin geleceğe damgalarını vurabilecek kapasitede gençlerdi bunlar. Bu vesileyle hepsine bir daha teşekkür ediyorum bu yazım aracılığıyla. Önce bir plan hazırladık, bu plan dâhilinde hangi mesajlar verilecekse sırasıyla önce araştırdık, tespitlerde bulunduk, hedef kitleyi analiz etmeye çalıştık ve sonra da başladık yazmaya.

Divan başkanıyım

İlk konuşmayı Antwerpen’de/ Belçika’da yapılacak olan Genel Kurul için hazırladık. Orada ben aynı zamanda divan başkanıydım. Misafir konuşmacılara divan olarak 3 er dakika konuşma süresi verdik. Bütün misafirler bu süreye dikkat ederek konuşmalarını yaptılar. Sıra Şeyh Kıbrısi’ye geldi. Aynı süreyi ona da verdik. Ancak o konuşmasını uzattı. Uyardım, uyarıma riayet etmedi. İkinci uyarımdan sonra Erbakan Hocam’dan bana bir pusula geldi, ‘Şeyh Kıbrısî’ye müdahale etme’ yazıyordu pusulada. Ben de Erbakan Hocam’a cevaben bir pusula yazdım; ‘Sayın Hocam, çok kıymetli misafirlerimiz var, her birisi ötekinden kıymetlidir, Kıbrisi’nin onlardan farkı olmasa gerektir. Sonra bir de zaman sıkıntımız vardır. Dolayısıyla bu emrinizi yerine getiremeyeceğim, saygılarımızla/ Divan’.
Ben pusulayı yazdım ama aynı zamanda da heyacanlanmaya başladım. Hocadan azar yemek de vardı. Divandaki arkadaşlarım başta Eyüp Fatsa olmak üzere beni ikaz da etmişlerdi. ‘Hoca’ya böyle yazı mı yazılır?’ diye. Ben izlemeye başladım pusulanın sonucunu ve hocaya bakıyordum pür dikkat.
Hoca pusulayı okudu, bana baktı ve başıyla onayladı beni. Ve ben hemen Şeyh Kıbrisi’ye son uyarımı yaptım, Hocamdan aldığım cesaretle biraz sert bir uyarı oldu ama sonuç alıcı bir uyarıydı.

Osman Yumakoğulları’nın sonradan bana anlattığına göre, Erbakan Hoca ilk defa konuşmasından dolayı kendisini tebrik etmiş. O gün otelde o da bana teşekkür etti, çok sıcak bir teşekkürdü; “Rüştü Hocam, benim siyasi kariyerimi kurtardın, teşekkür ederim” dedi ve o bildik babacan tavrıyla sarıldı, kucakladı beni. Tabiatıyla bizler de mutlu olduk.

İkinci Genel Kurul konuşmasını yine aynı ekip hazırladı. Frankfurt’ta yapılmıştı genel kurul. Bir ara yanıma Gazeteci Ruşen Çakır yaklaştı ve sordu; “Fethullah Gülen’in Avrapa yapılanması hakkında ne dersin?” dedi. Alâkasız gibi geldi bu soru bana o gün, garipsemiştim o soruyu. Demek ki, Türkiye’de bilinen bir yapılanma vardı ve onun Avrupa’da uzantısı var mı diye araştırlıyordu. Erbakan Hoca özel sohbetlerinde onların dış bağlantıları hakkında konuşmalar yapardı, bilgiler verirdi bizlere, oradan bilirdik biz onların kimlere hizmet ettiğini. Ancak Ruşen Çakır’ın bilgi toplamasına mana verememiştim. 2015 yılında yapılan darbe girişimiyle tamamen öğrendik kimlere hizmet ettiklerini… Ancak 22 sene sonra.

11. Genel Kurul’da yapılan konuşmanın içeriğine bakarak, 22 sene önce yaptığımız tespitler bugün gelinen noktadan bakıldığında ne kadar isabetliymiş ona siz karar verin. Burada Antwerpen konuşmasını yayınlamak isterdim ama bulamadım, Osman Yumakoğulları’nın Frankfurt konuşması şöyleydi:

Devam edecek

16 Ocak 2017 Pazartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (X-10)

 -Malezya’da kadınlar Cuma namazı kılıyorlar. Bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılamaz başlığının altında; özürlüler, hastalar ve ''kadınlar'' diye yazar.- 
 
BİR GARİP YOLCULUK (1994) 
 
Gurbet deyince Almanya, gurbetçi deyince yine Almanya geliyor aklımıza. Oysa çok uzaklarda da gurbet ve gurbetçiler var. Onların her sene izin yapmak için Türkiye'ye gelme imkânları da yok. Bana göre gerçek gurbetçiler onlar. Almanya'daki gurbetçilerden Avustralya'daki gurbetçiye selam olsun. Bundan tam yirmi iki sene önce teşkilat çalışması için Yavuz Çelik Karahan(Osman Yobaş) ile birlikte Avustralya’ya gitmiştik. Avustralya dönüşü yazmıştım bu hikâyeyi... Bu yazı dizisinin içinde de bulunsun istedim: Yolculuk mu garipti, yoksa yolculukta mı bir gariplik vardı bilemiyorum. Frankfurt Havalimanı’na vardığımızda uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. Yol arkadaşım Yavuz Çelik Karahan (Osman Yobaş) ile birlikte merdivenleri ikişer üçer iniyor-çıkıyorduk. Uçuş işlemlerinden sonra uçakta yerimizi aldık, derken ‘Kemerlerinizi bağlayın’ anonsu yapıldı. Bu anons 20 saat havada devam edecek olan yolculuğun ilk anonsuydu. Yol arkadaşlarımızın simaları alışık olduğumuz simaların dışındaydı. Gözler çekik, boylar küçük, bedenler oldukça zayıf, sıfır beden. Hostesler millî giysileriyle hizmet ediyorlar. Avrupa'ya özenmiyordu demek ki Uzakdoğulular. Hosteslerin giyiminden anlaşılan bu. Kendi kimliklerini ve kültürlerini koruma konusunda aşırı derecede hassas davranıyor olmalılar. Hoş, güzel, alkışlanacak bir davranış. Demek ki Malezyalılar, kültür emperyalizminin ağına takılmamışlar. "Hadi canım sende, biz uzak doğuluyuz, Malezyalıyız" der gibiydiler lisanı halleriyle. Sanki meydan okuyorlardı emperyalistlere ve onların sadık kullarına. Avustralya yolculuğunu Malaysia Hava Yolları’yla yapıyoruz ve ikinci anons, “Malaysia Havalimanı'na iniş için kemerlerinizi bağlayın.” On bir saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ilk durak Malezya. Oldukça sıkıcı bir yolculuktu. On bir saat havadasınız, biraz hareket etmek isteseniz edemiyorsunuz, hele bir de iki tarafınızda oturan yolcular bire uzun ikiye kısa iseler, varın siz tahmin edin yolculuğun rahatlığını(!). 
 
Malezya 
 
Çıkış için gişelere doğru ilerlerken, hayretler içinde kaldım. Gişe memurelerinin başları örtülü, tesettürlü. Bir anda yorgunluğumun kaybolduğunu hissettim. ‘İşte hürriyet ve işte insan hakları!’ diye haykırasım geldi. Hemen kendi ülkemi düşündüm. Başörtüsüyle üniversiteye giremeyen bacılarımızı düşündüm. Halkının %99'u Müslüman olan bir ülkede inancından ötürü Müslüman hanımlar başlarını örtemiyorlardı. Oysa Malezya halkının % 51'i Müslüman ve buna rağmen halkı inandığı gibi yaşama özgürlüğüne sahip. Türk pasaportunu görünce hemen ayağa kalktı başörtülü memure, tebessüm ederek ‘Buyurun hoş geldiniz’ dedi. Ben görevim dolayısıyla Avrupa ülkelerinin hepsini hemen hemen dolaştım. İlk defa Türk pasaportuna selam duran bir memureyle karşılaştım. Şaşırdım. ‘Sen şöyle geç ve bavullarını da aç!’ denilmedi bana. Herhalde Osmanlı döneminde de böyleydi, açılıyordu bütün kapılar Osmanlı vatandaşlarına. ‘Buyurun, hoş geldiniz…’. Ne güzel kelam. İtibar görmek ne kadar onur verici. Koltuklarınız kabarıyor, etrafınıza bakıyorsunuz gururla, ‘Evet ben Türk’üm ve Müslümanım’ Tabi bu övünç yol arkadaşım için geçerli değildi. O da Türk'tü ama Türk pasaportu taşımıyordu. Bir saat kadar tuttular onu içeride. Belirli sorular sormuşlar kendisine, cevaplarını vermiş ve sonra da çıktı geldi. Malezya'da bir gün kalarak yolculuğumuza devam edeceğiz. ''Air Hotel'' de kalmamız gerekiyor. Üçüncü sınıf bir Hotel. Oldukça da rutubetli. Biraz kestirmek için yatağa şöyle bir uzandım ve tavanda bir işaret gördüm, yattığım yerden kalktım, kısa bir incelemeden sonra anladım ki, o işaret kıbleyi gösteriyor. Çekmecede seccade ve Kur’an da var. Bunlar küçük ayrıntılar belki ama insanı mutlu den ayrıntılar. 
 
Uluslararası İslam Üniversitesi 
 
Bu bir gün içinde, Malezya'yı tanımalı, Malezya 'da okuyan Türk öğrencileriyle ve öğretim görevlileriyle tanışmalıydık. Otele yerleşir yerleşmez hemen telefona sarıldı Yavuz. Malezya’ya geleceğimizi önceden bilen Kemal Civelek’i aradı. Uluslararası İslam Üniversitesi'nde okuyan bir Türk öğrenci Civelek. Bir saat sonra oteldeydi. Aldı bizi arabasına ve doğru Üniversiteye. Egzotik bitki örtülerinin süslediği yollardan geçerek ve soldan akan trafiği de yadırgayarak ''Uluslararası İslâm Üniversitesine ulaştık. 30 tane Türkiyeli öğrencimiz okuyormuş bu üniversitede. 10 tane de öğretim görevlimiz varmış. Bunlardan biri de Ahmet Davutoğlu(Daha sonra T.C. Başbakanı oldu). Oturduk sohbet ettik kendileriyle, Türkiye'den her açıdan uzak oldukları için hemen Türkiye'yi ve ara seçimleri sordular(O zaman Türkiye'de ara seçimler vardı). Türkiye ekonomisini sordular, üniversitelerdeki başörtüsü olaylarının son durumlarını sordular, uzun uzun anlattık. Onlar da bize, Malezya'dan ve Malezya'daki Müslümanlardan onların yaşantılarından bahsettiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra, Doç. Hulusi Bey ve Kemal Civelek bizi otele bıraktılar. 
 
Kadınlar Cuma namazı kılıyor 
 
Sabah Malezya'yı tanımaya Kuala Lumpur’dan başladık. Modern binaların yanında gece kondular ve fazla temiz olmayan caddelerle tipik bir Uzakdoğu başkenti Kuala Lumpur. Afrika mimarisinin örnekleri olan minareler özgürce yükseliyor Kuala Lumpur'da. Minarelere paralel olarak, insanlar inançlarını özgürce yaşayabiliyorlarmış burada. Kemal Civelek anlatıyor: 'Mesela nikâh, imamlar tarafından kayıt altına alınıyor. Cuma namazlarını memurlar da kılabiliyor. Cuma saatinde her taraf kapalıdır. Memur olan, fabrika vs. gibi yerlerde çalışan kadınlar başörtüsüyle rahatlıkla çalışabiliyorlar.’ Ayrıca Hac fonu diye bir fon kurulmuş, doğumdan itibaren bu fonda para birikiyormuş, çocuk ergenlik çağına gelince de bu fondan yararlanarak Hacca gidebiliyormuş. Malezyalı gençler bu fondan istifade ederek, evliliklerini Hac zamanında Mekke'de yapıyorlarmış. Hem Hac, hem de yanı sıra Evlilik. Çifte saadet, ne güzel. Namaz vakitlerinden yarım saat önce minarelerden Kur'an okunmaya başlıyor. Sorduk ‘Her zaman böyle midir?’ diye. ‘Evet böyledir.’ dediler. ‘Ezan sesinden rahatsız oluyoruz, ezanlar ses cihazlarıyla okunmasın!’ diye valiliklere müracaat eden Türkiyeli laikler geldi aklıma...Vakit namazlarına hanımlar da geliyor, çoluk- çocuk bütün aile camide vakit namazı kılıyor. Namazdan sonra tekrar işlerine dağılıyorlar. Oysa bizde kadınların camiye gitmeleri neredeyse yasak. Hele hele vakit namazlarında ve cuma namazında kadınlar rutin olarak camiye gelemezler, eğer gelirlerse... Sonucu düşünmek bile istemiyorum. Acaba diyorum, biz mi dini bilmiyoruz, yoksa Malezyalılar mı? Yoksa bu insanlar başka bir dine mi inanıyorlar? Yine de sorduk? “Sizler Müslüman mısınız”? -‘Evet Müslümanız.’ dediler ve dinlerinin İslâm olduğunu, Peygamberlerinin Hz. Muhammed (s) olduğunu, kitaplarının da Kur'an olduğunu söylediler. Kadınların cuma namazı kılması bizim için gerçekten büyük bir olay. Çünkü bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılamaz başlığının altında, özürlüler, hastalar sayıldıktan sonra ''kadınlar'' diye yazar. Türkiyeli Müslümanlar mı hata ediyor, yoksa Malezyalı Müslümanlar mı? Bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; Allah'ın dininde çifte standart yoktur. Yorumu siz okuyucularıma bırakıyorum… 
 
Sunshine Camii 
 
Malezya krallıkla idare edilen bir ülke. Kralların kralı var, birde eyaletlerin kralları var. Kralların krallarını eyaletlerin kralları seçiyor. Krallar kendi adlarına cami ve kültür merkezleri yaptırıyorlarmış. Osmanlı Padişahlarında olduğu gibi. ''Sunshine '' kralı da bir cami yaptırmış kendi adına. Bu caminin farklılığı, birkaç mimari özelliği bir arada taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Minareler Osmanlı mimarisine uygun şekilde yapılmış, dış avlu Selçuklu mimari tarzında. Kubbe Mescid-i Nebi’nin mimari özelliğini yansıtıyor. İçerisinde Afrika mimari tarzı kullanılmış, duvar motifleri de öyle. Çiniler Kütahya'dan getirilmiş. Fevkalade güzel bir cami. 
 
Biri Filistinli diğeri Bosnalı 
 
Malezyalılar, soba nedir, kalorifer nedir, palto nedir, nasıldır? bilmiyorlar, sıcaklık devamlı 30 derecenin üzerinde. Günümüz o kadar hızlı geçti ki, anlayamadık bile. 21:45’te Kuala Lumpur Havaalanı’nda olmamız gerekiyordu. Bu kez erken geldik Hava alanına. Kahvelerimizi yudumlarken, Filistinli bir erkek ve Bosnalı bir kız öğrenciyle tanıştırdı bizi Kemal Civelek. Ülkelerinden emperyalistler tarafından sürülmüş iki genç... Birinin taşlarla kolu kırılmış, öbürünün ırzına geçilmiş Filistin'de, Bosna'da. İkisi de kader kurbanı. Malezya’da bir araya gelmişler ve evlenmişler. Kader işte... "Bosnalı bacım, keşke fırınlara atılsaydın da, orada yakılsaydın da, dumanın göğe yükselseydi; belki o zaman dünya Müslümanları senin farkına varırlardı da, alnına o kara leke sürülmezdi." Hüzünlendik, üzüldük, Filistin üzerine birkaç söz söyledik, sohbet ettik, bilgiler aldık. Bosna üzerine de birkaç söz söyledik, Aliya İzzet Begoviç’ten konuştuk. Sonra da, buruk bir şekilde ayrıldık o talihsiz ve mutlu çiftten. 
 
Allah Müslümanlara niçin yardım etmiyor 
 
 Enfal Suresi'nin 65. Ayeti şöyledir; ''Gerçekten inanan ve sabırlı olan 20 kişi iseniz, ben size 200 kişiyi mağlup edecek güç veririm, 100 kişiyseniz 1000 kişiyi mağlup edecek güç veririm''. Dünya nüfusu altı milyar. Bu altı milyar içinde Müslüman nüfus iki milyar. Yani üç kişiden biri Müslüman. Normal şartlarda bile Müslümanların onurlarını koruyabilmeleri söz konusu iken bir de Allah'ın 20 kişilik güce vereceği, 200 kişilik güç düşünülecek olursa, Müslümanların bugün emperyalistler tarafından kanlarının akıtılmaması, gözyaşlarının akıtılmaması gerekmez miydi? ''Allah Müslümanlara neden yardım etmiyordu?'' Bir başka ayet hemen hafızamda canlanıveriyor, ‘Siz kendinizi değiştirmedikçe Ben sizi değiştirmem’... Hoşgörüde değişim, insan haklarını algılamada değişim, yardımlaşmada değişim, kardeşlikte değişim, başkalarının günahlarıyla uğraşmama konusunda değişim, dünya menfaatlarına bağlılıkta değişim, adil yargılama ve adil paylaşımda değişim, hurafelerden ayrılmada değişim, bidatlerden uzaklaşmada değişim, Allah'ın dinini Allah'a teslim etmede değişim, herhalde değişimden kastedilen bu ve benzeri değişimler olsa gerektir diye düşündüm. Dış görünümdeki değişim değildi istenen. Sakal bırakmak, şalvar giymek, sarık giymek, çarşaf giymek değildi herhalde değişime sebep olacak değişim. Çünkü Allah Müslümanları değiştirmiyordu, dönüştürmüyordu... 
 
Melbourne’deyiz
 
 Uçaktayız, Avustralya’ya gidiyoruz. Filistin’i, Bosna’yı ve dünyanın başka yerlerinde yaşam mücadelesi veren Müslüman halkları hayalimden geçiriyorum, görür gibiyim onları. Hostesin anonsuyla daldığım hayal âleminden uyanıyorum. ‘Kemerlerinizi bağlayın''. Dokuz saatlik yorucu bir yolculuktan sonra bu sefer Avustralya'ya iniyoruz. Oldukça görkemli bir Havaalanı. Yol arkadaşım Malezya'daki gibi yine takıldı Pasaport memuruna, ama bu kez nedense erken kurtuldu memurun elinden. Kazım Ateş ve Tahir Solak karşıladı bizi Havaalanında. Melbourne’deki Milli Görüş Merkezine götürdüler bizi. 80 dönüm, içerisinde kapalı spor salonu bile mevcut olan mükemmel bir okul binası burası, satın almışlar. Aynı zamanda bu okulu bölge merkezi olarak da kullanıyorlarmış. Bizi bir odaya bıraktılar ve dinlememiz için gittiler. Yatak çarşaflarına başımızı koyamadık kokudan, çarşaflar değiştirilmemiş. Orada yatmamız mümkün değil, bir otel bulmalarını istedik ev sahiplerinden ve oraya taşındık. Yöneticiler bizlere çok mesafeliydiler, gelişimizden memnun olmamışlardı sanki. Sonradan öğrendiğimize göre, mülkiyet alımından dolayı aralarında problem varmış, bizim o problemden haberdar olmamızı istemedikleri için sıkıntılıymışlar. Melbourne yemyeşil, yüksek bina fazla yok. Evler genelde müstakil, bahçeli evler, düzayak giriliyor. Avustralya'nın 4 büyük şehrinden biri, 35.000 Türkiyeli yaşıyormuş burada. Avustralya'da yaşayan tüm Türkiyelilerin sayısı ise 150.000 civarındaymış(1994). Resmi rakamlarda ise Türk nüfus 42.000 olarak tespit edilmiş. Avustralya'ya Türkiye'den gelenleri, Türkiyeli olarak sayıyormuş Avustralya hükümeti. Sadece Avustralya'da doğan çocukları Avustralyalı olarak gösteriyormuş resmi kayıtlarında. Aradaki fark bu anlayıştan kaynaklanıyormuş. Avustralya'da yaşayan Müslüman sayısı 500.000 civarında imiş. Ne yazık ki; orada da Müslümanlar arasında bir kaynaşmadan söz etmek mümkün değil. Onlar da Almanya’daki Müslümanlar gibi Allah'a kul yetiştirme yerine, kendilerine üye yetiştirmekle meşguller. 
 
Arap ülkelerinden gelenler daha aktif 
 
Avustralya'nın ekonomik rahatlığı da birlikte olma ihtiyacından uzaklaştırmış Müslümanları. Avrupa'nın aksine, Arap ülkelerinden gelenler, Türkiyeli Müslümanlardan biraz daha şuurlu. Dört tane İslâm Koleji açmışlar Melbourne' de. Eğitime büyük ölçüde ağırlık vermişler. Avustralya hükümeti bu konuda oldukça rahat. İki senelik bir deneme müddeti koymuş özel okullar için, bu zaman zarfında aldığı artı puanlardan sonra okulu Avustralya hükümeti finanse ediyormuş. Türkiye'den gelen Müslümanlar, Avrupa'da olduğu gibi, Avusturalya'da da böyle bir imkânı değerlendirememişler. Azem Atlıhan, Ali Galip Oruç, bölgenin bizlere mihmandar olarak verdikleri iki genç arkadaş. Azem Denizlili, İmam Hatip Lisesi'nden sınıf arkadaşım. 15 yıl sonra Melbourne’de karşılaştım ve kucaklaştık. Ali Galip Oruç da Yavuz’un hemşerisi. Kayserili. O da İmam Hatip Lisesi mezunu, onlar da 15 yıl sonra Melbourne’de karşılaşıyorlar. 
 
14 senede bir izin 
 
Çok kıymetli dostlarımız oldu Avustralya'da. Avustralya'da yaşayan Türkiyeliler oldukça hüzünlü, on yıldan aşağı izine gidenlere fazla rastlayamıyorsunuz. Kimisinin anası, kimisinin babası vefat etmiş, buna rağmen onlar gidememişler izine, görememişler ölümden sonra kardeşlerini akrabalarını. Havaalanında rastladığımız bir teyzeye sordum: 'Ne zamandan beri buradasınız' ? ‘25 yıldan beri’ dedi. Peki, bu kaçıncı izin? "İkinci izin, birinci izine 14 yıl evvel gitmiştim." Yanında 17 yaşlarında bir kız var, besbelli ki kızı evlendirmeye götürüyor. Yeni bir kurban daha getirecek Avustralya'ya. Unutulan nesiller Türkiye'den bir misafir gelmiş diye duyan koşup geliyor yanımıza, kucaklaşıyoruz. Dikkat ettik, bu koşup gelenler hep birinci kuşaktan insanlar. İkinci kuşağın, hele üçüncü kuşağın Türkiye diye, Türkiyeli diye bir derdi yok. O artık Avustralyalı olmuş. Adları; Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin. Dinleri, ''İslam''. Ancak dilleri İngilizce, müzikleri İngilizce. Zeybek oynama yerine, horon tepme yerine, çiftetelli oynama yerine dans etmeyi tercih ediyorlar. Gençler arasındaki kültür erozyonunu fark eden bir kısım fedakâr insan, radyo kurmuşlar. Günde bir saat yayın yapıyorlar ama onlar daha fazlasını istiyorlar, bu kadar yetmez diyorlar, gerekli başvuruları çoktan yapmışlar. Türkiye'den 20.000 km. uzaktaki bu insanlara sahip çıkılması gerekiyor. Dini cemaatlerin yaptıkları hizmetler de olmasa, hepten kaybolup gidecek bu insanlar. Biraz daha fedakârlık gerekiyor, didişmelerden uzak durmak gerekiyor, halkın verdiği maddi desteği sorumluluk şuuruyla kullanmak gerekiyor, bidat ve hurafelerden arınmış bir dinin buyruklarıyla beslemek gerekiyor Müslümanları. 
 
Radyo kurmuşlar 
 
Radyo dinleyicilerinin isteklerine de cevap veriyor. Bir istek telefonu alındı biz oradayken. Bir bayan sesi 'Alo'... Bir istekte bulunacağım, bugün çalmanız mümkün müdür ? Ali Galip çok nazik bir genç, radyodan o sorumlu. ''Tabi hanım efendi buyurun, kimin için hangi türküyü istiyorsunuz?'' Cevap insanın içini acıtıyor: ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.'' Avustralya'ya gelin gelmiş bu bacımız, geldiği seneden beri de köyüne gidememiş, özlemiş anasını- babasını. Gurbet içerisinde gurbeti yaşayan birisi olarak biz de hüzünlendik ve gözlerimizden süzülüverdi yaşlar... Başladı radyo türküyü çalmaya, “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler / Annesinin bir tanesini hor görmesinler / Uçanda kuşlara malum olsun / Ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı / Ben köyümü özledim / Babamım bir atı olsa binse de gelse / Annemin yelkeni olsa açsa da gelse / Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse / Uçanda kuşlara malum olsun / Ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı/ Ben köyümü özledim.”* 
 
Nereleri imar etmedik ki 
 
 Benim ülkemde yedi iklim yaşanıyor. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de oldukça fazla. İnsanı çalışkan. Dünyanın her tarafını imar etmiş o çalışkan insanlar. Ancak kendi ülkelerini bir türlü imar edememişler. Sanki modern köleler olarak yayılmışlar dünyanın dört bir yanına. Üç kıtada at oynatmış bir milletin torunları, şimdi rızık peşinde koşuyorlar oralarda. ''Ya Rabbi bu ne zillet böyle''. Güzel Peygamberimizin buyruğu geldi aklıma, ''Cihadı terk eder de öküzün kuyruğuna yapışırsanız, Allah sizi zelil eder, tâ ki tekrar cihada dönünceye kadar.'' 
 
Kültür elçileri 
 
Bir hafta kaldık Melbourne’de. Sonra program gereği Sydney'e gittik. Giderken Canberra’ya da uğradık, yolumuzun üzerindeydi. Canberra Avustralya'nın başşehri. Sonradan özel olarak kurulmuş bir şehir. Oldukça geniş caddeleri var. Parlamento binası şehre hâkim bir tepeye kurulmuş, görkemli bir yapı. Canberra’da 40 hane kadar Türkiyelinin olduğunu söyledi yemek yediğimiz lokantanın sahibi. Lokantanın içerisi müze gibi, Osmanlı eserleriyle süslenmiş her taraf. Başta Hat Sanatı... Bir kültür elçisi ancak bu kadar Türkiye'yi ve Türk insanını tanıtabilir yurt dışında. Tebrik ettik kendisini. Yemek esnasında Hafız Burhan okuyordu inceden inceye: "Her yer karanlık pür nur o mevki / Mağrip mi yoksa makber mi yâ Rab/ Ya hab gâh-ı dilber mi ya rab/ Rüya değil bu ayniyle vaki/ Kabri çiçekten bir türbe olmuş/ Dönmüş o türbe bir haclegâhe/ Bir haclegâhe dönmüşse türben/ Aç koynunu aç mâşukânım ben." 
 
Türkiye'deki lüks lokantalarda, batı müziği çalınır, nereye giderseniz gidin bu böyledir. Ülkemize kadar gelen turistlere bile kendi müziğimizi dinletmek istemeyiz nedense. Kimliğimizle onların karşısına çıkmaktan mı utanırız ne, ne kadar garip değil mi? Canberra’dan ayrıldık ve düştük yine yollara. Yollar çok güzel, ama yolda seyreden araba neredeyse yok denecek kadar az, tek-tük. Daha çok tırlar var o kıvrıla kıvrıla uzayıp giden otoyollarda. Kornasını, elinizle çektiğiniz bir iple çaldığınız o süslü-püslü, burnu kocaman tırlar seyrediyorlar daha çok. Bazen de önünüze kanguru atlıyor. Koyuna, kediye, köpeğe, sığıra, tavşana alışkın olunca insan, birden bire kanguru görünce heyecanlanıyor. Çok şirin hayvanlar, ön ayakları kısa, arka ayakları uzun. Allah’ın işine karışmamak daha doğru olacak galiba… 
 
Sydney'deyiz 
 
Şehrin merkezinde süngü gibi, göğü yararak zirveye ulaşmaya çalışan iki minare var. Camiden önce minare yapılmış. Cami henüz inşaat halinde. Avustralya’da da Müslümanlar yaşıyor ve bu Müslümanlar oralarda İslâm’ı temsil ediyorlar. İşçi olarak buralara gelen o insanlar mühürlerini çoktan vurmuşlar Sydney’e. Orada yaşayan Türkiyeliler camileriyle övünüyorlar. Bila ücret herkes imece usulü çalışıyormuş caminin yapımında, herhalde azınlık psikolojisinin verdiği bir ezikliğin gereğidir diye düşünüyorum. Programlar bittikten sonra arkadaşlar ‘Sydney'de gezdirelim sizi’ dediler, teklifi kabul ettik. Önce Sydney Opera House, dünyanın en göz alıcı yapılarından birisi. Eserin yapımına 1957 yılında başlanmış ve aradan geçen 16 yılın ardından, Sydney ile özdeşleşen bu nefes kesici yapı 1973 yılında tamamlanmış. Daha sonra Kral Caddesi'ne. Oradaki Türkiyeli çocukların halini gördükten sonra, içinizin cız etmemesi mümkün değil. O çılgın gece âleminin içinde o benim kızımın, oğlumun ne işi var? Ne işi var benim delikanlımın o âlemde. Dolar aşkına feda edilen nesillerimiz bunlar... Arif'in bir arkadaşı ''önceden bizi buraya sokmuyorlardı, şimdi ise buraların kralı biziz, artık buralar bizden sorulur” diyor. Arif Denizlili bir genç. Türkçe'yi çok zor konuşuyor. ‘Hocam eskiden bende bunlar gibiydim, ben hidayete erdim elhamdülillah, vesile olanlardan Allah razı olsun” diyor, utanarak. Türk çocukları İngilizce konuşuyorlar, Çinliler Çince. Bizim nesiller çok geçmeden kaybolup gidecek buralardan ama, Çinliler orada kimlikleriyle yaşamaya devam edecekler. 
 
Aborijinler 
 
Aborijin Avustralya kıtası yerlilerine verilen ad. Aborijinler Avustralya'ya Güneydoğu Asya'dan gelmişler. Göçebe hayatı yaşamışlar. Avlanırken mızrak ve bumerang, balık avında ise kanolar kullanmışlar, meyve ve sebze toplamışlar. Yazılı bir dilleri olmamasına rağmen şarkılar yoluyla ağızdan ağıza birçok bilgi aktarmışlar. İngilizler 18. yüzyılda Avustralya'ya yerleştiklerinde 300.000'den fazla Aborijin yaşamaktaymış. Ancak birçoğu İngilizler tarafından katledilmişler ya da topraklarından sürülmüşler. Bugün 250.000'in civarında nüfusları varmış. Sokaklarda, sarhoş vaziyette pejmurda kıyafetleriyle dolaşıyorlar. Bugün, az sayıda Aborijin ülkenin iç kısımlarında, atalarının yaşadığı gibi yaşamaktaymış. Büyük bir çoğunluğu kasaba ya da şehirlere göç etmişler. Avrupalı sömürge güçleri Avustralya yerlilerini farklı zamanlarda soykırım uygulamalarına tabi tutmuşlar. Ancak soykırımlarla ilgili bilgi hükümetin tuttuğu kayıtlardan edinildiği için sayılarının belirtilenden çok daha fazla olabileceği düşünülebilirmiş. Tazmanya Soykırımı en iyi bilinen örnekmiş. 
 
 Vollongong'dayız 
 
Vollongong Sydney'e 80 km. uzaklıkta bir liman kenti. Dünyanın ikinci büyük demir çelik fabrikasının burada olduğunu söylediler. 5.000 civarında Türkiyeli çalışıyormuş burada. Genellikle ''Döner Kebap'' işinde çalışıyorlarmış bunlar. Avustralya'da yüksek tahsil mezunu çok sayıda insanımız var. Hikmetini sorduk. “Milli damat” olarak geldik dediler. İlahiyat mezunları, kimya mühendisleri, inşaat mühendisleri, iktisat mezunları bir hayli fazla. Doktora yapanların yanı sıra, taksiciliğe ve kebapçılığa heveslenenlerin sayısı da az değil. Çok sıcak bir ilgi ile karşıladılar bizleri, bağırlarına bastılar, birkaç gün daha kalarak, salon programları yapmamızı arzu ettiler. “Ne olur gitmeyin de diğer arkadaşlarımız da bu programlardan istifade etsinler!” diye yalvardılar. Süremiz kısa, yapılacak program fazla, boynu bükük olarak bıraktık Volongongluları orada: Çünkü Taçura'daki programa ulaşmamız gerekiyordu. 
 
Taçura 
 
Taçura'da köy hayatı yaşıyor Türkiyeliler, her biri bir çiftlikte çalışıyor. Tam çilek mevsiminde gelmişiz Taçura’ya. Çileklerin her biri elma büyüklüğünde, belli ki hormonlu, tadı-tuzu yok. Taçuralılar arkadaşlarını telefonla çağırmışlar akşamki toplantıya. Cemiyet başkanının evinde toplanmışlar. Başkan Amasyalı. 25 yıl önce gelmiş o köye. Küçük küçük çiftlik sahibi olanlar da var aralarında. Denizlili bir kardeşimizin sekiz yüz dönüm çiftliğinin olduğunu söylediler. Damadı da oradaki cemiyetin sekreteri. İşçilikten çiftlik ağalığına, hoşumuza gitti, biz de tavsiyede bulunduk: "İşçiliğe son verin artık. Mademki buradasınız çocuklarınız burada, her sene izine de gidemiyorsunuz, zaman çok geç olmadan imkânlarınız ölçüsünde kendi çiftliklerinizi kurun". Geç vakte kadar sohbeti sürdürdük. Kimse ayrılmadı, dini sohbetlere susadıklarını birçok kez ifade ettiler. Anladık ki, Avustralya'ya 15 günlüğüne değil, 3 aylığına gidilecek ve insanlarla doyasıya sohbet edilecek, sorularına cevap verilecek, birlikte yemekler yenilip gönülleri alınacak. 
 
Kickbox maçı 
 
 Tahir Solak, kardeşi Tarık'ın organize ettiği Kickbox Dünya Şampiyonası’na davet etti bizi. Salonu hınca hınç doldurmuşlar. Günün maçı bir Türk genciyle Filipinler'den bir genç arasında yapılacakmış. Aman Allah'ım o ne heyecan, neredeyse salon yıkılacak! Türk genci ringe çıkar çıkmaz, Türk bayrakları açıldı, sanki yer yerinden oynuyordu. Islıklar, tekbir sesleri ve alkışlar birbirine karışıyordu. Kıran kırana bir maç oldu. Üstün döğüştü Türk genci. Maç bittiğinde herkes ayaktaydı. Evet Türk'ün Melbourne zaferi ve Dünya şampiyonluğu... Az bir şey değil. Hele azınlık durumunda olan insanlar için tamamen onur meselesi. Velhasıl Avustralya bir başka güzellikler Ülkesi. Avustralyalılar da bir başka güzellikler yumağı, sevinci de başka Avustralyalının, hüznü de... Selam sana Avustralya, selam sana Avustralyalı kardeşim. ……………………………………………………………………………………….. 
*Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar… Bu öykü Malkara köylerinden alınmıştır. Öyküsü çevrede herkes tarafından bilinir. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. On altısına bastığı sırada Zeynep'i bir düğünde aşrı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür, çok beğenir ve köyüne döndüğünde hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp köyüne götürür. Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gecelik mesafededir. Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Evinin bahçesine çıkar ve kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve böylece sıla özlemini gidermeye çalışır. 
 
Kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez, eski sevgisi de kalmadığından eziyet etmeye başlar. Ve Zeynep yataklara düşer. Gün geçtikçe hastalığı artar. Zeynep'in düzelmesi için, köylüler anasının babasının çağrılmasını tavsiye ederler. Haber salınır ve Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep yataktadır, perişan bir halde hâlâ türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söyler. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp gözyaşı dökerler. Annesi kızını o halde görünce pişman olur ve fenalıklar geçirir. Zeynep hasretini giderir, giderir gidermesine de, artık çok geç kalınmıştır. Zeynep annesine ve babasına kavuşmanın mutluluğu içinde ruhunu teslim eder. Herkes Zeynep için gözyaşı döker. 
 
İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. Avustralyalılar da aynı hasretle söylerler ve dinlerlermiş bu türküyü, "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler …” 
Devam edecek…